وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِذْ | ve hani |
|
2 | أَخَذَ | almıştı |
|
3 | رَبُّكَ | Rabbin |
|
4 | مِنْ | -ndan |
|
5 | بَنِي | oğulları- |
|
6 | ادَمَ | Adem |
|
7 | مِنْ | -nden |
|
8 | ظُهُورِهِمْ | belleri- |
|
9 | ذُرِّيَّتَهُمْ | zürriyetlerini |
|
10 | وَأَشْهَدَهُمْ | ve şahid tutmuştu |
|
11 | عَلَىٰ | onları |
|
12 | أَنْفُسِهِمْ | kendilerine |
|
13 | أَلَسْتُ | ben değil miyim? |
|
14 | بِرَبِّكُمْ | sizin Rabbiniz |
|
15 | قَالُوا | dediler |
|
16 | بَلَىٰ | evet |
|
17 | شَهِدْنَا | şahidiz |
|
18 | أَنْ |
|
|
19 | تَقُولُوا | demeyesiniz |
|
20 | يَوْمَ | günü |
|
21 | الْقِيَامَةِ | kıyamet |
|
22 | إِنَّا | biz elbette |
|
23 | كُنَّا | idik |
|
24 | عَنْ | -ndan |
|
25 | هَٰذَا | bu- |
|
26 | غَافِلِينَ | habersiz |
|
İslâm akîdesine göre insanoğlunun bütün sorumluluklarının başında Allah’ın varlık ve birliğini kabul etme ve yalnız O’nu Tanrı olarak tanıyıp kulluk etme görevi gelmektedir. Fakat insanlar, sorumlulukları hakkında gerektiği biçimde bilgi sahibi kılınmazlar yahut böyle bir bilgiye ulaşma yeteneği ile donanmış olmazlarsa bu durumu bir mazeret veya bahane olarak ileri sürmekte haklı olurlar. Bu sebeple söz konusu büyük sorumluluğun âdil bir temele dayanması için insanların bu hususta yeterli donanıma sahip kılınmaları gerekmiştir. Bu iki âyette insanların Allah tarafından böyle bir bilgi veya yetenekle donatıldığı haber verilmekte ve bunun gerekçesi açıklanmaktadır.
Tefsirlerde bu âyetlere başlıca iki farklı anlam verilmiştir:
a) Eski tefsirlerde geniş yer tutan, çoğu birbirinin tekrarı mahiyetindeki rivayetlere göre Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların ruhlarını –sonraları âyetin lafzından hareketle “rûz-i elest, bezm-i elest” şeklinde terimleşen– ruhlar âleminde bir araya getirerek onları kendi varlığına tanık kılmış; kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara onaylatmış; bu gerçeği tasdik ettikleri yönünde onlardan söz almış ve böylece kendisi ile dünyaya gelecek bütün kulları arasında bir tür sözleşme akdetmiş; ayrıca bu sözleşme yahut taahhüde onların bizzat kendilerini şahit tutmuş veya bir kısmını diğerleri hakkında tanık göstermiş ya da –bir başka yoruma göre– bizzat kendisinin ve meleklerin bu sözleşmeye şahit olduklarını onlara bildirmiştir. Böylece insanların, “Bizim böyle bir sorumluluğumuz olduğunu bilmiyorduk” diyerek yahut inkârcılık veya putperestliği kendilerinin icat etmediğini, bunu atalarından miras aldıklarını, başka türlü bir bilgiye sahip olmadıkları için kendilerinin de bu inancı sürdürdüklerini, dolayısıyla bu hususta kendilerinin bir günahı ve sorumluluğu olmaması gerektiğini belirterek sorumluluktan kurtulmaları da önlenmiştir. İlk dönem Selef âlimleriyle sûfî âlimler, Sünnî ve Şiî kelâm bilginlerinin çoğunluğu âyeti böyle yorumlamışlardır.
b) Burada belirtilen sözleşme mecazi anlamda olup bu olay, dün-ya yaratılmadan önce değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleşmektedir. Bir görüşe göre zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı esnasında, başka bir görüşe göre anne rahmine yerleşip organik oluşumunu tamamlaması sürecinde Allah Teâlâ insanoğlunun doğasına ya da fıtratına kendisinin varlık ve birliğini tanıma, kavrama ve dolayısıyla kendisine inanma yeteneğini yerleştirmektedir. Şu halde Allah, her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sahip kılmakta; iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok kanıtlar yaratmaktadır; böylece O, sanki insanlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sormakta, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik etmektedirler. İnsanın doğasındaki iman kabiliyeti bu âyetlerde temsilî bir dille anlatılmış bulunmaktadır (Zemahşerî, II, 103). Nitekim başka âyetlerde de buna benzer anlatımlar mevcuttur. Meselâ Fussılet sûresinin 11. âyetinde göğün ve yerin Allah’ın yasalarına göre işleyişi, “Dahası O, duman halinde olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, ‘İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!’ buyurdu. ‘Boyun eğerek geldik’ dediler” şeklinde anlatılmıştır. Mu‘tezile ve Mâtürîdî âlimleriyle bazı Eş‘arî ve Şiî âlimlerinin de bu görüşte oldukları bildirilmekte, Fahreddin er-Râzî’nin de bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır (XV, 47). Başta İbn Teymiyye olmak üzere sonraki Selefîler, Allah’ın insandan ahid ve mîsâk almasını, insanın psikolojik muhtevasına kendi varlık ve birliğini tanıma kapasitesi vermesi şeklinde anlamışlardır. Nitekim Hz. Peygamber’in, “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar” anlamındaki hadisi de (Buhârî, “Cenâiz”, 93; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 18) bunu anlatmaktadır.
İlk görüş doğru kabul edildiğinde ruhların bedenlerden önce yaratıldığını da kabul etmek gerekmektedir. Ancak ikinci görüşü benimseyenler bunun doğru olmadığını savunurlar. Konu insanın bilgi alanını aştığı ve gayb alanına girdiği için âyetlerde bildirileni tasdik ederek insanlardan bir şekilde iman sözü alındığına inandıktan sonra bunun mahiyetinin ne olduğu hususunda kesin bir görüşü kabul etmek gerekli değildir. İşin hakikatini Allah bilir. 174. âyette işaret buyurulduğu üzere insana düşen görev, Allah’ın rab olduğu gerçeğini kavrayabilecek güçte yaratıldığına ve bu hususta kendisinden söz alındığına iman edip verdiği söze sadık kalmaktır.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 623-652
Araf 172 ayeti hakkında soru sorulmuş, Ömer de şöyle demiş: Ben, Rasulullah’a bu ayet hakkında soru sorulurken işittim. Rasulullah buyurdu ki:”Yüce Allah Adem’i yarattı. Sonra sağıyla sırtını sıvazladı, ondan bir zürriyet çıkardı ve Ben bunları cennet için yarattım ve cennetliklerin ameliyle amel edecekler, diye buyurdu. Sonra bir daha sırtını sıvazladı, ondan bîr zürriyet çıkardı ve şöyle buyurdu: Bunları da cehennem İçin yarattım ve bunlar da cehennemliklerin ameliyle amel edecekler,” Bir adam kalkıp: O halde amelin faydası nedir? diye sorunca, Rasulullah şöyle buyurdu: “Allah bir kulu cennet için yarattı mı, onun cennet ehlinin ameliyle amel etmesini ister. Sonunda o da cennet ehlinin amellerinden bir amel üzere ölür, Allah da onu cennete koyar. Bir kulu da cehennem için yarattı mı, onun da cehennem ehlinin ameliyle amel etmesini ister. Sonunda o da cehennemliklerin amellerinden bir amel Üzere ölür. Allah da onu cehenneme koyar. “
( Mâlik,Muvatta, Kader 2; Ebu Dâvud , Sunnet 16; Tirmizi, Tefsir 7/2; Ahmed b. Hanbel, Müsned , I, 44).
(Ayet ve hadislerle açıklamalı KUR’AN-I KERİM MEALİ
PROF. DR. MEHMET YAŞAR KANDEMİR)
وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ
وَ atıf harfidir. اِذْ zaman zarfı, mahzuf olan اذكر fiiline müteallıktır. اَخَذَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَخَذَ fetha üzere mebni mazi fiildir. رَبُّكَ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنْ بَن۪ٓي car mecruru اَخَذَ fiiline müteallıktır. بَن۪ٓي kelimesi cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için cer alameti ى ’dir. اٰدَمَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar. Gayri munsarife memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ) da denir.Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْ ظُهُورِ car mecruru اَخَذَ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ذُرِّيَّتَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha mansubtur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. اَشْهَدَهُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ car mecruru اَشْهَدَهُمْ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ
Hemze istifhamdır. لَسْتُ nakıs camid fiildir. كَانَ gibi isim cümlesinin başına gelir, ismini ref haberini nasb eder.
تُ muttasıl zamiri لَسْتُ ’nun ismi olarak mahallen merfûdur.
بِ harfi ceri zaiddir. رَبِّ lafzen mecrur, لَسْتُ ‘nun haberi olarak mahallen mansubtur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Fiil cümlesidir. قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, بَلٰى ’dir. قَالُٓوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
بَلٰى , nefyi iptal için gelen cevap harfidir.
بَلٰى; soru olumsuz, cevap olumlu olduğunda cevap cümlesinin başına getirilen tasdik edatıdır. Yani olumsuz soruya verilen olumlu cevaba has bir edattır ve olumsuz soru cümleleri ile olumsuz cümlelerin anlamını olumluya çevirir. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, (Doktora Tezi))
شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ
Fiil cümlesidir. شَهِدْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, muzâfı hazfedilmiş sebebiyet bildiren mef’ûlun lieclihtir. Takdiri; خشية أن تقولوا (sizin sözünüzden haşyet duyarak.) şeklindedir.
Fiilin oluş sebebini bildiren mef’uldür. Mef’ûlün lieclihi veya Mef’ûlün min eclihi de denir. Mef’ûlün leh mansubtur. Fiile “neden?, niçin?” soruları sorularak bulunur.
Türkçede “için, -den dolayı, sebebiyle, -sın diye, ta ki zira, maksadıyla, uğruna” gibi manalara gelir. Mef’ûlün leh fiilinin önüne geçebilir.
İki tür kullanımı vardır: 1) Harf-i cersiz kullanımı. 2) Harf-i cerli kullanımı
1): Harf-i cersiz olması için şu şartlar gereklidir:
a) Mef’ûlün leh, cümledeki fiilin masdarı dışında bir masdar olmalıdır.
b) Nekre (belirsiz) olmalıdır.
c) Mef’ûlün leh olacak masdarın (iç duygularımızı ifade ettiğimiz, “saygı göstermek, küçümsemek, korkmak, bilmek, bilmemek” gibi) kalbî fiillerden olması gerekir.
d) Fiilin faili ile mef’ûlün faili aynı olmalıdır.
e) Fiilin oluş zamanı ile mef’ûlün lehin oluş zamanı aynı olmalıdır.
Not: Mef’ûlün lehin harf-i cersiz kullanılabilmesi için yukarıdaki 5 şartın beraber bulunması gerekir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَقُولُوا fiili نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يَوْمَ zaman zarfı, تَقُولُوا fiiline müteallıktır. الْقِيٰمَةِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. اِنَّ ’nin haberi ise كُنَّا ’nın dahil olduğu isim cümlesi olup mahallen merfûdur.
كُنَّا nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانَ ’nin ismi نَا mütekellim zamiridir. عَنْ هٰذَا car mecruru غَافِل۪ينَ ‘ye müteallıktır.
غَافِل۪ينَ kelimesi كُنَّا ’nın haberidir. Nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
غَافِل۪ينَ kelimesi, sülâsî mücerred olan غفل fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ
وَ atıf harfidir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan …اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي cümlesi muzâfun ileyh konumundadır.
اِذْ , geçmiş zamanı ifade eden isimdir. Burada zarfiyetten soyutlanmıştır. Hazfedilen اذكر fiilinin mef’ûlün bihidir. (Âşûr)
رَبُّكَ izafeti, muzâfun ileyhe şeref ve destek ifade eder. Müsnedün ileyhin Rabb ismiyle gelmesi, Allah’ın rububiyyet sıfatını ön plana çıkarma kastıyladır.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ ve مِنْ ظُهُورِهِمْ ifadelerindeki مِنْ harf-i ceri ibtidaiyyedir. (Âşûr)
Ayette bütün insanlardan alınan genel mîsak dile getiriliyor. Bu mîsak, Âdemoğulları, annelerinin rahmine yerleştirilmeden önce henüz babalarının sulbünde iken alınmıştır. Bazıları ise "zürriyetleri"nden murad, onların çocuklarıdır demiştir. (Ebüssuûd)
Burada iltifat sanatı vardır. اَخَذْنَاۚۛ yerine اَخَذَ رَبُّكَ buyurulmuştur. Hitabı Resulullah’a (sav) yöneltmek suretiyle şanını yüceltmek murad edilmiştir. Ayrıca bu izafetle de teşrif söz konusudur.
Vahidî şöyle demektedir: ذُرِّيَّتَ kelimesi, hem çoğul hem de tekil manayı ifade eder. Dolayısıyla bu kelimeyi müfred okuyanlar, çoğul manasında da kullanıldığı için onu çoğul kalıbında getirmemişlerdir. Bu kelime tıpkı, "beşer" kelimesi gibidir.
(Fahreddin er-Râzî)
Aynı üslupta gelen وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ cümlesi, makabline hükümde ortaklık sebebiyle atfedilmiştir.
Allah Teâlâ'nın onları kendilerine şahit tutması, ulûhiyetini ve birliğini, tapılacak başka ilâh bulunmadığını ve diğer hükümleri onlara ikrar ettirmek içindir.
(Ebüssuûd)
Onları kendilerine şahit tutması burada tasdik manasında kullanılmıştır. Allah Teâlâ’nın bildiği bu itirafın kapsadığı bilinmeyen halleri için müstear olmuştur. Çünkü bu tasdik, onların fıtratında vardır. اَشْهَدَهُمْ ‘deki هم zamiri mana itibariyle zürriyete aittir. Çünkü cemiye delalet eden bir isimdir. (Âşûr)
اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ
Cümlenin takdiri قال [Dedi] olan mahzuf fiilin mekulü’l-kavlidir. Mahzufla birlikte cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mekulü’l-kavl cümlesi ise istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümle istifham üslubunda geldiği halde soru kastı taşımayıp takrir manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle tecâhül-i ârif sanatı vardır.
بِرَبِّكُمْۜ izafeti, muzâfun ileyhe şeref ve destek ifade eder.
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Cevap harfi olan بَلٰىۚۛ , mekulü’l-kavl yerindedir.
قَالُوا بَلٰىۚۛ sözü, rububiyet vasfının sadece Allah'a ait olduğunu itiraf eden hallerine delalet için istiare olmuştur. (Âşûr)
Halk arasında ”Kalu beladan beri” şeklinde kullandığımız tabir bu ayet-i kerime’den kaynaklanmaktadır.
قَالُوا بَلٰىۚۛ cümlesi, takriri soruya cevaptır. Muhavere (diyalog) şeklinde geldiğinden fasıl yapılmıştır. Bu söz ya hakiki anlamda kullanılır ki bu şekliyle âdete aykırı bir sözdür. Ya da rububiyetin Allah'a ait olduğu hallerine delalet için mecazdır. (Âşûr)
Müstenefe olan شَهِدْنَاۚۛ cümlesi de mazi fiil sıygasında gelmiştir. Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara delalet eder. (Vakafat, S. 107)
Bu cümle zürriyetin önceki sözlerine dahil olabileceği gibi meleklerin sözü de olabilir. (Mahmud Sâfî)
اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ [Ben sizin Rabbiniz değil miyim?] demişti de قَالُوا بَلٰىۚۛ [Elbette... Şahitlik etmekteyiz demişlerdi.] مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ [Zürriyetlerin Âdemoğullarının sırtlarından çıkartılması] nesilden nesile babalarının sulplerinden çıkartılması ve kendi aleyhlerine şahit tutulması anlamındadır. [Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Elbette… (Buna) şahitlik etmekteyiz] diyaloğu temsilî olup, böylece, anlaşılması güç bir olgu insanın hayalinde canlandırılmış olmaktadır (tahyîl). (Keşşâf)
Anlatılan temsilin izahı şöyledir: Allah Teâlâ, önce kullarına kendisini tanıma imkânları bahşetmiş sonra da onlara ulûhiyetini tanıma mükellefiyeti yüklemiştir. Allah Teâlâ, varlığını kabul ve teslim etmeleri için kullarına akıl ve basiret gibi içte (enfüsî); diğer eşya gibi dışta (afakî) deliller vermiştir, insanlar da bu deliller karşısında Allah'ın varlığını, birliğini ve O'nun münhasır ulûhiyetini kabul ve ikrar etmişlerdir.Yoksa hakikat-i halde Yüce Rabbimizin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyet çıkarması, şahit tutması, sual sorması, cevap alması yoktur. (Ebüssuûd)
اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen son cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Cümlenin başında takdiri خشية (Korkarak) olan bir fiil mahzuftur.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki …تَقُولُوا يَوْمَ cümlesi, masdar teviliyle bu fiilin mef’ûlü lieclihi konumundadır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayeti kerimede lafzen اَنْ تَقُولُوا [Habersizdik demeleri için] buyurulmuştur. Bir hazif söz konusudur. Mana böyle gözüküyor ama burada اَنْ harfinden önce خشية şeklinde gizli bir fiil vardır.
Ayette hitap, Resulullah'ın muasırı Yahudilere yöneltilmiştir. Amaç, onları daha ağır bir şekilde ilzam etmektir.Yahut hitap hem bu Yahudilere hem de tağlîb yoluyla eski Yahudileredir. Ancak bu hitap, hikâye edilen kelama dahil değildir. (Ebüssuûd)
Bu cümlenin mekulü’l-kavli olan اِنَّ , اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ ile tekid edilmiş isim cümlesidir. Lâzım-ı faide-i haber inkârî kelam olan cümlenin haberi كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesi şeklinde gelmiştir.
هٰذَا ile duruma işaret edilerek konunun önemi vurgulanmıştır.
İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de ‘‘vücudun tahakkuku’’dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi) هٰذَا ile işaret edilmesi, istifham ve cevabını içine almasındandır. O rububiyetin Allah için olduğunu itiraf etmeleridir.
هٰذَا ile işaret edilen şey, istifham ve cevabıdır. Yani rububiyetin Allah'a ait olduğunu itiraf etmeleridir. (Âşûr)
تَقُولُوا - قَالُوا ve اَشْهَدَهُمْ - شَهِدْنَاۚۛ kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.