وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًۜ فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمَا | ve değillerdi |
|
2 | كَانَ |
|
|
3 | الْمُؤْمِنُونَ | inananlar |
|
4 | لِيَنْفِرُوا | sefere çıkacak |
|
5 | كَافَّةً | hepsi toptan |
|
6 | فَلَوْلَا | gerekmez mi? |
|
7 | نَفَرَ | geri kalmaları |
|
8 | مِنْ |
|
|
9 | كُلِّ | her |
|
10 | فِرْقَةٍ | kabileden |
|
11 | مِنْهُمْ | içlerinden |
|
12 | طَائِفَةٌ | bir cemaatin |
|
13 | لِيَتَفَقَّهُوا | iyice öğrenmek için |
|
14 | فِي |
|
|
15 | الدِّينِ | dini |
|
16 | وَلِيُنْذِرُوا | ve uyarmaları için |
|
17 | قَوْمَهُمْ | kavimlerine |
|
18 | إِذَا | zaman |
|
19 | رَجَعُوا | dönüp geldikleri |
|
20 | إِلَيْهِمْ | onlara |
|
21 | لَعَلَّهُمْ | belki |
|
22 | يَحْذَرُونَ | sakınırlar diye |
|
Müfessirler âyetin iniş sebebi hakkında değişik rivayetler aktarmışlardır. Bunlardan birine göre, önceki âyetlerde Resûlullah’ın savaş çağrısına olumlu karşılık vermeyenlerin ağır bir biçimde eleştirilmeleri sebebiyle oluşan hassasiyet Medine çevresindeki müslümanları veya yeni müslüman olan kimseleri ihtiyaç olmasa bile –muhtemel savaş çağrısına hemen uyabilme amacıyla– Medine’ye gelmeye yöneltmişti. Yakın içerikteki bir rivayete göre, varını yoğunu toplayıp Medine’ye gelen ve Resûlullah’ın yakınında olmaya, ondan dini daha iyi öğrenmeye çalışan bu kimselerin oluşturduğu izdiham Medine’nin yerli halkını rahatsız etmeye başlamıştı. Bu rivayetler ışığında âyetin, şehircilik ve iskân politikalarında planlamanın önemine dikkat çekmek istediği düşünülebilir. Diğer bir rivayet ise şöyledir: Hz. Peygamber çevredeki vahalarda bulunan bazı topluluklardan belirli kimseleri oralardaki insanlara İslâmiyet’i öğretmek üzere yollamıştı; 120. âyet inince bu kişiler kendilerinin de bu kapsamda olduğunu düşünerek telâşlandılar ve hemen Medine’ye döndüler (bunlarla ilgili değerlendirmeler için bk. Taberî, XI, 66-71; Derveze, XII, 239-241).
Dinde yeterli bilgi sahibi olmaları istenenlerin sefere çıkanlar arasında mı yoksa geride kalanlar arasında mı bulunacakları hususunda da farklı yorumlar yapılmıştır. Bir yoruma göre maksat şudur: Hz. Peygamber bir yere ordu gönderirken kendisi Medine’de kalıyorsa, daha önce inen bazı âyetlerde yer alan topluca sefere çıkma buyruğu katı bir biçimde uygulanmamalı, Resûlullah yalnız bırakılmamalı ve bir grup onunla kalıp dinde yeterli bilgileri elde etmeye çalışmalıdır. Diğer bir yorum şöyledir: Her kesimden bir grup Resûlullah ile sefere katılmalı ve yanında bulunup ondan dini daha iyi öğrenmeye çalışmalıdır. Dinde yeterli bilgiye sahip olmaya çalışma buyruğunun sefere katılarak gerçekleşeceği noktasında bu yorumla birleşen diğer bir izah tarzı, sefere iştirak edenlerin başta Allah’ın müslümanlara üstün lutufları ve onlara nasip ettiği zaferler olmak üzere sefer esnasında dersler çıkaracakları olayları gözlemleyecekleri, sonra bunları memleketlerine döndüklerinde geride kalmış olanlara anlatacakları şeklindedir. Bu yorum esas alındığında âyetin meâli şöyle olmaktadır: “Onların her kesiminden bir grup dinde yeterli bilgi sahibi olmaya çalışmak ve döndüklerinde toplumlarını uyarmak üzere sefere çıkmalıdır / toplanmalıdır.” Bu âyeti Tebük Seferi veya başka bir sefer arasında bağ kurmaksızın tefsir edenlere göre burada anlatılmak istenen şudur: Dini öğrenmek üzere bütün müslümanların bizzat Hz. Peygamber’in yanına gelmeleri gerekmez; her topluluktan bir grubun gelip dinlerini öğrenmeleri ve sonra dönüp kendi topluluklarına onu anlatmaları yeterlidir (bk. Taberî, XI, 66-71; İbn Atıyye, III, 96-97; Râzî, XVI, 225-228; Ateş, IV, 154-157).
Âyetin gramer açısından farklı anlamalara imkân veren bir söz dizimine sahip olması sebebiyle değişik yorumlar yapılmış olmakla beraber, İslâm âlimleri genellikle bu âyette ilmin önemine değinildiğini kabul edegelmişlerdir. Bu noktadan hareketle yapılan izahları şöyle özetlemek mümkündür: Dinin sağlıklı bir biçimde tebliği için maddî güç ve düşmana karşı ordu hazırlamak yeterli değildir. İslâmiyet’in hedeflediği medeniyete ilimsiz, irfansız ulaşılamaz. Bu itibarla müslümanların kendilerini aydınlatacak ve gerekli durumlarda uyaracak derin bilgi sahibi kimseler yetiştirmek için üzerlerine düşeni yapmaları bir görevdir. Dinin doğru anlaşılması için yapılacak ilk iş kuşkusuz din ilimlerine gereken emeğin verilmesidir; fakat dinin hedefi müslümanların dünya ve âhiret mutluluğunu birlikte gerçekleştirmek olduğundan, ilme ayrılacak emeğin –dar anlamıyla– din ilimleri şeklinde sınırlandırılması düşünülemez (Kur’an’da ilme yapılan göndermeler ve İslâm’da ilme verilen değer hakkında bk. Zümer 39/9).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 73-75
وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًۜ
وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.
الْمُؤْمِنُونَ kelimesi كَانَ ’nin ismi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
يَنْفِرُوا fiiline dahil olan لِ, lam-ı cuhûddur. Muzariyi gizli أن ’le nasb ederek masdara çevirmiştir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harfi ile birlikte كَانَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَنْفِرُوا fiili, نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
كَٓافَّةً failin hali olup fetha ile mansubtur.
الْمُؤْمِنُونَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ۟
فَ atıf harfidir. لَوْلَا cezmetmeyen şart edatıdır. Tahdid için هلاَّ yani “değil mi?” manasındadır. لَوْلاَ meli/malı, değil mi, ...olsaydı ya manasında tahdid ilişkisi kurar. Muzariden önce teşvik, maziden önce kınama ve nedamet (pişmanlık) ifade eden bir edattır. Tahdid kelime olarak teşvik anlamına gelse de terim olarak, bir işin yapılmasını ve onda gevşeklik gösterilmemesini şiddetle ve sertçe istemektir. Arz kelimesinde olduğu gibi yumuşaklık söz konusu değildir. (Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler (Doktora Tezi) Abdullah Hacıbekiroğlu)
نَفَرَ fetha üzere mebni mazi fiildir. مِنْ كُلِّ car mecruru طَٓائِفَةٌ ‘un mahzuf haline müteallıktır. فِرْقَةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
مِنْهُمْ car mecruru فِرْقَةٍ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.
طَٓائِفَةٌ kelimesi نَفَرَ fiilinin naibi faili olup lafzen merfûdur.
لِ harfi, يَتَفَقَّهُوا fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte نَفَرَ fiiline müteallıktır.
يَتَفَقَّهُوا fiili, نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
فِي الدّ۪ينِ car mecruru يَتَفَقَّهُوا fiiline müteallıktır.
لِ harfi, يُنْذِرُوا fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte önceki masdar-ı müevvele matuftur.
يُنْذِرُوا fiili, نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
قَوْمَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
رَجَعُٓوا şeklinde mazi sıyga ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
رَجَعُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اِلَيْهِمْ car mecruru رَجَعُٓوا fiiline müteallıktır.
لَعَلَّ terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. İsim cümlesinin önüne gelir. إنّ gibi ismini nasb haberini ref eder.
هُمْ muttasıl zamiri لَعَلَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. يَحْذَرُونَ۟ fiili لَعَلَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
يَحْذَرُونَ۟ fiili نْ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يَتَفَقَّهُوا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi فقه ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًۜ
Ayet, 120. ayetteki …مَا كَانَ لِاَهْلِ cümlesine atfedilmiştir. Menfi كَانُ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sübut ifade eden isim cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. Lam-ı cuhûd ve akabindeki لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًۜ, cümlesi masdar teviliyle كَانُ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Hal konumundaki كَٓافَّةً, anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
مَا كَانُ ’li olumsuz sıygalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, 3/79)
Burada وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةً kelimesinin başında yer alan lam harfi nefyi yani olumsuzluğu pekiştirmek içindir. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl Ve Hakâîku’t Te’vîl)
فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ
فَ istînâfiyyedir. هلا manasındaki tahdid harfinin dahil olduğu cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Şart üslubunda gelmiş olmasına rağmen ibaha ve irşat amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Menfi mazi fiil sıygasındaki cümlede sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ cümlesi لَا نَفَرَ fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupla gelen وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ cümlesi, önceki masdar-ı müevvele atfedilmiştir. رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ cümlesi ise şarttan mücerret zaman zarfı اِذَا ’nın muzâfun ileyhidir. Mazi fiille istikrar ve temekküne işaret edilmiştir.
فِي الدّ۪ينِ ifadesindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla din içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü din hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak dinde köklü ve derin bilgi sahibi olmayı ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
كَٓافَّةً - فِرْقَةٍ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
لَا نَفَرَ- لِيَنْفِرُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı selb vardır.
طَٓائِفَةٌ - فِرْقَةٍ - قَوْمَهُمْ ve لِيُنْذِرُوا - يَحْذَرُونَ۟ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
فِرْقَةٍ ve طَٓائِفَةٌ arasında tefennün sanatı vardır.
Bu ayet-i kerime derin ve geniş bilgi edinmenin farzı kifaye olduğuna ve bu ilmi tahsil edenlerin amaçlarının insanlara üstünlük taslamak ve servet sahibi olmak değil, hem kendilerinin hem başkalarının hayatına istikamet vermek olması gerektiğine delildir. (Ebüssuûd) Ebüssuûd Efendi bu işin zor olduğuna da işaret eder.
رَجَعُٓوا ’daki, zamir de bölüğe râci olur yani kalanlar gidenlerin olmadığı günlerde elde ettikleri din ilimleri ile kendilerine dönen kavimlerini uyarmış olurlar. (Beyzâvî)
لَوْلَا İle هلا Edatları Hakkında
Bu ayette zikredilen lafızlarından tefsir edilmesi gerekenlerden birisi de لَوْلَا kelimesidir. Bu kelime, fiilin başına geldiği zaman, هلا edatı gibi teşvik manasını ifade eder: (olmalı, olmalı değil miydi?) لَوْلَا edatının, هلا manasını taşıması yerindedir. Zira هلا da iki kelimeden meydana gelmiş olup, bunlardan birisi istifham ve arz (sunma) edatı olan هل, (diğeri de لا)’dır. Çünkü sen bir kimseye “Yer misin?”, “Girer misin?” dediğinde, böylece sanki sen ona, bu yeme ve girme işini arz etmiş olursun. Diğer kelime ise لا edatıdır. Bu edat, inkâr ve cehd manasını ifade eder. O halde هلا birisi arz, diğeri cehd manası ifade eden iki şeyden mürekkeb olmuş olur. Buna göre sen “Keşke şunu yapsaydın!” dediğinde, o zaman sen sanki “Yaptın değil mi?” demiş, sonra da bununla birlikte لا yani “Hayır sen onu yapmadın.” demiş olursun. Binaenaleyh bu ifadede o fiilin vacip (gerekli) olduğuna ve fiilin yapılmaması suretiyle bu gerekliliğin ihlal edildiğine dikkat çekmek söz konusudur. Aynı şey لَوْلَا edatı hakkında da söylenebilir. Çünkü sen, “Yanıma girmeli değil miydin?”, “Yanımda yemeli değil miydin?” dediğinde, bunun manası da bir arz ve o işi yapması halinde senin sevineceğini haber vermektir. Aynı şey لَوْمَا hakkında da söz konusudur. Cenab-ı Hakk'ın لَوْ مَا تَأْت۪ينَا بِالْمَلٰٓئِكَةِ [...bize melekleri getirmeli değil miydin? (Hicr Suresi, 7)] ayeti de böyledir. Böylece لولا ve هلا ve لوما 'nın manaları birbirine yakın olan lafızlar olduğu sabit olmuş olur ki hepsinden maksat da terğîb ve teşviktir. O halde Cenab-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ [Onlar bunu yapmalı değil miydi?] şeklinde olmuş olur. (Fahreddin er-Râzî)
Ayette geçen لَوْلَا edatı da هلا gibi teşvik edatıdır. Bu tür teşvik edatları, -dili geçmiş zaman fiiliyle kullanıldığında (mazi fiil), o fiilin yapılmamasından dolayı kınama ifade eder. Bu da ancak vacip terk edildiği için olur ve o işi yapmanın vacip olduğunu gösterir. Ayette geçen فَلَوْلَا نَفَرَ ’den kasıt da savaşa çıkmanın ve gereğini yapmanın emredildiğidir. Her kabile ya da topluluktan bir grup savaştan geri kalıp din bilimlerini öğrenmeli ve savaşa katılanlar geri dönünce, onlara dinlerini öğretmelidir. Buradaki fıkıhtan kasıt, dinle ilgili hükümleri bilmektir. Onların savaştan geri kalmalarının en önemli sebebi, kentli toplumlarını irşat etmek ve onları fenalıklardan sakındırmaktır. Ayette, sadece “inzar (uyarma)” belirtilmiştir. “Tebşir (müjde)” belirtilmemiştir. Çünkü uyarı, daha önemlidir. Tıpkı kötü huylardan temizlenmenin, güzel huylarla süslenmekten daha önce geldiği gibi. Umulur ki böylece onlar uyarılırlar ve içine düşmeleri muhtemel şeylere karşı dikkatli olurlar. (Ruhu’l Beyan)
لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ۟
Ayetin son cümlesi ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Gayr-ı talebî inşâ cümlesidir.
Ta’lil cümleleri anlamı açıklamak, zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
لَعَلَّ, vukuu mümkün durumlarda kullanılan terecci harfidir.
لَعَلَّ ‘nin haberi يَرْجِعُونَۚ , muzari sıygada faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade etmektedir. Ayrıca muzari fiil olayı zihinde canlandırmayı sağlayarak muhatabı etkiler. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.
“Umulur ki” anlamında olan bu harf, Allah Teâlâ’ya isnad edildiğinde “...olsun diye, ...olması için” şeklinde tercüme edilir. Dolayısıyla cümle vaz edildiği inşa formundan çıkıp haberî anlama geldiği için, mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
Ta’lil cümleleri anlamı açıklamak, zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
لَعَلَّ edatı, terecci içindir yani “ümitvar olma” manasını ifade eder ve bir de beklenti içinde olmak demektir ki her ikisi de aynı manaya gelir demektir. Fakat bu beklenti Kerîm olan bir zattan olmalı, kişi O’ndan beklemelidir. İşte bu, yerine getirmesi kesin olan vaadinin yerine olan bir ifadedir. İmam Sîbeveyhi de bu görüştedir. Ancak Kutrub ise لَعَلَّ kelimesi “için” manasındadır yani “sakınıp korunmanız için’’ demektir, der. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl Ve Hakâîku’t Te’vîl)