وَعَلَى الثَّلٰثَةِ الَّذ۪ينَ خُلِّفُواۜ حَتّٰٓى اِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ اَنْفُسُهُمْ وَظَنُّٓوا اَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللّٰهِ اِلَّٓا اِلَيْهِۜ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواۜ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَعَلَى | ve |
|
2 | الثَّلَاثَةِ | üçünün (kişinin) |
|
3 | الَّذِينَ |
|
|
4 | خُلِّفُوا | geri bırakılan |
|
5 | حَتَّىٰ | hatta |
|
6 | إِذَا |
|
|
7 | ضَاقَتْ | dar gelmişti |
|
8 | عَلَيْهِمُ | başlarına |
|
9 | الْأَرْضُ | dünya |
|
10 | بِمَا | rağmen |
|
11 | رَحُبَتْ | genişliğine |
|
12 | وَضَاقَتْ | ve sıkıldıkça sıkılmış |
|
13 | عَلَيْهِمْ | onların |
|
14 | أَنْفُسُهُمْ | canları |
|
15 | وَظَنُّوا | ve anlamışlardı |
|
16 | أَنْ |
|
|
17 | لَا | olmadığını |
|
18 | مَلْجَأَ | bir çare |
|
19 | مِنَ | -tan |
|
20 | اللَّهِ | Allah- |
|
21 | إِلَّا | başka |
|
22 | إِلَيْهِ | yine kendisinden |
|
23 | ثُمَّ | sonra |
|
24 | تَابَ | tevbesini kabul buyurdu |
|
25 | عَلَيْهِمْ | onların |
|
26 | لِيَتُوبُوا | tevbe etsinler |
|
27 | إِنَّ | çünkü |
|
28 | اللَّهَ | Allah |
|
29 | هُوَ | O |
|
30 | التَّوَّابُ | tevbeyi çok kabul eden |
|
31 | الرَّحِيمُ | çok esirgeyendir |
|
Tebük Seferi’ne katılmamaktan ötürü pişmanlık duymakla beraber hemen özür dilemeyen ve tövbeye yönelmeyen üç kişiden söz edilmektedir. Rivayetlere göre bu üç kişi Kâ‘b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî‘dir. Hz. Peygamber seferden dönünce, sıhhî ve malî durumları elverişli olduğu halde sefere katılmayan ve hemen günahlarını itiraf edip tövbeye yönelmeyen bu üç kişinin yüzüne bakmadı. Müslümanlar da Resûlullah’a uyarak geçici olarak onlarla ilişkilerini dondurdular. 106. âyette kendilerinden, “Bir diğer grubun durumu ise Allah’ın hükmüne kalmıştır; ya onlara azap edecek veya tövbelerini kabul edecektir” diye söz edilen bu kişiler, yaklaşık elli gün süren çileli bir bekleyiş içine girdiler. Nihayet bu âyetin nâzil olmasıyla tövbelerinin samimi olduğu ve Allah tarafından kabul edildiği bildirilince yüzleri güldü; Resûlullah’ın ve müslümanların arasına döndüler, âdeta hayat onlar için yeniden başlamış oldu.
Âyetin “geriye bırakılan” diye çevirdiğimiz kısmını, “Tebük Seferi’nden geri kalanlar” şeklinde yorumlayanlar bulunmakla beraber, çoğu müfessirler 106. âyetle irtibatlandırarak buna “bağışlanmaları ertelenenler” mânasını vermişlerdir; olaya konu olan sahâbîlerden yapılan nakiller de bu anlamı desteklemektedir (Taberî, XI, 56-62; İbn Atıyye, III, 92-94).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 69
“Allahım! Kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana çevirdim. İşimi sana ısmarladım. Rızanı isteyerek, azabından korkarak sırtımı sana dayadım, sana sığındım. Sana karşı yine senden başka sığınak yoktur. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere inandım.” (Buhârî, Daavât 5. Ayrıca bk. Buhârî, Vudû‘ 75; Müslim, Zikir 56-58; Ebû Dâvud, Edeb 98.)
Resûlullah (s.a.v), yatacağı zaman abdest alıp sağ tarafına yatarak bu duayı okuyan kimsenin, o gece ölürse fıtrat üzere ölmüş olacağını müjdelemiştir (Buhârî, Vudû’, 75).
وَعَلَى الثَّلٰثَةِ الَّذ۪ينَ خُلِّفُواۜ
وَ atıf harfidir. عَلَى الثَّلٰثَةِ car mecruru önceki ayetteki تَابَ fiiline müteallıktır. الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, الثَّلٰثَةِ ’nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası خُلِّفُوا ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
خُلِّفُوا damme üzere mebni, meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
حَتّٰٓى اِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ اَنْفُسُهُمْ وَظَنُّٓوا اَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللّٰهِ اِلَّٓا اِلَيْهِۜ
حَتّٰٓى ibtida harfidir. حَتّٰٓى edatı üç şekilde kullanılabilir:
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
ضَاقَتْ şeklinde mazi sıyga ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ضَاقَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. عَلَيْهِمُ car mecruru ضَاقَتْ fiiline müteallıktır.
الْاَرْضُ fail olup lafzen merfûdur.
مَا ve masdar-ı müevvel, بِ harf-i ceriyle birlikte الْاَرْضُ ’nun mahzuf haline müteallıktır.
رَحُبَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri هى ’dir.
وَ atıf harfidir. ضَاقَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. عَلَيْهِمُ car mecruru ضَاقَتْ fiiline müteallıktır.
اَنْفُسُهُمْ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. ظَنُّٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَنْ tekid ifade eden muhaffefe اَنَّ ’dir. İsmi olan şan zamiri mahzuftur. Takdiri, أنه şeklindedir.
Hafifletilmiş olan اَنْ aynı اَنَّ gibi isim cümlesinin başına gelir. Fakat ismini hiçbir zaman açıkta göremeyiz. Çünkü ismini gizli bir zamir (zamiru’ş şan) olarak alır.
Hafifletilmiş olan اِنْ cümle başında gelebileceği gibi hafifletilmiş olan اَنْ cümle ortasında gelir.
Hafifletilmiş olan اَنْ ’in haberi her zaman cümle olur. Bu cümle isim veya fiil cümlesi olabilir. Edattan sonraki cümle isim veya çekimi yapılamayan (camid) bir fiilden oluşan fiil cümlesi ise edatla arasında yabancı bir kelime bulunmaz.
Haberinin geliş şekilleri şöyledir:
1. İsim cümlesi
2. Fiil cümlesi
1. İsim cümlesi şeklinde gelirse:
a. Başına herhangi bir edat gelmeyen isim cümlesi.
b. Başına لَا harfi gelen isim cümlesi (Bu لَا cinsi nefy içindir.)
2. Fiil cümlesi şeklinde gelirse:
a. عَسَى ve لَيْسَ gibi camid (çekilemeyen) bir fiil şeklinde gelir.
b. Bu iki fiilin haricinde başka fiillerden gelirse bu fiil cümlesinin başına س – سَوْفَ – قَدْ – لَنْ – لَمْ – لَو gibi harflerden birinin gelmesi zorunludur. Burada haberi عَسَى gibi camid (çekilemeyen) bir fiil şeklinde gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Şan zamirleri: Müfred gaib ve gaibe (3. tekil şahıs) zamirinde kendisine dikkat çekilmek istenen bir iş için kullanılır. İkisine birden iş zamiri denir.
Müzekkerine > zamiru’ş-şan (هُوَ – هُ)
Müennesine > zamiru’l-kıssa (هِيَ – هَا)
Not: Zamirler normalde kendinden önceki ismi açıklarken, zamiru’ş-şan/kıssa ise kendinden sonraki kısma dikkat çeker.
Şan zamiri “Benden sonra bir cümle gelecek; gelecek olan o cümle çok önemli” mesajı verir.
İş zamirleri 3’e ayrılır:
- Munfasıl (ayrı iş zamirleri > هُوَ – هِيَ ) mübteda olarak kullanılır.
- Muttasıl (bitişik iş zamirleri > ىهُ – هَا ) huruf-u müşebbehe bil fiil veya efali kulûb ile kullanılır.
- Mahzuf iş zamiri (hazf olmuş iş zamiri) كَأَنَّ، أَنَّ، إنَّ ’nin muhaffefleri olan كَأَنْ ,أَنْ إِنْ’den sonra hazfedilmiş olarak gelir.
İş zamirlerinin özellikleri:
1. İş zamirinin haberi cümle olur. (Müfred olmaz)
2. İş zamiri munfasıl olduğunda mübteda olur.
3. Muttasıl olduğunda ya huruf-u müşebbehe bil fiil’in ismi yahut efali kulûb’un birinci mefulu olur.
4. İş zamirleri kendisinden sonraki kısma dikkat çekmek için kullanılır.
5. Sadece müfred gaib ve gaibe (3. tekil şahıs) zamirlerinde kullanılır. Tesniye ve cemi sıygaları kullanılmaz.
6. İş zamirinin haberi isminin önüne geçmez.
7. Haberde iş zamirine ait bir zamir bulunmaz.
8. İş zamirinden sonra gelen cümleye tefsir cümlesi de denir. Bu cümlenin îrabdan mahalli vardır. Halbuki diğer tefsir cümlelerinin irabdan mahalli yoktur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ ve masdar-ı müevvel, ظَنُّٓوا fiilinin iki mef’ûlu yerinde olup mahallen mansubtur.
لَا cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. مَلْجَأَ kelimesi لَا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir. Haberi mahzuftur.
مِنَ اللّٰهِ car mecruru مَلْجَأَ ’e müteallıktır. Muzâf mahzuftur. Takdiri, من عذاب اللَّه أو من سخط اللَّه şeklindedir.
اِلَّٓا istisna harfidir. اِلَيْهِ car mecruru mukadder müstesnadan bedel olarak mahallen mecrurdur. Takdiri, لا ملجأ من عذاب اللَّه لأحد إلّا إليه şeklindedir.
ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواۜ
Cümle mukadder şartın cevabıdır. Takdiri, لجؤوا إليه ثمّ تاب اللَّه şeklindedir.
Fiil cümlesidir. ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. تَابَ fetha üzere mebni mazi fiildir.
عَلَيْهِمْ car mecruru تَابَ fiiline müteallıktır.
لِ harfi, يَتُوبُوا fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte تَابَ fiiline müteallıktır.
يَتُوبُوا fiili, نَ ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اِنَّ اللّٰهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ۟
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
اللّٰهَ lafza-i celâli اِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubdur. هُوَ fasıl zamiridir. التَّوَّابُ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. الرَّح۪يمُ۟ kelimesi ise اِنَّ ’nin ikinci haberi olup lafzen merfûdur.
Veya munfasıl zamir هُوَ ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur. التَّوَّابُ ise haberidir.
هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ۟ isim cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
التَّوَّابُ - الرَّح۪يمُ۟ kelimeleri mübalağalı ism-i fail kalıbındandır.
Mübalağalı ism-i fail kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَعَلَى الثَّلٰثَةِ الَّذ۪ينَ خُلِّفُواۜ
Bu ifade önceki ayete atfedilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, لقد تاب اللّه على النبي والمهاجرين والأنصار الذين اتبعوه في ساعة العسرة وعلى الثلاثة الذين خلفوا [Andolsun ki Allah, peygamberin güçlük saatinde O'na tabi olan muhacirlerin, Ensar’ın ve haklarındaki hüküm ertelenenlerin tövbelerini affetti…] şeklindedir. Bu atıftaki fayda şudur: Daha önce ifade ettiğimiz üzere, tövbenin, Hz. Peygamberin tövbesinin yanında zikredilmesi, o tövbeyi yapan şahsın mertebesinin büyüklüğüne ve tazim edildiğine delalet etmektedir. Bu atıf, Hz. Peygamberin, muhacirlerin ve Ensar’ın tövbelerinin kabulünün, aynı hükme dahil olmasını gerektirir. Bu da onların durumlarının yüceliğini ve onların buna müstehak olmalarını gerektirir. (Fahreddin er- Râzî)
Ayet önceki ayetin devamıdır. عَلَى الثَّلٰثَةِ, önceki ayetteki تَابَ ’ye müteallıktır. الثَّلٰثَةِ ’nin sıfatı konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası خُلِّفُوا, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
Burada bahsedilenler; Ka’b b. Malik, Hilal b. Ümeyye ve Mürare b. Rebi’dir. (Beyzâvî)
الثَّلٰثَةِ kelimesindeki marifelik ahd içindir. Çünkü onlar insanlar arasında tanınan kişilerdir. Seleme oğullarından Ka'b b. Malik, Âmiroğullarından Mürare b. Rabia ile Vakıfoğufları’ndan Hilal b. Umeyye'dir. Hepsi de Ensar'dan idiler. Özürsüz olarak Tebük gazvesinden geri kalanlardır. (Âşûr)
حَتّٰٓى اِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ اَنْفُسُهُمْ
حَتّٰٓى ibtidaiyyedir. Şart üslubunda gelen cümledeki ضَاقَتْ şart fiili olup اِذَا ’nın muzâfun ileyhidir. Cevap cümlesi mahzuftur. اِذَا ’nın şarttan mücerret olduğu da söylenmiştir. O takdirde cevaba ihtiyaç yoktur.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ cümlesi ve onu takip eden aynı üsluptaki وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ اَنْفُسُهُمْ cümlesi, makabline matuftur.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَا başındaki harf-i cerle birlikte وَضَاقَتْ ’a müteallıktır. Sılası رَحُبَتْ, mazi fiil sıygasında gelmiştir.
ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ [Bütün genişliğine rağmen ….] cümlesi, içinde bulundukları duruma karşı duyulan şaşkınlığı ifade eden bir meseldir. Sanki içinde bulundukları sıkıntı ve endişe nedeniyle yeryüzünde yerleşebilecekleri bir mekân bulamamaktadırlar. (Keşşâf II, s. 304)
وَضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْاَرْضُ [Yeryüzü onlara dar oldu] ifadesinde yeryüzü, duvarları olan bir mekâna benzetilmiştir. Temsîli istiare vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Beyân ilmi).
Haklarındaki hüküm o kadar tehir edildi ki yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi. Çünkü insanlar onlardan yüz çevirmiş ve onlarla olan ilişkilerini kesmişlerdi.
Yeryüzünün onlara dar gelmesi, onların şaşkınlıklarının temsîli ifadesidir. Yani hiçbir yerde ve yurtta istikrar ve huzur bulamaz olmuşlardı.
Ve kendi nefislerine döndüklerinde de hiçbir şeyle mutmain olamıyorlardı. Çünkü ruhlarından ünsiyet ve sevinç gitmiş; ruhlarını yalnızlık ve şaşkınlık sarmıştı ve Allah'ın gazabından kurtulmak için yine mağfiret dilemek suretiyle Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. (Ebüssuûd)
ضَاقَتْ [dar oldu] رَحُبَتْ [geniş oldu] kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab vardır.
Radî de bu ifadeyi şöyle açıklamıştır: ضيْق النفس (nefsin daralması) sözünde istiare vardır. Çünkü gerçekte nefis (اَنْفُسُهُمْ) (can, ruh, kalp) daralma ve genişleme ile nitelenemez. O yüzden bununla kastedilen, şiddetli üzüntü sebebiyle kalplerinin sıkıntı çekmesi, sabırlarının tükenme noktasına ulaşmasıdır. (Şerîf er-Radî, Âşûr)
Bu ibare 25. ayette aynıyla geçmektedir. İktibas vardır.
وَظَنُّٓوا اَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللّٰهِ اِلَّٓا اِلَيْهِۜ
Ayetin başındaki …ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ cümlesine matuf olan cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللّٰهِ اِلَّٓا اِلَيْهِ ibaresinde اَنْ muhaffefe اَنَّ ’dir. Müteakip menfi isim cümlesi, masdar tevilinde ظَنُّٓوا fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
Masdar-ı müevvel, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Şan zamiri mahzuf olan اَنَّ ’nin haberi لَا مَلْجَأَ مِنَ اللّٰهِ, cinsini nefyeden لَا ’nın dahil olduğu isim cümlesidir. لَا ,مَلْجَأَ ’nın ismidir. لَا ,مِنَ اللّٰهِ ’nın mahzuf haberine müteallıktır. لَا ’nın haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
اِلَيْهِ mukadder müstesnadan bedeldir. Yani لا ملجأ من عذاب اللَّه لأحد إلّا إليه (Allah’ın azabında kendisine sığınılacak Allah’tan başka kimse yoktur.) demektir.
Lafza-i celâlin zikrinde tecrîd sanatı vardır.
ظَنُّٓوا fiili hem zannetti, sandı, hem de kesin bildi anlamlarına gelir. Yani tezdaddandır (zıt anlamlı fillerdendir). Bu ayetteki ظَنُّٓوا “kesin bildiler” manasındadır.
ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواۜ
Cümle mukadder şartın cevabına matuftur. Takdiri, لجؤوا إليه ثمّ تاب اللَّه (Allah’a sığındılar sonra da Allah onların tövbesini kabul etti.) şeklindedir.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيَتُوبُوا cümlesi, mecrur mahalde تَابَ fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اِنَّ اللّٰهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ۟
Ayetin fasılası fasılla gelmiş ta’lil cümlesidir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
اِنَّ ile tekid edilmiş faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde muhabbet ve haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Müsnedin izafet terkibiyle gelmesi az sözle çok anlam ifadesi içindir.
هُوَ fasıl zamiridir. Kasr ifade eder. Allahın tövbeleri kabul edeceği manasını tekid eder. Veya اِنَّ ’nin haberi olan isim cümlesinin mübtedasıdır.
التَّوَّابُ - الرَّح۪يمُ kelimeleri arasında murâât-ı nazîr sanatı vardır.
Cümle, mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri önceki manayı tekid kastıyla yapılan ıtnâb sanatıdır.
عَلَيْهِمْ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
تَابَ - لِيَتُوبُوا - التَّوَّابُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ
Önceki âyetlerde işlenen konuyla bağlantı kurarak yorum yapan müfessirler, “doğrular” diye çevirdiğimiz sâdıkîn kelimesini, Hz. Peygamber ve onun ashabı şeklinde açıklarlar (Râzî, XVI, 220). Buradaki hitabın genelliği ve Kur’an’daki kullanımları dikkate alınırsa bu kelimeye, “özü sözü bir olan ve dürüst davranan kişiler” mânası vermek daha uygun olur. Kuşkusuz bu niteliği taşıyan örnek şahsiyetlerin başında peygamberler ve Peygamberimiz Hz. Muhammed ile ona gönülden bağlanmış sahâbîleri gelir. “Doğrularla beraber olun” buyruğunun, onlarla maddî bir beraberlik içinde olmaktan çok, bu sayede elde edilecek doğruluk erdemiyle onlar gibi davranmayı hedeflediği açıktır. Buna göre “Allah’a saygıda kusur etmeme, O’na karşı gelmekten sakınma çabası gösterme” gibi mânalarla açıklanabilen takvâ kavramının sıdk kökünden gelen sâdıkun kavramıyla birlikte kullanılmış olması, tam anlamıyla takvâya erişebilmenin ancak doğrulukla birlikte gerçekleşebileceğini gösterir (takvâ hakkında bk. Bakara 2/197; A‘râf 7/26).
Sıdk, insanın söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana olması anlamında bir ahlâk terimidir. Sıdk kelimesi ve türevleri Kur’an’da ve hadislerde sıkça geçer. İslâm ahlâkçıları da bu iki ana kaynakta tuttuğu önemli yere paralel olarak, sıdk kavramına eserlerinde geniş yer vermişler, çeşitli tutum ve davranışlara göre başlıca altı tür sıdktan söz etmişlerdir: a) Konuşmada dürüstlük. Dinî ve sosyal bir zarara yol açmadıkça söylenen her sözün gerçeği yansıtması gerekir. b) Niyet ve iradede dürüstlük. Davranışların özü ve ruhu niyettir; bu itibarla kişi önce kendi niyet ve iradesinde dürüst olduğundan emin bulunmalıdır. Nitekim birçok âyet ve hadis, davranışlarda niyetin önemini vurgulamıştır. c) Karar dürüstlüğü. Kişi bir işin iyi olduğuna inanmışsa onu yapmaya, kötü olduğuna inanmışsa ondan uzak durmaya karar vermelidir. d) Kararında durma dürüstlüğü. Bir konuda verilmiş kararı uygulamak ve caymadan sürdürmek, karar vermekten daha güçtür; fakat kararın değeri onu uygulamadaki dürüstlüğe bağlıdır. Karar verme ve kararında durma dürüstlüğü özellikle kötü alışkanlıklardan tövbe edip bir daha bunlara dönmeme konusunda önem taşır. Kötü bir işe karar verilmiş olması halinde bundan caymak ise yeni bir doğru karar almak ve uygulamak anlamına gelir. e) Amelde dürüstlük. Ahlâk bilginleri amel bakımından sıdkı, iyilikleri gösteriş yapma ve çıkar gütme gibi ahlâk dışı amaçlarla değil, sırf iyilik olduğu için yapma, kötülükleri de aynı anlayışla terketmedeki doğruluk ve dürüstlük şeklinde açıklarlar. f) Dinî ve mânevî hallerde dürüstlük. Özellikle tasavvufî kaynaklarda havf (korku), recâ (ümit), tâzim, zühd, rızâ, tevekkül, sevgi gibi insanın Allah’a saygı ve bağlılığını gösteren yüksek dinî ve mânevî hallerinde dürüst olması, sıdkın en yüksek derecesi olarak gösterilmiştir (Gazzâlî, İhyâ, IV, 391). Böylece, insanın sorumluluğa konu olan bütün hal ve hareketlerinde doğruluk ve dürüstlüğü, samimiyet ve iyi niyeti ifade eden geniş kapsamlı bir ahlâk terimi olan sıdkın, âyette büyük bir erdem kabul edildiği ve bu fazilete sahip olanların da, müminler için örnek ve önder şahsiyetler olarak gösterildiği söylenebilir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 71-72
Riyazus Salihin, 1545 Nolu Hadis
Abdullah İbni Mes’ûd radıyallâhu anh”den rivâyet edildiğine göre Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık yoldan çıkmaya (fucûr) sürükler. Fucûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır”.
(Buhâri, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105.)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ
يَٓا nida harfidir. اَيُّ münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir. ٱلَّذِینَ münadadan sıfat veya bedeldir.
İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Nidanın cevabı اتَّقُوا اللّٰهَ ’dir. اتَّقُوا fiili نَ ’un hazfiyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اللّٰهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
كُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ cümlesi atıf harfi وَ ‘la nidanın cevabına matuftur.
كُونُوا fiili نَ ’un hazfiyla mebni emir fiildir. كُونُوا ‘nun ismi, cemi müzekker olan و merfû muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.
مَعَ mekân zarfı, كُونُوا ‘nun mahzuf haberine müteallıktır. الصَّادِق۪ينَ ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الصَّادِق۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan صدق fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail, eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ
Bu hitap umumi olup tövbe edenler de öncelikle bunun kapsamına dahildir. Diğer bir rivayete göre ise bu hitap, özellikle Tebük seferine katılmayanlardan haklarındaki hüküm geriye bırakılanlar içindir. (Ebüssuûd)
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nidanın cevabı اتَّقُوا اللّٰهَ emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
یَـٰۤأَیُّهَا ٱلَّذِینَ ءَامَنُوا۟ şeklindeki nida üslubu Kur’an-ı Kerim’de iman edenlere önemli bir konunun bildirileceğini haber verir. Çeşitli tekid türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir.
İsm-i mevsûller muhakkak herkesin bildiği bir grup varsa kullanılır. Burada bu iman edenler Peygamber Efendimiz ve sahabe tarafından bilinen insanlardı. Böyle bir grup yoksa ism-i mevsûl gelmez. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri’t Ta’bîri’l Kur’anî, s. 43)
Mevsûlün irabdan mahalli olmayan sılası اٰمَنُوا, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الَّذ۪ينَ ism-i mevsûlu haberin medih üzere olduğunu bildirmek içindir.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olmasına rağmen Allah isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ cümlesi وَ ’la nidanın cevabına atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
كَان ’nin dahil olduğu cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. مَعَ الصَّادِق۪ينَ ’nin müteallakı olan كَان ’nin haberi mahzuftur.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا şeklindeki hitap; iman edenler için önemli bir açıklamanın yapılacağına işaret eder. Allah Teâlânın kullarına çağrıda bulunurken son derece etkili ve beliğ bir üslup kullanması, beyan ettiği hakikatlerin önemli olduğunu vurgulamak ve bunların muhataplar tarafından fark edilerek gerekli mesajı almalarını sağlamak içindir.
اتَّقُوا - الصَّادِق۪ينَ - اٰمَنُوا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.مَا كَانَ لِاَهْلِ الْمَد۪ينَةِ وَمَنْ حَوْلَهُمْ مِنَ الْاَعْرَابِ اَنْ يَتَخَلَّفُوا عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ وَلَا يَرْغَبُوا بِاَنْفُسِهِمْ عَنْ نَفْسِه۪ۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ لَا يُص۪يبُهُمْ ظَمَاٌ وَلَا نَصَبٌ وَلَا مَخْمَصَةٌ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَطَؤُ۫نَ مَوْطِئاً يَغ۪يظُ الْكُفَّارَ وَلَا يَنَالُونَ مِنْ عَدُوٍّ نَيْلاً اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ بِه۪ عَمَلٌ صَالِحٌۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُض۪يعُ اَجْرَ الْمُحْسِن۪ينَۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَا |
|
|
2 | كَانَ | onlara yakışmaz |
|
3 | لِأَهْلِ | halkının |
|
4 | الْمَدِينَةِ | Medine |
|
5 | وَمَنْ | ve kimselerin |
|
6 | حَوْلَهُمْ | onların çevresinden |
|
7 | مِنَ | -dan |
|
8 | الْأَعْرَابِ | bedevi Araplar- |
|
9 | أَنْ |
|
|
10 | يَتَخَلَّفُوا | geri kalmaları |
|
11 | عَنْ | -nden |
|
12 | رَسُولِ | Elçisi- |
|
13 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
14 | وَلَا | ve |
|
15 | يَرْغَبُوا | kaygısına düşmeleri |
|
16 | بِأَنْفُسِهِمْ | kendi canlarının |
|
17 | عَنْ |
|
|
18 | نَفْسِهِ | onun canından önce |
|
19 | ذَٰلِكَ | böyledir |
|
20 | بِأَنَّهُمْ | çünkü |
|
21 | لَا | yoktur ki |
|
22 | يُصِيبُهُمْ | onların çekmeleri |
|
23 | ظَمَأٌ | bir susuzluk |
|
24 | وَلَا | ve yoktur ki |
|
25 | نَصَبٌ | bir yorgunluk |
|
26 | وَلَا | ve yoktur ki |
|
27 | مَخْمَصَةٌ | bir açlık |
|
28 | فِي |
|
|
29 | سَبِيلِ | yolunda |
|
30 | اللَّهِ | Allah |
|
31 | وَلَا | ve yoktur ki |
|
32 | يَطَئُونَ | ayak basmaları |
|
33 | مَوْطِئًا | bir yere |
|
34 | يَغِيظُ | öfkelendirecek |
|
35 | الْكُفَّارَ | kâfirleri |
|
36 | وَلَا | ve yoktur ki |
|
37 | يَنَالُونَ | sağlamaları |
|
38 | مِنْ |
|
|
39 | عَدُوٍّ | düşman karşısında |
|
40 | نَيْلًا | bir başarı |
|
41 | إِلَّا | mutlaka |
|
42 | كُتِبَ | yazıl(masın) |
|
43 | لَهُمْ | kendileri için |
|
44 | بِهِ | onunla |
|
45 | عَمَلٌ | bir amel |
|
46 | صَالِحٌ | salih |
|
47 | إِنَّ | şüphesiz |
|
48 | اللَّهَ | Allah |
|
49 | لَا | zayi etmez |
|
50 | يُضِيعُ | ecirlerini |
|
51 | أَجْرَ | iyilik edenlerin |
|
52 | الْمُحْسِنِينَ | harcamaları |
|
Esasen Medine halkı ve yakın çevresindeki bedevîlerden Resûlullah’ın çağrısına uyup ona katılmaktan kaçınanların sayısının fazla olmadığı dikkate alınırsa, burada, anılan bu kesimden “hiç kimseye” böyle davranmanın yaraşmayacağını belirtmenin amaçlandığı söylenebilir. Yani âyet vâkıayı tesbitten ziyade muhtemel bir gevşekliği önlemeyi hedeflemektedir. Örnek nesle örnek davranışların yakışacağı, vahyin kaynağına böylesine yakın muhatapların Hz. Peygamber’e itaatte daha bir duyarlı olmaları gerektiği ve bunun ecrinin de çok büyük olacağı temasını taşıyan bu âyetlerden, diğer müminlerin sorumluluklarının daha az olduğu ve samimi biçimde ortaya koyacakları fedakârlıkların daha az sevap kazandıracağı mânası çıkarılmamalıdır. Öte yandan, Peygamber şehri ne özel atıfta bulunulması İslâmiyet’in daha çok orada şekillenmesi ve Hz. Peygamber’in yolunu izlemenin önemiyle ilgili olup, buradaki mesaj bütün çağları ve bütün mümin topluluklarını kuşatacak mahiyette genel ve süreklidir (Derveze, XII, 338; Esed, I, 386). 120. âyetin “çünkü” diye başlayan kısmından itibaren 121. âyetin sonuna kadarki ifade akışı da bunu destekler niteliktedir. Şu halde bu âyetlerden, –diğer kimselerin görevlerinde bir eksiltme anlamı çıkarılmaksızın– bir görevin, özellikle dinî bir vazifenin ifasında konuya ilişkin bilgi ve yakınlığı daha fazla olanların daha bir sorumluluk bilinciyle davranmaları gerektiği; bu bilinç içinde, samimi ve özverili olarak ortaya konan her davranışın Allah katında değer bulacağı ve asla boşa gitmeyeceği sonucu çıkarılabilir.
120. âyetin “düşmana karşı bir başarı elde etseler” şeklinde tercüme edilen kısmı, düşmanın öldürülmesi, esir edilmesi, savaş malzemelerinin ele geçirilmesi, hezimete uğratılması gibi mânalarla açıklanmıştır (Şevkânî, II, 472).
“Bir yol katettiklerinde” diye çevrilen 121. âyetteki ifadenin lafzî karşılığı “bir vadiyi katettiklerinde” şeklindedir. Sözlükte “akarsu yatağı” anlamına gelen vâdî kelimesinin Araplar’ca daha çok “yeryüzü, arazi” anlamında kullanıldığı (Zemahşerî, II, 177) ve “kataa” fiiliyle kullanıldığı zaman “yol tepmek, yola devam etmek” mânalarının kastedildiği dikkate alınarak Muhammed Esed’in çevirisi (I, 385, 386) bizce de tercihe şayan bulunmuştur.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 72-73
مَا كَانَ لِاَهْلِ الْمَد۪ينَةِ وَمَنْ حَوْلَهُمْ مِنَ الْاَعْرَابِ اَنْ يَتَخَلَّفُوا عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ وَلَا يَرْغَبُوا بِاَنْفُسِهِمْ عَنْ نَفْسِه۪ۜ
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.
لِاَهْلِ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. الْمَد۪ينَةِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ, atıf harfi وَ ‘la لِاَهْلِ ’ye matuf olup mahallen mecrurdur. Mekân zarfı حَوْلَهُمْ, mahzuf sılaya müteallıktır. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنَ الْاَعْرَابِ car mecruru ism-i mevsûlun mahzuf haline müteallıktır.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, كَانَ ’nin muahhar ismi olup mahallen merfûdur.
يَتَخَلَّفُوا fiili, نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَنْ رَسُولِ car mecruru يَتَخَلَّفُوا fiiline müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. يَرْغَبُوا fiili نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِاَنْفُسِهِمْ car mecruru يَرْغَبُوا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِاَنْفُسِهِمْ sözündeki بِ harf-i ceri mülâbese içindir. Hal konumundadır. (Âşûr)
بِ harf-i ceri mecruruna ilsak, sebep, musahabe, zaid, karşılık-bedel, istiane, zaman-mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. Burada zaid manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَنْ نَفْسِه۪ car mecruru يَرْغَبُوا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يَتَخَلَّفُوا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi خَلَفَ ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ لَا يُص۪يبُهُمْ ظَمَاٌ وَلَا نَصَبٌ وَلَا مَخْمَصَةٌ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ
İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olup mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
أَنَّ masdar harfidir. İsim cümlesine dahil olur. İsmini nasb haberini ref yapar, cümleye masdar anlamı verir.
أَنَّ ve masdar-ı müevvel mecrur mahalde olup بِ harf-i ceriyle birlikte ذَ ٰلِكَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. بِ harf-i ceri, sebebiyyedir. (Âşûr)
بِ harf-i ceri mecruruna ilsak, sebep, musahabe, zaid, karşılık-bedel, istiane, zaman-mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. Burada zaid manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
هُمْ muttasıl zamiri أَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. لَا يُص۪يبُهُمْ fiili أَنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُص۪يبُهُمْ merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
ظَمَاٌ fail olup lafzen merfûdur.
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.
نَصَبٌ kelimesi atıf harfi وَ ’la ظَمَاٌ ’e matuftur. مَخْمَصَةٌ kelimesi atıf harfi وَ’la ظَمَاٌ ’e matuftur.
ف۪ي سَب۪يلِ car mecruru مَخْمَصَةٌ ’un mahzuf sıfatına müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrudur.
وَلَا يَطَؤُ۫نَ مَوْطِئاً يَغ۪يظُ الْكُفَّارَ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يَطَؤُ۫نَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مَوْطِئاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
يَغ۪يظُ fiili, مَوْطِئاً ’in sıfatı olarak mahallen mansubtur. يَغ۪يظُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
الْكُفَّارَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَا يَنَالُونَ مِنْ عَدُوٍّ نَيْلاً اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ بِه۪ عَمَلٌ صَالِحٌۜ
Cümle atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يَنَالُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مِنْ عَدُوٍّ car mecruru يَنَالُونَ fiiline müteallıktır. نَيْلاً mef’ûlu mutlak olup fetha ile mansubtur.
Mef’ûlü mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlü mutlak harfi cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlü mutlak cümle olmaz. Mef’ûlü mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlü mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir.Adedini bildiren mef’ûlü mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlü mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِلَّا hasr edatıdır. كُتِبَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. لَهُمْ car mecruru كُتِبَ fiiline müteallıktır.
بِه۪ car mecruru كُتِبَ fiiline müteallıktır. بِ harf-i ceri, sebebiyyedir.
عَمَلٌ naib-i fail olup lafzen merfûdur. صَالِحٌ kelimesi عَمَلٌ’un sıfatıdır.
صَالِحٌ kelimesi sülâsî mücerred olan صلح fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُض۪يعُ اَجْرَ الْمُحْسِن۪ينَۙ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
اللّٰهَ lafza-i celâli, اِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubtur.
لَا يُض۪يعُ cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُض۪يعُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir.
اَجْرَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. الْمُحْسِن۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُحْسِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُض۪يعُ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındandır. Sülâsîsi ضيع ’dir. İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.مَا كَانَ لِاَهْلِ الْمَد۪ينَةِ وَمَنْ حَوْلَهُمْ مِنَ الْاَعْرَابِ اَنْ يَتَخَلَّفُوا عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ وَلَا يَرْغَبُوا بِاَنْفُسِهِمْ عَنْ نَفْسِه۪ۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.
كَانُ ’nin dahil olduğu menfi isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sübut ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. كَانَ ,لِاَهْلِ الْمَد۪ينَةِ’nin, mahzuf mukaddem haberine müteallıktır. اَنْ ve akabindeki يَتَخَلَّفُوا عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ cümlesi, masdar teviliyle كَانَ ’nin muahhar ismidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Menfi muzari fiil sıygasında gelen وَلَا يَرْغَبُوا بِاَنْفُسِهِمْ عَنْ نَفْسِه۪ cümlesi, masdar-ı müevvele hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
مَا كَانُ ’li olumsuz sıygalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, 3/79)
Cümlenin aklen mümkün olmayan durumlarda kullanılan مَا كَانَ ile gelmesi, bu halin müminlerden kesinlikle sadır olmaması gerektiğine işaret etmiştir.
لَا يَرْغَبُو ’nun nasbı da cezmi de caizdir, (bu) مَا كَانَ ’nin ifade ettiği savaştan geri kalma yasağına ya da beraber çıkmanın vacip olduğuna işarettir. (Beyzâvî)
لِاَهْلِ الْمَد۪ينَةِ tabiri; Medine halkı; Hazrec ve Evs kabilelerinden oluşan Ensar ile Mekke ve diğer yerlerden oraya gelen muhacirleri ifade eder.
Aslında Medine şehir demektir. Buradaki Medine’den maksat Hz. Peygamberin hicret ettiği Medine şehridir. Nispet ismi Medenî şeklinde olur. Şehir anlamındaki Medinenin nispeti ise Medînî şekline gelir. Bu kentin, yüz tane adının olduğunu söyleyenler vardır. Onlardan birkaçı şunlardır: Dar'ul-Ehyâr, Dabiru’l Ebrâr, Daru's Sünne, Daru's Selame, Daru'l Feth, Bârra, Tayyibe, Tâbe, Taybe... Buraya bu son üç kelimenin isim olarak verilmesinin sebebi, oradaki hayatın hoş ve güzel oluşu, oradaki ıtırdaki güzel kokunun diğerlerinde bulunmayışından dolayıdır. Ayrıca Medine kentinde, Acve denen bir cins hurma vardır. Bu meyveden başka yerde bulunmaz. Bu meyve, zehirlenmelere şifadır. (Ruhu’l Beyan)
بنَفْسِه۪ değil de عَنْ نَفْسِه۪ۜ denmesinde latif bir anlam farkı vardır. بِ harfi birliktelik içindir. Bırakmadan ilişki kurmak, eşlik etmek manası taşır. عَنْ ise bırakmak, terketmek anlamları için kullanılır.
Medine halkından ve bedevilerden bir kısmının geri kalma fiilinde birleştirilmeleri cem’ sanatıdır.
وَلَا يَرْغَبُوا بِاَنْفُسِهِمْ عَنْ نَفْسِه۪ ifadesinde istiare vardır. Bununla kastedilen anlam şudur: “Onların Peygamberin uğruna canını ortaya koyduğu davayı bir kenara bırakarak kendi canlarını düşünmeleri, onun canının tehlikede olduğu yerlerde, kendisine uyup izini takip etmek gerekirken kendi canlarını korumakla meşgul olmaları onlara yakışmaz.’’ (Ayetin) zahiri, bu kimselerin Peygamberin (s.a.) canından önce kendi canlarını düşündüklerini gösteriyor. Onun için anlatılmak istenen, Hz. Peygamberin canının tehlikede olduğu yerlerde onu bir kenara bırakıp kendi canlarını düşünmelerinin onlara yakışmayacağıdır. (Şerîf er- Radî)
… مَا كَانَ لِاَهْلِ الْمَد۪ينَةِ ayetinin tefsirinde Beyzâvî, bu ifadenin nehiy manasına olduğunu, ancak mübalağa ifade etmek için nefy (haber) sıygasıyla geldiğini beyan eder. Ebussuûd ile Âlûsî de onun bu açıklamasından esinlenerek aynı manayı verirken, Zemahşerî’nin Keşşâf’ında bu bilgi yer almamaktadır. (Beyzâvî, III, 178; krş. Zemahşerî, II, 310; Ebussuûd, IV, 111; Âlûsî, XI, 46)
İlk cümlede müminler tehallüften nehyediliyor. Fakat bu nehiy haber suretindedir. Haber suretinde talebî inşâ cümlesidir.
Nefy siyakında gelen cümle, nehiy manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
بِاَنْفُسِهِمْ - عَنْ نَفْسِه۪ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
رَسُولِ kelimesinin Allah lafzına izafesi, onun şeref ve itibarının yüksekliğini gösterir.
ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ لَا يُص۪يبُهُمْ ظَمَاٌ وَلَا نَصَبٌ وَلَا مَخْمَصَةٌ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَطَؤُ۫نَ مَوْطِئاً يَغ۪يظُ الْكُفَّارَ وَلَا يَنَالُونَ مِنْ عَدُوٍّ نَيْلاً اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ بِه۪ عَمَلٌ صَالِحٌۜ
Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müsnedün ileyhin, işaret ismiyle marife olması işaret edilene tahkir ifade eder.
ذٰلِكَ ile işaret edilmesi Resulullah’tan geri kalmanın onlar için sabit bir durum haline gelmemesi içindir. (Âşûr)
Cümlenin müsnedinin mahzuf oluşu îcâz-ı hazif sanatıdır. Masdar ve tekid harfi اَنَّ’nin dahil olduğu بِاَنَّهُمْ لَا يُص۪يبُهُمْ ظَمَاٌ cümlesi cer mahallinde, masdar teviliyle, اَنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
Faide-i haber inkârî kelam olan masdar-ı müevvel cümlesinde müsnedin, menfi muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gâye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
ذٰلِكَ ile önceki cümledeki Resulullah'tan (sav) geri kalmamaya ve kendi nefsini onun nefsinden üstün tutmamaya işaret edilerek konunun önemi vurgulanmış ve tazim ifade edilmiştir.
İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla Allah’ın yolu, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü Allah yolu hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak Allah'ın emrine uymanın önemini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
سَب۪يلِ اللّٰهِ izafeti, lafzâ-i celâle muzâf olması سَب۪يلِ için tazim ve şeref ifade eder.
سَب۪يلِ اللّٰهِ ibaresinde istiare vardır. سَب۪يلِ kelimesi yol demektir. Allah’ın dini anlamında müsteardır. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir.
Lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır. Çünkü cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır.
Aynı üslupta gelen وَلَا يَطَؤُ۫نَ cümlesi, اَنَّ ’nin haberine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. يَغ۪يظُ الْكُفَّارَ cümlesi ise مَوْطِئاً için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Yine اَنَّ ’nin haberine matuf olan وَلَا يَنَالُونَ مِنْ عَدُوٍّ نَيْلاً اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ بِه۪ عَمَلٌ صَالِحٌۜ cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle kasr ve mef’ûlü mutlakla tekid edilmiştir. Kasr faille hali arasında, kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. Menfi cümlede zikredilenler, salih amel olarak yazılmaya hasredilmiştir.
Müstesna olan hal cümlesi كُتِبَ لَهُمْ بِه۪ عَمَلٌ صَالِحٌۜ, mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Cümlede ayrıca tekidu’z-zem bima yuşbihu’l-medḥ sanatı vardır.
Burada önünde nefy harfi َ لَا olduğu için istisna اِلَّا harfi geçersizdir. Malum olduğu gibi nefy ve istisna harfleri bir araya geldiğinde, her ikisinin manası da geçersiz olur; birlikte hasr manası taşırlar. Burada mahsur olan mana, olumsuz cümlede zikredilmiş olan her salih amelin yazılmasıdır. Mücahitlerin her salih ameli için Allah'ın ecir yazdığı haber verilmiştir.
Güzel olan şey, geçen fiillerden her birinin َو atıf harfiyle atfedilmesidir. Böylece her biri müstakil olarak zikredilmiştir. Her fiilin başına gelen nefy harfi َ لَا hasra delalet eder. بِه۪ 'deki müfred gaib zamirin tekrarlanması her bir fiilin tahsisine delalet eder. (Halidî, Vakafât, s. 79)
عَمَلٌ ’daki tenvin nev ve tazim ifade eder.
كُتِبَ fiili meçhul bina edilerek faile değil mef’ûle dikkat çekilmiştir.
بِاَنَّهُمْ ’daki بِ harfi sebep bildirir. Yani onların zarara uğramayacaklarının sebebidir.
ظَمَاٌ - نَصَبٌ - مَخْمَصَةٌ kelimelerindeki tenvin umum ve şümula delalet eder. Açlık, susuzluk ve yorgunluğun en az ve en fazla derecesini kaplayarak ifade etmek içindir. Yani onlara isabet eden susuzluğun derecesi binde bir nispetinde bile olsa onun karşılığı verilecektir. Nefy lamının tekrarı; isabet eden üç türlü meşakkatin hepsinin bir arada isabet etme şartını ortadan kaldırmıştır. Bu; onları yüceltmek ve himmetle takviye etmek içindir. Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
نَيْلاً masdar ve mef’ûlü mutlaktır. Tenkir umum ve şümul içindir.
Nefy siyakındaki nekre umuma delalet eder. Ayrıca nekre isme dahil olan مِنْ de umuma delalet eder.
Ayetteki bütün fiiller لَا dahil edilmiş nefy siyakındadır.
ذٰلِكَ ’de toplanan beş unsur (açlık, susuzluk, yorgunluk, küffar beldeye ayak basma ve düşmana erişme) sayıldığı için cem' ma’at-taksim sanatı vardır.
يَطَؤُ۫نَ - مَوْطِئاً kelimeleri arasında iştikak cinası vardır. Aynı şekilde يَنَالُونَ - نَيْلاً kelimeleri arasında da bu sanat vardır. (Safvetu't Tefâsîr)
İhsan; Allah’ı görür gibi yaşamaktır.
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُض۪يعُ اَجْرَ الْمُحْسِن۪ينَۙ
Bu cümle makablinin sebebini bildirir. İyilik yapanlardan murad, yukarıda kendilerinden söz edilenlerdir.
Bu görüşe göre zamir makamında zahir ismin kullanılması (onlar, zamiri yerine, iyilik yapanlar denmesi), onları methetmek, onların da ihsan ehli zümresine dahil olduklarına, amellerinin de ihsan kabilinden olduğuna şehadet etmek ve hükmün kaynağını bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
İsim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır. اِنَّ ve kasr uslubuyla tekid edilmiştir.
Cümlenin müsnedi menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Müsnedün ileyhin, lafza-i celalle marife olması telezüz, teberrük ve kalplerde haşyet uyandırmak içindir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde muhabbet ve mehabet duygularını artırmak için yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karîneler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Bunun Kur’an’da çok örneği vardır.
Bu ayet-i kerimede her ne kadar nazım, hükmü takviye ifade eder şekilde gelmiş olsa da maksadın hükmü takviye olmadığı açıktır. Maksat tahsistir. Yani, Allah’tan başkası göklerde ve yerde olanları bilemez. Bunları bilen sadece Allah Teâlâ’dır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi ve isnadın tekrar etmesi sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadr, 1)
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Ayetin son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُض۪يعُ اَجْرَ الْمُحْسِن۪ينَۙ ifadesi; yaptıkları bütün fiiller sebebiyle Allah Teâlâ’nın mücahitlere salih amel yazdığı manasını taşır. (İdmâc)
لَا harfi; ayette 7 kere tekrarlanmıştır. Reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
(Allah onların ecrini zayi etmez.) değil, [muhsinlerin ecrini zayi etmez.] denmesi, idmâc yoluyla şehit olmasa da tüm muhsinlerin ecir alacağını gösterir.
Muhsin, çalışıp karşılığında ücret alan biri yerine konulmuştur.وَلَا يُنْفِقُونَ نَفَقَةً صَغ۪يرَةً وَلَا كَب۪يرَةً وَلَا يَقْطَعُونَ وَادِياً اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ لِيَجْزِيَهُمُ اللّٰهُ اَحْسَنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَا | ve yoktur ki |
|
2 | يُنْفِقُونَ | sarfettikeri |
|
3 | نَفَقَةً | bir masraf |
|
4 | صَغِيرَةً | küçük |
|
5 | وَلَا | ve |
|
6 | كَبِيرَةً | büyük |
|
7 | وَلَا | ve yoktur ki |
|
8 | يَقْطَعُونَ | bir geçmeleri |
|
9 | وَادِيًا | vadiyi |
|
10 | إِلَّا | mutlaka |
|
11 | كُتِبَ | yazı(lmasın) |
|
12 | لَهُمْ | onların lehine |
|
13 | لِيَجْزِيَهُمُ | onları mükafatlandırması için |
|
14 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
15 | أَحْسَنَ | en güzeliyle |
|
16 | مَا | şeylerin |
|
17 | كَانُوا | oldukları |
|
18 | يَعْمَلُونَ | yapıyorlar |
|
وَلَا يُنْفِقُونَ نَفَقَةً صَغ۪يرَةً وَلَا كَب۪يرَةً وَلَا يَقْطَعُونَ وَادِياً اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يُنْفِقُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
نَفَقَةً mef’ûlu mutlak olup fetha ile mansubtur. صَغ۪يرَةً kelimesi نَفَقَةً ‘in sıfatıdır. وَ atıf harfidir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.
كَب۪يرَةً kelimesi atıf harfi وَ ’la صَغ۪يرَةً ’e matuftur.
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يَقْطَعُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
وَادِياً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. اِلَّا hasr edatıdır.
كُتِبَ fetha üzere mebni, meçhul mazi fiildir. لَهُمْ car mecruru كُتِبَ fiiline müteallıktır.
Naib-i faili mahzuftur. Takdiri, عمل صالح şeklindedir.
يُنْفِقُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi نفق ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
لِيَجْزِيَهُمُ اللّٰهُ اَحْسَنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
لِ harfi, يَجْزِيَهُمُ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harfi ile birlikte كُتِبَ fiiline müteallıktır.
يَجْزِيَ mansub muzari fiilidir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
اَحْسَنَ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مَا ve masdar-ı müevvel, muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِ harf-i ceri mecruruna ilsak, sebep, musahabe, zaid, karşılık – bedel, istiane, zaman – mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. Burada sebep manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.
يَعْمَلُونَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur.
يَعْمَلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.وَلَا يُنْفِقُونَ نَفَقَةً صَغ۪يرَةً وَلَا كَب۪يرَةً وَلَا يَقْطَعُونَ وَادِياً اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ لِيَجْزِيَهُمُ اللّٰهُ اَحْسَنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Ayet, önceki ayetteki …لَا يَنَالُونَ مِنْ cümlesine وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Aynı üslupla gelen وَلَا يَقْطَعُونَ وَادِياً اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ cümlesi, makabline matuftur. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle kasr üslubuyla ve nefy harfinin tekrarıyla tekid edilmiştir. Kasr faille hali arasında, kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.
Buradaki nefy harfi olan َلَا hasr içindir. Takdiri şöyledir: وَلَا يَقْطَعُونَ وَادِياً اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ Vadiyi katetmek, vadinin iki yanını aşmak ve geçmektir. Mücahitler bir yönden gelerek vadiyi geçerler. Bu karşıdan karşıya geçmeye ve aşmaya قْطَعُ denir. (Halidî, Vakafât, s. 82)
Müstesna olan hal cümlesi كُتِبَ لَهُمْ, mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. كُتِبَ fiili meçhul bina edilerek faile değil mef’ûle dikkat çekilmiştir. Cümlede naib-i fail zikredilmemiştir.
Cümlede ayrıca tekidu’z-zem bima yuşbihu’l-medḥ sanatı vardır.
Sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيَجْزِيَهُمُ اللّٰهُ اَحْسَنَ cümlesi, كُتِبَ fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
لِيَجْزِيَهُمُ اللّٰهُ اَحْسَنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ [Mutlaka Allah o yapageldikleri şeyden daha güzeliyle onlara mükâfat vermek için] buyurulmuştur. Bu ifadede, iki izah bulunmaktadır:
a. Ayette geçen اَحْسَنَ kelimesi, onların yapmış oldukları fiillerin sıfatlarındandır. Onların yapmış oldukları fiiller içinde vacip, mendup ve mübah olanlar bulunmaktadır. Allah Teâlâ onlara, kendilerinin yapmış oldukları en güzel fiile göre mükâfat vereceğini beyan buyurmuştur ki bu durumda, bu اَحْسَنَ [en güzel] tabirine, mübah olanlar değil de vacip (farz) ve mendup olanlar girer.
b. اَحْسَنَ lafzı, "ceza-mükâfat" kelimesinin sıfatıdır. Buna göre “Allah onları, yapmış oldukları amellerine mukabil en güzel, en yüce ve en üstün mükâfatla ödüllendirir.” ki işte bu da Allah'ın verecek olduğu ilahi mükâfattır. (Fahreddin er-Râzî)
اَحْسَنَ için muzâfun ileyh olan masdar harfi مَا ’yı takip eden isim cümlesi كَانُوا يَعْمَلُونَ, faide-i haber ibtidaî kelamdır. كَان ’nin haberinin muzari fiil gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi, durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 103)
يُنْفِقُونَ - نَفَقَةً kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
صَغ۪يرَةً - لَا كَب۪يرَةً kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ ile önceki ayetteki اِلَّا كُتِبَ لَهُمْ بِه۪ ibaresi arasında tekrir, ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Son cümlede mazi كَان fiilinin gelmesi maksatlıdır. Olmaya ve devama işaret eder. Yani onların salih amellerinin (cihattaki hareketleri) onlardan ayrılmadan fasılasız ve devamlı olduğuna işarettir. Ayrıca bir soruya cevapmış gibi ta’lil lamıyla gelmiştir.
Tafdil kalıbında gelen اَحْسَنَ onların amellerinin çok olduğuna işaret eder.
Önceki ayet bu ayetten farklı olarak cihatla ilgili hareketler sırasında mücahitlere isabet eden irade dışı zorluk ve meşekkatlerden ve onlardan südur eden gayrı iradi amellerden bahsetmektedir. Bu ayet ise iradî amellerden bahsetmektedir. (Halidî, Vakafât)
وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًۜ فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمَا | ve değillerdi |
|
2 | كَانَ |
|
|
3 | الْمُؤْمِنُونَ | inananlar |
|
4 | لِيَنْفِرُوا | sefere çıkacak |
|
5 | كَافَّةً | hepsi toptan |
|
6 | فَلَوْلَا | gerekmez mi? |
|
7 | نَفَرَ | geri kalmaları |
|
8 | مِنْ |
|
|
9 | كُلِّ | her |
|
10 | فِرْقَةٍ | kabileden |
|
11 | مِنْهُمْ | içlerinden |
|
12 | طَائِفَةٌ | bir cemaatin |
|
13 | لِيَتَفَقَّهُوا | iyice öğrenmek için |
|
14 | فِي |
|
|
15 | الدِّينِ | dini |
|
16 | وَلِيُنْذِرُوا | ve uyarmaları için |
|
17 | قَوْمَهُمْ | kavimlerine |
|
18 | إِذَا | zaman |
|
19 | رَجَعُوا | dönüp geldikleri |
|
20 | إِلَيْهِمْ | onlara |
|
21 | لَعَلَّهُمْ | belki |
|
22 | يَحْذَرُونَ | sakınırlar diye |
|
Müfessirler âyetin iniş sebebi hakkında değişik rivayetler aktarmışlardır. Bunlardan birine göre, önceki âyetlerde Resûlullah’ın savaş çağrısına olumlu karşılık vermeyenlerin ağır bir biçimde eleştirilmeleri sebebiyle oluşan hassasiyet Medine çevresindeki müslümanları veya yeni müslüman olan kimseleri ihtiyaç olmasa bile –muhtemel savaş çağrısına hemen uyabilme amacıyla– Medine’ye gelmeye yöneltmişti. Yakın içerikteki bir rivayete göre, varını yoğunu toplayıp Medine’ye gelen ve Resûlullah’ın yakınında olmaya, ondan dini daha iyi öğrenmeye çalışan bu kimselerin oluşturduğu izdiham Medine’nin yerli halkını rahatsız etmeye başlamıştı. Bu rivayetler ışığında âyetin, şehircilik ve iskân politikalarında planlamanın önemine dikkat çekmek istediği düşünülebilir. Diğer bir rivayet ise şöyledir: Hz. Peygamber çevredeki vahalarda bulunan bazı topluluklardan belirli kimseleri oralardaki insanlara İslâmiyet’i öğretmek üzere yollamıştı; 120. âyet inince bu kişiler kendilerinin de bu kapsamda olduğunu düşünerek telâşlandılar ve hemen Medine’ye döndüler (bunlarla ilgili değerlendirmeler için bk. Taberî, XI, 66-71; Derveze, XII, 239-241).
Dinde yeterli bilgi sahibi olmaları istenenlerin sefere çıkanlar arasında mı yoksa geride kalanlar arasında mı bulunacakları hususunda da farklı yorumlar yapılmıştır. Bir yoruma göre maksat şudur: Hz. Peygamber bir yere ordu gönderirken kendisi Medine’de kalıyorsa, daha önce inen bazı âyetlerde yer alan topluca sefere çıkma buyruğu katı bir biçimde uygulanmamalı, Resûlullah yalnız bırakılmamalı ve bir grup onunla kalıp dinde yeterli bilgileri elde etmeye çalışmalıdır. Diğer bir yorum şöyledir: Her kesimden bir grup Resûlullah ile sefere katılmalı ve yanında bulunup ondan dini daha iyi öğrenmeye çalışmalıdır. Dinde yeterli bilgiye sahip olmaya çalışma buyruğunun sefere katılarak gerçekleşeceği noktasında bu yorumla birleşen diğer bir izah tarzı, sefere iştirak edenlerin başta Allah’ın müslümanlara üstün lutufları ve onlara nasip ettiği zaferler olmak üzere sefer esnasında dersler çıkaracakları olayları gözlemleyecekleri, sonra bunları memleketlerine döndüklerinde geride kalmış olanlara anlatacakları şeklindedir. Bu yorum esas alındığında âyetin meâli şöyle olmaktadır: “Onların her kesiminden bir grup dinde yeterli bilgi sahibi olmaya çalışmak ve döndüklerinde toplumlarını uyarmak üzere sefere çıkmalıdır / toplanmalıdır.” Bu âyeti Tebük Seferi veya başka bir sefer arasında bağ kurmaksızın tefsir edenlere göre burada anlatılmak istenen şudur: Dini öğrenmek üzere bütün müslümanların bizzat Hz. Peygamber’in yanına gelmeleri gerekmez; her topluluktan bir grubun gelip dinlerini öğrenmeleri ve sonra dönüp kendi topluluklarına onu anlatmaları yeterlidir (bk. Taberî, XI, 66-71; İbn Atıyye, III, 96-97; Râzî, XVI, 225-228; Ateş, IV, 154-157).
Âyetin gramer açısından farklı anlamalara imkân veren bir söz dizimine sahip olması sebebiyle değişik yorumlar yapılmış olmakla beraber, İslâm âlimleri genellikle bu âyette ilmin önemine değinildiğini kabul edegelmişlerdir. Bu noktadan hareketle yapılan izahları şöyle özetlemek mümkündür: Dinin sağlıklı bir biçimde tebliği için maddî güç ve düşmana karşı ordu hazırlamak yeterli değildir. İslâmiyet’in hedeflediği medeniyete ilimsiz, irfansız ulaşılamaz. Bu itibarla müslümanların kendilerini aydınlatacak ve gerekli durumlarda uyaracak derin bilgi sahibi kimseler yetiştirmek için üzerlerine düşeni yapmaları bir görevdir. Dinin doğru anlaşılması için yapılacak ilk iş kuşkusuz din ilimlerine gereken emeğin verilmesidir; fakat dinin hedefi müslümanların dünya ve âhiret mutluluğunu birlikte gerçekleştirmek olduğundan, ilme ayrılacak emeğin –dar anlamıyla– din ilimleri şeklinde sınırlandırılması düşünülemez (Kur’an’da ilme yapılan göndermeler ve İslâm’da ilme verilen değer hakkında bk. Zümer 39/9).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 3 Sayfa: 73-75
وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًۜ
وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.
الْمُؤْمِنُونَ kelimesi كَانَ ’nin ismi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
يَنْفِرُوا fiiline dahil olan لِ, lam-ı cuhûddur. Muzariyi gizli أن ’le nasb ederek masdara çevirmiştir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harfi ile birlikte كَانَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَنْفِرُوا fiili, نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
كَٓافَّةً failin hali olup fetha ile mansubtur.
الْمُؤْمِنُونَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ۟
فَ atıf harfidir. لَوْلَا cezmetmeyen şart edatıdır. Tahdid için هلاَّ yani “değil mi?” manasındadır. لَوْلاَ meli/malı, değil mi, ...olsaydı ya manasında tahdid ilişkisi kurar. Muzariden önce teşvik, maziden önce kınama ve nedamet (pişmanlık) ifade eden bir edattır. Tahdid kelime olarak teşvik anlamına gelse de terim olarak, bir işin yapılmasını ve onda gevşeklik gösterilmemesini şiddetle ve sertçe istemektir. Arz kelimesinde olduğu gibi yumuşaklık söz konusu değildir. (Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler (Doktora Tezi) Abdullah Hacıbekiroğlu)
نَفَرَ fetha üzere mebni mazi fiildir. مِنْ كُلِّ car mecruru طَٓائِفَةٌ ‘un mahzuf haline müteallıktır. فِرْقَةٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
مِنْهُمْ car mecruru فِرْقَةٍ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.
طَٓائِفَةٌ kelimesi نَفَرَ fiilinin naibi faili olup lafzen merfûdur.
لِ harfi, يَتَفَقَّهُوا fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte نَفَرَ fiiline müteallıktır.
يَتَفَقَّهُوا fiili, نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
فِي الدّ۪ينِ car mecruru يَتَفَقَّهُوا fiiline müteallıktır.
لِ harfi, يُنْذِرُوا fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte önceki masdar-ı müevvele matuftur.
يُنْذِرُوا fiili, نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
قَوْمَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِذَا şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
رَجَعُٓوا şeklinde mazi sıyga ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
رَجَعُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اِلَيْهِمْ car mecruru رَجَعُٓوا fiiline müteallıktır.
لَعَلَّ terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. İsim cümlesinin önüne gelir. إنّ gibi ismini nasb haberini ref eder.
هُمْ muttasıl zamiri لَعَلَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. يَحْذَرُونَ۟ fiili لَعَلَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
يَحْذَرُونَ۟ fiili نْ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يَتَفَقَّهُوا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi فقه ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًۜ
Ayet, 120. ayetteki …مَا كَانَ لِاَهْلِ cümlesine atfedilmiştir. Menfi كَانُ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sübut ifade eden isim cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. Lam-ı cuhûd ve akabindeki لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةًۜ, cümlesi masdar teviliyle كَانُ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Hal konumundaki كَٓافَّةً, anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
مَا كَانُ ’li olumsuz sıygalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Safvetu't Tefasir, 3/79)
Burada وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَٓافَّةً kelimesinin başında yer alan lam harfi nefyi yani olumsuzluğu pekiştirmek içindir. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl Ve Hakâîku’t Te’vîl)
فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ
فَ istînâfiyyedir. هلا manasındaki tahdid harfinin dahil olduğu cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Şart üslubunda gelmiş olmasına rağmen ibaha ve irşat amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Menfi mazi fiil sıygasındaki cümlede sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ cümlesi لَا نَفَرَ fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupla gelen وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ cümlesi, önceki masdar-ı müevvele atfedilmiştir. رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ cümlesi ise şarttan mücerret zaman zarfı اِذَا ’nın muzâfun ileyhidir. Mazi fiille istikrar ve temekküne işaret edilmiştir.
فِي الدّ۪ينِ ifadesindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla din içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü din hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak dinde köklü ve derin bilgi sahibi olmayı ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
كَٓافَّةً - فِرْقَةٍ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
لَا نَفَرَ- لِيَنْفِرُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı selb vardır.
طَٓائِفَةٌ - فِرْقَةٍ - قَوْمَهُمْ ve لِيُنْذِرُوا - يَحْذَرُونَ۟ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
فِرْقَةٍ ve طَٓائِفَةٌ arasında tefennün sanatı vardır.
Bu ayet-i kerime derin ve geniş bilgi edinmenin farzı kifaye olduğuna ve bu ilmi tahsil edenlerin amaçlarının insanlara üstünlük taslamak ve servet sahibi olmak değil, hem kendilerinin hem başkalarının hayatına istikamet vermek olması gerektiğine delildir. (Ebüssuûd) Ebüssuûd Efendi bu işin zor olduğuna da işaret eder.
رَجَعُٓوا ’daki, zamir de bölüğe râci olur yani kalanlar gidenlerin olmadığı günlerde elde ettikleri din ilimleri ile kendilerine dönen kavimlerini uyarmış olurlar. (Beyzâvî)
لَوْلَا İle هلا Edatları Hakkında
Bu ayette zikredilen lafızlarından tefsir edilmesi gerekenlerden birisi de لَوْلَا kelimesidir. Bu kelime, fiilin başına geldiği zaman, هلا edatı gibi teşvik manasını ifade eder: (olmalı, olmalı değil miydi?) لَوْلَا edatının, هلا manasını taşıması yerindedir. Zira هلا da iki kelimeden meydana gelmiş olup, bunlardan birisi istifham ve arz (sunma) edatı olan هل, (diğeri de لا)’dır. Çünkü sen bir kimseye “Yer misin?”, “Girer misin?” dediğinde, böylece sanki sen ona, bu yeme ve girme işini arz etmiş olursun. Diğer kelime ise لا edatıdır. Bu edat, inkâr ve cehd manasını ifade eder. O halde هلا birisi arz, diğeri cehd manası ifade eden iki şeyden mürekkeb olmuş olur. Buna göre sen “Keşke şunu yapsaydın!” dediğinde, o zaman sen sanki “Yaptın değil mi?” demiş, sonra da bununla birlikte لا yani “Hayır sen onu yapmadın.” demiş olursun. Binaenaleyh bu ifadede o fiilin vacip (gerekli) olduğuna ve fiilin yapılmaması suretiyle bu gerekliliğin ihlal edildiğine dikkat çekmek söz konusudur. Aynı şey لَوْلَا edatı hakkında da söylenebilir. Çünkü sen, “Yanıma girmeli değil miydin?”, “Yanımda yemeli değil miydin?” dediğinde, bunun manası da bir arz ve o işi yapması halinde senin sevineceğini haber vermektir. Aynı şey لَوْمَا hakkında da söz konusudur. Cenab-ı Hakk'ın لَوْ مَا تَأْت۪ينَا بِالْمَلٰٓئِكَةِ [...bize melekleri getirmeli değil miydin? (Hicr Suresi, 7)] ayeti de böyledir. Böylece لولا ve هلا ve لوما 'nın manaları birbirine yakın olan lafızlar olduğu sabit olmuş olur ki hepsinden maksat da terğîb ve teşviktir. O halde Cenab-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ [Onlar bunu yapmalı değil miydi?] şeklinde olmuş olur. (Fahreddin er-Râzî)
Ayette geçen لَوْلَا edatı da هلا gibi teşvik edatıdır. Bu tür teşvik edatları, -dili geçmiş zaman fiiliyle kullanıldığında (mazi fiil), o fiilin yapılmamasından dolayı kınama ifade eder. Bu da ancak vacip terk edildiği için olur ve o işi yapmanın vacip olduğunu gösterir. Ayette geçen فَلَوْلَا نَفَرَ ’den kasıt da savaşa çıkmanın ve gereğini yapmanın emredildiğidir. Her kabile ya da topluluktan bir grup savaştan geri kalıp din bilimlerini öğrenmeli ve savaşa katılanlar geri dönünce, onlara dinlerini öğretmelidir. Buradaki fıkıhtan kasıt, dinle ilgili hükümleri bilmektir. Onların savaştan geri kalmalarının en önemli sebebi, kentli toplumlarını irşat etmek ve onları fenalıklardan sakındırmaktır. Ayette, sadece “inzar (uyarma)” belirtilmiştir. “Tebşir (müjde)” belirtilmemiştir. Çünkü uyarı, daha önemlidir. Tıpkı kötü huylardan temizlenmenin, güzel huylarla süslenmekten daha önce geldiği gibi. Umulur ki böylece onlar uyarılırlar ve içine düşmeleri muhtemel şeylere karşı dikkatli olurlar. (Ruhu’l Beyan)
لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ۟
Ayetin son cümlesi ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Gayr-ı talebî inşâ cümlesidir.
Ta’lil cümleleri anlamı açıklamak, zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
لَعَلَّ, vukuu mümkün durumlarda kullanılan terecci harfidir.
لَعَلَّ ‘nin haberi يَرْجِعُونَۚ , muzari sıygada faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade etmektedir. Ayrıca muzari fiil olayı zihinde canlandırmayı sağlayarak muhatabı etkiler. Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler.
“Umulur ki” anlamında olan bu harf, Allah Teâlâ’ya isnad edildiğinde “...olsun diye, ...olması için” şeklinde tercüme edilir. Dolayısıyla cümle vaz edildiği inşa formundan çıkıp haberî anlama geldiği için, mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
Ta’lil cümleleri anlamı açıklamak, zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
لَعَلَّ edatı, terecci içindir yani “ümitvar olma” manasını ifade eder ve bir de beklenti içinde olmak demektir ki her ikisi de aynı manaya gelir demektir. Fakat bu beklenti Kerîm olan bir zattan olmalı, kişi O’ndan beklemelidir. İşte bu, yerine getirmesi kesin olan vaadinin yerine olan bir ifadedir. İmam Sîbeveyhi de bu görüştedir. Ancak Kutrub ise لَعَلَّ kelimesi “için” manasındadır yani “sakınıp korunmanız için’’ demektir, der. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl Ve Hakâîku’t Te’vîl)
Öğreticinin maksadı doğruyu göstermek ve tehlikeleri haber verip uyarmak, öğrencinin maksadı ise bilgisini arttırıp çoğaltmak değil, Allah korkusunu kazanmak olmalıdır. Tefakkuh; derin idrak, bir meseleyi bütün gerçeği ile kavramak, derinliğiyle idrak etmek ve mananın ruha nüfuz etmesi demektir. Tefakkuh ehline fakih denir. Savaşa gidenler galip de gelse, yenilse de bazı hatalara düşebilirler. İşte fakihler bu yanlış tavırlar karşısında uyarıcı olmalıdır.
Karşına çıkan hayırlı fırsatları değerlendirmek ya da yanlış fırsat olduğunu farkettiğin anda da kendini frenlemek zordur. Maharet, tecrübe ve sabır ister.
Belki geç kalmışlığın, belki de vaktinden erken davranmanın sebep olduğu yanlış andayken, en doğru sözü söylesen de, en doğru hareketi yapsan da yerine ulaşmaz. Ulaşmadığı gibi yüzünde patlar. Yanlış ana denk geldiğinde, normalde yanlışlıklara sebep olmayacak bir şey, öyle saçmalıklara sebep olur ki, kafanın içinde kendini yumruklarsın, zamanı geri almak istersin. Amacım bu değildi diye düşünürsün. İşin buralara geleceğini hesaplayamadığını fark edersin.
Doğru ana denk geldiğinde, aklında olmayan bir güzellik gelir pat diye gönlüne oturur. Öyle güzel uyum sağlar ki; aldığın karardan, söylediğinden ya da hareketinden dolayı huzur hissedersin. İşte o huzuru hissettiğin anda geri dönüşü olmayacak şekilde ilk adımı çabucak atmalı. Aksi takdirde, üzerinden vakit geçtikçe zihnin geri adım atmaya başlar. Saçmalama der, ne gerek var, boşver, yorulursun, başkası yapar, başka zaman yaparsın der de, der. O kadar çok şey der ki; huzurla huzursuzluk arasında sıkışır kalırsın. Çoğunlukla vazgeçtikten sonra geleceğin bir döneminde, elinde kocaman işe yaramaz keşkelerle kalırsın. Hatta belki aynı fırsatı bir daha da yakalayamazsın.
Rabbim, karşısımıza çıkan hayırlı fırsatları kendi ayaklarıyla tekmeleyenlerden olmaktan korusun.
Allah bize; Yanlış sonuçlar doğuracak fırsatlara karşı uyanık olanlardan, yanlış fırsat üzerine olduğunu anladığı anda nefsine karşı çıkacak cesarete sahiplerden olmayı. Doğru yer ve zamanda karşımıza çıkan hayırlı fırsatları değerlendirmeyi. Tövbe etmek, iyilik yapmak, gönül almak gibi fırsatlara, gecikmeden hemen koşanlardan olmayı nasip etsin.
Allah rızası için hayırlı kararlar alanlardan ve aldığı kararın arkasında durup işini hayırla tamamlayanlardan olmak duasıyla.
Amin.
Her zaman doğruyu söylemek ve iyilik yapmak kolay değildir. Belki etrafındakiler tarafından aptallıkla suçlanır ya da kendisini öyle hisseder. Belki dünyadan kaybeder ve sıkıntıya düşer. Belki de nefsi, kaçırdığı fırsatları hatırladıkça hayıflanır.
Bazen kolaylıkların kendisine yetişmesi vakit alır ya da farklı bir halde gelir. Bazen hedefi için gösterdiği çaba, görünürde boşa çıkar. Hayatı sadece bulunduğu andan yola çıkarak değerlendiren kişi, umutsuzlukla mutsuzluk arasında çalkalanır.
Hakikatte istenen, huzurun kalıcı olanına sahip olmaktır ama geçici heveslere takılmak daha kolaydır. Gerçeklerle yüzleşmektense, yalanlarla oyalanmak ve adil davranmaktansa, kendini bile kandırmak daha lezzetlidir.
Allah’tan uzaklaşan bir kulun etrafı sahteliklerle çevrelenir. Öyle ki onlarla mutlu olduğu fikrine sarılır. Halbuki belli anların dışında mutsuzluk baskındır. Zira bu tür sahtelikler, karanlıklara sebep olur ve insanın zihniyle kalbinde yaralar açar.
Allah’ın rızasını umarak O’nun emirlerine itaat edenin kalbi ferah ve yolu açıktır. Dua için açtığı ellerinin boş dönmediğinden emin olmanın huzuru ve Allah’a sonsuz bir güvenle sarılarak, yaşananların ardındaki hikmeti beklemenin heyecanı bir başkadır.
Ey Allahım! Senin katından gelen hayırlı fırsatları, dünyalık fırsatlarla değiştirerek kendi ellerimle itmek gafletinden; Sana sığınırım. Şüphesiz ki, hakiki huzur Senin katındandır. Sabırsız halimi ve aceleci nefsimi sakinleştir. Şüphesiz ki affetmediklerin hüsrana uğrayanlardır. Beni, ailemi, sevdiklerimi ve ümmeti mağfiretinle iki cihanda da afiyet, iyilik, bereket ve nice ferahlık sebebi hayırlarla buluştur. Şüphesiz ki , emirlerindeki ve yaşananlardaki hikmetin ilmi Sendedir. Rahmetinle kolaylaştır ve gönlüme sevdir. Dilimi, ellerimi, ayaklarımı ve diğer uzuvlarımı; her ortamda ve her işte doğru, dürüst ve adil davrananlardan eyle. Senin adınla beraber kalbimi ve nefsimi, muhabbetinden ve nurundan gelen huzur ile şereflendir.
Amin.