وَيُذْهِبْ غَيْظَ قُلُوبِهِمْۜ وَيَتُوبُ اللّٰهُ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَيُذْهِبْ | ve gidersin |
|
2 | غَيْظَ | öfkesini |
|
3 | قُلُوبِهِمْ | yüreklerinin |
|
4 | وَيَتُوبُ | ve tevbesini kabul eder |
|
5 | اللَّهُ | Allah |
|
6 | عَلَىٰ |
|
|
7 | مَنْ | kişinin |
|
8 | يَشَاءُ | dilediği |
|
9 | وَاللَّهُ | ve Allah |
|
10 | عَلِيمٌ | bilendir |
|
11 | حَكِيمٌ | hüküm ve hikmet sahibidir |
|
Bu âyet grubunda ağırlıklı olarak, İslâm’a ve müslümanlara karşı besledikleri kin ve düşmanlık duygularını tatmin uğruna hiçbir değer tanımayan müşriklerin tavır ve tutumları tasvir edilmekte ve müminler kendileriyle savaş halinde bulunan bu hasımlara karşı savaşmaya özendirilmektedir. Ancak bu âyetlerde müşrikler hakkında ağır ifadelerin ve sert bir üslûbun yer almış olmasını, sebepsiz yere savaş açmanın ve sırf inançlarından ötürü başkalarına saldırmanın meşrû kılındığı biçiminde yorumlamak mümkün değildir. Bu âyetlerde üzerinde durulan hususlar, putperestlerin inançları ve dinî hayatları değil, insanlık dışı davranışları, müslümanların haklı bir konumda bulundukları ve iman mücadelesinin zaferle sonuçlanmasında kararlı bir tavır ortaya koymanın zorunlu olduğudur. Birinci âyete açıklık getiren bir üslûpla başlayan 7. âyette, putperestlerle yapılacak bir antlaşmada Allah ve resulünün taraf sayılamayacağı, bu tür bir antlaşmaya ancak –kuralları çerçevesinde– müminlerin taraf olabileceği belirtilmektedir. Sonra, ahidlerini bozmayan ve müslümanlar aleyhine başkalarına destek vermeyenler hakkında antlaşma süresine riayet edilmesi gerektiğini bir ilke ve genel anlayış tarzı olarak bildiren 4. âyete nüzûl sebebi bakımından açıklık getirilmekte, kendileriyle Mescid-i Harâm yanında antlaşma yapılan müşrikler hakkında da bu ilkenin uygulanacağı hatırlatılmaktadır (Elmalılı, IV, 2462). Mescid-i Harâm yanında kendileriyle antlaşma yapılanların kimler olduğu konusunda değişik görüşler bulunmakla beraber (Taberî, X, 81-82), İbn İshak tarafından yapılan şu rivayet tarihî bilgiler ışığında daha güçlü ve isabetli bulunmuştur: Hudeybiye Antlaşması’na dolaylı taraf olanlardan Kinâne’ye mensup Benî Bekir kabilesinin bazı kolları diğerlerinin aksine bu antlaşmaya bağlı kalmışlardı. İşte âyette “Mescid-i Harâm yanında” buyurularak Mekke civarında yapılan Hudeybiye Antlaşması’na ve dolaylı da olsa bu antlaşmaya taraf olup onun hükümlerini bozmayan bu topluluklara işaret edilmektedir (Taberî, X, 82-83). Burada dikkat çeken bir nokta, siyasî ve ahlâkî dayanağı ortadan kalkan ve asıl tarafına karşı fesih bildirimi yapılan bir antlaşmada dahi, buna dolaylı olarak taraf olanların antlaşma hükümlerine aykırı davranmadıkları takdirde onlara verilen sözün tutulması gerektiğidir. Âyette bu kapsamda bulunanların sözlerine sadık kaldıkları sürece onlara verilen söze de sadık kalınacağı belirtilmiştir. Kur’an’ın bu yaklaşımı yüksek bir hukuk prensibini içermektedir ve müslüman hukukçular da bu anlayış doğrultusunda olmak üzere uluslararası ilişkiler çerçevesinde şöyle bir kural geliştirmişlerdir: “Şüphe-i emân emandır” (Elmalılı, IV, 2463-2464). Bu kural, güvence verildiği ihtimali varsa, güvence verilmiş gibi davranılması gerektiğini ifade etmektedir. Âyette bu antlaşmaya dolaylı biçimde taraf olanların kastedildiği yorumu benimsendiği takdirde, hicrî 6. yılda imzalanan Hudeybiye Antlaşması’nın on yıllık bir süre için yapıldığı dikkate alınarak kendilerine daha yedi yıl süre verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılır. Bu durumda 4. âyetin tefsirinde İbn Abbas’tan nakledilen görüşün izahında zorluk doğmaktadır. Zira orada, âyetteki bildirimden itibaren kalan en uzun antlaşma süresi dokuz ay olarak gösterilmiştir. 8-10. âyetlerde müminler, karşılarındaki müşriklerin nitelikleri konusunda uyarılmakta, basit çıkarlar uğruna Allah’ın âyetlerini bile sattıkları ve emanete hıyanet ettikleri hatırlatılarak, onların daraldıkları zaman söyledikleri sözlere ve mecbur kaldıkları veya kendi çıkarlarına gördükleri zaman yaptıkları antlaşmalara fazla güvenmemeleri istenmektedir. Müminlerin, diğer âyetlerdeki ifadelerin ve üslûbun etkisiyle artık müşriklere bütün kapıların kapatılmış olduğu ve onların ebedî düşmanlar olarak görülmesi gerektiği kanaatine kapılmamaları için 11. âyette özel bir hatırlatma yapıldığı anlaşılmaktadır. Zira bütün bu olumsuz özelliklerine rağmen müşriklerin insafa gelip yaptıklarından pişmanlık duymaları ve İslâmiyet’in temel gereklerini yerine getirmeye başlamaları halinde müslümanların din kardeşleri sayılacakları bildirilmektedir. “Küfrün elebaşıları” diye tercüme edilen 12. âyetteki ifade ile, inkârcılıkta en önde olmaları sebebiyle genel olarak müşrikler kastedilmiş olabileceği gibi, müslümanlara düşmanlık ve eziyet etmede önderlik eden müşrikler de kastedilmiş olabilir; Kur’an’ın genel üslûbu her ikisinin birlikte anlaşılmasına da elverişlidir (Derveze, XII, 86-87). Müminleri yeminlerini bozanlara karşı savaşmaya teşvik eden 13. âyetin kimlerle ilgili olduğuna dair rivayetleri başlıca iki grupta toplamak mümkündür. Bazı rivayetlere göre burada Hudeybiye Antlaşması’nı bozan Kureyşliler kastedilmektedir. Başka rivayetlere göre ise burada kastedilenler, antlaşmalarını çiğnemelerinden ötürü sûrenin başında kendilerine fesih bildirimi yapılarak dört ay süre verilenlerdir. Bu kümedeki âyetlerin, Mekke fethinden sonra indiği bilinen önceki âyetlerin devamı izlenimi verdiği ve Kureyş’in tamamı veya büyük çoğunluğunun Mekke fethinden sonra müslüman olduğu dikkate alındığında, bu âyette Kureyşliler’den söz edildiği rivayetini izah etmek zorlaşmaktadır. Burada Kureyşliler’den başka toplulukların kastedildiğinin düşünülmesi halinde de başka bir soru gündeme gelmektedir: Âyette bu kimselerin Resûlullah’ı yurdundan çıkardıklarına değinildiğine göre bunlar Kureyşliler’den başkaları olabilir mi? Bu durumda şöyle bir yorum yapmak uygun olabilir: Kureyş’in müttefiki ve dolaylı olarak Hudeybiye Antlaşması’nın tarafı olan Benî Bekir kabilesinin bazı kolları –yukarıda belirtildiği üzere– antlaşma hükümlerine bağlı kalmışlar, bazı kolları ise Kureyş’in tahriki ile antlaşmayı çiğnemişlerdi. İşte burada Mekke’nin fethinden sonra da ihanet ve ahde muhalefetleri devam eden ve sûrenin başındaki bildirime muhatap olan toplulukların kastedilmiş olması muhtemeldir. Bunlar Hz. Peygamber’i yurdundan çıkaran Kureyşliler’le aynı safta yer aldıkları ve antlaşmayı önce kendileri bozdukları için âyette böyle tasvir edilmiş olmalıdırlar. Bu yorumun bir devamı olarak, 14. âyette müminlerin zaferiyle sevineceği bildirilenlerin Huzâa kabilesi mensupları olduğu söylenebilir. Zira Hudeybiye Antlaşması’na Resûlullah’ın müttefiki sıfatıyla dolaylı olarak onlar da taraf olmuşlardı ve Kureyş Huzâa’ya hasım olan Benî Bekir’e destek veriyordu (Derveze, XII, 88-89). Bu âyetlerin başında savaşa girme sebebi hakkında yapılan açıklamalarla birlikte 12, 14 ve 15. âyetlerdeki ifadeler göz önüne alınmalı ve savaşla neyin amaçlandığına da dikkat edilmelidir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre savaştan maksat, gözünü kan bürümüş insanların yaptığı gibi sırf karşı tarafa zarar vermek, yakıp yıkmak ve işkence etmek değildir. Aksine 12. âyetin sonunda hep bir ümidi koruyarak savaşılması istenmiş ve savaştan ne beklendiği zarif bir üslûpla ifade edilmiştir. Buna göre amaç, sözüne riayet etmeyen düşmanın caydırılması olacak ve bu yaptırım karşısında düşmanın mütecaviz davranışlardan vazgeçeceği ümidi korunarak yol alınacaktır. Bu mâna ile bağlantılı olarak 14. âyette cezayı ve rezil rüsvâ edilmeyi hak eden düşmanın gerçekte Allah tarafından cezalandırıldığına, müminlerin bunu kendileri için bir enâniyet konusu yapmamaları ve kendilerini ilâhî buyruğu yerine getiren bir vasıta olarak görmeleri gerektiğine işaret edilmektedir. Bir başka anlatımla, müminler kendilerini kişisel arzu ve çıkarlarının akışına bırakmamaya ve daima davranışlarının meşruiyet temelleri üzerinde düşünmeye davet edilmektedir. Yine 14 ve 15. âyetlerde zafer bahşedenin, gönüllere ferahlık verenin, kalplerdeki kin ve öfkeyi giderenin ve dilediklerinin tövbesini kabul edenin hep Allah olduğu hatırlatılmakta, dolayısıyla müminlerin hareket tarzlarını bu inancı koruyarak düzenlemeleri istenmektedir. İlâhî bir sınava tâbi tutulmak üzere yaratılan insan için, Allah tarafından yapılan çağrıya uyarak haksızlıklara karşı savaşmak ve bunu da yine dinin çizdiği sınırlar içinde yapabilmek bu sınavın önemli bir parçasıdır. İşte 16. âyette, müminlerin insanî ölçüler içinde büyük bir özveri olarak nitelenebilecek böyle bir çabayı, bu imtihan sürecinin tabii bir uzantısı ve bir görev olarak telakki etmeleri, her an böyle bir çağrıya karşılık verebilmek için kendilerini ruhen hazırlamaları gerektiği bildirilmektedir.
(Diyanet Tefsiri)
وَيُذْهِبْ غَيْظَ قُلُوبِهِمْۜ
Cümle atıf harfi وَ ’la يُعَذِّبْهُمُ fiiline matuftur. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُذْهِبْ meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُوَ ’dir.
غَيْظَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. قُلُوبِهِمْ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır.
Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُذْهِبْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi ذهب ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerred manasını ifade eder.
وَيَتُوبُ اللّٰهُ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. يَتُوبُ merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
مَنْ müşterek ism-i mevsûlu, عَلٰى harf-i ceriyle birlikte يَتُوبُ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası يَشَٓاءُ ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
يَشَٓاءُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُوَ’dir.
وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. عَلٖيمٌ haber olup lafzen merfûdur. حَكٖيمٌ ikinci haber olup lafzen merfûdur.
عَلٖيمٌ - حَكٖيمٌ isimleri mübalağa sıygasındadır. Son derece ilmi geniş ve her işi hikmetli olan, demektir.
Mübalağalı ism-i fail kalıbı; bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَيُذْهِبْ غَيْظَ قُلُوبِهِمْۜ
وَ atıftır. Ayetin ilk cümlesi önceki ayetteki يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ بِاَيْدٖيكُمْ cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Önceki ayetin devamıdır. Meczum muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cenabı Hakk'ın, “Müminler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın” ifadesi, Allah'ın gayzdan (öfkeden) doğan eleme şifa verdiğini ifade eder. Dolayısıyla bu, gayzı gidermenin ta kendisidir. O halde ayetteki, “Ve kalplerinden gayzı gidersin.” tabiri, bir tekrardır. Buna şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ, bu fethin (Mekke Fethi) onlara nasip ve müyesser olacağını vadetmişti. Bundan dolayı onlar, bunun ne zaman olacağını beklemekten ötürü bir sıkıntı içindeydiler. Nitekim “İntizar (beklemek), kırmızı ölümdür.” denilir. İşte Cenab-ı Hakk, onların kalplerinde, bu beklemeden doğan zahmet ve sıkıntıyı gidermiş, ferahlık vermiştir. Bu izaha göre ayetteki, “Müminler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın.” ifadesi ile “Kalplerinden gayzı gidersin.” ifadesi arasındaki fark ortaya çıkar. (Fahreddin er-Râzî)
Kalplerindeki gayzı, kin ve öfkeyi gidersin. Yani gönüllere öyle bir şifa versin ki ihtirasları artıracak, yeni yeni öfkelere sebebiyet verecek, saldırgan bir intikam şeklinde olmasın; tam aksine hakkın yerini bulmasından zevk alacak olan müminlerin kalplerindeki kinleri silsin, haklı öfkelere sebep olan zulüm ve haksızlığı, saldırganlığı ortadan kaldıracak şekilde gayzdan azade (bağımsız) bir hayat yaşatsın, gönülleri huzura kavuştursun.
Görülüyor ki burada savaş emri üzerine beş ayrı hikmet ve fayda bina edilmiştir. Ve bunlar وَ harfi ile birbiri üzerine atfedilerek beşi birden “Savaşınız!” emrine cevap yapılmıştır. Şöyle ki:
1. Tâzib: Yani cezalandırma, suçluyu ve saldırganı hak ettiği cezaya çarptırmak,
2. İhza’: Saldırganı zelil ve perişan edip baş kaldıramaz duruma sokmak,
3. Nusret: Müminlerin şan ve şerefini yüceltmek,
4. Şifa-i sadr: Ezilmiş ve acı çekmiş olan Müslümanların gönüllerine su serpip ferahlık vermek,
5. Öfkeleri giderme: Hakkın yerini bulmasından dolayı galip tarafı da mağlup tarafı da yeni yeni kin ve öfkeden korumak.
Bu beş maddelik gerekçenin hepsi birden, meşru bir savaşın gayelerini beyan etmekte ve hedefin gerçekleşmesini vadetmektedir. Demek oluyor ki savaşta en başta bir cezalandırma hikmeti vardır. Savaşın esas gayesi, Allah'ın yardımını, nusretini ve rızasını kazanmaktır. Bu da gönüllerdeki kin ve öfke ateşini silecek, gönüllere huzur ve ferahlık getirecek nihai bir hedefi gerçekleştirmiş olmalıdır. (Elmalılı)
وَيَتُوبُ اللّٰهُ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُۜ
وَ istînâfiyyedir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl يَتُوبُ ,مَنْ fiiline müteallıktır. Sılası olan يَشَٓاءُ, muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt ve tecessüme işaret etmiştir.
Genel olarak يَشَٓاءُ fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazfedilir. Çünkü ibhâm; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garîb birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Bu ayet-i kerime talebin cevabı olduğu için muzari fiil cezimli olarak gelmiştir.
Aslında يَتُوبُ cümlesi makablinin (kendinden öncesinin) devamıdır. يَتُوبَ şeklinde de okunmuştur. Savaş, müşriklerin gücünü dağıtma ve azimlerini kırma sebebi olduğu gibi, kendi durumlarını değerlendirerek gurur, kibir, ve günahlarından tevbe etmelerinin de nedeni olabilir. Ancak sebep olma şekli farklı olduğu için makablinden farklı bir uslubla gelmiştir. (Yani meczum değil merfu olarak gelmiştir.) (Ebüssuûd)
Allah Teâlâ, “... dilediği kimseye” buyurmuştur. Çünkü insanın dünya malına nail olması ve ona dünyanın kapılarının açılması, bazen kalbin dünyadan yüz çevirmesine sebep olur ki bu ancak Allah Teâlâ'nın kendisi hakkında hayrı murad ettiği kimse için söz konusudur. Bazen de bu hal, insanın dünyaya iyice dalmasına, onun için kendisini adeta helak etmesine, bu sebeple Allah yolundan uzaklaşmasına da sebep olabilir. İşte zikrettiğimiz şekilde insanların durumu farklı farklı olduğu için Allah Teâlâ, “Allah dilediği kimseye tövbe nasip eder.” buyurmuştur. (Fahreddin er-Râzî)
وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ
Müstenefe olan cümle, isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz ve teberrük içindir.
وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ (Allah alimdir, hakimdir.) Her yaptığı iş nice hikmetleri içerir. Genellikle bu gibi “zeyl (ilave)” ifadeleri zamir ile yetinmeyip Allah ism-i celâli ile birlikte gelir ki bu daha çok ilâhi heybet ve korkuyu muhatabın ruhuna telkin içindir. Yani o şan ve azametine sınır olmayan Allah Teâlâ bu kıtal (savaşma) emrini, bir hikmet ve bilgiye dayanarak vermiştir. Şu halde bu gibi emirler, kemâl-i dikkat ve itina ile uygulandığı zaman bu hikmet ve faydaların neler olduğu görülecektir. Bunun sonunda birtakım hayırlar bulunduğu hakkında şüphe ve tereddüde düşülmemelidir. Ve bu ilâhi emirlere karşı gelmekten son derece sakınılmalıdır. (Elmalılı)
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle, ayetteki lafza-i celâllerin, tecrîd, teşvik ve ikaz için yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
عَلٖيمٌ - حَكٖيمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
Haber olan iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Allah’ın عَلٖيمٌ ve حَكٖيمٌ sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder.
(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)
Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ cümlesinde zamir yerine Allah lafzının gelmesi, konunun heybetini artırmak ve kalplere korku salmak içindir. (Safvetu’t Tefasir)