Tevbe Sûresi 16. Ayet

اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تُتْرَكُوا وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَلَمْ يَتَّخِذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلَا رَسُولِه۪ وَلَا الْمُؤْمِن۪ينَ وَل۪يجَةًۜ وَاللّٰهُ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ۟  ...

Yoksa; Allah içinizden, Allah’tan, Resûlünden ve mü’minlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeksizin cihad edenleri ayırt etmeden bırakılacağınızı mı sandınız? Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَمْ yoksa
2 حَسِبْتُمْ siz sandınız mı? ح س ب
3 أَنْ
4 تُتْرَكُوا bırakılacağınızı ت ر ك
5 وَلَمَّا
6 يَعْلَمِ bilmeden ع ل م
7 اللَّهُ Allah
8 الَّذِينَ kimseleri
9 جَاهَدُوا cihad eden(leri) ج ه د
10 مِنْكُمْ içinizden
11 وَلَمْ ve
12 يَتَّخِذُوا edinmeyen(leri) ا خ ذ
13 مِنْ
14 دُونِ başkasını د و ن
15 اللَّهِ Allah(’tan)
16 وَلَا ve
17 رَسُولِهِ Elçisin(den) ر س ل
18 وَلَا ve
19 الْمُؤْمِنِينَ mü’minler(den) ا م ن
20 وَلِيجَةً sırdaş و ل ج
21 وَاللَّهُ ve Allah
22 خَبِيرٌ haber almaktadır خ ب ر
23 بِمَا şeyleri
24 تَعْمَلُونَ yaptıklarınızı ع م ل
 
7.ayette verilmistir.
 

Bu âyet grubunda ağırlıklı olarak, İslâm’a ve müslümanlara karşı besledikleri kin ve düşmanlık duygularını tatmin uğruna hiçbir değer tanımayan müşriklerin tavır ve tutumları tasvir edilmekte ve müminler kendileriyle savaş halinde bulunan bu hasımlara karşı savaşmaya özendirilmektedir. Ancak bu âyetlerde müşrikler hakkında ağır ifadelerin ve sert bir üslûbun yer almış olmasını, sebepsiz yere savaş açmanın ve sırf inançlarından ötürü başkalarına saldırmanın meşrû kılındığı biçiminde yorumlamak mümkün değildir. Bu âyetlerde üzerinde durulan hususlar, putperestlerin inançları ve dinî hayatları değil, insanlık dışı davranışları, müslümanların haklı bir konumda bulundukları ve iman mücadelesinin zaferle sonuçlanmasında kararlı bir tavır ortaya koymanın zorunlu olduğudur. Birinci âyete açıklık getiren bir üslûpla başlayan 7. âyette, putperestlerle yapılacak bir antlaşmada Allah ve resulünün taraf sayılamayacağı, bu tür bir antlaşmaya ancak –kuralları çerçevesinde– müminlerin taraf olabileceği belirtilmektedir. Sonra, ahidlerini bozmayan ve müslümanlar aleyhine başkalarına destek vermeyenler hakkında antlaşma süresine riayet edilmesi gerektiğini bir ilke ve genel anlayış tarzı olarak bildiren 4. âyete nüzûl sebebi bakımından açıklık getirilmekte, kendileriyle Mescid-i Harâm yanında antlaşma yapılan müşrikler hakkında da bu ilkenin uygulanacağı hatırlatılmaktadır (Elmalılı, IV, 2462). Mescid-i Harâm yanında kendileriyle antlaşma yapılanların kimler olduğu konusunda değişik görüşler bulunmakla beraber (Taberî, X, 81-82), İbn İshak tarafından yapılan şu rivayet tarihî bilgiler ışığında daha güçlü ve isabetli bulunmuştur: Hudeybiye Antlaşması’na dolaylı taraf olanlardan Kinâne’ye mensup Benî Bekir kabilesinin bazı kolları diğerlerinin aksine bu antlaşmaya bağlı kalmışlardı. İşte âyette “Mescid-i Harâm yanında” buyurularak Mekke civarında yapılan Hudeybiye Antlaşması’na ve dolaylı da olsa bu antlaşmaya taraf olup onun hükümlerini bozmayan bu topluluklara işaret edilmektedir (Taberî, X, 82-83). Burada dikkat çeken bir nokta, siyasî ve ahlâkî dayanağı ortadan kalkan ve asıl tarafına karşı fesih bildirimi yapılan bir antlaşmada dahi, buna dolaylı olarak taraf olanların antlaşma hükümlerine aykırı davranmadıkları takdirde onlara verilen sözün tutulması gerektiğidir. Âyette bu kapsamda bulunanların sözlerine sadık kaldıkları sürece onlara verilen söze de sadık kalınacağı belirtilmiştir. Kur’an’ın bu yaklaşımı yüksek bir hukuk prensibini içermektedir ve müslüman hukukçular da bu anlayış doğrultusunda olmak üzere uluslararası ilişkiler çerçevesinde şöyle bir kural geliştirmişlerdir: “Şüphe-i emân emandır” (Elmalılı, IV, 2463-2464). Bu kural, güvence verildiği ihtimali varsa, güvence verilmiş gibi davranılması gerektiğini ifade etmektedir. Âyette bu antlaşmaya dolaylı biçimde taraf olanların kastedildiği yorumu benimsendiği takdirde, hicrî 6. yılda imzalanan Hudeybiye Antlaşması’nın on yıllık bir süre için yapıldığı dikkate alınarak kendilerine daha yedi yıl süre verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılır. Bu durumda 4. âyetin tefsirinde İbn Abbas’tan nakledilen görüşün izahında zorluk doğmaktadır. Zira orada, âyetteki bildirimden itibaren kalan en uzun antlaşma süresi dokuz ay olarak gösterilmiştir. 8-10. âyetlerde müminler, karşılarındaki müşriklerin nitelikleri konusunda uyarılmakta, basit çıkarlar uğruna Allah’ın âyetlerini bile sattıkları ve emanete hıyanet ettikleri hatırlatılarak, onların daraldıkları zaman söyledikleri sözlere ve mecbur kaldıkları veya kendi çıkarlarına gördükleri zaman yaptıkları antlaşmalara fazla güvenmemeleri istenmektedir. Müminlerin, diğer âyetlerdeki ifadelerin ve üslûbun etkisiyle artık müşriklere bütün kapıların kapatılmış olduğu ve onların ebedî düşmanlar olarak görülmesi gerektiği kanaatine kapılmamaları için 11. âyette özel bir hatırlatma yapıldığı anlaşılmaktadır. Zira bütün bu olumsuz özelliklerine rağmen müşriklerin insafa gelip yaptıklarından pişmanlık duymaları ve İslâmiyet’in temel gereklerini yerine getirmeye başlamaları halinde müslümanların din kardeşleri sayılacakları bildirilmektedir. “Küfrün elebaşıları” diye tercüme edilen 12. âyetteki ifade ile, inkârcılıkta en önde olmaları sebebiyle genel olarak müşrikler kastedilmiş olabileceği gibi, müslümanlara düşmanlık ve eziyet etmede önderlik eden müşrikler de kastedilmiş olabilir; Kur’an’ın genel üslûbu her ikisinin birlikte anlaşılmasına da elverişlidir (Derveze, XII, 86-87). Müminleri yeminlerini bozanlara karşı savaşmaya teşvik eden 13. âyetin kimlerle ilgili olduğuna dair rivayetleri başlıca iki grupta toplamak mümkündür. Bazı rivayetlere göre burada Hudeybiye Antlaşması’nı bozan Kureyşliler kastedilmektedir. Başka rivayetlere göre ise burada kastedilenler, antlaşmalarını çiğnemelerinden ötürü sûrenin başında kendilerine fesih bildirimi yapılarak dört ay süre verilenlerdir. Bu kümedeki âyetlerin, Mekke fethinden sonra indiği bilinen önceki âyetlerin devamı izlenimi verdiği ve Kureyş’in tamamı veya büyük çoğunluğunun Mekke fethinden sonra müslüman olduğu dikkate alındığında, bu âyette Kureyşliler’den söz edildiği rivayetini izah etmek zorlaşmaktadır. Burada Kureyşliler’den başka toplulukların kastedildiğinin düşünülmesi halinde de başka bir soru gündeme gelmektedir: Âyette bu kimselerin Resûlullah’ı yurdundan çıkardıklarına değinildiğine göre bunlar Kureyşliler’den başkaları olabilir mi? Bu durumda şöyle bir yorum yapmak uygun olabilir: Kureyş’in müttefiki ve dolaylı olarak Hudeybiye Antlaşması’nın tarafı olan Benî Bekir kabilesinin bazı kolları –yukarıda belirtildiği üzere– antlaşma hükümlerine bağlı kalmışlar, bazı kolları ise Kureyş’in tahriki ile antlaşmayı çiğnemişlerdi. İşte burada Mekke’nin fethinden sonra da ihanet ve ahde muhalefetleri devam eden ve sûrenin başındaki bildirime muhatap olan toplulukların kastedilmiş olması muhtemeldir. Bunlar Hz. Peygamber’i yurdundan çıkaran Kureyşliler’le aynı safta yer aldıkları ve antlaşmayı önce kendileri bozdukları için âyette böyle tasvir edilmiş olmalıdırlar. Bu yorumun bir devamı olarak, 14. âyette müminlerin zaferiyle sevineceği bildirilenlerin Huzâa kabilesi mensupları olduğu söylenebilir. Zira Hudeybiye Antlaşması’na Resûlullah’ın müttefiki sıfatıyla dolaylı olarak onlar da taraf olmuşlardı ve Kureyş Huzâa’ya hasım olan Benî Bekir’e destek veriyordu (Derveze, XII, 88-89). Bu âyetlerin başında savaşa girme sebebi hakkında yapılan açıklamalarla birlikte 12, 14 ve 15. âyetlerdeki ifadeler göz önüne alınmalı ve savaşla neyin amaçlandığına da dikkat edilmelidir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre savaştan maksat, gözünü kan bürümüş insanların yaptığı gibi sırf karşı tarafa zarar vermek, yakıp yıkmak ve işkence etmek değildir. Aksine 12. âyetin sonunda hep bir ümidi koruyarak savaşılması istenmiş ve savaştan ne beklendiği zarif bir üslûpla ifade edilmiştir. Buna göre amaç, sözüne riayet etmeyen düşmanın caydırılması olacak ve bu yaptırım karşısında düşmanın mütecaviz davranışlardan vazgeçeceği ümidi korunarak yol alınacaktır. Bu mâna ile bağlantılı olarak 14. âyette cezayı ve rezil rüsvâ edilmeyi hak eden düşmanın gerçekte Allah tarafından cezalandırıldığına, müminlerin bunu kendileri için bir enâniyet konusu yapmamaları ve kendilerini ilâhî buyruğu yerine getiren bir vasıta olarak görmeleri gerektiğine işaret edilmektedir. Bir başka anlatımla, müminler kendilerini kişisel arzu ve çıkarlarının akışına bırakmamaya ve daima davranışlarının meşruiyet temelleri üzerinde düşünmeye davet edilmektedir. Yine 14 ve 15. âyetlerde zafer bahşedenin, gönüllere ferahlık verenin, kalplerdeki kin ve öfkeyi giderenin ve dilediklerinin tövbesini kabul edenin hep Allah olduğu hatırlatılmakta, dolayısıyla müminlerin hareket tarzlarını bu inancı koruyarak düzenlemeleri istenmektedir. İlâhî bir sınava tâbi tutulmak üzere yaratılan insan için, Allah tarafından yapılan çağrıya uyarak haksızlıklara karşı savaşmak ve bunu da yine dinin çizdiği sınırlar içinde yapabilmek bu sınavın önemli bir parçasıdır. İşte 16. âyette, müminlerin insanî ölçüler içinde büyük bir özveri olarak nitelenebilecek böyle bir çabayı, bu imtihan sürecinin tabii bir uzantısı ve bir görev olarak telakki etmeleri, her an böyle bir çağrıya karşılık verebilmek için kendilerini ruhen hazırlamaları gerektiği bildirilmektedir. 

 

(Diyanet Tefsiri)

 

اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تُتْرَكُوا وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ 

 

اَمْ  munkatı’dır.  بل  ve hemze manasındadır. Yani  بل أحسبتم  demektir.

حَسِبْتُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُمْ  sükun üzere mebni, fail olarak mahallen merfûdur.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  حَسِبْتُمْ  fiilinin iki mef’ûlu yerinde olup mahallen mansubdur. 

Fiili muzarinin başına  اَنْ  harfi geldiği zaman onu nasb ettiği gibi anlamını da masdara çevirmektedir. Bu tür masdarlara masdar anlamı içerdikleri için tevilli masdar (masdar-ı müevvel cümlesi) denmektedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:

1. Bilmek manasında olanlar,

2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.

3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden dolayı kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.

Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir.

Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen  اَنَّ ’li ve  اَنْ ’li cümleler gelir. Bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirmek manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamulü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir.

Bu ayette  حَسِبْتُمْ  fiili, “sanmak” manasına gelen fiillerdendir ve iki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak almıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

تُتْرَكُوا  fiili  نَ’un hazfıyla mansub meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.

وَ  haliyyedir.  لَمَّا  kelimesi  حين  (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.

يَعْلَمِ  şart fiili olup meczum muzari fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذٖينَ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  جَاهَدُوا مِنْكُمْ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.

جَاهَدُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  

مِنْكُمْ  car mecruru  جَاهَدُوا’deki failin mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir  كُمْ  ismi mecrur olarak mahallen mecrurdur.

جَاهَدُوا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi  جهد ’dir.

Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.

Müşareket (İşteşlik-ortaklık): Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir (sonuçlandırandır). Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 وَلَمْ يَتَّخِذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلَا رَسُولِه۪ وَلَا الْمُؤْمِن۪ينَ وَل۪يجَةًۜ

 

وَ  atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.

يَتَّخِذُوا  şart fiili  ن’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

مِنْ دُونِ  car mecruru  يَتَّخِذُوا  fiilinin mahzuf ikinci mef’ûlune veya  وَلٖيجَةًؕ  kelimesine müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  لَا  zaid harftir.  مِنْ دُونِ’den anlaşılan nefyi tekid etmek içindir.  رَسُولِهٖ  kelimesi lafza-i celâle matuftur.

Muttasıl zamir  هٖ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  لَا  zaid harftir.  الْمُؤْمِنٖينَ  kelimesi  رَسُولِهٖ  kelimesine matuf olup cer alameti  ي  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

الْمُؤْمِنٖينَ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَلٖيجَةً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

يَتَّخِذُوا  fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi  أخذ ’dır.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.

 

وَاللّٰهُ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ۟

 

İsim cümlesidir.  و  istînâfiyyedir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur.

خَبٖيرٌ  haber olup lafzen merfûdur.

مَٓا  müşterek ism-i mevsûlu,  بِ  harfiyle birlikte  خَبٖيرٌ  kelimesine müteallıktır. İsm-i  mevsûlun sılası  تَعْمَلُونَ  cümlesidir. Îrabdan mahalli yoktur. 

تَعْمَلُونَ  fiili  نْ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

خَبٖيرٌ  kelimesi sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.

Sıfat-ı müşebbehe, benzeyen sıfat demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تُتْرَكُوا وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَلَمْ يَتَّخِذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلَا رَسُولِه۪ وَلَا الْمُؤْمِن۪ينَ وَل۪يجَةًۜ 

 

Ayet fasılla gelmiş istînâfiyyedir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümle istifham üslubunda olmasına rağmen soru manası taşımayıp ikaz ve inkâr anlamına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.

Buradaki munkatı’  أمْ  edatı kelamdaki maksadın değiştiğini ifade eden idrâb harfidir. Munkatı’  أمْ’den sonra gelen sözlerde ise daima istifham hükmü vardır. Yani  حَسِبْتُمْ sözü  أحَسِبْتُمْ  kuvvetindedir. Takdir edilen bu istifham inkârîdir. (Âşûr)  

اَنْ  ve akabindeki muzari fiil cümlesi, masdar teviliyle iki mef’ûle müteaddi olan  حَسِبْتُمْ  fiilinin birinci mef’ûlüdür. İkinci mef’ûlün hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. 

Hal  وَ  ’ıyla gelen  وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّٰهُ الَّذٖينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ  cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Sılası mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan has ism-i mevsûl,  يَعْلَمِ  fiilinin mef’ûlüdür. Mevsûlün sılası olan  جَاهَدُوا  cümlesi müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. 

Sıla cümlesine  وَ ’la atfedilen …  وَلَمْ يَتَّخِذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ  cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Cümlede nefy harfinin tekrarı tekid ifade etmiştir.

مِنْ دُونِ اللّٰهِ  izafeti, muzâfın ve gayrının tahkiri içindir. 

مِنْ دُونِ اللّٰهِ  car-mecruru,  ولِيجَةً  kelimesinin müteallıkıdır.  مِن  harf-i ceri ibtidaîyyedir, yani  ولِيجَةً’nin bulunduğu hal; Allah’tan, Resulünden ve müminlerden uzaklığın başladığı yere benzetilmiştir. (Âşûr)

رَسُولِهٖ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  رَسُولِ, şan ve şeref kazanmıştır.

اَمْ  idrâb harfi, burada  بل  ve hemze manasındadır. Yani idrâbu’l-intikâliyye ve istifham-i inkâriyyedir. (İrab Uygulaması, Muhammed Sâfî)

وَلٖيجَةً  kelimesi müsteardır. Çünkü  الولبجة  ,الدخيلة  ve  البطانة  aynı anlama gelen kelimelerdir. Bunlar; insanın sırdaş edindiği, hüznünü gideren ve işlerinde kendisine danıştığı kimseyi ifade eder.  الولبجة  ve  الدخيلة  asıl olarak, bir topluluk içinden çıkıp başka bir topluluğa dahil olan ve adeta onların içine girip kaynaşan kimseyi ifade eder. (Kur’an Mecazları Şerîf er-Radî)


 وَاللّٰهُ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ۟

 

وَ  istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden oluşmuş cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsim cümlesi sübut ifade eder.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması, haşyet uyandırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl,  بِ  harf-i ceriyle birlikte  خَبٖيرٌ’e müteallıktır.

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan sıla cümlesi  تَعْمَلُونَ,  tecessüm ve teceddüt ifade eder.

Cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.

Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Allah, kullarının bütün hallerini hakkıyla bilir. Bu cümle, bir öncesi için bir zeyl (ilave) olup vaat ve vaîd (ceza vaadi) ifade eder. (Ebüssuûd, Fahreddin er-Râzî)

خَبٖيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ۟  (yaptıklarınızdan haberdardır) ifadesi Allah Teâlâ’nın, her şeyden haberdar olduğunu beyan ederken lâzım-melzûm alakasıyla “yaptıklarınızın karşılığı verilecektir” manası taşır. Lâzım zikredilmiş, “yaptıklarınıza karşılık verir” manasındaki melzûm kastedilmiştir. Mecaz-ı mürseldir.

تَعْمَلُونَ  kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.