Tevbe Sûresi 18. Ayet

اِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَ وَلَمْ يَخْشَ اِلَّا اللّٰهَ فَعَسٰٓى اُو۬لٰٓئِكَ اَنْ يَكُونُوا مِنَ الْمُهْتَد۪ينَ  ...

Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّمَا ancak
2 يَعْمُرُ imar ederler ع م ر
3 مَسَاجِدَ mescidlerini س ج د
4 اللَّهِ Allah’ın
5 مَنْ kimseler
6 امَنَ inanan ا م ن
7 بِاللَّهِ Allah’a
8 وَالْيَوْمِ ve gününe ي و م
9 الْاخِرِ ahiret ا خ ر
10 وَأَقَامَ ve kılan ق و م
11 الصَّلَاةَ namazı ص ل و
12 وَاتَى ve veren ا ت ي
13 الزَّكَاةَ zekatı ز ك و
14 وَلَمْ ve
15 يَخْشَ korkmayan خ ش ي
16 إِلَّا başkasından
17 اللَّهَ Allah’tan
18 فَعَسَىٰ umulur ع س ي
19 أُولَٰئِكَ onların
20 أَنْ
21 يَكُونُوا olmaları ك و ن
22 مِنَ -dan
23 الْمُهْتَدِينَ doğru yolu bulanlar- ه د ي
 

Bu âyetlerde, sağlam bir inanç üzerine temellendirilmemiş dinî davranışların Allah katında bir değere sahip olmadığı açıklanmaktadır.Bunun iyi anlaşılması için somut bir örneğe yer verilmiş, o günkü muhatap kitlenin yakından bildiği ve dine hizmet konusunda sembol haline gelmiş olan Kâbe ile ilgili bazı görevlere değinilmiştir. Âyetlerin iniş sebebiyle ilgili değişik rivayetler bulunmakla beraber, bunların içerdiği bazı bilgilerle âyetlerin nüzûl zamanı arasında uyumsuzluklar bulunmaktadır. Bu rivayetlerdeki bilgilerden hareketle âyetlerin, müslümanlar arasında çıkan bir tartışmada, hacılara su verme hizmetini üstlenen ve Mescid-i Harâm’ın onarım ve bakımı ile meşgul olan müşriklerin müminler gibi sevap alıp alamayacaklarının konuşulması ve durumun Resûlullah’a sorulması üzerine indiği söylenebilir (Taberî, X, 94-97; İbn Atıyye, III, 16-17; Şevkânî, II, 392-394). Bununla birlikte, âyetlerin ifadesi mutlaktır ve hedefi geneldir; içeriği de, birçok âyette değişik vesilelerle ve farklı üslûplarla ortaya konan iman-amel arasında güçlü bir ilişki bulunduğu fikriyle ve davranışlarda sırf Allah’ın hoşnutluğunu gözetmenin önemli olduğu ilkesiyle örtüşmektedir. Bütün bu anlatımların ortak noktası şudur: Aklî ölçülere ve geleneklere göre ne kadar yararlı ve önemli sayılırsa sayılsın, bir işin Allah katında değer kazanmasının ön koşulu, Allah’a ortak koşmamak ve O’nun hoşnutluğunu kazanma iradesine sahip olmaktır. Câhiliye döneminde Kâbe’nin bakımı ve hacılara yardımcı olmak için oluşmuş hizmet birimleri ve bu hizmetlerin yürütülmesine ilişkin gelenekler vardı. Hz. Peygamber’in dedelerinden Kusay zamanında (İslâm’dan yaklaşık 150 yıl önce) Kureyş’e geçen bu hizmetlerin sorumluluğunu üstlenmek onurlu bir görev sayıldığı gibi bir yandan da ekonomik faydalar sağlıyordu. 19. âyette iki önemli hizmete (sikåye ve imâre) değinilmiş olmakla beraber burada sadece bu iki işin değil, genel olarak Mescid-i Harâm’a ve hacılara verilen hizmetlerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Sikåye, hacılara içecek su temin etme görevini, imâre ise Kâbe’nin bakım ve onarılması görevini ifade etmektedir. Bu ikinci görevin süreklilik taşıyan yönü sidâne ve hicâbe şeklinde anılır; Kâbe’nin perdedarlığı, Kâbe anahtarının muhafaza edilmesi demektir. Âyette bu iki görevin (sikåye ve imâre) zikri ile yetinilmesinin sebebi, Resûlullah’ın Mekke’nin fethinden sonra Câhiliye âdetlerinin kaldırıldığını ve sadece sikåye ile sidânenin bırakıldığını bildirmiş olmasıyla izah edilebilir. Âyetlerin iniş sebebini gösteren rivayetlerde –müşrik olduğu halde yaptığı hizmetten ötürü Allah katında sevap kazanıp kazanamayacağı tartışılan kişiler için– söz konusu edilen görevlerin bu iki hizmet olması da muhtemeldir (Derveze, XII, 93-94). Yukarıda belirtilen konuya hazırlık olmak üzere 17-18. âyetlerde, mescidlerin imar edilmesi konusuna ve kendi inkârcılıklarını görüp bildikleri halde putperestlerin Allah’a ibadet yeri olan mescidleri imar edemeyeceklerine değinilmiştir. 17. âyetin “inkârlarına bizzat kendileri tanıklık edip dururlarken” şeklinde çevrilen kısmı, “Resûlullah’ın peygamberliğini açıkça inkâr ettikleri, Kâbe’ye putlar dikip onlara tapındıkları ve Kâbe’yi çıplak olarak tavaf ettikleri halde” gibi mânalarla açıklanmıştır (Râzî, XVI, 8). Burada “imar etme” ile mescidlerin maddî anlamdaki imarının yani inşası, onarımı ve bakımının mı yoksa mânevî yönden ayakta tutulması için gerekli işlerin yapılmasının mı kastedildiği üzerinde durulmuştur. Âyet her iki mânaya açık durmakla beraber, mescidlere gereken ilgiyi gösterme, Resûlullah’ın uygulamaları ışığında caminin fonksiyonlarını belirleyip bunları canlı tutma, özellikle Allah’a kulluk ve İslâm kardeşliğinin pekiştirilmesi amacına dönük faaliyetlerle mescidleri ihya etme anlamı daha güçlü bulunmuştur. Cami inşası faaliyetlerinde nicelik ve nitelik yönlerinden birtakım aşırılıkların bulunduğu bir gerçektir. Fakat bu konu değerlendirilirken basit mukayeseler yapılarak dindar insanların Allah’a kulluk edilen mekânlara ihtimam gösterme duyguları rencide edilmemelidir. Unutulmamalıdır ki, Resûlullah zamanındaki sadelik sadece mescidlere özgü bir özellik değildi. Sosyal ve iktisadî şartların değişmesiyle kişisel yaşantılarında refah düzeyini yükselten, kendi meskenleri ve diğer sosyal faaliyet mekânları için büyük harcamalar yapan müslümanların mâbedlerini eski sadelik ve basitliği içinde korumaları beklenemezdi. Kaldı ki cami ve mescidlerin ibadetin yanı sıra eğitim ve benzeri alanlarla ilgili önemli fonksiyonları da vardı. Öte yandan dikkatten kaçırılmaması gereken bir husus şudur: Estetik düşüncesinin her şeyden önce günlük hayatın en çok ilgili olduğu mekânlara yansıtılmaya çalışılması çok doğaldır ve cami mimarisi müslümanlar için sanatı geliştirme ve sanat ruhunu topluma aşılama açısından çok verimli bir alan oluşturmuştur.Günümüzde bu konunun sağlıklı bir planlamaya kavuşturulamamış ve disipline edilememiş olması ise maalesef bu alandaki faaliyetlerin ehil olmayan ellerde kalmasına, dolayısıyla dine karşı haksız eleştirilerin yöneltilmesine yol açmaktadır.

 

Kuran Yolu Tefsiri ( Diyanet)

 
Riyazus Salihin, 1062 Nolu Hadis
Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mescidlere devam etmeyi alışkanlık haline getiren bir adamı gördüğünüz zaman, onun gerçek mü’min olduğuna şahitlik ediniz”. Allah Taâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayanlar onarırlar. İşte onlar, doğru yolu bulanlardan olabilirler” [Tevbe sûresi (9), 18].
(Tirmizî, Îman 8, Tefsîru sûre(9). Ayrıca bk. İbni Mâce, Mesâcid 19)
 

اِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَ 

 

اِنَّمَا  kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki  مَا  harfidir.  اِنَّ  harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur.  اِنَّ’nin ameli ise engellenmiştir yani mekfûfedir.

يَعْمُرُ  merfû muzari fiildir.  مَسَاجِدَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ, fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası   اٰمَنَ بِاللّٰهِ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.

اٰمَنَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُوَ’dir.  بِاللّٰهِ  car mecruru  اٰمَنَ  fiiline müteallıktır.  الْيَوْمِ الْاٰخِرِ  ibaresi atıf harfi  و  ’la  بِاللّٰهِ’ye matuftur. 

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

الْاٰخِرِ  kelimesi  الْيَوْمِ ’nin sıfatıdır. 

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ve mevsûftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat iki kısma ayrılır:

1. Hakiki sıfat,

2. Sebebi sıfat.

Hakiki Sıfat: 

1. Müfred olan sıfatlar,

2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred Olan Sıfatlar:

Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Sıfat mevsûfuna: Cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar:

Not: Gayr-ı âkil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle Olan Sıfatlar: Üçe ayrılır: 

1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 

2- Fiil cümlesi olan sıfatlar,

3- Şibh-i cümle olan sıfatlar.

Not: Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. Burada  الْاٰخِرِ  kelimesi hakiki ve müfred sıfat olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَ  atıf harfidir.  أَقَامَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

الصَّلٰوةَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

اٰتَى الزَّكٰوةَ  cümlesi atıf harfi  وَ ’la  öncesine matuftur.

اٰمَنَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

İf’al babındandır. Sülâsîsi  أمن ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerred manasını ifade eder.


 وَلَمْ يَخْشَ اِلَّا اللّٰهَ 

 

وَ  atıf harfidir.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يَخْشَ  illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُوَ ’dir.

اِلَّا  hasr edatıdır.  اللّٰهَ  lafza-i celâli, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 

  

 فَعَسٰٓى اُو۬لٰٓئِكَ اَنْ يَكُونُوا مِنَ الْمُهْتَد۪ينَ

 

فَ  atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder.  فَ  ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

عَسٰٓى  elif üzere mukadder fetha ile mebni nakıs fiildir.  كَانَ  gibi ismini ref haberini nasb eder.  عَسٰٓى  reca (ümit) fiillerindendir. Reca (Ümit) Fiilleri: Mübteda ve haberin başına gelerek nakıs fiiller gibi isim cümlesinin mübtedasını ismi, haberini ise haberi yaparlar. İsmini ref haberini nasb ederler. Haberleri daima muzari fiil ile başlar. Ümit ifade eden fiiller “belki, umulur ki herhalde, ola ki -bilir” gibi manalara gelir. Bu fiillerin sadece mazileri kullanılır ve haberlerinin başındaki muzari fiillerin önlerinde  اَنْ  bulunur. Fiili muzarinin başına  اَنْ  harfi geldiği zaman onu nasb ettiği gibi anlamını da masdara çevirmektedir. Bu tür masdarlara masdar anlamı içerdikleri için tevilli masdar (masdar-ı müevvel cümlesi) denmektedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

اُو۬لٰٓئِكَ  işaret ismi,  عَسٰٓى’nın ismi olarak mahallen merfûdur.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  عَسٰٓى’nın haberi olarak mahallen mansubdur.  يَكُونُوا  fiili  ن  ’un hazfıyla mansub muzari fiildir.

Zamir olan çoğul  و  ’ı  يَكُونُوا ’nun ismi olup mahallen merfûdur.

مِنَ الْمُهْتَدٖينَ  car mecruru  يَكُونُوا ’nun mahzuf haberine müteallıktır.  الْمُهْتَدٖينَ’nin cer alameti  ي ’dir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

الْمُهْتَدٖينَ  sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.

İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَ وَلَمْ يَخْشَ اِلَّا اللّٰهَ 

 

Beyânî istînâf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir. Cümle,  اِنَّمَا  kasr edatıyla tekid edilmiş, müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.

Kasr  اِنَّمَا  ile gelmiş, muhatabın konuyu bildiğine ve itiraz etmediğine ya da bu konuma konduğuna delalet etmiştir.

Bu cümlenin kasr üslubuyla gelmesinden maksat, müşriklerin dışındaki diğer grupları da Allah’ın mescitlerini imar etmekten uzaklaştırmaktır. Müşrikler zaten açıkça uzaklaştırılmışlardır. İsm-i mevsûlden ve sılasından murad ise özellikle Müslümanlardır. (Âşûr)

Merfû mahaldeki müşterek ism-i mevsûl  يَعْمُرُ , مَنْ  fiilinin failidir. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsi geçenlere tazim ifade eder. Sılası  اٰمَنَ بِاللّٰهِ  cümlesi müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.  

Yine mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ  cümlesi ve  وَاٰتَى الزَّكٰوةَ  cümlesi sılaya matuftur.

Yine sılaya matuf olan  وَلَمْ يَخْشَ اِلَّا اللّٰهَ  cümlesi ise menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.  لَمْ  ve  اِلَّا  ile oluşan kasr, cümleyi tekid etmiştir. Kasr, fiille mef’ûl arasındadır.  يَخْشَ  maksûr/sıfat,  اللّٰهَ  maksûrun aleyh/mevsuftur. Kasr-ı sıfat, ale’l-mevsûftur.

Nefy ve istisna ile gelen kasr cümlesi (وَلَمْ يَخْشَ اِلَّا اللّٰهَ) muhatabın kabul etmediği ya da kuşku duyduğu konularda gelir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)

Burada murad olunan mana, imarı gerçekleştirme vasfını müminlere tahsis etmektir. Yani Allah Teâlâ'nın varlığına, birliğine, vahiyde yer aldığı haliyle ahiret gününün ebediliğine, mükâfat ve mücazatına iman eden; dinde tarif edildiği gibi namazı dosdoğru kılan ve zekâtı da veren; Allah Teâlâ'dan başkasından korkmayan, O'nun emir ve yasaklarının gereklerini yerine getiren, yaşadığı dini hayat sebebiyle hiç kimsenin kınamasından ve ayıplamasından etkilenmeyen ve hiçbir zalimden korkmayan kimse ancak Allah Teâlâ'nın mescitlerini imar edebilir. (Ebüssuûd, Elmalılı)

Burada  وَاَقَامَ الصَّلٰوةَ وَاٰتَى الزَّكٰوةَ  buyurularak sadece namaz ile zekatın anılması bu ibadetlerin şanının yüceliğini gösterir ve bunlara dikkat etmeye teşvik eder. (Safvetu’t Tefasir)

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla ayetteki lafza-i celâllerde tecrîd sanatı, kalplerde haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarında ise ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

مَسَاجِدَ اللّٰهِ  izafetinde lafza-i celâle muzâf olan  مَسَاجِدَ, şan ve şeref kazanmıştır.

الصَّلٰوةَ  -  الزَّكٰوةَ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.


 فَعَسٰٓى اُو۬لٰٓئِكَ اَنْ يَكُونُوا مِنَ الْمُهْتَد۪ينَ

 

فَ  atıftır. Cümle …يَعْمُرُ مَسَاجِدَ  cümlesine matuftur. Camid, nakıs fiil  عَسٰٓى’nın dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.  عَسٰٓى’nın isminin işaret ismiyle marife olması, bahsi geçen kişilere tazim ifade eder.

Onlardan ism-i işaretle bahsedilmesi, sayılan amelleri sebebiyle bu ümidi hakettiklerine tenbih içindir. (Âşûr)

Mansub mahaldeki  اَنْ  ve akabindeki  يَكُونُوا مِنَ الْمُهْتَدٖينَ  cümlesi, masdar tevilinde, عَسٰٓى’nın haberidir. Masdar-ı müevvel cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır.

كانَ  ,مِنَ الْمُهْتَدٖينَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.

يَكُونُوا  kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâğat)

Ebu Hayyan şöyle der:  عَسٰٓى  fiili, Kur’an’ın neresinde gelirse gelsin, Allah için kullanılmışsa kesinlik ifade eder. Burada  عَسٰٓى  fiilinin kullanılmış olması, müşriklerin hidayete erenlerden olma ümidini tamamen ortadan kaldırır. Çünkü kimde bu dört haslet bulunursa onun durumu, hidayete ermesi ümit edilen kimsenin durumuna getirilmiştir. Bu hasletlerden yoksun olanın durumu nasıl olur?! Bu ayet, korkunun ümide tercih edilmesini ve salih amellere aldanılmamasını ifade eder. (Safvetu’t Tefasir - el-Bahru'l Muhit)

Burada önemli bir nokta vardır ki yüksek vasıflı müminlerin mazhar olacakları bu sonucun umulabilir bir sonuç olarak ifade edilmiş olması, hidayet üzere olduklarını zanneden kâfirleri kınamak ve onların bütün ümitlerini yok etmek içindir. Çünkü müminlerde bunca kemâlât (kâmil vasıflar) var iken onların akıbetleri  “عَسٰٓى  / umulur, muhtemeldir” ifadeleri arasında dönüyorsa kâfirlerin halleri nasıl olabilir?

Ancak bu beyan, müminler için lütuf olmakla beraber korkuyu ümide tercih etmeye teşvik demektir. (Ebüssuûd)