Tevbe Sûresi 78. Ayet

اَلَمْ يَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوٰيهُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِۚ  ...

Allah’ın, içlerinde gizlediklerini ve fısıltılarını bildiğini ve Allah’ın gaybleri çok iyi bilen olduğunu bilmediler mi?
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَلَمْ
2 يَعْلَمُوا bilmediler mi ki ع ل م
3 أَنَّ muhakkak
4 اللَّهَ Allah
5 يَعْلَمُ bilir ع ل م
6 سِرَّهُمْ onların sırlarını س ر ر
7 وَنَجْوَاهُمْ ve gizli konuşmalarını ن ج و
8 وَأَنَّ ve muhakkak
9 اللَّهَ Allah
10 عَلَّامُ bilendir ع ل م
11 الْغُيُوبِ gizlileri غ ي ب
 
Bu âyetlerden ilk ikisinin nüzûl sebebi olarak tefsirlerde genellikle yer alan olayların tarihî verilerle bağdaşmadığı görülmektedir (meselâ bk. Taberî, X, 188-191; Şevkânî, II, 439-440). Burada, kendisini ruhen eğitememiş, davranışlarını yönlendirmeye muktedir bir iman düzeyine erişememiş insanların sürekli yaşadıkları çelişkilere bir örnek verilmekte, âyetlerin bağlamı ve iniş zamanı bakımından bu örneklemeye en uygun düşen nifak zihniyetine ve münafıkların tutumlarına gönderme yapılmaktadır. Esasen geniş imkânlara kavuşunca bunları hayır yollarında kullanma ve başkalarına yardımcı olma özlemi taşımak dinen yerilen bir tutum değildir. Aksine Hz. Peygamber’in hadislerinde amellerin niyetlere bağlı olduğu (bk. Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 1), bir iyiliği gönlünden geçirdiği halde güç yetiremediği için bunu gerçekleştiremeyen kişinin bundan ötürü sevap kazanacağı bildirilmiştir (bk. Müslim, “Îmân”, 203-204, 206; Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-nezâir fî kavâ‘idi ve furû‘ı fıkhi’ş-Şâfi‘iyye, s. 38-40). Fakat bu âyetlerde belirtildiği üzere bir kısım münafıkların yaptığı gibi, sırf kendi çıkarının söz konusu olduğu durumda Allah’a yönelen, üstelik –beklentisine kavuşursa bunları– hayır yolunda kullanacağına dair Allah’a söz veren, kendilerine ilâhî bir lutufta bulunulduğunda ise hemen cimrileşen ve yüz çeviren kimseler sorumluluk bilincini ve kendilerine olan saygıyı yitirmiş insanlardır; onların ne Allah’a ne kendilerine ne de başka insanlara karşı verdikleri söze güvenilir. 
 75. âyette bu karakterdeki insanların iyi kimselerden olma hedefi ve vaadini de kendilerine geniş imkânlar verilmesi şartına bağladıklarına değinilmesi insan psikolojisine ışık tutma açısından ilginçtir. Bulunduğu şartlar içinde sınava tâbi tutulduğunu göz ardı eden insanoğlu, zaman zaman kendi sınav ortamını kendisi düzenlemek istercesine iyi olmayı kendisine belirli imkânların sağlanması şartına bağlamaya çalışmakta, mevcut durumda olabileceğin en iyisini yapma irade ve çabasını ortaya koyamamış olmanın bahanelerini üretmekle vakit kaybetmektedir.
77. âyette bu tip kişilerin yüreklerine nifakın yerleştirilmiş olduğu belirtilmekle beraber, yine âyetin açıklamasına göre bu tamamen onların kendi kusurları yani Allah’a verdikleri sözden caymaları ve yaptıkları yemini bozma bahanesi uydura uydura yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmeleri sebebiyledir. Bundan dolayı müfessirler bu âyetin tefsiri sırasında genellikle şu hadise yer verirler: Münafığın üç alâmeti vardır; konuştuğunda yalan söyler, vaad ettiğinde vaadinden döner, kendisine birşey emanet edildiğinde ona hıyanet eder (Buhârî, “Şehâdât”, 28; Müslim, “Îmân”, 107). Âyetin “kendi huzuruna çıkacakları güne kadar” diye mâna verilen kısmından maksadın kıyamet günü olduğu anlaşılmaktadır.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 39-40 
 

اَلَمْ يَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوٰيهُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِۚ

 

Hemze, istifham harfidir.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  يَعْلَمُٓوا  fiili  نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ı fail olarak mahallen merfûdur.

اَنَّ  ve masdar-ı müevvel,  يَعْلَمُٓوا  fiilinin iki mef’ûlü yerinde olarak mahallen mansubdur.

Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübtedayı ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. Bilmek, sanmak, kalp yani zihin işi olduğundan bu fiillere kalp fiilleri denir. Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen  اَنَّ ’li ve  اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. 

Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir:

1. İki mef’ûl alanlar,

2. İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 

3. İki mef’ûlü hazif olanlar.

Bu ayette  يَعْلَمُٓوا  fiili bilmek manasına gelen fiillerdendir ve iki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak almıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Fiili muzarinin başına  اَنْ  harfi geldiği zaman onu nasb ettiği gibi anlamını da masdara çevirmektedir. Bu tür masdarlara masdar anlamı içerdikleri için “tevilli masdar (masdar-ı müevvel cümlesi)” denmektedir.  (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنَّ  isim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. 

اللّٰهَ  lafza-i celâli,  اَنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.  يَعْلَمُ  fiili  اَنَّ ’nin  haberi olarak mahallen merfûdur.

يَعْلَمُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.  سِرَّهُمْ  mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur

Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  نَجْوٰيهُمْ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  سِرَّهُمْ ’e matuf olup elif  üzere mukadder fetha ile mansubdur.

و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf  harfidir.  اَنَّ  isim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. 

اللّٰهَ  lafza-i celâli,  اَنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.

عَلَّامُ  kelimesi  اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.  الْغُيُوبِ  muzâfun ileyh olup lafzen merfûdur.
 

اَلَمْ يَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوٰيهُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِۚ

 

Ayet istînâfiyyedir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Hemze inkârî istifham harfidir. Cümle soru anlamında olmayıp kınama-azarlama manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.  اَلَمْ يَعْلَمُٓوا  şeklindeki soru ‘bilsinler’ manasında emir hükmündedir. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için istifhamda tecâhül-i ârif sanatı, lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

İstînâf, takrir (sabitleştirme) içindir. Hitabın içeriği de kendilerinden bahsedilenlerin durumunun muhatapta yerleşmesine yarar. Zaten muhatap, her dinleyici tarafından bilinen bu maruf durum hakkında bilgi sahibidir. (Âşûr)

Tekid ve masdar harfi  اَنَّ ’yi takip eden isim cümlesi masdar teviliyle  يَعْلَمُٓوا  fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Faide-i haber inkârî kelamdır. 

Sübut ifade eden bu isim cümlesinin haberi olan  يَعْلَمُ سِرَّهُمْ, muzari fiil sıygasında cümle olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. 

Faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesi sübut ifade eder.

Ayetteki ikinci masdar harfinin dahil olduğu  وَاَنَّ اللّٰهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ  cümlesi de faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde mehabet ve haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Müsnedin izafet terkibiyle gelmesi az sözle çok anlam ifade etmesi amacına matuftur. Masdar-ı müevvel  وَاَنَّ اللّٰهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ  cümlesi mesel tarikinde tezyîldir.

Tezyîl cümleleri önceki manayı tekid kastıyla yapılan ıtnâb sanatıdır.

سِرَّهُمْ  -  نَجْوٰيهُمْ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

اَلَمْ يَعْلَمُٓوا  -  يَعْلَمُ  kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.

يَعْلَمُٓوا  -  يَعْلَمُ  -  عَلَّامُ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

[Münafıklar hala bilmediler mi ki Allah, şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de fısıltılarını da biliyor.] buyurmuştur.  سِرَّ, onların kalplerinin gizleyip sakladığı şeydir.  نَجْوَى  ise kendi aralarında birbirleriyle fısıldaşarak görüşmeleridir.  نَجْوَى kelimesi de نَجْو den gelir. Bu kelime de gizli söz, gizli konuşmak demektir. Buna göre fısıldaşan iki kimse, sanki, başkasının kendileriyle birlikte olmasını önlemişler ve kendileri dışındakilerden uzaklaşmışlar demektir. Bunun bir benzeri de Cenab-ı Hakk'ın, [Onu çok münacaat eden bir kimse olarak yaklaştırdık. (Meryem Suresi, 52)], [Vakta ki artık ondan ümitlerini kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler. (Yusuf Suresi, 80)], [Günahı, düşmanlığı... fısıldaşmayın. İyiliği, takvayı fısıldaşın. (Mücadele Suresi, 9)] ve [Siz peygambere mahrem bir şey arz etmek istediğiniz vakit, bu mahrem konuşmanızdan evvel sadaka verin. (Mücadele Suresi, 12)] ayetleridir.

Sen,  سِرَّ  ve  نَجْوَى  arasındaki farkı kavradığın zaman ayetten kastedilen mana şöyle olur: Cenab-ı Hakk sanki, “Onlar, Benim sırrı ve fısıldaşmayı bildiğimi, bundan haberdar olduğumu bilmezler mi? Onlar daha nasıl Benim, onların hallerini, zahiri bildiğim gibi bildiğimi ve zahire göre azap ettiğim gibi gizli olan şeylere göre de azap edeceğimi bildikleri halde aslında aralarında sırlaşmak ve fısıldaşmak demek olan nifaka cüret edebiliyorlar?” demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)

[Ve muhakkak ki Allah, gaybları çok iyi bilendir.] Ayette geçen  عَلَّامُ lafzı,  عَلِيم  kelimesinin mübalağa veznidir. Gayb, canlılardan gizli saklı olan şey demektir. Dolayısıyla bu tabirle kastedilen, Allah Teâlâ'nın zatının bütün eşyayı bilmeyi gerektirdiğidir. Bundan dolayı O'nun bütün malumatı bilmiş olması gerekir. Bu sebeple de O'nun, kalplerde ve gönüllerde olan her şeyi bilmesi gerekir. O halde daha nasıl (herhangi bir şey) ondan saklı tutulabilir? Bu ayetteki bu ifadenin bir benzeri de Hz. İsa'nın, ["Şüphesiz ki gaybları hakkıyla bilen Sensin Sen… (Maide Suresi, 116)] şeklindeki sözüdür. Cenab-ı Hakk'ı  عَلَّامَة/allâme kelimesiyle vasfetmek O'na bu ismi vermek ise caiz değildir. Çünkü bu sıyga, bu kalıp, bir çeşit öğrenme külfetini hatıra getirmektedir. Halbuki Allah hakkında tekellüf ise düşünülemez.  (Fahreddin er-Râzî)