يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِق۪ينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْۜ وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَيُّهَا | ey |
|
2 | النَّبِيُّ | peygamber |
|
3 | جَاهِدِ | cihadet |
|
4 | الْكُفَّارَ | kafirlerle |
|
5 | وَالْمُنَافِقِينَ | ve münafıklarla |
|
6 | وَاغْلُظْ | ve sert davran |
|
7 | عَلَيْهِمْ | onlara |
|
8 | وَمَأْوَاهُمْ | ve onların varacakları yer |
|
9 | جَهَنَّمُ | cehennemdir |
|
10 | وَبِئْسَ | ne kötü |
|
11 | الْمَصِيرُ | bir gidiş yeridir |
|
Cihad kelimesini sözlük anlamına göre savaşma veya mânevî mücadele metotlarıyla uğraş verme şeklinde yorumlamak mümkündür. Müşriklere karşı ortaya konacak çaba hakkında kullanıldığında bu kelime genellikle “savaş” anlamına göre açıklanmış olmakla beraber, münafıkların da âyette kendileriyle cihad edilecek kimseler arasında sayılmış olması değişik yorumlara yol açmıştır. Bunları sözlü mücadele yöntemleri ve kamu düzenini bozanlara karşı fiilî önlemler alma şeklinde özetlemek mümkündür. Taberî, İbn Mes‘ûd’un bir sözüne dayanarak âyetin bu kısmını “inkârcılığını açığa vuran münafıklarla da müşriklerle olduğu gibi savaş” şeklinde yorumlamıştır. Fakat Taberî de kalplerindeki inkârcılığı korumakla beraber dışa yansıyan söz ve davranışlarıyla mümin izlenimi veren kimselere karşı sıcak savaş açılmasının mümkün olmadığını kabul etmektedir (X, 183-184). Bu itibarla, cihad kelimesini –en azından küfrünü açığa çıkarmayan münafıklar bakımından– var gücüyle İslâmiyet’i anlatıp onların imana karşı dirençlerini kıracak ve müminlere verebilecekleri zararı en aza indirecek bir çaba göstermek şeklinde anlamak uygun olur. Âyetin kâfirlerle savaşılmasını ve onlara sert davranılmasını isteyen ifadesini ise bu sûrenin 123. âyeti ve Kur’an’ın müslüman olmayanlarla ilişkiler konusundaki diğer buyruklarıyla birlikte değerlendirmek gerekir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 37
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِق۪ينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْۜ
يَٓا nida harfidir. أَیُّ münada nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir. النَّبِيُّ münadadan bedel veya sıfattır.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey!” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır. Mebni münada merfû üzere mebni, mahallen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harf-i tarifli isim. Burada münada nekre-i maksude olarak geldiği için mebni münadaya girer ve merfû üzere mebni, mahallen mansubdur.
Münadanın başında harf-i tarif varsa önüne müzekker isimlerde اَيُّهَا, müennes isimlerde اَيَّتُهَا getirilir. Bunlardan sonra gelen müştak ise sıfat, camid ise bedel olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Nidanın cevabı جَاهِدِ الْكُفَّارَ ’dur.
جَاهِدِ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili ise müstetir olup takdiri أنت ’dir. الْكُفَّارَ mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.
الْمُنَافِقٖينَ kelimesi atıf harfi وَ ’la الْكُفَّارَ ’ye matuf olup nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اغْلُظْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili ise müstetir olup takdiri أنت ’dir.
عَلَيْهِمْ car-mecruru اغْلُظْ fiiline müteallıktır.
الْمُنَافِقٖينَ sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan mufâale babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. مَأْوٰيهُمْ mübteda olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi ى olan isimlere maksûr isimler denir. Maksûr isimler genellikle ى ile biter. Fakat çok az olarak ا ile biten maksûr isimler de vardır. Maksûr isimlerin sonunda yer alan bu harflere elif-i maksûre denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi.
Maksûr isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile mansub halinde takdiri fetha ile mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksûr isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. مَأْوٰيهُمْ burada maksûr isim olduğu için takdiren merfû olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. جَهَنَّمُ haber olup gayri munsariftir.
Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte Arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ
وَ istinâfiyyedir. بِئْسَ, zem anlamı taşıyan camid fildir. الْمَصٖيرُ failidir. بِئْسَ fiilinin mahsusu mahzuftur. Takdiri, جهنّم şeklindedir. Dönüş manasındaki الْمَصٖيرُ kelimesi mimli masdardır.
بِئْسَ zem fiili bir şahsı veya nesneyi yermek maksadıyla kurulan cümlelerde olur. Cümleye kattığı genel anlam hayret ve mübalağa ifadesidir. Zem fiili ile kurulan cümlelerde fail; marife veya gizli zamir olur, ondan sonra da mahsus gelir. Fail zamir ise temyizle yahut مَا ile belirtilir. Bu fiilin failinin geliş şekilleri şunlardır:
1. Failinin ال ’lı gelmesi
2. Failinin ال ’lı isme muzâf olarak gelmesi
3. Bu fiillerin مَا harfine bitişik olarak gelmesi
4. Failinin ism-i mevsûl olarak gelmesi
Burada faili ال ’lı gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِق۪ينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mütekellim Allah Teâlâ, muhatap Hz. Peygamberdir. النَّبِيُّ ’deki elif-lâm ahd-i ilmîdir.
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ nidasıyla arkadan gelen mananın önemine dikkat çekilmiştir.
Nidanın cevabı olarak gelen جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقٖينَ cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Aynı üslupta gelen وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ cümlesi nidanın cevabına matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Emir ve Nehiylerin Aciliyet İfade Edip Etmeme Durumları:
- Emirler aciliyet veya tehir ifade etmezler. Sadece bir şeyin yapılmasını isterler.
- Nehiyler aciliyet ifade ederler. Yasaklanan şeyden hemen uzaklaşılmasını isterler. (Hasan Karakaya, Fıkıh usulü, s. 558-559)
Burada kâfirlerle cihadın emredilme sebebinin münafıklar için de tahakkuk ettiğini belirtmek mahiyetinde münafıklar kâfirlerle birlikte zikredilmiştir. Bu yüzden münafıklarla yapılan cihat, kâfirlerle yapılan cihat gibidir. (Âşûr)
Bu ayet; Tabiinden Ata’ya göre bu konularda her türlü affı ve müsamahayı neshetmiş, ortadan kaldırmıştır. (Ebüssuûd)
“Kâfirlere ve münafıklara karşı cihat aç! Ve onlara karşı katı ol! Yumuşak davranma.” Bundan anlaşılıyor ki cihat yalnızca kılıç ile veya başka silahlarla yapılan savaşla olmaz. Yine bu ifadeden anlaşıldığına göre جِهَاد kelimesi قِتَال yani savaş kelimesinden daha geniş kapsamlıdır. Gerçekten de cihat kılıçla, dille, yazı ve yayın yoluyla veya daha başka yollarla, ne şekilde olursa olsun cehd ve gayret göstermek, çalışıp uğraşmak, mücahede eylemek demektir ki savaş bunun sadece bir özel çeşididir. (Elmalılı)
Abdullah İbni Mesud, Hakk Teâlâ'nın, “Kâfirlerle ve münafıklarla mücahede et!” ayetinin tefsirinde şöyle demektedir: “Bu, bazen el ile bazen de dil ile yapılır. Bunlara gücü yetmeyen ise onunla karşılaşınca, kin ve gayzdan (öfkeden) dişlerini göstersin. Buna da gücü yetmeyen kalbi ile buğz etsin.” (Fahreddin er-Râzî)
وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ
وَ istînâfiyyedir. وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُ, mübteda ve haberden müteşekkil olup sübut ifade eder. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede müsnedün ileyhin izafetle gelmesi tahkir içindir.
وَ atıf veya istînâfiyye içindir. وَبِئْسَ الْمَصٖيرُ cümlesi, gayri talebî inşâî isnaddır.
Zem fiili بِئْسَ ’nin mahsusunun mahzuf oluşu, îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri, عذاب النار ’dır. Zem fiili mahsusuyla birlikte tekid ifade eder.
بِئْسَ zem fiili bir şahsı veya nesneyi yermek maksadıyla kurulan cümlelerde olur. Cümleye kattığı genel anlam hayret ve mübalağa ifadesidir.
Cehennemin sığınak olması ilginç bir tabirdir. İnsan cehenneme sığınır mı? Öyle bir gazap ki Allah’ın gazabı, insan o gazaptan cehenneme sığınıyor. Rabbim hepimizi muhafaza buyursun.
وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ cümlesi tezyîldir. (Âşûr)
Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُ (Onların sığınacak yerleri cehennemdir.) ibaresinde medhe benzeyen zemmi tekid vardır. Bu ibarede tehekküm istiaresi de düşünülebilir.
مَأْوٰيهُمْ - الْمَصٖيرُ ve الْكُفَّارَ - الْمُنَافِقٖينَ ve جَاهِدِ - اغْلُظْ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.يَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ مَا قَالُواۜ وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُواۚ وَمَا نَقَمُٓوا اِلَّٓا اَنْ اَغْنٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِه۪ۚ فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْراً لَهُمْۚ وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ عَذَاباً اَل۪يماً فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ وَمَا لَهُمْ فِي الْاَرْضِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَحْلِفُونَ | yemin ediyorlar |
|
2 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
3 | مَا |
|
|
4 | قَالُوا | söylemediklerine |
|
5 | وَلَقَدْ | halbuki |
|
6 | قَالُوا | söylediler |
|
7 | كَلِمَةَ | (o) sözü |
|
8 | الْكُفْرِ | küfür |
|
9 | وَكَفَرُوا | ve inkar ettiler |
|
10 | بَعْدَ | sonra |
|
11 | إِسْلَامِهِمْ | İslam olduktan |
|
12 | وَهَمُّوا | ve yeltendiler |
|
13 | بِمَا | bir şeye |
|
14 | لَمْ |
|
|
15 | يَنَالُوا | başaramadıkları |
|
16 | وَمَا |
|
|
17 | نَقَمُوا | ve öc almağa kalktılar |
|
18 | إِلَّا | sırf |
|
19 | أَنْ | diye |
|
20 | أَغْنَاهُمُ | kendilerini zengin etti |
|
21 | اللَّهُ | Allah |
|
22 | وَرَسُولُهُ | ve Elçisi |
|
23 | مِنْ |
|
|
24 | فَضْلِهِ | lutfiyle |
|
25 | فَإِنْ | eğer |
|
26 | يَتُوبُوا | tevbe ederlerse |
|
27 | يَكُ | olur |
|
28 | خَيْرًا | daha iyi |
|
29 | لَهُمْ | kendileri için |
|
30 | وَإِنْ | yok eğer |
|
31 | يَتَوَلَّوْا | dönerlerse |
|
32 | يُعَذِّبْهُمُ | onlara azabedecektir |
|
33 | اللَّهُ | Allah |
|
34 | عَذَابًا | bir azapla |
|
35 | أَلِيمًا | acıklı |
|
36 | فِي |
|
|
37 | الدُّنْيَا | dünyada |
|
38 | وَالْاخِرَةِ | ve ahirette |
|
39 | وَمَا | yoktur |
|
40 | لَهُمْ | onların |
|
41 | فِي |
|
|
42 | الْأَرْضِ | yeryüzünde |
|
43 | مِنْ | hiçbir |
|
44 | وَلِيٍّ | velisi |
|
45 | وَلَا | ne de |
|
46 | نَصِيرٍ | yardımcısı |
|
Tefsirlerde âyetin iniş sebebi hakkında değişik rivayetler yer almıştır. Kaynaklarda münafıkların söylemediklerine dair Allah adına yemin ettikleri sözün ne olduğunu açıklamaya elverişli olaylar nakledilmekle beraber (Taberî, X, 184-186), âyetin asıl hedefi belirli bir olayı veya olayları hatırlatmak değil münafıkların –ne kadar inkâr ederlerse etsinler– küfür ve samimiyetsizliklerini gösteren sözler söylemiş olduklarını kesin biçimde ortaya koymak ve onların yeminlerine de güvenilemeyeceğine dikkat çekmektir.
Münafıkların kafalarında iyice tasarlayıp da başaramadıkları iş genellikle Hz. Peygamber’e suikast girişimi şeklinde açıklanmıştır (Taberî, X, 186-187). Âyetin geldiği zamanın şartları ve rivayet edilen olaylar böyle bir yorumu destekler nitelikte olmakla birlikte, Muhammed Esed bu tarihsel açıklamanın ötesinde âyetin daha derin bir anlama işaret etmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Âyetin bu kısmına, “Onlar ulaşamayacakları bir amaç peşindeydiler” şeklinde mâna veren Esed’in burayla ilgili yorumu şöyledir: Burada kişinin, insan hayatının anlam ve amacı hakkında müsbet bir inanç sahibi olmadan içsel bir huzura, mânevî yetkinliğe ulaşamayacağı gerçeği dile getirilmektedir; ki böyle bir inanca, üstün erdem ve duyarlılıklarla donanmış kişilere yani peygamberlere indirilen vahiy yardımıyla ulaşılabilir. Bu itibarla, “Allah’a teslim olmak” konusunda gösterdikleri kararsız istekle, Hz. Peygamber’in kendilerine teklif ettiği rehberliğe itibar etmek konusundaki isteksizlikleri arasında bocalayan, kendilerini tüketip duran münafıklar, böyle yapmakla, “ulaşamayacakları bir amaç güdüyorlardı” (I, 372).
Kur’an’ın mânevî rehberliğinin ve onun ahlâkî ve toplumsal ilke ve öğretilerine bağlılığın sağlayacağı maddî ve toplumsal refah açıkça görünmeye başlamıştı. Nitekim Hz. Peygamber’in ve Mekkeli müslümanların Medine’ye gelmeleri ile birlikte buranın sosyal ve iktisadî yaşantısında yeni bir dönem başlamış, kısa zamanda çok olumlu gelişmeler olmuştu. Özellikle âyetin indiği –Resûlullah’ın vefatına yakın– sıralarda Medine toplumunun refah düzeyi oldukça yükselmiş ve Medineliler’in çevrede kazandığı saygınlık daha önceleri tasavvur edemeyecekleri kadar artmıştı. Bu durumda, münafıkların Hz. Peygamber’e bağlılıkta gösterdikleri isteksizliğin onda ve onun tebliğ ettiklerinde bu bakımdan bulabildikleri hata veya eksiklikten kaynaklanması mümkün değildi. İşte âyette, “Onların öç almaya kalkışmaları için Allah’ın ve O’nun lutfu sayesinde resulünün kendilerini zengin etmesinden başka bir sebep de yoktu!” buyurularak, onların Resûlullah’a ve müminlere hasmane bir tavır takınmalarının, başka bir haklı sebepten değil sadece bu dinin onlara sağladığı ve sağlayabileceği maddî mânevî nimet ve erdemlere karşı nankör ve liyakatsiz olmalarından kaynaklandığına işaret edilmiş olmaktadır (Şevkânî, II,
Münafıkların inkârcılıklarını ve yeminlerine güvenilemeyeceğini kesin bir biçimde ifade eden, onların bu tutumlarını haklı kılacak bir gerekçenin de bulunmadığını ortaya koyan âyetin, yine de onları dışlayan değil, tövbeye çağıran bir üslûpla devam etmesi Kur’an’ın insana bakışı konusunda çok önemli ipuçları vermektedir. İnanmadığı halde inanmış gibi görünme noktasına varan bilinçli bir güven bunalımı yaratmış kişilere karşı dahi tövbe kapısının açık olduğunu bildiren bu âyetin, somut bir durumdan hareketle, –ne kadar kusurlu olursa olsun– insanın ilâhî bağışlanma başvurusunda bulunmasına asla engel olunamayacağını hatırlattığı söylenebilir. Âyetin sonunda bu altın fırsatları değerlendirmemekte direnen kişiler için acı sonun kaçınılmaz olduğu da haber verilmiştir.
Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 37-39
Hz. Peygamber (s.a.v) ve Müslümanlar Tebük’te on küsur gün kaldıktan sonra Medine’ye dönmek üzere yola çıktılar. Bu yolculuk sırasında Allah’a ve Peygamber’e inanmamış olan bir grup, şeytanın tahrikine kapılarak Resulullah’a (s.a.v) suikast düzenlemeyi kararlaştırdı. Bu menfur eylemi Peygamber’in devesi yanlarından geçerken onu ürküterek Resulullah’ı yakınlardaki bir vadiden aşağı atmasını sağlamak suretiyle gerçekleştirmeyi plânladılar.
Ordu Şam ile Medine arasında yer alan bir geçide vardığında Hz. Peygamber askerlerine: “İçinizde vadinin tabanı boyunca yol almak isteyenler varsa, orası sizin için daha geniştir.” dedi. Bunun üzerine askerler vadi tabanı boyunca yol almayı tercih ederlerken, Resulullah’ın kendisi geçit yolundan gitmeyi uygun gördü. Devesini önden Ammar b. Yasir çekerken, arkadan onu Huzeyfe b. Yeman güdüyordu. Hz. Peygamber (s.a.a) bu sırada ay ışığında yüzleri örtülü ve kuşku uyandırıcı bir hareket tarzı ile peşinden gelen birkaç atlıyı fark etti. Onlara kızarak kendilerine yüksek sesle bağırdı ve Huzeyfe’ye binek hayvanlarının yüzlerine elindeki kamçı ile vurmasını emretti. Bunun üzerine adamlar korkuya kapıldılar, Hz. Peygamber’in (s.a.a) içlerinde gizledikleri hain plânı sezdiğini anladılar. Bu korku ile insanlar arasına karışarak kimliklerinin ortaya çıkmamasını sağlamak için geçit yolundan ayrılıp hızla gözlerden kayboldular.
Huzeyfe bu canilerin binek hayvanları aracılığı ile kim oldukları belirlendikten sonra üzerlerine gönderilecek kişiler eli ile öldürülmelerini Resulullah’tan (s.a.a) istedi. Fakat rahmet peygamberi olan Resulullah onları affetti ve işlerini yüce Allah’a havale etti.
(- el-Meğazî, c.3, s.1042; Mecmau’l-Beyan, c.3, s.46; Biharu’l-Envar, c.21, s.247)
يَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ مَا قَالُواۜ
Fiil cümlesidir. يَحْلِفُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِاللّٰهِ car-mecruru يَحْلِفُونَ fiiline müteallıktır. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mef’ûlün bihi hazfedilmiştir. Takdiri, ما بلغك عنهم من السبّ şeklindedir.
وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُواۚ
وَ istinâfiyyedir. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
كَلِمَةَ mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. الْكُفْرِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بَعْدَ zaman zarfı, كَفَرُوا fiiline müteallıktır. اِسْلَامِهِمْ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بَعْدَ ve قَبْلَ ’nin geliş şekilleri şöyledir:
1. Başlarına harf-i cer gelmeksizin muzâf olduklarında mansubdurlar.
2. Muzâf olup başlarına harf-i cer geldiğinde mecrur olurlar.
3. Cümleye muzâf olduklarında cümlenin başında اَنْ bulunur.
4. Muzâfun ileyhleri hazf edilince damme üzere mebni olurlar.
Ayette بَعْدَ başına harf-i cer gelmeksizin muzâf olduğu için mansubdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ atıf harfidir. هَمُّوا damme üzere mebni mazi fiildir.
مَا müşterek ism-i mevsûlü, بِ harfiyle birlikte هَمُّوا fiiline müteallıktır. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يَنَالُوا fiili نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
وَمَا نَقَمُٓوا اِلَّٓا اَنْ اَغْنٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِه۪ۚ
وَ istînâfiyyedir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
نَقَمُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اِلَّٓا hasr edatıdır.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, نَقَمُٓوا fiilinin mef’ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.
اَغْنٰيهُمُ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. رَسُولُهُ kelimesi atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur.
مِنْ فَضْلِهٖ car-mecruru اَغْنٰيهُمُ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هٖ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنْ harf-i ceri mecruruna ibtidaiyye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel-karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. Burada ibtidaiyye manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْراً لَهُمْۚ
فَ istînâfiyyedir. اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. يَتُوبُوا şart fiili ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Şartın cevabı يَكُ خَيْراً لَهُمْ ’dur.
Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa اِنْ kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Şart ve cevap fiilleri mazi de muzari de gelebilir. Ancak aslolan ikisinin de muzari gelmesidir. Cevap cümlesi ise mazi ve muzari cümleleriyle gelebildiği gibi diğer cümlelerle de gelebilir.
Cevap cümlesi; başına hiçbir edat gelmeyen olumlu mazi ve muzari olarak geldiğinde başına cevap (rabıt) ف ’si gelmez. Ayrıca لَمْ (cahd-ı mutlak) ve لَا (nefyi istikbal) ile menfi olan muzari olarak geldiğinde de umumiyetle başına cevap (rabıt) ف ’si gelmez, bunun haricinde gelen cümle çeşitlerinde ise umumiyetle başına cevap (rabıt) ف ’si gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَكُ nakıs, meczum muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
يَكُ ’nun ismi müstetir olup takdiri هو ’dir. خَيْراً kelimesi يَكُ ’nun haberi olup lafzen mansubdur.
يَكُ ’nun aslı يَكُونُ ’dir. Şart edatı اِنْ ’den dolayı نَ ’un harekesi hazfedilmiş, sonra da iki sakin bir araya geldiği için و hazfedilmiştir. İllet harfi وَ ’a benzediğinden tahfif için نْ hazfedilmiştir. Böylece geriye يَكُ lafzı kalmıştır.
لَهُمْ car-mecruru خَيْراً ’e müteallıktır.
خَيْراً kelimesi ism-i tafdil kalıbındandır. Çok kullanıldığı için başındaki hemze hafifletilmiştir.
İsm-i tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil اَفْضَلُ veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir.
İsm-i tafdilden önce gelen isme mufaddal, sonra gelen isme mufaddalun aleyh denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır.
خَيْرٌ ve شَرٌّ kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de umumiyetle ism-i tafdil manasında gelmiştir. Bunların asılları اَخْيَرُ ve اَشْرَرُ veznindedir. Çok kullanıldıklarından dolayı Arap dilbilgisinde bu şekilde gelmektedir. İsm-i tafdilin geliş şekilleri:
1. ال ’sız مِنْ ’li gelir. مِنْ hazf edilebilir. Karşılaştırma içindir. “Daha” manası verir. Müfred müzekker olmalıdır.
2. ال ’lı gelir. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Mutabakat
olmalıdır (yani bir önceki kelimeye uymalıdır).
3. Marifeye muzâf olur. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Mutabakat olabilir (yani bir önceki kelimeye uymalıdır) veya müfred müzekker olabilir.
4. Nekreye muzâf olur. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Müfred müzekker olmalıdır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ عَذَاباً اَل۪يماً فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ
وَ atıf harfidir. اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. يَتَوَلَّوْا fiili نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
Şartın cevabı يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ ’dur.
يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ cümlesi ف harfi bitişmeden gelmiş şartın cevabıdır.
يُعَذِّبْهُمُ meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlün bih olarak mahallen mansubur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
عَذَاباً kelimesi mef’ûlü mutlaktan naibdir. اَلٖيماً kelimesi عَذَاباً ’in sıfatıdır. Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar:
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsûfuna: Cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar:
Not: Gayr-ı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan Sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. Burada اَلٖيماً kelimesi hakiki ve müfred sıfat olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فِي الدُّنْيَا car-mecruru يُعَذِّبْهُمُ fiiline müteallıktır. الدُّنْيَا elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi ى olan isimlere maksûr isimler denir. Maksûr isimler genellikle ى ile biter. Fakat çok az olarak ا ile biten maksûr isimler de vardır. Maksûr isimlerin sonunda yer alan bu harflere elif-i maksûre denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi.
Maksûr isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile mansub halinde takdiri fetha ile mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksûr isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. الدُّنْيَا burada maksûr isim olduğu için takdiren mecrur olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْاٰخِرَةِ kelimesi atıf harfi وَ ’la الدُّنْيَا ’ya matuftur.
يَتَوَلَّوْا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi ولي ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
يُعَذِّبْهُمُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi عذب ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef’ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَمَا لَهُمْ فِي الْاَرْضِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. لَهُمْ car-mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
فِي الْاَرْضِ car-mecruru وَلِيٍّ ’e müteallıktır. مِنْ harfi zaiddir. وَلِيٍّ lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
مِنْ harf-i ceri mecruruna ibtidaiyye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel – karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. Burada zaid olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. نَصٖيرٍ kelimesi atıf harfi وَ ’la وَلِيٍّ ’e matuftur.يَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ مَا قَالُواۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Menfi mazi fiil sıygasındaki مَا قَالُوا cümlesi, ettikleri yeminin cevabıdır. Kasem cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
يَحْلِفُونَ - قَالُوا kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
حْلِفُ fiili Kur’an-ı Kerim’de 13 yerde geçmiş ve hepsinde de bozulan yeminler için kullanılmıştır. Çoğunlukla bu ayette olduğu gibi münafıklara isnad edilmiştir. Her zaman yalan yere yemin anlamında kullanılmıştır. (Dr. Ayşe Abdurrahman bintü’ş Şâtî, İ’câzü’l Beyânî li’l Kur’an, s. 221)
وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُواۚ
وَ istînâfiyyedir. لَ mahzuf kasemin cevabına gelen harftir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Kasem cümlesini oluşturan kasem fiili, kasem edatı ve kasem edilen isim hazfedilmiştir. Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.
Cevap cümlesi قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. قَدْ ve لَ tekid ifade eder.
Yine mazi fiil sıygasında gelen وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ cümlesi ve aynı üslupta gelen وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُوا cümelesi, kasemin cevabına وَ ile atfedilmiştir. Her iki cümlenin de atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl هَمُّوا ,مَا fiiline müteallıktır. Sılası olan لَمْ يَنَالُوا menfi muzari fiil sıygasında gelerek, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
الْكُفْرِ - كَفَرُوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْكُفْر - اِسْلَامِهِمْ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
قَالُوا kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
قَالُوا - كَفَرُوا - هَمُّوا - لَمْ يَنَالُوا kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
وَمَا نَقَمُٓوا اِلَّٓا اَنْ اَغْنٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِه۪ۚ
وَ istînâfiyyedir. Menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki mazi fiil cümlesi اَغْنٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِهٖ, masdar teviliyle, نَقَمُٓوا fiilinin mef’ûlü yerindedir.
نَقَمُٓوا kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
Nefy harfi ve istisna harfiyle oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Kasr fiille mef’ûlü arasındadır. Bu durumda kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması caizdir. Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, başka mef'ûllere değil zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir. O mef'ûlde vaki olan başka fiiller vardır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
إلّا أنْ أغْناهُمُ اللَّهُ ورَسُولُهُ مِن فَضْلِهِ sözü tehekkümi istisnadır. (Âşûr)
رَسُولُهُ ve فَضْلِهٖ izafetlerinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan رَسُولُ ve فَضْلِ şan ve şeref kazanmıştır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlede zemme benzeyen bir şeyle medhi tekid sanatı vardır.
İstisna edatına kadar olan kısım zaten yerilecek bir durum iken edattan sonra gelen bu eleştiri ile birlikte yergi tekid edilmiştir. Müslümanlar cihetinden bakıldığında ise istisna edatından sonraki kısım münafıkların intikam almaya kalkışmaları için sebep teşkil edecek bir şey değildir. Onların Müslümanlara karşı böyle bir tavra girmeleri ise inananlar için övgülerinin tekidi anlamına gelecektir. (Hasan Uçar, Doktora Tezi Kur’an-I Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları ve Sâbûnî, Safvetu’t Tefasir)
Bu suçları işleyen münafıklar, inkârlarının gerekçesi olarak Allah’ın lütfuyla onları zengin etmesini ileri sürdüler. Halbuki Allah’ın elçisi Medine’ye geldiğinde onlar son derece sıkıntı içinde idiler. Zengin etmek, aslında bir övgü sıfatıdır. Ancak münafıkların zenginliği yergi sıfatı olmuştur. Çünkü bu zenginliğin beraberinde küfür ve inkâr söz konusudur. (Lâşîn, el-Bedî‘ fi Dav’i Esâlîbi’l-Kur’an, s. 90.)
الفَضْلُ, bol bol verme ve eli açıklıkta ziyade manası taşır. مِنْ ise ibtidaiyyedir. Zenginleştirmenin sebebinin الفَضْلِ vasfına bağlanması, zenginleşilen şeyin bolluğundan kinayedir. Nitekim الفَضْلِ, sahibi verdiği zaman ancak bol bol verir. (Âşûr)
فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْراً لَهُمْۚ وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ عَذَاباً اَل۪يماً فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ
فَ istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda gelmiş haberî isnaddır. Şart cümlesi olan يَتُوبُوا müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cevap cümlesi ise كَانَ ’nin dahil olduğu, sübut ifade eden isim cümlesidir.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İkinci şart cümlesi اِنْ يَتَوَلَّوْا, öncekine tezat nedeniyle atfedilmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan يَتَوَلَّوْا şart, yine muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan …يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ cümlesi, cevaptır.
اِنْ edatı başlıca şu yerlerde kullanılır:
يَتُوبُوا - يَتَوَلَّوْا kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde haşyet duygularını korkuyu artırmak için yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْراً لَهُمْ cümlesiyle وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ عَذَاباً اَلٖيماً فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
يُعَذِّبْهُمُ - عَذَاباً kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الدُّنْيَا - الْاٰخِرَةِ ve عَذَاباً - خَيْراً kelime grupları arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
فَضْلِهٖ - عَذَاباً ve يَتُوبُوا - يَتَوَلَّوْا kelime grupları arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
عَذَاباً اَلٖيماً ibaresindeki nekirelik azabın çok şiddetli ve korkunç olduğunu gösterir.
عَذَاباً ,اَلٖيماً için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
وَمَا لَهُمْ فِي الْاَرْضِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
…يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ cümlesine tezâyüf nedeniyle atfedilen cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. Sübut ifade eden menfi isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, isim cümlesi, zaid harf ve nefy harfinin tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
وَلَا نَصٖيرٍ (Ne de bir yardımcı) ifadesi de olumsuzlamaya atıftır ki eğer bunun başına لَا ifadesi gelmemiş olsaydı hem dostluğun hem de yardımın ikisinin bir arada onlardan olumsuzlandığı şeklindeki anlam müphemleşebilir ve bunlardan sadece birinin olumsuzlandığı vehmi ortaya çıkabilirdi. Bu yüzden “ne de bir yardımcı” ifadesi kullanılarak her ikisinin de kasıtlı olarak olumsuzlandığı belirtilmiş oldu. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr, Bakara Suresi, 107)
Bu cümlede üç anlam vardır:
وَمِنْهُمْ مَنْ عَاهَدَ اللّٰهَ لَئِنْ اٰتٰينَا مِنْ فَضْلِه۪ لَنَصَّدَّقَنَّ وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِح۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمِنْهُمْ | ve onlardan |
|
2 | مَنْ | kimileri |
|
3 | عَاهَدَ | and içtiler |
|
4 | اللَّهَ | Allah’a |
|
5 | لَئِنْ | eğer |
|
6 | اتَانَا | bize verirse |
|
7 | مِنْ |
|
|
8 | فَضْلِهِ | lutfundan |
|
9 | لَنَصَّدَّقَنَّ | elbette sadaka vereceğiz |
|
10 | وَلَنَكُونَنَّ | ve olacağız |
|
11 | مِنَ | -dan |
|
12 | الصَّالِحِينَ | yararlı insanlar- |
|
وَمِنْهُمْ مَنْ عَاهَدَ اللّٰهَ لَئِنْ اٰتٰينَا مِنْ فَضْلِه۪ لَنَصَّدَّقَنَّ وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِح۪ينَ
وَ istînâfiyyedir. مِنْهُمْ car-mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlün sılası عَاهَدَ اللّٰهَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
عَاهَدَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
اللّٰهَ lafza-i celâli, mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.
لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. إِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder.
اٰتٰينَا şart fiili olup elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
مِنْ فَضْلِهٖ car-mecruru اٰتٰينَا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هٖ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. نَصَّدَّقَنَّ fiilinin sonundaki نَّ, tekid ifade eden nûn-u sakiledir. Fetha üzere mebni muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
وَ atıf harfidir. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir.
نَكُونَنَّ fiilinin sonundaki نَّ, tekid ifade eden nûn-u sakiledir. كان ’nin ismi müstetir olup takdiri نحن ’dur.
نَكُونَنَّ fetha üzere mebni nakıs muzari fiildir.
Tekid nunları bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lâmı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)
مِنَ الصَّالِحٖينَ car-mecruru نَكُونَنَّ fiilinin mahzuf haberine müteallıktır. Cer alameti ي harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
Şartın cevabı kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur.
الصَّالِحٖينَ kelimesi sülâsî mücerred olan صلح fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَاهَدَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi عهد ’dir.
Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
نَصَّدَّقَنَّ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi صدق ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
Tekellüf, zorluk demektir. Bu zorluk da: a) Kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmak. b) Gösterişe kapılmak, yapmacık hal ve hareket, zoraki hareket. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَنَصَّدَّقَنَّ fiilinin aslı لَنَتصَّدَّقَنَّ şeklinde olup ت harfi ص harfine dönüşmüştür.
وَمِنْهُمْ مَنْ عَاهَدَ اللّٰهَ لَئِنْ اٰتٰينَا مِنْ فَضْلِه۪ لَنَصَّدَّقَنَّ وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِح۪ينَ
وَ istînâfiyyedir. Sübut ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. مِنْهُمْ mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Muahhar mübteda konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ’in sılası عَاهَدَ اللّٰهَ, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
Lâm-ı muvattienin dahil olduğu لَئِنْ اٰتٰينَا مِنْ فَضْلِهٖ cümlesi, şart cümlesidir.
Kasem cümlesinin ve şartın cevabının hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Kasemin cevabının delaletiyle hazfedilen cevabıyla birlikte şart cümlesi, şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır.
لَنَصَّدَّقَنَّ kasemin cevabıdır. Fiilin başındaki لَ, kasemin cevap harfidir. İki unsurla tekid edilen cevap cümlesi, muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Şart ve kasem cümleleri عَاهَدَ اللّٰهَ için tefsiriyye hükmündedir.
Aynı üslupla gelen وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِحٖينَ cümlesi, kasemin cevabına hükümde ortaklık sebebiyle atfedilmiştir. كان ’nin dahil olduğu cümlede îcâz-ı hazif vardır. مِنَ الصَّالِحٖينَ, bu mahzuf habere müteallıktır.
لَنَصَّدَّقَنَّ ve لَنَكُونَنَّ fiillerinin başındaki لَ ve sonundaki şeddeli نَّ harfleri tekid ifade eder.
فَلَمَّٓا اٰتٰيهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ بَخِلُوا بِه۪ وَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ
فَلَمَّٓا اٰتٰيهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ بَخِلُوا بِه۪ وَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ
فَ atıf harfidir. لَمَّٓا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
اٰتٰيهُمْ şart fiili olup elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.
مِنْ فَضْلِهٖ car-mecruru اٰتٰينَا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هٖ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Şartın cevabı بَخِلُوا بِهٖ ’dir. بَخِلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِهٖ car-mecruru بَخِلُوا fiiline müteallıktır.
تَوَلَّوْا cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline (kendinden öncesine) matuftur. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَوَلَّوْا mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.
وَ haliyyedir. Hal, cümlede failin, mef’ûlün veya her ikisinin durumunu bildiren lafızdır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına و ve zamir veya yalnız و gelir. Bazen و gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
مُعْرِضُونَ kelimesi mübtedanın haberi olup olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
مُعْرِضُونَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَوَلَّوْا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi ولي ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
فَلَمَّٓا اٰتٰيهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ بَخِلُوا بِه۪ وَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ
فَ atıf harfidir. Ayet şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi aynı zamanda muzâfun ileyh olan اٰتٰيهُمْ مِنْ فَضْلِهٖ cümlesidir ve müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cevap cümlesi olan بَخِلُوا بِهٖ, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üslupta gelen وَتَوَلَّوْا cümlesi şartın cevabına matuftur.
İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelam olan وَهُمْ مُعْرِضُونَ, hal cümlesi
olarak mansub mahaldedir. Hal cümleleri anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
Onlar, dönek bir topluluktu; bedenleriyle dönerken kalpleriyle de yüz çevirmişlerdi. (Ebüssuûd)
فَضْلِهٖ izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan فَضْلِ şan ve şeref kazanmıştır.
وَتَوَلَّوْا - مُعْرِضُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
إعْراض ; nefsini arz etmektir. Yani şahsiyetini, makamını ortaya koymaktır. Bu da ancak karşılaştığı bir şeyden ayrılmakla olur. Bunun için çoğunlukla عن harfiyle kullanılır. Bu fiil düşünmeden reddetmek ve ayrılmayı ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Fussilet s. 32)فَاَعْقَبَهُمْ نِفَاقاً ف۪ي قُلُوبِهِمْ اِلٰى يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ بِمَٓا اَخْلَفُوا اللّٰهَ مَا وَعَدُوهُ وَبِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَأَعْقَبَهُمْ | sokmuştur |
|
2 | نِفَاقًا | iki yüzlülük |
|
3 | فِي | içine |
|
4 | قُلُوبِهِمْ | onların kalblerine |
|
5 | إِلَىٰ | kadar |
|
6 | يَوْمِ | güne |
|
7 | يَلْقَوْنَهُ | kendisiyle karşılaşacakları |
|
8 | بِمَا | dolayı |
|
9 | أَخْلَفُوا | döndüklerinden |
|
10 | اللَّهَ | Allah |
|
11 | مَا | nedeniyle |
|
12 | وَعَدُوهُ | verdikleri sözden |
|
13 | وَبِمَا | ve dolayı |
|
14 | كَانُوا | olduklarından |
|
15 | يَكْذِبُونَ | yalan söylüyor(lar) |
|
فَاَعْقَبَهُمْ نِفَاقاً ف۪ي قُلُوبِهِمْ اِلٰى يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ بِمَٓا اَخْلَفُوا اللّٰهَ مَا وَعَدُوهُ وَبِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir.
فَ : Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَعْقَبَهُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur. نِفَاقاً ikinci mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.
فٖي قُلُوبِهِمْ car-mecruru نِفَاقاً ‘in mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِلٰى يَوْمِ car-mecruru نِفَاقاً ’in ikinci mahzuf sıfatına müteallıktır. يَلْقَوْنَهُ fiili يَوْمِ ’nin muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يَلْقَوْنَهُ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.
مَا müşterek ism-i mevsûlü, بِ harfiyle birlikte ikinci mef’ûlün bihe müteallıktır. İsm-i mevsûlün sılası اَخْلَفُوا اللّٰهَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
اَخْلَفُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اللّٰهَ lafza-i celâli, mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَا, ikinci mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası وَعَدُوهُ ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
وَعَدُوهُ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlün bih olarak mahallen mansubtur.
وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَا müşterek ism-i mevsûl, بِ harf-i ceriyle birlikte birinci ism-i mevsûle matuftur. İsm-i mevsûlün sılası كَانُوا ’nun dahil olduğu isim cümlesidir. Îrabdan mahalli yoktur.
كَانُوا; isim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir.
كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur.
يَكْذِبُونَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur.
يَكْذِبُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَعْقَبَهُمْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi عقب ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerred manasını ifade eder.فَاَعْقَبَهُمْ نِفَاقاً ف۪ي قُلُوبِهِمْ اِلٰى يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ بِمَٓا اَخْلَفُوا اللّٰهَ مَا وَعَدُوهُ وَبِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
Ayet, sebebi müsebbebe bağlayan atıf harfi فَ ile وَتَوَلَّوْا cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Fiilin ikinci mef’ûlü olan نِفَاقاً ’daki tenvin nev ve kesret ifade eder.
فٖي قُلُوبِهِمْ ibaresindeki فٖي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. فٖي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla kalp içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada فٖي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü kalp hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak bu kimselerin kalplerindeki nifakı, etkili bir şekilde ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâğat Dersleri, Beyân İlmi)
يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ ibaresi kıyamet gününden kinayedir.
اِلٰى يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ ’nın(karşılaşma günü’nün) manası إلى يَوْمِ الحَشْرِ ’dır. (Haşr günüdür). Çünkü haşr günü, hesabın görülmesi için Allah ile karşılaşılacak olan gündür. Veya ölüm günüdür. Nitekim ölüm, مَن أحَبَّ لِقاءَ اللَّهِ أحَبَّ اللَّهُ لِقاءَهُ (Kim Allah ile karşılaşmayı isterse Allah da onunla karşılaşmayı ister.) hadis-i şerifinde ifade edildiği gibi Allah ile karşılaşma günüdür. (Âşûr)
Sebebiyye olan بِ harfi nedeniyle mecrur mahaldeki masdar harfi مَا ve akabindeki …اَخْلَفُوا اللّٰهَ cümlesi, masdar teviliyle اَعْقَبَهُمْ fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
اَخْلَفُوا fiilinin ikinci mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَٓا ’nın sılası وَعَدُوهُ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayetteki ikinci masdar harfi ilkine matuftur. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesinde haberin muzari fiil sıygasında cümle olarak gelmesi, hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
Onlar, tasadduk etmek, salihlerden olmak gibi Allah'a verdikleri sözlerden döndükleri, vaatlerini yerine getirmedikleri ve yalan söyledikleri için Allah Teâlâ da onların bu fiillerinin sonucu olarak, ölecekleri güne ya da amellerinin karşılığını alacakları kıyamet gününe kadar kalplerinde derin bir nifak soktu. (Ebüssuûd)
بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ ifadesindeki ب harf-i ceri burada sebebiyet veya ta’lil içindir. Yani bununla, Rabblerine verdikleri sözü yerine getirmemelerinin ve yalanlamalarının sebep olduğu netice belirtilmiştir.
Yalanlamalarının كانُوا يَكْذِبُونَ sıygasıyla gelişi كانَ nakıs fiilinin, söyledikleri yalanın karakterlerinde mücessem ve müşahhas bir varlığa bürünmüş olduğuna delaleti içindir. Muzariliğin delaleti ise bu yalanın tekrarlanarak sürekli bir şekilde yenilenmesidir. (Âşûr)
نِفَاقاً ve يَكْذِبُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
اَلَمْ يَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوٰيهُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَلَمْ |
|
|
2 | يَعْلَمُوا | bilmediler mi ki |
|
3 | أَنَّ | muhakkak |
|
4 | اللَّهَ | Allah |
|
5 | يَعْلَمُ | bilir |
|
6 | سِرَّهُمْ | onların sırlarını |
|
7 | وَنَجْوَاهُمْ | ve gizli konuşmalarını |
|
8 | وَأَنَّ | ve muhakkak |
|
9 | اللَّهَ | Allah |
|
10 | عَلَّامُ | bilendir |
|
11 | الْغُيُوبِ | gizlileri |
|
اَلَمْ يَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوٰيهُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِۚ
Hemze, istifham harfidir. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يَعْلَمُٓوا fiili نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
اَنَّ ve masdar-ı müevvel, يَعْلَمُٓوا fiilinin iki mef’ûlü yerinde olarak mahallen mansubdur.
Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübtedayı ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. Bilmek, sanmak, kalp yani zihin işi olduğundan bu fiillere kalp fiilleri denir. Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir.
Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir:
1. İki mef’ûl alanlar,
2. İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar,
3. İki mef’ûlü hazif olanlar.
Bu ayette يَعْلَمُٓوا fiili bilmek manasına gelen fiillerdendir ve iki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak almıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Fiili muzarinin başına اَنْ harfi geldiği zaman onu nasb ettiği gibi anlamını da masdara çevirmektedir. Bu tür masdarlara masdar anlamı içerdikleri için “tevilli masdar (masdar-ı müevvel cümlesi)” denmektedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنَّ isim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
اللّٰهَ lafza-i celâli, اَنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur. يَعْلَمُ fiili اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
يَعْلَمُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. سِرَّهُمْ mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur
Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. نَجْوٰيهُمْ kelimesi atıf harfi وَ ’la سِرَّهُمْ ’e matuf olup elif üzere mukadder fetha ile mansubdur.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. اَنَّ isim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
اللّٰهَ lafza-i celâli, اَنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.
عَلَّامُ kelimesi اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. الْغُيُوبِ muzâfun ileyh olup lafzen merfûdur.اَلَمْ يَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوٰيهُمْ وَاَنَّ اللّٰهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِۚ
Ayet istînâfiyyedir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Hemze inkârî istifham harfidir. Cümle soru anlamında olmayıp kınama-azarlama manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. اَلَمْ يَعْلَمُٓوا şeklindeki soru ‘bilsinler’ manasında emir hükmündedir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için istifhamda tecâhül-i ârif sanatı, lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
İstînâf, takrir (sabitleştirme) içindir. Hitabın içeriği de kendilerinden bahsedilenlerin durumunun muhatapta yerleşmesine yarar. Zaten muhatap, her dinleyici tarafından bilinen bu maruf durum hakkında bilgi sahibidir. (Âşûr)
Tekid ve masdar harfi اَنَّ ’yi takip eden isim cümlesi masdar teviliyle يَعْلَمُٓوا fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Sübut ifade eden bu isim cümlesinin haberi olan يَعْلَمُ سِرَّهُمْ, muzari fiil sıygasında cümle olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
Faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesi sübut ifade eder.
Ayetteki ikinci masdar harfinin dahil olduğu وَاَنَّ اللّٰهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ cümlesi de faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde mehabet ve haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Müsnedin izafet terkibiyle gelmesi az sözle çok anlam ifade etmesi amacına matuftur. Masdar-ı müevvel وَاَنَّ اللّٰهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ cümlesi mesel tarikinde tezyîldir.
Tezyîl cümleleri önceki manayı tekid kastıyla yapılan ıtnâb sanatıdır.
سِرَّهُمْ - نَجْوٰيهُمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
اَلَمْ يَعْلَمُٓوا - يَعْلَمُ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır.
يَعْلَمُٓوا - يَعْلَمُ - عَلَّامُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
[Münafıklar hala bilmediler mi ki Allah, şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de fısıltılarını da biliyor.] buyurmuştur. سِرَّ, onların kalplerinin gizleyip sakladığı şeydir. نَجْوَى ise kendi aralarında birbirleriyle fısıldaşarak görüşmeleridir. نَجْوَى kelimesi de نَجْو ’den gelir. Bu kelime de gizli söz, gizli konuşmak demektir. Buna göre fısıldaşan iki kimse, sanki, başkasının kendileriyle birlikte olmasını önlemişler ve kendileri dışındakilerden uzaklaşmışlar demektir. Bunun bir benzeri de Cenab-ı Hakk'ın, [Onu çok münacaat eden bir kimse olarak yaklaştırdık. (Meryem Suresi, 52)], [Vakta ki artık ondan ümitlerini kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler. (Yusuf Suresi, 80)], [Günahı, düşmanlığı... fısıldaşmayın. İyiliği, takvayı fısıldaşın. (Mücadele Suresi, 9)] ve [Siz peygambere mahrem bir şey arz etmek istediğiniz vakit, bu mahrem konuşmanızdan evvel sadaka verin. (Mücadele Suresi, 12)] ayetleridir.
Sen, سِرَّ ve نَجْوَى arasındaki farkı kavradığın zaman ayetten kastedilen mana şöyle olur: Cenab-ı Hakk sanki, “Onlar, Benim sırrı ve fısıldaşmayı bildiğimi, bundan haberdar olduğumu bilmezler mi? Onlar daha nasıl Benim, onların hallerini, zahiri bildiğim gibi bildiğimi ve zahire göre azap ettiğim gibi gizli olan şeylere göre de azap edeceğimi bildikleri halde aslında aralarında sırlaşmak ve fısıldaşmak demek olan nifaka cüret edebiliyorlar?” demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
[Ve muhakkak ki Allah, gaybları çok iyi bilendir.] Ayette geçen عَلَّامُ lafzı, عَلِيم kelimesinin mübalağa veznidir. Gayb, canlılardan gizli saklı olan şey demektir. Dolayısıyla bu tabirle kastedilen, Allah Teâlâ'nın zatının bütün eşyayı bilmeyi gerektirdiğidir. Bundan dolayı O'nun bütün malumatı bilmiş olması gerekir. Bu sebeple de O'nun, kalplerde ve gönüllerde olan her şeyi bilmesi gerekir. O halde daha nasıl (herhangi bir şey) ondan saklı tutulabilir? Bu ayetteki bu ifadenin bir benzeri de Hz. İsa'nın, ["Şüphesiz ki gaybları hakkıyla bilen Sensin Sen… (Maide Suresi, 116)] şeklindeki sözüdür. Cenab-ı Hakk'ı عَلَّامَة/allâme kelimesiyle vasfetmek O'na bu ismi vermek ise caiz değildir. Çünkü bu sıyga, bu kalıp, bir çeşit öğrenme külfetini hatıra getirmektedir. Halbuki Allah hakkında tekellüf ise düşünülemez. (Fahreddin er-Râzî)
اَلَّذ۪ينَ يَلْمِزُونَ الْمُطَّوِّع۪ينَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ فِي الصَّدَقَاتِ وَالَّذ۪ينَ لَا يَجِدُونَ اِلَّا جُهْدَهُمْ فَيَسْخَرُونَ مِنْهُمْۜ سَخِرَ اللّٰهُ مِنْهُمْۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | الَّذِينَ | kimseler |
|
2 | يَلْمِزُونَ | çekiştiren |
|
3 | الْمُطَّوِّعِينَ | gönülden verenleri |
|
4 | مِنَ | -den |
|
5 | الْمُؤْمِنِينَ | mü’minler- |
|
6 | فِي | hususunda |
|
7 | الصَّدَقَاتِ | sadakalar |
|
8 | وَالَّذِينَ | ve kimseleri |
|
9 | لَا |
|
|
10 | يَجِدُونَ | bulamayan(ları) |
|
11 | إِلَّا | yettiğinden başkasını |
|
12 | جُهْدَهُمْ | güçlerinin |
|
13 | فَيَسْخَرُونَ | alay edenler |
|
14 | مِنْهُمْ | onlarla |
|
15 | سَخِرَ | alay etmiştir |
|
16 | اللَّهُ | Allah |
|
17 | مِنْهُمْ | onlarla |
|
18 | وَلَهُمْ | ve onlar için vardır |
|
19 | عَذَابٌ | bir azab |
|
20 | أَلِيمٌ | acıklı |
|
اَلَّذ۪ينَ يَلْمِزُونَ الْمُطَّوِّع۪ينَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ فِي الصَّدَقَاتِ
İsim cümlesidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذٖينَ, mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlün sılası يَلْمِزُونَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
يَلْمِزُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الْمُطَّوِّعٖينَ mef’ûlün bih olup nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
الْمُطَّوِّعٖينَ kelimesi sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan تَفَعَّلَ babından ism-i faildir.
مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ car-mecruru الْمُطَّوِّعٖينَ ’nin mahzuf haline müteallıktır. الْمُؤْمِنٖينَ ’nin cer alameti ي harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُؤْمِنٖينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فِي الصَّدَقَاتِ car-mecruru يَلْمِزُونَ fiiline müteallıktır. Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri, في دفع الصدقات şeklindedir.
وَالَّذ۪ينَ لَا يَجِدُونَ اِلَّا جُهْدَهُمْ فَيَسْخَرُونَ مِنْهُمْۜ سَخِرَ اللّٰهُ مِنْهُمْۘ
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذٖينَ, atıf harfi وَ ’la الْمُطَّوِّعٖينَ ’ye matuf olup mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlün sılası لَا يَجِدُونَ ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَجِدُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اِلَّا hasr edatıdır. جُهْدَهُمْ mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. يَسْخَرُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.
مِنْهُمْ car-mecruru يَسْخَرُونَ fiiline müteallıktır.
Cümle birinci اَلَّذٖينَ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
Fiil cümlesidir. سَخِرَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
مِنْهُمْ car-mecruru سَخِرَ fiiline müteallıktır.
وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
وَ atıf harfidir. لَهُمْ car-mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. عَذَابٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.
Mübteda nekre olup haber car-mecrur ve zarftan oluşursa mübteda haberden sonra gelir; bu tür cümlelerde anlam verilirken “vardır, mevcuttur” anlamları eklenir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلٖيمٌ kelimesi عَذَابٌ ’un sıfatıdır.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar:
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsufuna: Cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar:
Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan Sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar.
Not: Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. Burada sıfat müfred olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَّذ۪ينَ يَلْمِزُونَ الْمُطَّوِّع۪ينَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ فِي الصَّدَقَاتِ وَالَّذ۪ينَ لَا يَجِدُونَ اِلَّا جُهْدَهُمْ فَيَسْخَرُونَ مِنْهُمْۜ سَخِرَ اللّٰهُ مِنْهُمْۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ
Ayet istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mübteda konumundaki has ism-i mevsûl اَلَّذٖينَ ’nin sılası … يَلْمِزُونَ الْمُطَّوِّعٖينَ, müspet muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فِي harf-i ceri, لَمَزَ fiilinin (göz veya baş ile işaret etmek, ayıplamak) sebebinin müsebbep için zarf gibi olduğu manasında mecazî zarf olarak kullanılmıştır. (Âşûr)
Ayetteki ikinci ism-i mevsûl الْمُطَّوِّعٖينَ ’ye matuftur.
Sılası menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelam olan لَا يَجِدُونَ اِلَّا جُهْدَهُ cümlesi, kasrla tekid edilmiştir. لَا ve اِلَّا ile oluşan kasr, fiille mef’ûl arasındadır.
Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması caizdir. Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir. Başka mef'ûllere değil. Ama o mef'ûlde vaki olan başka fiiller vardır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
فَيَسْخَرُونَ مِنْهُمْ cümlesi يَلْمِزُونَ cümlesine فَ ile atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlenin müsnedi, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan سَخِرَ اللّٰهُ مِنْهُمْۘ cümlesidir. Sebat, temekkün ve istikrar ifade eder.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
سَخِرَ fiilinin Allah Teâlâ’ya isnadı, müşâkele üslubuyla anlamın güzelleştirildiği mecazî bir anlatımdır. Yani temsili olarak Allah Teâlâ’nın onlara olan muamelesi, müstehzi kişinin istihzasına (alaycı kişinin alayına) benzetilmektedir. Bu durum belli bir süre kendileri hakkında zahire göre hükmedilip Müslüman olarak muameleye tabi tutulmaları, ancak sonrasında ifşa edilip gerçek yüzlerinin gün yüzüne çıkarılmasının emredilmesi şeklinde tahakkuk etmiştir. (Âşûr)
يَلْمِزُونَ ve يَسْخَرُونَ fiillerinde muzari kipinin seçilmesi tekerrüre delalet içindir. (Âşûr)
سَخِرَ اللَّهُ مِنهُمْ ibaresi mecaz-ı mürsel olarak da kabul edilebilir. Yani onları hor gördü, lanetledi manasına gelebilir. Bunların hepsi daha önce gerçekleşmiş olduğu için mazi sıygasıyla سَخِرَ اللَّهُ مِنهُمْ şeklinde ifade edilmiştir. (Âşûr)
Haber olan cümleye matuf son cümle وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ, makabline (kendinden öncesine) matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatı vardır. Haberin takdimi kasr ifade eder. Cümle faide-i haber talebî kelamdır.
لَهُمْ maksûrun aleyh/mevsuf, عَذَابٌ اَلٖيمٌ maksûr/sıfattır. O azim azabın onlara mahsus olduğu, kasr üslubuyla etkili bir biçimde belirtilmiştir.
Müsnedün ileyh olan عَذَابٌ kelimesinin nekre gelmesi nev, tazim ve kesret ifade etmiştir. عَذَابٌ ’daki nekrelik, azabın hakikatinin ancak Allah tarafından bilineceğine işaret eder.
اَلٖيمٌ sıfat olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
İsim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir.
ولَهم عَذابٌ ألِيمٌ cümlesi de habere atıfla gelmiştir yani onlarla alay etti ve ahiretteki azapla onların işlerini bitirdi demektir. (Âşûr)
Sadaka verenler; farz zekâtın dışında gönülden koparak bağışlayanlar ve güçlerinin yettiğinden başka şey bulamayanlar olarak iki gruba ayrıldıktan sonra alay edilme konusunda birleştirilmişlerdir. Cem' ma’at-taksim sanatı vardır.
Bu ayette müşâkale sanatı vardır. Onlar sadece güçleri yettiği kadar sadaka veren fakirleri küçümsüyor ve alay ediyorlar. Allah onları bu alaylarından ötürü cehennem ateşiyle cezalandıracak, manasındadır. (Sâbûnî, Safvetu’t Tefasir)
Bu ayette Allah’a alay etme fiili isnad edilmiştir ki bu Allah’a isnad edilemeyecek bir durumdur. Dolayısıyla burada Allah’ın onların davranışlarına vereceği cezanın onların eylemleriyle isimlendirilmiş olması söz konusudur. (Suyûṭî, el-İtḳân, V, 1772)
Allah Teâlâ’nın onlarla istihza veya alay etmesi, onların alaylarının cezasını vermesi demektir. Bu ifadenin kullanılması onların fiili ile Allah Teâlâ’nın fiili arasında şeklî bir benzerlik kurulması içindir. (Ebüssuûd)
يَسْخَرُونَ - سَخِرَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَلَّذٖينَ kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.Sadakaların kabulü için niyetin ihlaslı olması gerekir. Riya ile verilen sadakalar kabul edilmez.
İnsanın peşinden koştuğu dünyalık istekleri vardır. Onlara sahip olduğunda, daha da rahatlayacağını ve daha da mutlu olacağını sanar. Eğer sınırları yoksa, onlara kavuşmak için çok yol dener ve çok da söz verir. Bu yüzden, devamlı dünyası için çalışır, ahiret çalışmalarını ise erteler. İstekleri asla tükenmez. Bazısını elde ettiği zaman başvurduğu batıl yolların masumluğunu savunur, Allah’a verdiği sözleri de çabuk unutur. Ne halini değiştirir, ne de daha iyi bir mümin olacağını iddia ettiği yarınlara kavuşur. Halbuki insan, Allah katında şerefli olandır. Hakkıyla iman ettiğinde, dünya onun peşinden koşacak ve o nefsinin de efendisi olacaktır. İşte ancak o zaman hakiki huzura kavuşacak, feraha çıkacaktır.
Ey lütuf ve kereminden ihsan eden Rabbim! Halimi, salih kullarının hallerine benzet. İnkarcılarla münafıkların; kendilerine ve hallerine meyil etmemek için gönlümle nefsimin cihadını kolaylaştır.
Beni; Konuşmadan düşünenlerden eyle ki Sana ve kullarına verdiğim sözleri tutayım, Adımlarını hesaplayanlardan eyle ki yaptığım işlerin sonucunda Senin rızana kavuşayım, Kararlarını tartanlardan eyle ki hak yolunda yükseleyim, Gözünü açanlardan eyle ki nefsimin, şeytanın ve dünyanın yalanlarına kanmayayım, Aklını kullananlardan eyle ki boş insanlardan, işlerden ve düşüncelerden uzak durayım, Kalbi güzelleşenlerden eyle ki şükrünle, ibadetinle ve zikrinle meşgul olayım.
Ey sırlarımdan haberdar olan. Ey gönlümün sahibi olan Rabbim! Gönlüme; hakkı sevdir ve hakkımda hayırlı olanı istet.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji