اِنَّمَا السَّب۪يلُ عَلَى الَّذ۪ينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ وَهُمْ اَغْنِيَٓاءُۚ رَضُوا بِاَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِۙ وَطَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّمَا | ancak |
|
2 | السَّبِيلُ | (kınanmasına) yol vardır |
|
3 | عَلَى |
|
|
4 | الَّذِينَ | kimselerin |
|
5 | يَسْتَأْذِنُونَكَ | senden izin isteyen |
|
6 | وَهُمْ | onlar |
|
7 | أَغْنِيَاءُ | zengin oldukları halde |
|
8 | رَضُوا | onlar razı oldular |
|
9 | بِأَنْ |
|
|
10 | يَكُونُوا | olmağa |
|
11 | مَعَ | beraber |
|
12 | الْخَوَالِفِ | geri kalan kadınlarla |
|
13 | وَطَبَعَ | ve mühürledi |
|
14 | اللَّهُ | Allah |
|
15 | عَلَىٰ | üzerini |
|
16 | قُلُوبِهِمْ | onların kalbleri |
|
17 | فَهُمْ | artık onlar |
|
18 | لَا |
|
|
19 | يَعْلَمُونَ | bilmezler |
|
“Bedevîler” diye çevirdiğimiz “el-a‘râb” kelimesi, çölde yaşayan, su ve otlak bulmak için göç eden toplulukları ifade eder. Kur’an’ın bu kesime özel bir vurgu yapmasının sebepleri arasında, Arap yarımadasındaki nüfusun önemli bir kısmının göçebe veya yarı göçebe topluluklardan oluşması ve İslâmiyet’in burada yayılıp tutunabilmesi için onların bu birliğe dahil edilmesi zaruretinin bulunması zikredilebilir. Bunun yanında, yerleşik bir toplumsal düzen içinde yaşamanın icaplarını yerine getirmeye fazla yatkın olmayan bu kimselerin inkârcılık ve nifak yolunu tuttuklarında da haşin tabiatlarına uygun bir tutum ortaya koyduklarına, dolayısıyla dinin getirdiği sınırlara riayet etme konusunda sorun çıkarmaya daha müsait tipler olduklarına değinilmiştir. Kur’an şehirlibedevî ayırımı yapmadığına göre, Kur’an’ın bu kesimle ilgilenmesini, onları da eğitip ıslah etmeyi hedeflediği şeklinde açıklamak uygun olur. Nitekim 97. âyette bedevîlerin inkârcılık ve nifakta ileri gittikleri genel bir biçimde belirtildiği halde 99. âyette onlar arasında da imanında ve davranışlarında samimi olanların bulunduğuna dikkat çekilmiştir. 120.âyette de yürekten inanmış kimselerle yakın temas halinde olan bedevîler hakkında olumlu ifadeler kullanılmış, böylece hem 97. âyetteki ifadenin kapsamı sınırlandırılmış hem de anılan ıslah hedefinin kuru bir hayal olmadığına işaret edilmiştir. Resûlullah Tebük Seferi’yle ilgili hazırlıkları başlattığında, Müslümanlığı kabul etmiş bedevî toplulukların bazıları bu sefere katılmaya karar vermekle beraber, diğerleri ya geride bırakacakları kabile bireylerinin savunmasız kalacağını ileri sürerek veya böylesine meşakkatli bir yolculuğun kendilerine fazla bir çıkar sağlamayacağını düşündükleri için bahaneler uydurarak seferberlik çağrısına icâbet edemeyeceklerini bildirmişlerdi. Allah ve peygamberine sadakat gösterme sözünden cayanlar ise Medine’ye gelip özür beyan etme ihtiyacı bile duymamışlar, oldukları yerde oturup kalmışlardı (90. âyetteki özür beyan edenlerle ilgili kelimenin farklı okunuşları ve Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak, bununla gerçek mazeret sahiplerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır; bk. Taberî, X, 209-211; Şevkânî, II, 445-446). 90. âyette oturup kalan kesim hakkında kullanılan ifade “Allah ve resulüne yalan söyleyenler” şeklinde çevrilmiş olup buna başka bir kıraate dayanarak” Allah ve resulünü yalanlayanlar” şeklinde de mâna verilmiştir. 91. âyette güçsüz, yaşlı, engelli, hasta, maddî imkânları yetersiz kimselerin savaşa katılmamaktan ötürü sorumlu olmayacakları bildirilmiş fakat bu husus Allah ve resulüne sadık kalmaları, o yolda öğütte bulunmaları şartına bağlanmıştır. Bundan maksat, fitne ve bozgunculuk etmeden, yalan haberler yaymadan durmaları, imkân nisbetinde de savaşa katılanların ailelerine moral vermek ve onlara yardımcı olmak gibi hayırlı çabalar içinde olmalarıdır. Burada anılan kişiler için tanınan muafiyet savaşa katılma yasağı anlamında değildir; kendilerinin istemesi ve yetkililerin uygun görmesi halinde bunlar da orduya katılıp münasip hizmetlerde görevlendirilebilirler (Râzî, XVI, 160; bazı müfessirler âyetteki şart cümlesini, “gizli veya açık söz ve niyetleriyle” şeklinde açıklamışlardır, İbn Atıyye, III, 70). 92. âyette, Tebük Savaşı’na katılmak isteyen fakat maddî durumları yetersiz olan bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber’den binek talep etmelerine, bunun mümkün olmadığı açıklanınca da üzüntülerinden göz yaşları için de dönüp gitmelerine işaret olunmaktadır (nüzûl sebebi ile ilgili farklı rivayetler için bk. Taberî, X, 212-213). 93. âyette bu gibi kimselerin vebal altında olmayacaklarını belirtmek üzere, varlıklı oldukları halde savaşa katılmamak için izin isteyenlerin sorumlu olacağı ifade edilmiştir. O dönemde savaş teçhizatı daha çok bizzat savaşa katılan bireyler tarafından karşılandığı için, varlıklı olma unsuru ön plana çıkarılmıştır; fakat asıl maksat genel olarak savaşa katılma imkânının bulunmasıdır. Nitekim daha önceki âyetlerde sadece maddî imkânsızlıktan ötürü değil, can korkusu, havaların çok sıcak olması gibi sebeplerle özür bahane edenler de kınanmıştır (93. âyetteki “geride kalanlar” ve “Allah da onların kalplerini mühürledi” ifadelerinin açıklaması için 87. âyetin tefsirine bk.). 95. âyetteki “tiksinilecek kimseler” şeklinde tercüme edilen rics kelimesinin sözlük anlamı “pis ve kirli”dir. Âyette ise, söz konusu kimselerin bile bile yalan söyleyip üstelik bir de yemin ettiklerine, dünyevî çıkarlar uğruna bütün ahlâkî değerleri feda edebilecek bayağılık içinde olduklarına, yani iç dünyalarındaki kirliliğe gönderme yapmak amaçlanmıştır. Maddî anlamdaki kir ve pisliğe karşı önlem alınmadığında çevresindekilere bulaşma tehlikesi bulunduğuna göre, ruhî anlamdaki kirliliğe karşı dikkatli olmak öncelikle gereklidir; bu yüzden âyette onlarla sıkı ilişki içinde bulunmanın doğru olmadığı ifade edilmiştir (Râzî, XVI, 164). Meâlde de kelimenin sözlük anlamıyla beraber anılan yorum dikkate alınmaya çalışılmıştır.
Kaynak :(Kur’an Yolu )Diyanet tefsiri
اِنَّمَا السَّب۪يلُ عَلَى الَّذ۪ينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ وَهُمْ اَغْنِيَٓاءُۚ
اِنَّمَا kâffe ve mekfufedir. Kâffe; “men eden, alıkoyan” anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا harfidir.
السَّب۪يلُ mübteda olup lafzen merfûdur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl عَلَى harf-i ceriyle birlikte mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası يَسْتَأْذِنُونَكَ fiiline müteallıktır. Îrabtan mahalli yoktur.
يَسْتَأْذِنُونَكَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. اَغْنِيَٓاءُ haber olup lafzen merfûdur.
اَغْنِيَٓاءُ kelimesi sonunda zaid yani kelimenin kök harflerinden olmayan elif-i memdude olan isimlerden olduğu için gayri munsariftir.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَسْتَأْذِنُونَكَ fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi أذن ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
رَضُوا بِاَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِۙ وَطَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
Fiil cümlesidir. رَضُوا mahzuf ي harfinin mukadder dammesiyle mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, بِ harf-i ceriyle birlikte رَضُوا fiiline müteallıktır. يَكُونُوا fiili ن ’un hazfıyla mansub muzari fiildir.
Zamir olan çoğul و ’ı يَكُونُوا ’nun ismi olup mahallen merfûdur.
مَعَ mekân zarfı, يَكُونُوا ’nun mahzuf haberine müteallıktır. الْخَوَالِفِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. طَبَعَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur. عَلٰى قُلُوبِهِمْ car mecruru طَبَعَ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ, sebebi müsebbebe bağlayan rabıtadır. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur.
لَا يَعْلَمُونَ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَعْلَمُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.اِنَّمَا السَّب۪يلُ عَلَى الَّذ۪ينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ وَهُمْ اَغْنِيَٓاءُۚ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Sübut ifade eden bu isim cümlesinde îcaz-ı hazif sanatı vardır. عَلَى الَّذ۪ينَ mahzuf habere müteallıktır.
اِنَّمَا edatıyla tekid edilmiş cümlede kasr, mübteda ve haber arasındadır.
السَّب۪يلُ sıfat ve maksûr, mahzuf haber, mevsuf ve maksûrun aleyhtir.
Buradaki hasr, önceki olumsuzluğu tekid etmek içindir. Zengin oldukları halde senden izin isteyenlerden başkasına ceza yoktur demektir. (Âşûr)
Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası يَسْتَأْذِنُونَكَ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. وَ ’la gelen hal cümlesi وَهُمْ اَغْنِيَٓاءُۚ, mübteda ve haberden müteşekkil faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اِنَّمَا السَّب۪يلُ ’deki marifelik, ahd içindir. (Âşûr)
رَضُوا بِاَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِۙ
Ta’lil manasındaki cümle fasılla gelmiş beyânî istînâftır. Fasıl sebebi şibh-i kemâlî ittisâldir.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar harfi اَنْ ’in dahil olduğu mecrur mahaldeki اَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِ cümlesi, masdar tevilinde, بِ harfiyle birlikte رَضُوا fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel, كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesidir.
Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede müsnedin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. مَعَ الْخَوَالِفِ, mahzuf habere müteallıktır.
Burada açıkça görülmektedir ki cihada gücü yetecek durumda olan zenginler savaşmamak için izin istemişlerdir. Bunlar savaşmanın önemini biliyor ama bu görevden kaçmak istiyorlar. Onun için burada kasr اِنَّمَا ile yapılmıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
رَضُوا بِاَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِ ibaresi hayranlık verici bir istiaredir. Çünkü buradaki الْخَوَالِفِ ten maksat, erkekler savaşa gittikten sonra oymağın meskenlerinde geride kalan kadınlardır. Kabilenin kurulmuş çadırlarının arkasındaki direkler demek olan الْخَوَالِفِ “e -ki tekil خَلِف ”dir- benzetilerek kadınlara “çadırın arka direkleri (الْخَوَالِفِ)” adı verilmiştir. (Yüce Allah), kadınları evlerinden ayrılmadıkları için çadırların (daima sabit kalan) arkalarındaki direklere benzetmiştir. Ayrıca الْخَوَالِفِ ’in, evlerin köşeleri olduğu da söylenmiştir ki (iki görüş de) aynı anlama çıkar. Allah Teâlâ’nın رَضُوا بِاَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِ sözü ile evlerin direkleri olan gerçek الْخَوَالِفِ ’in kastedilmiş olması da caizdir. Yani “ev ve çadırlarında oturup onların direk ve kazıkları gibi olmaya razı oldular” demektir. الْخَوَالِفِ kelimesinin, yaşlılar, kadınlar, özürlüler ve çocuklar gibi “arkada kalan (halife) bölük/kesim” ifadesinin çoğulu olarak, “savaşa katılmayıp geride kalan topluluk” anlamında olması da caizdir. (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları)
الْخَوَالِفِ kelimesi kadınlardan kinayedir. Yani münafıklar, harpte savaşmaktan korkarak, kadınlarla beraber kalmaya, evde oturup çocuklara bakmaya razı oldular. Bu ifadede münafıkların çirkin davranışlarının zemmedilmesi gayesi vardır. (Sâbûnî)
Geride kalanlar ile muhalefet edenler kelimeleri aynı kökten türemiştir. Yani Resul’e (s.a.) itiraz edenler aynı zamanda geride kalanlardır.
وَطَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
وَطَبَعَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ fiil cümlesi, ...رَضُوا cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
وَطَبَعَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ ifadesinde istiare-i tasrîhiyye vardır. Çünkü kalplere gerçek anlamda mühürleme mümkün olmaz. Allah'ın emirlerini yerine getirmedikleri, cihat çağrısına uymadıkları için onların kalpleri, kapatılmış, kendisine yararı olan herhangi bir şeyin içeri girmesinin mümkün olmadığı, mühürlenmiş bir kaba benzetilmiştir. Allah Teâlâ, istiare-i tasrîhiyye yoluyla طَبَعَ kelimesini müstear olarak kullanmıştır.
وَطَبَعَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ (Kalplerine mühür vuruldu) ibaresinde kalpler mühürlü bir kaba benzetilmiştir. Hidayet onun içine sızmaz. Yani istiare vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
طَبَعَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ ifadesinde istiare vardır. Kalp hidayetin içine konulacağı mühürlenebilen bir kaba benzetilmiştir. Kâfirlerin büyüklenme ve inanmama konusundaki inatlarının ulaştığı şiddeti ifade etmek için bu istiare yapılmıştır. Bu ifade Bakara Suresi 7. ayetteki ختم اللهغلى قلةبهم ifadesine benzemekle beraber bu fiilde mana açısından daha kuvvetlidir. Çünkü bu fiil para basmakta kullanılır ve gümüş para üzerinde iz bırakmak manasındadır. Çamur veya mum üzerinde iz bırakmak manasında ise ختم fiili kullanılır. (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları)
İlk itiraz ile birlikte kalp mühürlenir ve mühürlenince de artık akletme olmaz. İlk sinyal, ilk emir kalpten çıkar, sonra beyne gider, sonra azalara gider, o ilk sinyal çok önemlidir.
Makabline matuf olan فَهُمْ لَا يَفْقَهُونَ cümlesi ise isim cümlesi formunda gelerek sübut ifade etmiştir.
Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesinde olayı canlandırarak onun dikkatini uyanık tutmayı sağlar.
Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip; hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Bunun Kur’an’da çok örneği vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu ayetle 87. ayet arasında tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekit edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 7, Ahkaf/29)
Böyle tekrarlanan kelimeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.