يَعْتَذِرُونَ اِلَيْكُمْ اِذَا رَجَعْتُمْ اِلَيْهِمْۜ قُلْ لَا تَعْتَذِرُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّاَنَا اللّٰهُ مِنْ اَخْبَارِكُمْۜ وَسَيَرَى اللّٰهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ اِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَعْتَذِرُونَ | özür dilerler |
|
2 | إِلَيْكُمْ | sizden |
|
3 | إِذَا | zaman |
|
4 | رَجَعْتُمْ | geri dönüp geldiğiniz |
|
5 | إِلَيْهِمْ | onların yanına |
|
6 | قُلْ | de ki |
|
7 | لَا | hiç |
|
8 | تَعْتَذِرُوا | özür dilemeyin |
|
9 | لَنْ | asla |
|
10 | نُؤْمِنَ | inanmayız |
|
11 | لَكُمْ | size |
|
12 | قَدْ | muhakkak |
|
13 | نَبَّأَنَا | bize bildirdi |
|
14 | اللَّهُ | Allah |
|
15 | مِنْ |
|
|
16 | أَخْبَارِكُمْ | sizin haberlerinizi |
|
17 | وَسَيَرَى | ve görecektir |
|
18 | اللَّهُ | Allah |
|
19 | عَمَلَكُمْ | yaptığınızı |
|
20 | وَرَسُولُهُ | ve Elçisi de |
|
21 | ثُمَّ | sonra |
|
22 | تُرَدُّونَ | döndürüleceksiniz |
|
23 | إِلَىٰ |
|
|
24 | عَالِمِ | bilene |
|
25 | الْغَيْبِ | görülmeyeni |
|
26 | وَالشَّهَادَةِ | ve görüleni |
|
27 | فَيُنَبِّئُكُمْ | O size haber verecek |
|
28 | بِمَا | ne |
|
29 | كُنْتُمْ | varsa |
|
30 | تَعْمَلُونَ | yaptıklarınız |
|
“Bedevîler” diye çevirdiğimiz “el-a‘râb” kelimesi, çölde yaşayan, su ve otlak bulmak için göç eden toplulukları ifade eder. Kur’an’ın bu kesime özel bir vurgu yapmasının sebepleri arasında, Arap yarımadasındaki nüfusun önemli bir kısmının göçebe veya yarı göçebe topluluklardan oluşması ve İslâmiyet’in burada yayılıp tutunabilmesi için onların bu birliğe dahil edilmesi zaruretinin bulunması zikredilebilir. Bunun yanında, yerleşik bir toplumsal düzen içinde yaşamanın icaplarını yerine getirmeye fazla yatkın olmayan bu kimselerin inkârcılık ve nifak yolunu tuttuklarında da haşin tabiatlarına uygun bir tutum ortaya koyduklarına, dolayısıyla dinin getirdiği sınırlara riayet etme konusunda sorun çıkarmaya daha müsait tipler olduklarına değinilmiştir. Kur’an şehirlibedevî ayırımı yapmadığına göre, Kur’an’ın bu kesimle ilgilenmesini, onları da eğitip ıslah etmeyi hedeflediği şeklinde açıklamak uygun olur. Nitekim 97. âyette bedevîlerin inkârcılık ve nifakta ileri gittikleri genel bir biçimde belirtildiği halde 99. âyette onlar arasında da imanında ve davranışlarında samimi olanların bulunduğuna dikkat çekilmiştir. 120.âyette de yürekten inanmış kimselerle yakın temas halinde olan bedevîler hakkında olumlu ifadeler kullanılmış, böylece hem 97. âyetteki ifadenin kapsamı sınırlandırılmış hem de anılan ıslah hedefinin kuru bir hayal olmadığına işaret edilmiştir. Resûlullah Tebük Seferi’yle ilgili hazırlıkları başlattığında, Müslümanlığı kabul etmiş bedevî toplulukların bazıları bu sefere katılmaya karar vermekle beraber, diğerleri ya geride bırakacakları kabile bireylerinin savunmasız kalacağını ileri sürerek veya böylesine meşakkatli bir yolculuğun kendilerine fazla bir çıkar sağlamayacağını düşündükleri için bahaneler uydurarak seferberlik çağrısına icâbet edemeyeceklerini bildirmişlerdi. Allah ve peygamberine sadakat gösterme sözünden cayanlar ise Medine’ye gelip özür beyan etme ihtiyacı bile duymamışlar, oldukları yerde oturup kalmışlardı (90. âyetteki özür beyan edenlerle ilgili kelimenin farklı okunuşları ve Arap dilindeki anlamları dikkate alınarak, bununla gerçek mazeret sahiplerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır; bk. Taberî, X, 209-211; Şevkânî, II, 445-446). 90. âyette oturup kalan kesim hakkında kullanılan ifade “Allah ve resulüne yalan söyleyenler” şeklinde çevrilmiş olup buna başka bir kıraate dayanarak” Allah ve resulünü yalanlayanlar” şeklinde de mâna verilmiştir. 91. âyette güçsüz, yaşlı, engelli, hasta, maddî imkânları yetersiz kimselerin savaşa katılmamaktan ötürü sorumlu olmayacakları bildirilmiş fakat bu husus Allah ve resulüne sadık kalmaları, o yolda öğütte bulunmaları şartına bağlanmıştır. Bundan maksat, fitne ve bozgunculuk etmeden, yalan haberler yaymadan durmaları, imkân nisbetinde de savaşa katılanların ailelerine moral vermek ve onlara yardımcı olmak gibi hayırlı çabalar içinde olmalarıdır. Burada anılan kişiler için tanınan muafiyet savaşa katılma yasağı anlamında değildir; kendilerinin istemesi ve yetkililerin uygun görmesi halinde bunlar da orduya katılıp münasip hizmetlerde görevlendirilebilirler (Râzî, XVI, 160; bazı müfessirler âyetteki şart cümlesini, “gizli veya açık söz ve niyetleriyle” şeklinde açıklamışlardır, İbn Atıyye, III, 70). 92. âyette, Tebük Savaşı’na katılmak isteyen fakat maddî durumları yetersiz olan bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber’den binek talep etmelerine, bunun mümkün olmadığı açıklanınca da üzüntülerinden göz yaşları için de dönüp gitmelerine işaret olunmaktadır (nüzûl sebebi ile ilgili farklı rivayetler için bk. Taberî, X, 212-213). 93. âyette bu gibi kimselerin vebal altında olmayacaklarını belirtmek üzere, varlıklı oldukları halde savaşa katılmamak için izin isteyenlerin sorumlu olacağı ifade edilmiştir. O dönemde savaş teçhizatı daha çok bizzat savaşa katılan bireyler tarafından karşılandığı için, varlıklı olma unsuru ön plana çıkarılmıştır; fakat asıl maksat genel olarak savaşa katılma imkânının bulunmasıdır. Nitekim daha önceki âyetlerde sadece maddî imkânsızlıktan ötürü değil, can korkusu, havaların çok sıcak olması gibi sebeplerle özür bahane edenler de kınanmıştır (93. âyetteki “geride kalanlar” ve “Allah da onların kalplerini mühürledi” ifadelerinin açıklaması için 87. âyetin tefsirine bk.). 95. âyetteki “tiksinilecek kimseler” şeklinde tercüme edilen rics kelimesinin sözlük anlamı “pis ve kirli”dir. Âyette ise, söz konusu kimselerin bile bile yalan söyleyip üstelik bir de yemin ettiklerine, dünyevî çıkarlar uğruna bütün ahlâkî değerleri feda edebilecek bayağılık içinde olduklarına, yani iç dünyalarındaki kirliliğe gönderme yapmak amaçlanmıştır. Maddî anlamdaki kir ve pisliğe karşı önlem alınmadığında çevresindekilere bulaşma tehlikesi bulunduğuna göre, ruhî anlamdaki kirliliğe karşı dikkatli olmak öncelikle gereklidir; bu yüzden âyette onlarla sıkı ilişki içinde bulunmanın doğru olmadığı ifade edilmiştir (Râzî, XVI, 164). Meâlde de kelimenin sözlük anlamıyla beraber anılan yorum dikkate alınmaya çalışılmıştır.
Kaynak :(Kur’an Yolu )Diyanet tefsiri
يَعْتَذِرُونَ اِلَيْكُمْ اِذَا رَجَعْتُمْ اِلَيْهِمْۜ
Fiil cümlesidir. يَعْتَذِرُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.
اِلَيْكُمْ car mecruru يَعْتَذِرُونَ fiiline müteallıktır.
اِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir.
رَجَعْتُمْ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
رَجَعْتُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
اِلَيْهِمْ car mecruru رَجَعْتُمْ fiiline müteallıktır.
يَعْتَذِرُونَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi عذر ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
قُلْ لَا تَعْتَذِرُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّاَنَا اللّٰهُ مِنْ اَخْبَارِكُمْۜ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت ’dir.
Mekulü’l-kavli, لَا تَعْتَذِرُوا ’dur. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَعْتَذِرُوا fiili نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
لَنْ muzariyi nasb ederek manasını olumsuz müstakbele çeviren harftir. Tekid ifade eder. نُؤْمِنَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
لَكُمْ car mecruru نُؤْمِنَ fiiline müteallıktır.
قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. نَبَّاَنَا fetha üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. مِنْ اَخْبَارِ car mecruru mukadder ikinci mef’ûlun bihin mahzuf sıfatına müteallıktır. Takdiri, طرفا من أخباركم şeklindedir.
نَبَّاَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi نبأ ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَسَيَرَى اللّٰهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. سَيَرَى fiilinin başındaki سَ harfi tekid ifade eden istikbal harfidir.
سَيَرَى elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
عَمَلَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
رَسُولُهُ kelimesi atıf harfi وَ’la lafza-i celâle matuftur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ثُمَّ تُرَدُّونَ اِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ
Fiil cümlesidir. ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. تُرَدُّونَ fiili نَ ’un sübutuyla meçhul merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
اِلٰى عَالِمِ car mecruru تُرَدُّونَ fiiline müteallıktır. الْغَيْبِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
الشَّهَادَةِ kelimesi atıf harfi وَ ’la الْغَيْبِ ’ye matuftur.
فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
فَ atıf harfidir. يُنَبِّئُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
مَا ve masdar-ı müevvel, بِ harf-i ceriyle birlikte يُنَبِّئُكُمْ fiiline müteallıktır.
كُنْتُمْ İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.
تَعْمَلُونَ fiili كُنْتُمْ ’un haberi olarak mahallen mansubdur.
تَعْمَلُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.يَعْتَذِرُونَ اِلَيْكُمْ اِذَا رَجَعْتُمْ اِلَيْهِمْۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart manasından mücerret, zaman zarfı اِذَا ’nın muzâf olduğu رَجَعْتُمْ cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlarda kullanılan zaman zarfıyla gelmiş mazi fiil, sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Bu ayetteki يَعْتَذِرُونَ müsneddir. İbn Âşûr’a göre muzari fiil olarak teceddüd ve tekrar ifade etmektedir. Bu durum özür dileme davranışının sürekli yapılan ve tekrar edilen bir fiil olduğunu göstermektedir. Yani, münafıkların defalarca özür dileyecekleri, müsnedin muzari fiil olarak kullanımından anlaşılmaktadır. Onun verdiği bilgiden de münafıkların, Peygamberimiz ve arkadaşlarından bu özür dileme davranışını tekrar ettikleri anlaşılmaktadır. (Âşûr)
Zaman zarfı اِذَا, bu ayette mazi manada kullanılmıştır. Çünkü sure Tebük Gazvesi’nden sonra nazil olmuştur. (Âşûr)
Rivayet olunur ki bu seferden geri kalanlar, seksen küsur adam idi. Resulullah (s.a.) seferden kendilerinin yanına döndüğünde Resulullah'a (s.a.) gelip asılsız özürler beyan ettiler.
Bu ayetin muhatabı, Resulullah (s.a.) ile ashabıdır. Çünkü seferden geri kalanlar, yalnız Resulullah'a (s.a.) değil, fakat aynı zamanda ashaba da özür beyan ediyorlardı. "Medine'ye döndüğünüzde" değil de ‘’kendilerine döndüğünüzde" denmesi, şunu ifade eder:
Seferden geri kalanların özür beyan etmelerinin zamanı, Medine'ye dönüş zamanı değil, fakat kendilerinin bulundukları yere dönüşün gerçekleştiği zamandır. Çünkü onların bazıları, Resulullah (s.a.) henüz Medine'ye varmadan gidip özür beyan etmiş olabilirler. (Ebüssûud)
قُلْ لَا تَعْتَذِرُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّاَنَا اللّٰهُ مِنْ اَخْبَارِكُمْۜ
Bundan önceki hitap, ashabı da kapsayan genellikte olmasına rağmen bu hitap, yalnız Resulullah'a (s.a.) tahsis edilmiştir. Çünkü onlara cevap vermek, Resulullah'ın (s.a.) vazifesidir. (Ebüssûud)
Cümle fasılla gelmiş beyânî istînâftır. Fasıl sebebi şibh-i kemâlî ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli لَا تَعْتَذِرُوا ise nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
يَعْتَذِرُونَ - لَا تَعْتَذِرُوا fiilleri arasında tıbâk-ı selb vardır.
Ayetin bu cümlesi ta’liliye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Muzari fiili olumsuz istikbale çevirerek, asla manası katan لَنْ, cümleyi tekid etmiştir.
Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.
Cümle, ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Tahkik harfi قَدْ ’la tekid edilmiş müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
نَبَّاَنَا - اَخْبَارِكُمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
قَدْ نَبَّاَنَا اللّٰهُ مِنْ اَخْبَارِكُمْ cümlesi, onların tasdik edilmemesinin sebebini belirtiyor. Şöyle ki: “Sizin başvurduğunuz şer ve fesat, kalplerinizde gizlediğiniz kötülükler, özür konusunda düzdüğünüz yalanlar bize vahiy yoluyla haber verilmiştir. Bu da sizi tasdik etmemize manidir.”
Ayette, iki yerde çoğul kipinin kullanılması, onların tasdik umutlarını re'sen iyice kesmek içindir. Çünkü bu ifade ile onların özürlerinin hiçbir mümin yanında geçerli olmadığı belirtilmiş olur. Bir de bu ifade, onların bütün müminler arasında rezil-rüsvay olduklarını belirtir. (Ebüssûud)
وَسَيَرَى اللّٰهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ
Cümle وَ ’la makabline matuftur. Cümleye dahil olan istikbal harfi سَ vaid siyakında gelerek tekid ifade etmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî
Kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
رَسُولِه۪ izafetinde Allah Teâlâ'ya ait zamire muzâf olan رَسُولِ şan ve şeref kazanmıştır.
اللّٰهُ - رَسُولُهُ kelimeleri arasında müâât-ı nazîr sanatı vardır.
ثُمَّ تُرَدُّونَ اِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ
Cümle ثُمَّ ile makabline atfedilmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede müsnedin muzari fiil olması hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil, tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi )
Fiil meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir.
تُرَدُّونَ fiili رجع fiili manasında kullanılmıştır. (Âşûr)
عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ ifadesi, Allah Teâlâ’dan kinayedir.
الْغَيْبِ - الشَّهَادَةِ kelimeleri arasında tıbak-ı hafî sanatı vardır.
Muktezâ-i zâhire göre ayetteki اِلٰى عَالِمِ الْغَيْبِ ifadesinin اِليه şeklinde zamirle gelmesi beklenirdi. Ancak nazmı celil bu şekilde değil de ayetteki gibi geldi. Bundaki hikmeti Beyzâvî şöyle açıklar: “Burada Allah’ın gizli ve açık her şeye muttali olduğuna ve onların (Tebük Gazvesi’ne katılmayan münafıkların) amellerinden ve niyetlerinden hiçbir şeyin O’ndan uzak olamayacağına delalet etmek üzere zamir yerine sıfat kullanılmıştır. Yani “O’na döndürüleceksiniz.” ifadesi yerine “Gizliyi de açığı da bilene döndürüleceksiniz.” ifadesi kullanılmıştır.” (Beyzâvî)
الغَيْبِ - الشَّهَادَةِ daki اِلٰ, istiğrak içindir. (Âşûr)
فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
Ayetin son cümlesi, …تُرَدُّونَ cümlesine فَ ile atfedilmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müspet muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûlün sılası كان ’nin dahil olduğu isim cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. كان ’nin haberinin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade eder.
كان ’nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)
Bu ayet, her iki fırka için de hem vaat hem de vaîddir. Yine ayet, hiç kimsenin başkasının amelinden dolayı sorumlu tutulamayacağını beyan eder. (Ebüssuûd; Maide Suresi, 105)
Bu cümle hidayette olanlar için bir mazeret, dalalette olanlar için uyarıdır. (Âşûr; Maide Suresi, 105)
”Size yaptıklarınızı haber verecek.” cümlesinde bir mana için gelen kelamın içine başka bir mana sokmak demek olan idmâc sanatı vardır. Yani size haber vermekle kalmaz, bunun karşılığında gerekeni de yapar demektir.
عَمَلَكُمْ - تَعْمَلُونَ ve نَبَّاَنَا - يُنَبِّئُكُمْ arasında cinas ve reddü'l-acüz ale's-sadr vardır.