مَثَلُ الْفَر۪يقَيْنِ كَالْاَعْمٰى وَالْاَصَمِّ وَالْبَص۪يرِ وَالسَّم۪يعِۜ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاًۜ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَثَلُ | durumu |
|
2 | الْفَرِيقَيْنِ | iki topluluğun |
|
3 | كَالْأَعْمَىٰ | körün durumu gibidir |
|
4 | وَالْأَصَمِّ | ve sağırın |
|
5 | وَالْبَصِيرِ | ve görenin |
|
6 | وَالسَّمِيعِ | ve işitenin |
|
7 | هَلْ | midir? |
|
8 | يَسْتَوِيَانِ | ikisi eşit |
|
9 | مَثَلًا | durumları |
|
10 | أَفَلَا |
|
|
11 | تَذَكَّرُونَ | İbret almıyor musunuz? |
|
مَثَلُ الْفَر۪يقَيْنِ كَالْاَعْمٰى وَالْاَصَمِّ وَالْبَص۪يرِ وَالسَّم۪يعِۜ
İsim cümlesidir. مَثَلُ mübteda olup lafzen merfûdur. الْفَر۪يقَيْنِ muzâfun ileyh olup müsenna olduğu için ي ile mecrurdur.
كَالْاَعْمٰى car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır. Muzâf hazfedilmiştir. takdiri, كمثل الأعمى şeklindedir.
الْاَعْمٰى elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Maksûr isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere maksûr isimler denir. Maksûr isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksûr isimler de vardır. Maksûr isimlerin sonunda yer alan bu harflere elif-i maksûre denir. اَلْفَتَى - اَلْعَصَا gibi.
Maksûr isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile mansub halinde takdiri fetha ile mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksûr isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. Burada الْاَعْمٰى kelimesi maksûr isim olduğu için takdiri kesra ile îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْاَصَمِّ kelimesi atıf harfi وَ ’la الْاَعْمٰى ’ya matuf olup kesra ile mecrurdur. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْبَص۪ير kelimesi atıf harfi وَ ’la الْاَعْمٰى ’ya matuf olup kesra ile mecrurdur. Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri, مثل البصير şeklindedir.
السَّم۪يعِ kelimesi atıf harfi وَ ’la الْاَعْمٰى ’ya matuf olup kesra ile mecrurdur.
الْبَص۪يرِ - السَّم۪يعِ - الْاَصَمِّ kelimeleri sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır.
Sıfat-ı müşebbehe; benzeyen sıfat demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاًۜ
هَلْ istifham harfidir. يَسْتَوِيَانِ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan tesniye ا ’i fail olup mahallen merfûdur.
مَثَلاً kelimesi temyiz olup fetha ile mansubdur.
Temyiz; kendisinden önce geçen müphem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani; çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan” soruları sorulur.
Temyiz ikiye ayrılır:
1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.
2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülemeyen mümeyyez.
Melhûz Mümeyyez: Burada temyiz cümledeki kapalılığı giderir. Manası kapalı olup da temyiz sayesinde açıklığa, netliğe kavuşan bu tür cümlelere melhûz mümeyyez denir.
(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَسْتَوِيَانِ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İftiâl babındadır. Sülâsîsi سوي ’dir. İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
اَفَلَا تَذَكَّرُونَ۟
Cümle mukadder istînâfa فَ ile atfedilmiştir. Takdiri; أجهلتم فلا تذكّرون (Bilmiyor musunuz, yoksa düşünmüyor musunuz?) şeklindedir.
Hemze inkârî istifhamdır. فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
تَذَكَّرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.مَثَلُ الْفَر۪يقَيْنِ كَالْاَعْمٰى وَالْاَصَمِّ وَالْبَص۪يرِ وَالسَّم۪يعِۜ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin izafet şeklinde gelmesi, az sözle çok anlam ifadesi içindir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. كَالْاَعْمٰى , mahzuf habere müteallıktır.
Bu ayette zahiren birbirine uygun düşen اَعْمٰى ile بَص۪يرِ ve أَصَم ile السَّم۪يعِۜ kelimelerinin yanyana getirilmesi belâgatta tenâsüp sanatının gereği iken kastedilen anlama ters düşeceği için bu lafızlar arası uyum terkedilmiştir. Çünkü ayet, baştaki الْفَر۪يقَيْنِ ifadesinin tefsiri ve temsille açıklaması durumundadır. Bu sebeple biri kör-sağır, diğeri gören-işiten olmak üzere sakat ve sağlıklı iki sınıf söz konusudur. Hatta kelimeler arasında bu yönüyle bir uyum da bulunmaktadır. (İbni Ebi’l İṣba, Bedî‘u’l Kur’an, s. 137)
Yüce Allah’ın kâfirler grubunu körlere ve sağırlara, müminler grubunu da görenlere ve işitenlere benzettiği bu ayette teşbih edatı (ك) mevcut, fakat vech-i şebeh mahzuf olduğu için mürsel ve mücmel bir teşbih vardır. Beyzâvî, teşbihin hazfedilmiş olan benzetme yönünü (vech-i şebeh) takdir eder ve ardından bu teşbihin iki şekilde anlaşılabileceğini şu şekilde beyan eder: Burada kâfirin durumu Allah’ın ayetlerini görmezden gelme açısından körün durumuna, Allah’ın ayetlerini duymama ve manalarını düşünmeme açısından sağırın durumuna benzetilmişken müminin durumu ise (Allah’ın ayetlerini) gören ve (onları) işiten kimsenin durumuna benzetilmiş olabilir. Çünkü bu ikisinin durumları birbirine zıttır. Bu durumda her biri iki sıfat itibari ile iki şeye benzetilmiş olur (Yani kâfir köre veya sağıra, mümin de görene veya duyana benzetilir). Ya da kâfir hem kör hem sağıra, mümin ise hem gören hem de duyana benzetilmiş olabilir. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi ve Uygulanışı, Âşûr)
Kelam teşbihtir. Teşbih edatı olan ك harfi olduğu için istiare değildir. Müfred teşbihtir, mürekkeb değildir. (Âşûr)
“Bu iki zümrenin meseli, kör ve sağır ile gören ve işitenler gibidir.”
İki fırkanın halleri arasındaki aklî tezattan sonra burada hissî tezat belirtiliyor.
- Mesel / misal, kelimesinin işaret ettiği manaya,
- Kâfirlerin duymamak ve görmemekle vasıflandırılmalarına en uygun açıklamaya göre;
- Birinci fırka, körlük ve sağırlıkla malûl olana,
- İkinci fırka da, görme ve duyma duyularına sahip kimseye teşbih ediliyor. (Ebüssuûd)
Bu ayetteki “الْبَص۪يرِ (gören)” ve “السَّم۪يعِ (işiten)” ile de Allah'ın “Rabbinin açık bir delili üzerinde bulunan” diye nitelediği kimseler kastedilmiştir, demişlerdir.
Bil ki bu teşbihdeki vech-i şebeh (benzeme yönü) şudur: Allah Teâlâ, insanı beden ve ruhtan yaratmıştır. Bedenin gözü ve kulağı olduğu gibi ruh cevherinin de gözü ve kulağı vardır. Nitekim bedendeki göz ve kulak kör ve sağır olduğunda, hiçbir işine yol bulamaz vaziyette, şaşkın, hatta karanlığın derinliklerinde, yolunu bulacağı hiçbir ışık görmez, hiçbir ses işitmez halde yolunu şaşırmış kimse gibi sapmış ve saptırmış cahil kimsenin de kalbi kör ve sağır olur. Dolayısıyla da dalaletin karanlıklarında şaşkın ve çaresiz kalakalır.
Daha sonra Cenab-ı Hak, bu körlüğün ve sağırlığın tedavisinin mümkün olduğuna dikkat çekmek için, اَفَلَا تَذَكَّرُونَ “Hâlâ iyi düşünmeyecek misiniz?” buyurmuştur. Bu körlük ve sağırlığın sebep olduğu zararın tedavisi mümkün olunca insanın elinden geldiğince o tedavi için gayret sarf etmesi gerekir. (Fahreddin er-Râzî)
Beyzâvî, Allah Teâlâ’nın bu ayet-i kerimede kâfirler grubunu körlere ve sağırlara, müminler grubunu da görenlere ve işitenlere benzettiğini, bunun da leff ü neşr ve tıbâk sanatlarından olduğunu ifade eder. Âşûr da aynı görüştedir.
Burada önce kâfirlerin durumunu vasfetmek üzere kör ve sağır lafızlarının, ardından da müminlerin durumunu anlatmak üzere gören ve işiten lafızlarının zikredilmesi, önceki ayetlerde de ilk olarak kâfirlerin daha sonra da müminlerin hali zikredildiği içindir.
Ayette, lafızlar önce belli bir sıraya göre dizildiği (kâfir, mümin), ardından da bu lafızlara ait özellikler aynı sırayı (kör, sağır; gören, işiten) takip ettiği için leff ü neşr-i müretteb sanatı uygulanmıştır. Buna göre ibarede yer alan “iki grup” leff, “kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler” lafzı ise neşrdir. Ayrıca burada birbirine zıt olan اَعْمٰى / kör ve الْبَص۪يرِ /gören kelimeleri ile الْاَصَمِّ /sağır ve السَّم۪يعِ / işiten kelimelerinin aynı cümlede toplandığı görülmektedir. Dolayısıyla bu ayette “iki zıt manayı bir cümlede toplamak” demek olan tıbâk sanatı da uygulanmıştır. Bu aynı zamanda “önce birbiriyle ilişkili iki mananın zikredilmesi, sonra da sırasıyla bunların karşıtlarının ifade edilmesi” demek olan mukabele babındandır. Ancak bazı belâgatçılar mukabeleyi tıbâktan kabul etmişlerdir. Müfessirimizin tercihi de bu yönde olmalıdır. Bunun için burada sadece tıbâk sanatını zikretmekle yetinmiş, mukabele adını ayrıca zikretmemiştir. Belâgatçıların çoğu mukabeleyi müstakil bir bedî’ sanat kabul ederken, Kazvînî ve Teftâzânî gibi bazı alimler bu sanatı tıbâktan saymışlardır. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı) Âşûr da müretteb leff ü neşr olduğu görüşündedir.
Burada iç içe geçmiş iki teşbih vardır. Önce müşebbehler sonra da sırasıyla müşebbehün bihler zikredilmiştir. Müşebbehler bir tarafta, müşebbehün bihler diğer tarafta toplandığı için teşbih-i melfuf adını almıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
الْاَعْمٰى - الْبَص۪يرِ ve الْاَصَمِّ - السَّم۪يعِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır.
هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاًۜ
Beyânî istînâf olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümle istifham üslubunda gelmiş olsa da soru kastı taşımayıp tevbih ve inkârî anlamda geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
مَثَلاً temyizdir. Temyiz anlamı kuvvetlendiren ıtnâb sanatıdır.
مَثَل kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاً cümlesi teşbihin amacını açıklar. Bu iki hal aynı değildir. Eşitliğin olumsuzluğu ifadesi; hangisinin üstün olduğundan kinayedir. Bu üstünlük makamdan bilinir. Yani işiten ve gören fırkanın, kör ve sağır olarak temsil edilen topluluğa üstünlüğü, bilinir demektir. (Âşûr)
اَفَلَا تَذَكَّرُونَ۟
Cümle mukadder istînâfa فَ ile atfedilmiştir. Takdiri; أجهلتم فلا تذكّرون (Bilmiyor musunuz, yoksa düşünmüyor musunuz?) şeklindedir.
İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen inkâr ve tevbih manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
İstifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Kur’an’daki fasılalar, kimi zaman kevnî ayetler üzerinden örnekler verilerek, kimi zaman ahiretin kalıcılığına vurgu yapılarak, kimi zaman kâfirlerin Allah’ın dışında ilâhlar edinme konusundaki mantıksızlıkları geçmişle gelecek arasında bağ kurulmak suretiyle geçmişin tecrübesini geleceğe aktarma anlamındaki bir düşünmeyi kapsayan تَعَقُّل kelimesi ve “Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?”, “Hiç düşünmüyor musunuz?” gibi ifadelerle bitirilirken geçmişe yönelik düşünmeyi gerektiren ve hassaten önceki milletlerin tecrübeleriyle ilgili olaylar anlatılırken لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ gibi tezekküre çağıran ifadelerle bitirilmiştir. Olayın arka planının kavranmasının önem arz ettiği Kur’an’ın anlamına yönelik düşünme çağrıları ise أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ifadesiyle karşılık bulmuştur. Zira tezekkürün zıddı olarak kullanılan tedebbür, geleceğe yön verecek bu türden bir düşünmeyi ve tedbiri gerektirir. Aklını kullanan bireylerin (تَعَقُّل) geçmişin yaşanmışlığını idrak ederek (تَذَكُّر) geleceğe yol bulmaları (تَدَبُّر) anlamında üçünü de kapsayan bir anlamın gerekli olduğu bazı fasılalar ise tefekküre yapılan vurgularla, bütün bunlardan içinde bulunduğumuz an için hüküm çıkarma bağlamındakiler ise تَفَقُّه kelimesiyle sonlandırılmıştır. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
تَذَكَّرُونَ۟ kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)