وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمِنَ | -dan |
|
2 | النَّاسِ | İnsanlar- |
|
3 | مَنْ | kimi |
|
4 | يَتَّخِذُ | tutar |
|
5 | مِنْ |
|
|
6 | دُونِ | başka |
|
7 | اللَّهِ | Allah’tan |
|
8 | أَنْدَادًا | eşler |
|
9 | يُحِبُّونَهُمْ | onları severler |
|
10 | كَحُبِّ | sever gibi |
|
11 | اللَّهِ | Allah’ı |
|
12 | وَالَّذِينَ | (kimseler) |
|
13 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
14 | أَشَدُّ | en çok |
|
15 | حُبًّا | severler |
|
16 | لِلَّهِ | Allah’ı |
|
17 | وَلَوْ | keşke |
|
18 | يَرَى | görselerdi |
|
19 | الَّذِينَ | (kimseler) |
|
20 | ظَلَمُوا | zulmedenler |
|
21 | إِذْ | zaman |
|
22 | يَرَوْنَ | gördükleri |
|
23 | الْعَذَابَ | azabı |
|
24 | أَنَّ | gerçekten |
|
25 | الْقُوَّةَ | kuvvetin |
|
26 | لِلَّهِ | Allah’a aittir |
|
27 | جَمِيعًا | bütünüyle |
|
28 | وَأَنَّ | ve gerçekten |
|
29 | اللَّهَ | Allah’ın |
|
30 | شَدِيدُ | şiddetlidir |
|
31 | الْعَذَابِ | azabı |
|
Ayetteki “onları severler” kelimesi yuhibbuneha olarak gelseydi bunların sadece önlerine koyup ibadet ettikleri cansız putlar olduğunu söyleyebilirdik. Ama “yuhibbunehüm” olunca içinde canlı varlıklar da var demektir bu.. Farkına varmadığımız neleri Allah gibi sever olduk soralım kendimize. Nasıl mı? İnsan neyi seviyorsa onun hakkında çok konuşur. Ne hakkında çok konuşuyoruz? Çocuklarımız mı, eşlerimiz mi, moda mı, spor mu, sinema mı, arabalar mı? Dikkat diyor ayet, putlar önünüzde olduğu gibi kalbinizde de olabilir. Ayet Allah’tan başkasını sevmeyi değil, Allah’tan başkasını Allah gibi sevmeyi kınıyor.
“O kimseler ki zulmettiler” de geçen zulüm, Allah’a gereken sevgiyi göstermemektir. Allah’a gereken sevgiyi göstermeyen dünyada da, ahirette de Allah’ın gücünü test etmeyi göze almıştır. Ayetin içeriği sevgiden güce ve şiddetli bir azaba dönüştü bir anda...
Rabbim bizi kalbinde doğru sevgiyi barındıranlardan, dünyada da, ahirette de senin rahmetinle kucaklananlardan eyle...
Riyazus Salihin, 376 Nolu Hadis
Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar:
Allah ve Rasûlünü, (bu ikisinden başka) herkesden fazla sevmek.
Sevdiğini Allah için sevmek.
Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.”
Buhârî, Îmân 9, 14, İkrah 1, Edeb 42; Müslim, Îmân 67.Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 10
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً
وَ atıf harfidir. مِنَ النَّاسِ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يَتَّخِذُ ’dur.
Îrabtan mahalli yoktur.
يَتَّخِذُ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi أخذ ’dir. İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
مِنْ دُونِ car mecruru يَتَّخِذُ fiiline müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, zarf olan دُونِ ’nin muzâfun ileyhi olup kesra ile mecrurdur. اَنْدَاداً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ
Cümle, اَنْدَاداً için sıfat olarak mahallen mansubtur. Muttasıl zamir هُمْ fiilin mef‘ûlü olarak mahallen mansubtur. كَ teşbih ve cer harfidir. كَحُبِّ car mecruru mahzuf masdarın sıfatı olarak mahallen mansubtur. Takdiri يحبونهم حبًّا مثل حب الله (Allah’ı sever gibi bir sevgiyle onları severler) şeklindedir. اللّٰهِۜ lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ
وَ istînâfiyyedir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُٓوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اَشَدُّ haberdir. حُباًّ temyiz olup fetha ile mansubtur. لِلّٰهِۜ car mecruru حُباًّ ’e müteallıktır.
وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ
وَ istînâfiyyedir. لَوْ gayrı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur. يَرَى şart fiilidir. Cevap cümlesi mahzuftur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası ظَلَمُٓوا ’dur.
اِذْ mazi manalı zaman zarfı olup يَرَى fiiline müteallıktır. يَرَوْنَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الْعَذَابَۙ kelimesi يَرَوْنَ fiilinin mef‘ûlüdür.
الَّذ۪ينَ ile Allah’a denk eşler edinen, ortaklar kabul edenler ifade ve işaret edilmiştir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Burada cevap mahzuftur. Çünkü, لَوْ (eğer) arzu duyulan özlenen bir ifadenin başında veya kendisinden korkulan bir durumu anlatan bir cümlenin başında yer alınca, o zaman akla gelebilecek tüm sorulara bir cevap içeren bir ifade ya da cümle ile birleştirilmesi oldukça az rastlanır. Yani çoğunlukla cevap net olarak gösterilmez. Ki bu edattan sonra mazi (geçmiş zamanlı) fiil gelir, aynı şekilde bu, kelimeye eğer mazi manasına delalet edecekse yine bu edat gelir. Ancak burada geleceğe ait fiilin başına yani Muzari (şimdiki zaman) fiilinin başına gelmiş olması şu sebepledir. Allah’ın gelecekten haber vermesi, doğruluğu itibariyle tıpkı geçmişte olmuş bir vakıanın gerçekliği manasındadır. Zira Allah’ın bildirdiği şey mutlaka gerçekleşeceğine göre bu bir manada mazi anlamındadır, olmuş gibidir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ
اَنَّ harfi, اِنَّ gibi ismini nasb haberini ref eder. İsim cümlesinin manasını masdara çevirir ve tekid eder.
الْقُوَّةَ kelimesi اَنَّ ’nin ismidir. لِلّٰهِ car mecruru اَنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır..
اَنَّ ve masdar-ı müevvel يَرَى fiilinin iki mef‘ûlü yerindedir. Mahallen mansubtur.
جَم۪يعاًۙ hal olarak mansubtur.
وَ atıf harfidir. Lafza-i celâl اَنَّ ’nin ismidir. شَد۪يدُ kelimesi اَنَّ ’nin haberidir. الْعَذَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً
و istînâfiyyedir. Ayette takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. İsim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin muzari fiil sıygasında gelmesi, hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Olayın yenilendiğine işaret eder. Ayrıca muzari fiil, tecessüm özelliğiyle muhayyileyi canlı tutarak muhatabı uyarır.
Car mecrur önemine binaen takdim edilmiştir. مِنَ , baziyet ifade eder. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ ’de tecrîd sanatı vardır.
مِنْ دُونِ اللّٰهِ izafeti kısa yoldan izah ve gayrıyı tahkir içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için lafzâ-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
اَنْدَاداً ’deki tenvin tahkir ifade eder.
Ayet, kemâlatı sınırsız, melikül mülk’ün dışında, aşağılık putları ilah edinen müşriklerin akıllılarına ve sefihlerine bildiri olmak üzere vahyolunduğu için lafza-i celâlle gelmiştir. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim)
فوق , دُونِ kelimesine zıt manada, zarf olarak kullanılır. Bu kelime bazan غير manasında isim olarak da gelir. [Yoksa Ondan başka tanrılar mı edindiler? (Enbiya, 24.) ayeti buna misaldir. Burada دُونِ kelimesi غير manasındadır. Zemahşeri; bu kelimenin ‘’bir şeyin altında bulunan’’ manasına geldiğini söyler. Kelime aynı zamanda daha geniş manada kabul edilerek haddi aşma, manasında kullanılır. «müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin..» (Nisa, 144.) ayeti buna misaldir. (İtkan c.1)
يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ
Fasılla gelen sıfat cümlesi müsbet fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fasıl nedeni kemâ-li ittisâldir. Sıfat cümleleri anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. Cümle müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber, ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
يُحِبُّونَهُمْ ibaresinde اَنْدَاداً , akıllılara has zamirle ifade edilmiştir. Çünkü müşrikler onların fayda ve zarar verdiğine, ilah olduklarına inanıyorlardı. Bu ibare de onların itikatları sebebiyle böyle gelmiştir.
Allah Teâlâ’nın يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ sözünde teşbih üslubuyla, müşriklerin Allah Teâlâya olan sevgileriyle, taatte ve tazimde putlarına olan sevgileri eşitlenmiştir.
مِنَ النَّاسِ ibaresinde مِنَ baziyet ifade eder. Tasgir için bir işarettir. Müşriklerin tasgirine işaret eder. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, s.493, Soru: 1250)
Ayetteki “onları severler” kelimesi يُحِبُّونَها olarak gelseydi bunların sadece önlerine koyup ibadet ettikleri cansız putlar olduğu söylenebilirdi. Ama يُحِبُّونَهُمْ olunca içinde canlı varlıklar da olduğu anlaşılır. Ayet Allah’tan başkasını sevmeyi değil, Allah’tan başkasını Allah gibi sevmeyi kınıyor.
حِبّ sevgi demektir. Kur’an’da “aşk” kelimesi hiç geçmez. Burada ودود kelimesi de kullanılabilirdi. Ama حِبّ kelimesinde çoğalan sevgi manası vardır. Aslında iyi görülen veya zannedilen şeyi istemek demektir. حِبّ ve حبوبات kelimeleri de bu köktendir. Sevdikçe o sevgi çoğalır. Sevgi, değerini sevilenden alır. Tıpkı ilim gibi. İlim de konusuna göre değer kazanır. İlim maluma tabidir.
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ
و istînâfiyye veya haliyyedir. Cümlenin itiraziyye olmasına da cevaz vardır.
İtiraz cümleleri ve temyiz ıtnâb babındandır. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsm-i mevsûl müphem isimlerdendir. Bunun için her zaman sılaya muhtaçtır. Sıla, müphemliği açıklığa kavuşturur. Îrabtan mahalli yoktur. Mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
Cümlede müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle geliş sebebi iman edenleri tazim ve teşviktir.
Bütün esma-i hüsna'yı ve kemâl sıfatları kendinde toplayan lafza-i celâl telezzüz, teberrük ve haşyet kastıyla tekrar edilmiştir. Bu tekrarda cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
يُحِبُّونَهُمْ - حُباًّ - حُبِّ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
حُباًّ لِلّٰهِۜ ifadesinde zamir yerine zahir lafzâ-i celâle iltifat edilerek ıtnâb yapılmıştır.
حُباًّ لِلّٰهِۜ şeklinde zahir isim لِلّٰهِۜ ibaresinin zikrinde, حُباًّ ’i şereflendirme ve şanını yüceltmeye işaret vardır. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, S. 492, Soru 1248)
اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ [Allah'ı daha çok seven] اَشَدُّ kelimesini açıkça kullanarak, mukayese yapmak; اَحُباًّ لِلّٰهِۜ şeklinde mukayese yapmaktan daha mübalağalıdır. Yüce Allah [Artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katı] mealindeki ayette de kasveti (katılığı) mukayese ederken اقسا demek uygun düştüğü halde daha aşırılık ifade etmesi için اشد قسوة buyurmuştur. (Safvetü't Tefâsir)
İmanı kuvvetli olanlar başka şeyleri sevseler de, onlarda Allah sevgisi en güçlü sevgidir.
Allah’ı sever gibi severler buyurulurken birinci cümlede “sevmek” kelimesi fiil olarak, ikincisinde masdar olarak gelmiştir. Masdar bir şeyin asıl kaynağını ifade eder. Asıl sevilecek şey Allah’dır. Asıl sevilmeyi hak eden, sevilmeye değer olan, sevilecek O’dur ve esas seven de O’dur. Bizim sevgilerimiz mecazîdir. Dolayısıyla mürsel, mücmel teşbih vardır.
Bu, ibtidaî bir cümle olup gelecek bir konuya hazırlıktır ki, o da, müşriklerin, dinî reislerine olan sevgilerinin öbür dünyada kendileri için üzüntü kaynağı olacağıdır. Yani mü'minlerin Allah'a olan muhabbeti müşriklerin kendi dinî reislerine muhabbetinden çok kuvvetlidir. (Ebüssuûd)
Ayeti kerime Allah'tan başkasını sevmeyi değil, Allah'tan başkasını Allah'ı sever gibi sevmeyi kınar.
وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ
Beyanî istînâf olarak و ’la gelen cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Şart cümlesi, müsbet fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiiller hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder ve tecessüm özelliğiyle muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek onu etkiler.
Şartın cevabının mahzuf olması îcâz-ı hazif sanatıdır.
İsm-i mevsûlde tevcih sanatı vardır.
يَرَى - يَرَوْنَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا ibaresi, یَتَّخِذُ fiilinde mazmun olan kişilerin zahir olarak ifade edilmiştir.
Allah'ın dışında ortaklar edinmenin azim bir zulüm olduğunu vurgulamak üzere izmardan izhara iltifat edilmiştir. یُحِبُّونَهُمۡ ’deki zamir, ظَلَمُٓوا sıfatıyla izhar edilmiştir.
Bu, dinleyicinin zihninde olayı canlandırmak, tasvir etmek ve şiddetli azabın sebebi olan korkunç zulmü tescil içindir. (Safvetü't Tefâsir)
ظَلَمُٓوا - ءَامَنُوۤا۟ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî vardır.
اِذْ , mazi manalı zaman zarfıdır. Burada müstakbel manada istiare edilmiştir. (Mahmut Sâfî)
Mazi manalı اِذْ ’in müstakbel manada kullanılması, istikbale dönük haberin tahakkukundaki kesinliğe ve tekide delalet eder. Mazi mecradaki ifade, gaybleri en iyi bilen Allah teala’nın haberinin gerçekleşeceğini ifade eder. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, S.492, Soru 1256)
[Keşke nefislerine zulmedenler gördükleri zaman] eşler edinmekle zulmedenler bilselerdi, azâbı gördükleri zaman onu kıyâmet gününde gözleriyle gördükleri zaman demektir. Gelecek; geçmiş yerine konulmuştur, çünkü gelmesi kesindir, meselâ وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْجَنَّةِ [Cennet halkı seslendi] (Araf: 44) kavlinde olduğu gibi. (Beyzâvî)
[O kimseler ki zulmettiler] de geçen zulüm, Allah’a gereken sevgiyi göstermemektir. Allah’a gereken sevgiyi göstermeyen, dünyada da ahirette de Allah’ın gücünü test etmeyi göze almıştır. Ayetin içeriği bir anda sevgiden güce ve şiddetli bir azaba dönüşmüştür .
اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ
اَنَّ ve masdar-ı müevvel يَرَى fiilinin iki mef‘ûlü yerindedir. اَنَّ ’nin haberinin mahzuf oluşu îcâz-ı hazif sanatıdır.
جَم۪يعاًۙ , haldir, dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
اَنَّ ile tekid edilmiş masdar tevilindeki cümle, faidei haber talebî kelamdır.
Masdar tevilindeki ikinci cümle de, faidei haber talebî kelamdır.
İkinci masdar-ı müevvel, önceki masdar cümlesine matuftur.
شَد۪يدُ الْعَذَابِ izafeti az sözle çok anlam ifade etme amacına matuftur. Sıfat mevsufuna muzâf olmuştur. Dolayısıyla bir vurgu sözkonusudur.
Ayetteki الْعَذَابِ kelimesi konudaki önemine binaen tekrar edilmiştir. Kelimedeki tarif daha önce sözü geçtiği için ahd-i sarihidir.
اَنَّ - الْعَذَابِ - اللّٰهَ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ales-sadr sanatı vardır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak içindir.
Allah lafızlarında tecrîd sanatı vardır. Çünkü mütekellim Allah Teâlâdır.
اَشَدُّ - شَد۪يدُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
Ayetteki şart cümlesinin cevabının hazfi, azabın idrak edilemeyecek tarifi mümkün olmayan korkunçluğuna, şiddetine işaret etmenin yanında, tefhîm ifade eder.
Allah Teâlânın bu sözünde, korkutarak terbiye kastı vardır. Onların kalplerindeki şüpheyi gidermek maksadıyla, azabı yüceltmek ve azabın şiddetinde mübalağa için daha önce الْعَذَابِ şeklinde ifade edilen azap, burada شَد۪يدُ الْعَذَابِ şeklinde zikredilmiştir. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1252)
[Ve O'nun azabının çok şiddetli olduğunu bir bilselerdi] Şirk koşarak zulüm işlemiş olanlar, eğer her bakımdan kudretin Allah'a ait olduğunu, sevap ve ceza bakımından her şeyin O'nun elinde bulunduğunu, putlarının hiçbir şeye sahip olmadıklarını, zalimlere karşı, kıyamet gününde azabının şiddetini çıplak gözleriyle gördüklerinde, putlara taptıklarından dolayı pişmanlık duyacaklardır. Öyle pişmanlık duyacaklar ki nerede ise tavsif edilemez. (Ruhul Beyan)