Bakara Sûresi 164. Ayet

اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ  ...

Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ şüphesiz
2 فِي
3 خَلْقِ yaratılışında خ ل ق
4 السَّمَاوَاتِ göklerin س م و
5 وَالْأَرْضِ ve yerin ا ر ض
6 وَاخْتِلَافِ ve değişmesinde خ ل ف
7 اللَّيْلِ gece ل ي ل
8 وَالنَّهَارِ ve gündüzün ن ه ر
9 وَالْفُلْكِ ve gemilerde ف ل ك
10 الَّتِي
11 تَجْرِي taşıyıp giden ج ر ي
12 فِي
13 الْبَحْرِ denizde ب ح ر
14 بِمَا şeyleri
15 يَنْفَعُ faydasına olan ن ف ع
16 النَّاسَ insanların ن و س
17 وَمَا
18 أَنْزَلَ indirip ن ز ل
19 اللَّهُ Allah’ın
20 مِنَ -ten
21 السَّمَاءِ gök- س م و
22 مِنْ
23 مَاءٍ su م و ه
24 فَأَحْيَا dirilterek ح ي ي
25 بِهِ onunla
26 الْأَرْضَ yeri ا ر ض
27 بَعْدَ sonra ب ع د
28 مَوْتِهَا öldükten م و ت
29 وَبَثَّ yaymasında ب ث ث
30 فِيهَا orada
31 مِنْ -ten
32 كُلِّ her çeşit- ك ل ل
33 دَابَّةٍ canlıyı د ب ب
34 وَتَصْرِيفِ ve evirip çevirmesinde ص ر ف
35 الرِّيَاحِ rüzgarları ر و ح
36 وَالسَّحَابِ ve bulutları س ح ب
37 الْمُسَخَّرِ emre hazır bekleyen س خ ر
38 بَيْنَ arasında ب ي ن
39 السَّمَاءِ yer س م و
40 وَالْأَرْضِ ve gök ا ر ض
41 لَايَاتٍ elbette deliller vardır ا ي ي
42 لِقَوْمٍ bir topluluk için ق و م
43 يَعْقِلُونَ düşünen ع ق ل
 

159. ayette kitapta apaçık beyan edildiği halde delilleri gizleyenlerden bahsetmişti. Başka ayetler de var diyor Allah, gökleri, yeri, geceyi, gündüzü, denizlerde yüzüp giden gemileri, yağmuru, rüzgarları, bulutları sayıyor ve bizi aklımızı kullanmaya, akletmeye çağırıyor. ”Bunları yaratan disiplini, uyumu, dengeyi, güzelliği seviyor olmalı“ diye düşünmeli... Rahman suresinde bahsedilen koca koca gemilerin deniz üzerinde süzülürken ufacık inci tanesinin neden denizin dibinde olduğunu düşünmeli mesela.. Kur’ân gözlüklerini tak da öyle bak ne ayetler göreceksin diyor Allah...

Hepimizi Kur’ân gözlüklerini takanlardan eyle Rabbim..

 

Fülk gemi demektir. Hem tekil, hem çoğul için kullanılır. Ayette çoğul olarak gelmiştir ( bu sonrasında gelen ismi mevsulun müennes olmasından da bellidir). Türkçe’de kullandığımız filika yine bu köktendir. Feleğin darbesi manasına felaket de bu köktendir. Aynı kökten gelen felek kelimesi yıldızların akıp gittiği yerdir. Onun bu şekilde isimlendirilmesi gemi gibi olduğu içindir.

Tecrî kelimesinin kökü cerâ (جرى) olup hızlı geçiş demektir. Aslen suyun geçişi ve kendi akışıyla akıp giden şeydir. Cereyan kelimesini Türkçe’de kullanmaktayız. Yine câri, mecrâ kelimelerini kullanmaktayız. Cariye kelimesi de bu kökten olup muhtemelen her hizmete koştuğu için bu ismi almıştır. Macera, cereyan eden şey, olup biten olay demektir. İcra da harekete geçirme demektir.

Besse (بثّ) ayırmak manasında olup rüzgarın tozu toprağı savurması gibi bir savurma ifade eder. Ayetteki manası Yüce Allah’ın olmayan şeyleri yaratıp onları ortaya çıkarmasına işarettir. Bess, insanın içindeki üzüntü ve sırları da ifade eder.

Tasrîf kelimesinin kökü sarafe (صرف) olup bir şeyi bir halden başka bir hale çevirmek veya onu başkasıyla değiştirmek demektir. Tasrîfu-r riyâh rüzgarları bir halden başka bir hale yönlendirme demektir. Türkçe’deki sarf, masraf, israf, tasarruf, sarraf kelimeleri bu köktendir. Sırf kelimesi de bu kökten olup başkasından ayrılan, duru olan her şey için kullanılır. Sanki onu bulandıran şey kendisinden çevrilmiştir. Arapça’daki sarf ilminde de kelimeler şekilden şekle girmektedir.

 

 

اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ 


 

إِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. فِی خَلۡقِ car mecruru إِنّ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır. ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ kelimesi muzâfun ileyh olup cer alameti kesradır. Çünkü cemi müennes salim kelimeler kesra ile nasb ve cer olurlar. 

وَٱلۡأَرۡضِ وَٱخۡتِلَـٰفِ ٱلَّیۡلِ وَٱلنَّهَارِ وَٱلۡفُلۡكِ kelimeleri ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ ’ye matuftur.

ٱلَّتِی müfret müennes has ism-i mevsûlu, ٱلۡفُلۡكِ ’un sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası تَجۡرِی ’dir. Îrabtan mahalli yoktur. 

فِی ٱلۡبَحۡرِ car mecruru تَجۡرِی fiiline müteallıktır.

مَا müşterek ism-i mevsûlu, بِ harf-i ceriyle birlikte تَجۡرِی fiiline veya تَجۡرِی ’nin failinin mahzuf haline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası یَنفَعُ ٱلنَّاسَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

مَا ’nın masdariye olması da caizdir.

 

وَمَاۤ أَنزَلَ ٱللَّهُ مِنَ ٱلسَّمَاۤءِ مِن مَّاۤء

 

Müşterek ism-i mevsûl مَا , önceki مَاۤ ya matuftur. İsm-i mevsûlun sılası أَنزَلَ ’dir.

Îrabtan mahâlli yoktur.ٱللَّه  lafza-i celâli, أَنزَلَ fiilinin failidir. مِنَ ٱلسَّمَاۤءِ car mecruru أَنزَلَ fiiline müteallıktır.

مِن مَّاۤء car mecruru  مِنَ ٱلسَّمَاۤء  'den bedeldir.

Burada, مِنَ ٱلسَّمَاۤءِ ’deki مِنَ edatı ibtidai gaye içindir. Ayetteki, “sudan’’ kasıt yağmurdur ve suyun cinsini açıklamak içindir. Çünkü gökten yağmur da, başka şey de iner (yağar). (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)


 فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا 


Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. أَحۡیَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir.

بِهِ car mecruru أَحۡیَا fiiline müteallıktır. Zaman zarfı بَعۡدَ , mahzuf hale veya أَحۡیَا fiiline müteallıktır. مَوۡتِهَا muzâfun ileyh olarak kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyhtir. 


وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ


وَ atıf harfidir. بَثَّ mazi fiildir. Faili müstetir هُو’dir.

فِیهَا car mecruru بَثَّ fiiline müteallıktır. مِن كُلِّ دَاۤبَّةࣲ car mecruru بَثَّ fiilinin mef’ûlunun mahzuf sıfatına müteallıktır.  دَاۤبَّةࣲ muzâfun ileyh olarak kesra ile mecrurdur. 

Şayet: ‘’ وَبَثَّ فِیهَا [ve oraya yaymasında] cümlesi, أَنزَلَ [indirdi] fiili üzerine mi yoksa أَحۡیَا [diriltti] fiili üzerine mi atfedilir?’’ dersen, şöyle derim: ‘’Açık olan, bunun sıla hükmüne dahil olan أَنزَلَ üzerine atfedilmesidir.’’ Çünkü فَأَحۡیَا بِهِ ٱلۡأَرۡضَ ifadesi, أَنزَلَ üzerine atfedilmiş olup, böylece ona bitişmiş ve bir tek şey gibi yekpareye dönüşmüştür. Adeta “Ve yeryüzüne bir tür su indirip de orada her tür canlıyı yaymasında...” denmiş gibi olmaktadır. Bunun أَحۡیَا üzerine atfı da caizdir ki, o zaman mana: [Ve yağmurla yeryüzünü diriltmesinde ve orada her türden canlıyı yaymasında…] şeklinde olur. Çünkü insanlar bereket sayesinde neşvünema bulur ve yağmur sayesinde yaşarlar. (Keşşâf)


وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ


تَصۡرِیفِ kelimesi ayetin başındaki خَلۡقِ ’ya matuftur. ٱلرِّیَـٰحِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. ٱلرِّیَـٰحِ kelimesi ٱلسَّحَاب ye matuftur. ٱلۡمُسَخَّرِ kelimesi ٱلسَّحَابِ ’in sıfatıdır. 

بَیۡنَ mekân zarfı ٱلۡمُسَخَّرِ ye müteallıktır.. 

ٱلسَّمَاۤءِ - ٱلۡأَرۡضِ ’ye matuftur.

 

 لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ  


لَ , ibtida harfidir. ـَٔایَـٰتࣲ kelimesi إِنَّ ’nin muahhar ismidir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır. لِّقَوۡمࣲ car mecruru لَـَٔایَـٰتࣲ in mahzuf sıfatına müteallıktır. 

یَعۡقِلُونَ  cümlesi ise  لِّقَوۡمࣲ  için sıfat olarak mahallen mecrurdur.

 

اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ 


Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. إِنَّ ve ibtida ل ’ıyla tekid edilmiş bu cümle faide-i haber inkârî kelamdır. 

Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. 

Müfret müennes has ism-i mevsûl ٱلَّتِی nin sılası muzari fiil sıygasıyla gelerek teceddüt ve hudûsa işaret etmiştir. 

İzafetler az sözle çok anlam ifade etme amacına matuftur.

ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ - ٱلۡأَرۡضِ ve ٱلَّیۡلِ - ٱلنَّهَارِ kelime grupları arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

ٱلَّتِی- مَا ; ٱلۡفُلۡكِ - تَجۡرِی - ٱلۡبَحۡرِ ; ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ - ٱلۡأَرۡضِ ; ٱلَّیۡلِ - ٱلنَّهَارِ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Saygınlık ve şeref bakımından üstün olması ve arza da şamil olması sebebiyle gökyüzü yeryüzüne takdim edilmiştir. Gecenin gündüze takdiminin sebebi, Yasin 37. ayette belirtildiği üzere yaratılıştaki önceliğidir. Geminin sudan önce zikredilmesi ise, ikisi birlikte olduklarındaki menfaat üstünlüğü sebebiyledir. (Faydalı şeyleri taşımak insanlara fayda getirmek gibi) (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Garîbi Belâgati'l Kur'ani'l Kerim, Soru 1242)

Ayetin sonunda zikredilen لَـَٔایَـٰتࣲ kelimesinin sadece mahluklar hakkında olduğu bilinen bir husustur. Çünkü mahluk, Yaratıcının varlığına delalet edendir. O halde bu ayet خَلۡقِ kelimesinin mahluk manasına geldiğini gösterir. (Fahreddin er-Râzî)

Burada zikredilen ٱلۡفُلۡكِ kelimesi gemiler demektir. Tekili de çoğulu da, müzekkeri ve müennesi de aynıdır. Şu kadar var ki tekildeki harekeler, çoğuldaki harekelerin aynı değildir. Adeta çoğul için başka bir kelime çatısı kurulmuş gibidir. ٱلۡفُلۡكِ kelimesi tekil ve müzekkerdir. Yüce Allah: في الفلك المشحون [O dopdolu gemide] (Yasin, 36/41) ayetinde bu kelimeyi müzekker olarak kullanmaktadır. [Denizlerde akıp giden gemilerde] şeklinde bu ayet-i kerimede ise, müennes olarak kullanmaktadır ki bunun tekil ve çoğul olma ihtimali de vardır. (Kurtubî)

Beyzâvî ayette yer alan ٱلۡفُلۡكِ [gemi] kelimesi ve onun ٱلرِّیَـٰحِ ve ٱلسَّحَاب dan önce zikredilmesiyle ilgili şu ifadeleri kullanır: “Gemiden maksat denizi ve onun bütün özelliklerini Allah’ın varlığına delil getirmektir. Özellikle onun zikredilmesi, denize dalmaya ve onun acayipliklerini görmeye sebep olmasındandır. Bundan dolayı onu yağmurdan ve buluttan önce zikretmiştir; çünkü bu ikisinin menşei genellikle denizdir. (Kadı Beyzâvî Tefsirinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı /Süleyman Gür)


 وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ


Cümle atıfla gelmiştir. Atıf sebebi temasüldür. 

مِن مَّاۤءࣲ ’deki مِن , bِeyaniyye veya ibtidaîyyedir. Suyun inmesinin beyanı veya bu inmenin başlangıcıdır. ِِِِِِAyِrıca مِن ’de tebyiz manası vardır. Çünkü semadan, semadaki suyun hepsi değil bir kısmı iner. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim) 

ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ - ٱلسَّمَاۤءِ kelimeleri arasında iştikak cinası, ٱلسَّمَاۤءِ - مَّاۤءࣲ nakıs cinas vardır.

أَنزَلَ fiilinin faili olan ٱللَّهُ kelimesinde mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle tecrîd sanatı vardır. 

Cümlede iki مِن arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.

Bedel dolayısıyla cümlede ıtnâb vardır. Bedel cümlenin anlamını pekiştiren ıtnâbtır.

Zayıf olan daha kuvvetli olandan bedel olarak gelince zayıf olan kuvvetliden kuvvet kazanır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan/31, S. 111)

Su kelimesi nekre olarak gelerek suyun azlığı, yüceliği veya çokluğu vurgulanmış olabilir. Nekrelik duruma göre bazen azlık bazen çokluk ifade eder. Az bir su ile bu kadar çok şeyin hayat bulması da enteresan bir olaydır. 


مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ


Buradaki فَ harfi sadece sebep ile müsebbebin birleşmesiyle yerin bitkisini ortaya çıkaran Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin kemâline işaret eder. فَ harfi; suyun inmesiyle birlikte arzın bitkilerinin çıkmasının inanılmaz bir hızla olduğunu gösterir. Bir şeyin Allah Teâlâ’nın sadece كنْ ‘ol’ demesiyle olduğu o zatın kudretinin eserlerini bize göstermek için arada geçen müddet bizden saklanmıştır. 

Cümlede takdim sanatı vardır. Car mecrur بِهِ önemine binaen mef‘ûle takdim edilmiştir.

أَحۡیَا - مَوۡتِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

بَعۡدَ مَوۡتِهَا izafeti, az sözle çok anlam ifadesi içindir.

Cenâb-ı Hakk'ın, ölümünden sonra yeryüzünü diriltmekle nitelemiş olması, bir mecazdır. Çünkü hayat, ancak idrak eden ve bilme kaabiliyeti olabilecek varlıklar için söz konusu olabilir. Ölüm de böyledir; ne var ki cisim diri olunca kendisinde bir tür güzellik, göz alıcılık, gösteriş, dirilme ve gelişme gözlenir. İşte bundan dolayı bu şeylerin bulunmasına hayat kelimesi ıtlak edilmiş olur. Bu da, kısalığına rağmen birçok manalarını ihtiva eden fasih bir sözdür. (Fahreddin er-Râzî)

أَنزَلَ veya أَحۡیَا fiiline matuf olan ...وَبَثَّ فِیهَا müsbet fiil cümlesi, faidei haber ibtidaî kelamdır.

دَاۤبَّةࣲ ’deki tenvin nev ve kesret ifade eder. 

وَبَثَّ فِیهَا مِن كُلِّ دَاۤبَّةࣲ [orada her türlü canlıyı yaymasında] ifadesi de أَنزَلَ 'ye matuftur, sanki yağmurun inmesini, onunla bitkilerin oluşmasını ve yeryüzüne canlıların dağılmasını Allah'ın birliğine delil getirmiş gibi oluyor. Ya da أَحۡیَا 'ya matuftur, çünkü hayvanlar bol ürünle çoğalır ve hayatla da yaşarlar. بَثَّ de yaymak ve dağıtmaktır. (Beyzâvî)


 وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ


وَتَصۡرِیفِ ٱلرِّیَـٰحِ ifadesi خلق kelimesine matuftur. ٱلسَّحَابِ ve ٱلۡأَرۡضِ da aynı şekilde خلق ’ya matuftur. İzafetler az sözle çok anlam ifade etmek amacıyla gelmiştir.

ٱلرِّیَـٰحِ - ٱلسَّحَابِ - ٱلسَّمَاۤءِ - ٱلۡأَرۡضِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

ٱلسَّمَاۤءِ - ٱلۡأَرۡضِ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ales-sadr sanatı ve tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

سماء çoğul olarak السماوات şeklinde zikredilmiştir. Çünkü meşhur olan, göklerin mahiyetleri birbirinden farklı tabakalardan oluştuğudur; fakat yer öyle değildir. (Ebüssuûd)

تَصۡرِیفِ [Evirip çevirmesinde] kelimesi; esmesinde ve hallerinde demektir. Hamza ile Kisâî tekil olarak ريح okumuşlardır. (Beyzâvî)

Bu ayette gözümüzün önünde olan, sürekli içinde yaşadığımız Allah’ın varlığının delilleri sayılmıştır. Bu ayetin başında gökler ve yer denirken “sema” kelimesi çoğul gelmiş, daha sonra iki kere “sema” kelimesi tekil gelmiştir. Böyle tekil ve marife olarak gelen “sema” kelimesinin atmosfer için, yani dünya seması için kullanıldığı söylenir.

Kur’an’da rüzgar kelimesi genellikle tekil geldiği yerlerde bir azaba delalet etmiş, çoğul geldiği yerlerde rahmete delalet etmiştir. (Sâmerrâî, Sâbûnî, Safvetü't Tefâsir)

Peygamberimiz de rüzgar estiği zaman اللهم اجعلها رياحا ولا تجعلها ريحا diye dua ederek bu kelimeyi rahmet hakkında çoğul, musibet hakkında tekil olarak kullanmıştır.


لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ


إِنَّ ’nin muahhar isminin başına gelen ibtida ل ’ı tekid ifade eder. 

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrurun müteallakı olan ـَٔایَـٰتࣲ ’in sıfatı, mahzuftur. Yani .. آيات بيّنات لقوم (Bir kavim için apaçık ayetler) demektir.

یَعۡقِلُونَ cümlesi قَوۡمࣲ  için sıfattır.

Sıfatlar dolayısıyla ayette ıtnâb sanatı vardır.

یَعۡقِلُونَ cümlesinin muzari fiille gelmesi hudûs, teceddüt ve istimrar ifade ederek akletmenin gerekli olduğu durumlarda tekrarlanmasının lüzumuna işaret eder. Ayrıca muzari fiilin tecessüm özelliği muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek konuyu iyice kavramasına yardımcı olur.

Gece ve gündüzün durumu, yağmurun yağması, yer yüzünün canlanması gibi kevni ayetlerden bahsedilirken asıl amaç, Allah'ın birliğinin ve kudretinin gözler önüne serilerek Allah'a denk olacak başka bir şeyin varlığının imkânsızlığını vurgulamaktır. Bağlamının dışında anlam yüklenmiş bu ayetlerde idmâc sanatı vardır.

Kâfirlerin Allah’ın dışında ilahlar edinme konusundaki mantıksızlıkları, geçmişle gelecek arasında bağ kurulmak suretiyle geçmişin tecrübesini geleceğe aktarma anlamındaki bir düşünmeyi kapsayan teakkul kelimesi ve “hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?” şeklindeki fasılayla dile getirilmiştir. (Kur’ân-ı Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Hasan Uçar Doktora Tezi)

Ayet bu sözle sona ererek akla ayrıcalık tanınmıştır. Çünkü akıl ayetleri anlamayı sağlar. Onunla tefekkür edilir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, soru: 1245)

لَـَٔایَـٰتࣲ لِّقَوۡمࣲ یَعۡقِلُون ibaresinde cem vardır. Cem sanatı, üslûpda îcâz sağlayan sanatlardandır. Çünkü iki veya daha fazla şeyi bir hükümde birleştirir. Bu hükümler ayrı ayrı zikredilirse kelam uzar. Yanısıra hükmün zikrinin gecikmesi muhatabın merakını celb eder. Bu arada fikir yürütmeye başlar. Böylece nefiste iyice yerleşir. Bir hükümde birleştirilen şeylerin sayısı arttıkça bu merak da buna paralel olarak artar. Bu sayede heyecan artar, dikkatler uyanık tutulur. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedii İlmi)

لَـَٔایَـٰتࣲ kelimesinin nekre gelmesiyle delillerin yüceliğine işaret edilmiştir.

Biz alıştığımız şeyleri birer mucize gibi göremiyoruz ama hepsi çok muazzam olaylardır.

Burada tevhidin delilleri sayılmıştır. Mantık yollu kelamdır. İnsanı mantıken ikna etmek üzere getirilmiş deliller sayılmıştır.

Bizim bu nimetlerden elde ettiğimiz faydaları hatırlayıp, bunun gereği olarak şükretmemiz istenmektedir.

[Aklını kullanan bir topluluk için ibretler vardır], yani kahir kudrete işaret eden bir çok ayetler ve mucizeler vardır. Apaçık hikmet ve geniş rahmet vardır ki bunlar hep ilahlığın özelliğidir. İşte düşünebilen, hem baş ve hem kalp gözüyle görenler için ibret alınacak gerçekler vardır. Çünkü bütün bunlar Allah'ın yüce kudretini gösterir, hikmetine işaret eder. İşte düşünebilenler bu yaratılanlara bakarak bunları yaratana delil getirir ve böylece O'nun birliğini kabul etmiş olurlar. Burada müşriklerin bilgisiz ve cahil olduklarına da bir tariz vardır. Çünkü müşrikler bundan önceki [Sizin İlâhınız tek bir ilâhtır] (Bakara: 163) Ayetinin doğruluğunu gösteren bir delil istiyorlardı. İşte ayet bunların akılsızlıklarını ortaya koyuyor ve bunu tescil ediyor. (Ruhul Beyan)

Akıl: Kalb ve ruhun madeninde, beynin ışığında bulunan manevi bir nurdur ki insan bununla, duyu organlarıyla hissedilemeyen şeyleri anlar. Akıl yürütmek; sebeplerle sebeplerin meydana getirdiği şeyler ve eser ile eseri meydana getiren şeyler arasındaki ilgiyi, yani “illiyet kanunu” dediğimiz, sebebi neticeye bağlayan kanunu ve ona bağlı olan gerekli ilgileri idrak ederek eserden müessire veya müessirden esere yahut da bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal etmektir. 

“Allah’ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur, Allah’ın yarattığı şeylerin ilki kalemdir, Allah’ın yarattığı şeylerin ilki akıldır.” (İbn Ebi Asım, es-Sünne, I, 48; Hilyetü’l-Evliya, VII, 318; Keşfü’l-Hafa, I, 309, 311)  (Elmalılı Hamdi Yazır)