بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّ | şüphesiz |
|
2 | فِي |
|
|
3 | خَلْقِ | yaratılışında |
|
4 | السَّمَاوَاتِ | göklerin |
|
5 | وَالْأَرْضِ | ve yerin |
|
6 | وَاخْتِلَافِ | ve değişmesinde |
|
7 | اللَّيْلِ | gece |
|
8 | وَالنَّهَارِ | ve gündüzün |
|
9 | وَالْفُلْكِ | ve gemilerde |
|
10 | الَّتِي |
|
|
11 | تَجْرِي | taşıyıp giden |
|
12 | فِي |
|
|
13 | الْبَحْرِ | denizde |
|
14 | بِمَا | şeyleri |
|
15 | يَنْفَعُ | faydasına olan |
|
16 | النَّاسَ | insanların |
|
17 | وَمَا |
|
|
18 | أَنْزَلَ | indirip |
|
19 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
20 | مِنَ | -ten |
|
21 | السَّمَاءِ | gök- |
|
22 | مِنْ |
|
|
23 | مَاءٍ | su |
|
24 | فَأَحْيَا | dirilterek |
|
25 | بِهِ | onunla |
|
26 | الْأَرْضَ | yeri |
|
27 | بَعْدَ | sonra |
|
28 | مَوْتِهَا | öldükten |
|
29 | وَبَثَّ | yaymasında |
|
30 | فِيهَا | orada |
|
31 | مِنْ | -ten |
|
32 | كُلِّ | her çeşit- |
|
33 | دَابَّةٍ | canlıyı |
|
34 | وَتَصْرِيفِ | ve evirip çevirmesinde |
|
35 | الرِّيَاحِ | rüzgarları |
|
36 | وَالسَّحَابِ | ve bulutları |
|
37 | الْمُسَخَّرِ | emre hazır bekleyen |
|
38 | بَيْنَ | arasında |
|
39 | السَّمَاءِ | yer |
|
40 | وَالْأَرْضِ | ve gök |
|
41 | لَايَاتٍ | elbette deliller vardır |
|
42 | لِقَوْمٍ | bir topluluk için |
|
43 | يَعْقِلُونَ | düşünen |
|
159. ayette kitapta apaçık beyan edildiği halde delilleri gizleyenlerden bahsetmişti. Başka ayetler de var diyor Allah, gökleri, yeri, geceyi, gündüzü, denizlerde yüzüp giden gemileri, yağmuru, rüzgarları, bulutları sayıyor ve bizi aklımızı kullanmaya, akletmeye çağırıyor. ”Bunları yaratan disiplini, uyumu, dengeyi, güzelliği seviyor olmalı“ diye düşünmeli... Rahman suresinde bahsedilen koca koca gemilerin deniz üzerinde süzülürken ufacık inci tanesinin neden denizin dibinde olduğunu düşünmeli mesela.. Kur’ân gözlüklerini tak da öyle bak ne ayetler göreceksin diyor Allah...
Hepimizi Kur’ân gözlüklerini takanlardan eyle Rabbim..
Fülk gemi demektir. Hem tekil, hem çoğul için kullanılır. Ayette çoğul olarak gelmiştir ( bu sonrasında gelen ismi mevsulun müennes olmasından da bellidir). Türkçe’de kullandığımız filika yine bu köktendir. Feleğin darbesi manasına felaket de bu köktendir. Aynı kökten gelen felek kelimesi yıldızların akıp gittiği yerdir. Onun bu şekilde isimlendirilmesi gemi gibi olduğu içindir.
Tecrî kelimesinin kökü cerâ (جرى) olup hızlı geçiş demektir. Aslen suyun geçişi ve kendi akışıyla akıp giden şeydir. Cereyan kelimesini Türkçe’de kullanmaktayız. Yine câri, mecrâ kelimelerini kullanmaktayız. Cariye kelimesi de bu kökten olup muhtemelen her hizmete koştuğu için bu ismi almıştır. Macera, cereyan eden şey, olup biten olay demektir. İcra da harekete geçirme demektir.
Besse (بثّ) ayırmak manasında olup rüzgarın tozu toprağı savurması gibi bir savurma ifade eder. Ayetteki manası Yüce Allah’ın olmayan şeyleri yaratıp onları ortaya çıkarmasına işarettir. Bess, insanın içindeki üzüntü ve sırları da ifade eder.
Tasrîf kelimesinin kökü sarafe (صرف) olup bir şeyi bir halden başka bir hale çevirmek veya onu başkasıyla değiştirmek demektir. Tasrîfu-r riyâh rüzgarları bir halden başka bir hale yönlendirme demektir. Türkçe’deki sarf, masraf, israf, tasarruf, sarraf kelimeleri bu köktendir. Sırf kelimesi de bu kökten olup başkasından ayrılan, duru olan her şey için kullanılır. Sanki onu bulandıran şey kendisinden çevrilmiştir. Arapça’daki sarf ilminde de kelimeler şekilden şekle girmektedir.
اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ
إِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. فِی خَلۡقِ car mecruru إِنّ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır. ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ kelimesi muzâfun ileyh olup cer alameti kesradır. Çünkü cemi müennes salim kelimeler kesra ile nasb ve cer olurlar.
وَٱلۡأَرۡضِ وَٱخۡتِلَـٰفِ ٱلَّیۡلِ وَٱلنَّهَارِ وَٱلۡفُلۡكِ kelimeleri ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ ’ye matuftur.
ٱلَّتِی müfret müennes has ism-i mevsûlu, ٱلۡفُلۡكِ ’un sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası تَجۡرِی ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
فِی ٱلۡبَحۡرِ car mecruru تَجۡرِی fiiline müteallıktır.
مَا müşterek ism-i mevsûlu, بِ harf-i ceriyle birlikte تَجۡرِی fiiline veya تَجۡرِی ’nin failinin mahzuf haline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası یَنفَعُ ٱلنَّاسَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
مَا ’nın masdariye olması da caizdir.
وَمَاۤ أَنزَلَ ٱللَّهُ مِنَ ٱلسَّمَاۤءِ مِن مَّاۤء
Müşterek ism-i mevsûl مَا , önceki مَاۤ ya matuftur. İsm-i mevsûlun sılası أَنزَلَ ’dir.
Îrabtan mahâlli yoktur.ٱللَّه lafza-i celâli, أَنزَلَ fiilinin failidir. مِنَ ٱلسَّمَاۤءِ car mecruru أَنزَلَ fiiline müteallıktır.
مِن مَّاۤء car mecruru مِنَ ٱلسَّمَاۤء 'den bedeldir.
Burada, مِنَ ٱلسَّمَاۤءِ ’deki مِنَ edatı ibtidai gaye içindir. Ayetteki, “sudan’’ kasıt yağmurdur ve suyun cinsini açıklamak içindir. Çünkü gökten yağmur da, başka şey de iner (yağar). (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. أَحۡیَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir.
بِهِ car mecruru أَحۡیَا fiiline müteallıktır. Zaman zarfı بَعۡدَ , mahzuf hale veya أَحۡیَا fiiline müteallıktır. مَوۡتِهَا muzâfun ileyh olarak kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyhtir.
وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ
وَ atıf harfidir. بَثَّ mazi fiildir. Faili müstetir هُو’dir.
فِیهَا car mecruru بَثَّ fiiline müteallıktır. مِن كُلِّ دَاۤبَّةࣲ car mecruru بَثَّ fiilinin mef’ûlunun mahzuf sıfatına müteallıktır. دَاۤبَّةࣲ muzâfun ileyh olarak kesra ile mecrurdur.
Şayet: ‘’ وَبَثَّ فِیهَا [ve oraya yaymasında] cümlesi, أَنزَلَ [indirdi] fiili üzerine mi yoksa أَحۡیَا [diriltti] fiili üzerine mi atfedilir?’’ dersen, şöyle derim: ‘’Açık olan, bunun sıla hükmüne dahil olan أَنزَلَ üzerine atfedilmesidir.’’ Çünkü فَأَحۡیَا بِهِ ٱلۡأَرۡضَ ifadesi, أَنزَلَ üzerine atfedilmiş olup, böylece ona bitişmiş ve bir tek şey gibi yekpareye dönüşmüştür. Adeta “Ve yeryüzüne bir tür su indirip de orada her tür canlıyı yaymasında...” denmiş gibi olmaktadır. Bunun أَحۡیَا üzerine atfı da caizdir ki, o zaman mana: [Ve yağmurla yeryüzünü diriltmesinde ve orada her türden canlıyı yaymasında…] şeklinde olur. Çünkü insanlar bereket sayesinde neşvünema bulur ve yağmur sayesinde yaşarlar. (Keşşâf)
وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ
تَصۡرِیفِ kelimesi ayetin başındaki خَلۡقِ ’ya matuftur. ٱلرِّیَـٰحِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. ٱلرِّیَـٰحِ kelimesi ٱلسَّحَاب ’ye matuftur. ٱلۡمُسَخَّرِ kelimesi ٱلسَّحَابِ ’in sıfatıdır.
بَیۡنَ mekân zarfı ٱلۡمُسَخَّرِ ’ye müteallıktır..
ٱلسَّمَاۤءِ - ٱلۡأَرۡضِ ’ye matuftur.
لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
لَ , ibtida harfidir. ـَٔایَـٰتࣲ kelimesi إِنَّ ’nin muahhar ismidir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır. لِّقَوۡمࣲ car mecruru لَـَٔایَـٰتࣲ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.
یَعۡقِلُونَ cümlesi ise لِّقَوۡمࣲ için sıfat olarak mahallen mecrurdur.
اِنَّ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّت۪ي تَجْر۪ي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. إِنَّ ve ibtida ل ’ıyla tekid edilmiş bu cümle faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.
Müfret müennes has ism-i mevsûl ٱلَّتِی ’nin sılası muzari fiil sıygasıyla gelerek teceddüt ve hudûsa işaret etmiştir.
İzafetler az sözle çok anlam ifade etme amacına matuftur.
ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ - ٱلۡأَرۡضِ ve ٱلَّیۡلِ - ٱلنَّهَارِ kelime grupları arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
ٱلَّتِی- مَا ; ٱلۡفُلۡكِ - تَجۡرِی - ٱلۡبَحۡرِ ; ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ - ٱلۡأَرۡضِ ; ٱلَّیۡلِ - ٱلنَّهَارِ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Saygınlık ve şeref bakımından üstün olması ve arza da şamil olması sebebiyle gökyüzü yeryüzüne takdim edilmiştir. Gecenin gündüze takdiminin sebebi, Yasin 37. ayette belirtildiği üzere yaratılıştaki önceliğidir. Geminin sudan önce zikredilmesi ise, ikisi birlikte olduklarındaki menfaat üstünlüğü sebebiyledir. (Faydalı şeyleri taşımak insanlara fayda getirmek gibi) (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Garîbi Belâgati'l Kur'ani'l Kerim, Soru 1242)
Ayetin sonunda zikredilen لَـَٔایَـٰتࣲ kelimesinin sadece mahluklar hakkında olduğu bilinen bir husustur. Çünkü mahluk, Yaratıcının varlığına delalet edendir. O halde bu ayet خَلۡقِ kelimesinin mahluk manasına geldiğini gösterir. (Fahreddin er-Râzî)
Burada zikredilen ٱلۡفُلۡكِ kelimesi gemiler demektir. Tekili de çoğulu da, müzekkeri ve müennesi de aynıdır. Şu kadar var ki tekildeki harekeler, çoğuldaki harekelerin aynı değildir. Adeta çoğul için başka bir kelime çatısı kurulmuş gibidir. ٱلۡفُلۡكِ kelimesi tekil ve müzekkerdir. Yüce Allah: في الفلك المشحون [O dopdolu gemide] (Yasin, 36/41) ayetinde bu kelimeyi müzekker olarak kullanmaktadır. [Denizlerde akıp giden gemilerde] şeklinde bu ayet-i kerimede ise, müennes olarak kullanmaktadır ki bunun tekil ve çoğul olma ihtimali de vardır. (Kurtubî)
Beyzâvî ayette yer alan ٱلۡفُلۡكِ [gemi] kelimesi ve onun ٱلرِّیَـٰحِ ve ٱلسَّحَاب dan önce zikredilmesiyle ilgili şu ifadeleri kullanır: “Gemiden maksat denizi ve onun bütün özelliklerini Allah’ın varlığına delil getirmektir. Özellikle onun zikredilmesi, denize dalmaya ve onun acayipliklerini görmeye sebep olmasındandır. Bundan dolayı onu yağmurdan ve buluttan önce zikretmiştir; çünkü bu ikisinin menşei genellikle denizdir. (Kadı Beyzâvî Tefsirinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı /Süleyman Gür)
وَمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ السَّمَٓاءِ
Cümle atıfla gelmiştir. Atıf sebebi temasüldür.
مِن مَّاۤءࣲ ’deki مِن , bِeyaniyye veya ibtidaîyyedir. Suyun inmesinin beyanı veya bu inmenin başlangıcıdır. ِِِِِِAyِrıca مِن ’de tebyiz manası vardır. Çünkü semadan, semadaki suyun hepsi değil bir kısmı iner. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim)
ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ - ٱلسَّمَاۤءِ kelimeleri arasında iştikak cinası, ٱلسَّمَاۤءِ - مَّاۤءࣲ nakıs cinas vardır.
أَنزَلَ fiilinin faili olan ٱللَّهُ kelimesinde mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle tecrîd sanatı vardır.
Cümlede iki مِن arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
Bedel dolayısıyla cümlede ıtnâb vardır. Bedel cümlenin anlamını pekiştiren ıtnâbtır.
Zayıf olan daha kuvvetli olandan bedel olarak gelince zayıf olan kuvvetliden kuvvet kazanır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan/31, S. 111)
Su kelimesi nekre olarak gelerek suyun azlığı, yüceliği veya çokluğu vurgulanmış olabilir. Nekrelik duruma göre bazen azlık bazen çokluk ifade eder. Az bir su ile bu kadar çok şeyin hayat bulması da enteresan bir olaydır.
مِنْ مَٓاءٍ فَاَحْيَا بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ ف۪يهَا مِنْ كُلِّ دَٓابَّةٍۖ
Buradaki فَ harfi sadece sebep ile müsebbebin birleşmesiyle yerin bitkisini ortaya çıkaran Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin kemâline işaret eder. فَ harfi; suyun inmesiyle birlikte arzın bitkilerinin çıkmasının inanılmaz bir hızla olduğunu gösterir. Bir şeyin Allah Teâlâ’nın sadece كنْ ‘ol’ demesiyle olduğu o zatın kudretinin eserlerini bize göstermek için arada geçen müddet bizden saklanmıştır.
Cümlede takdim sanatı vardır. Car mecrur بِهِ önemine binaen mef‘ûle takdim edilmiştir.
أَحۡیَا - مَوۡتِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
بَعۡدَ مَوۡتِهَا izafeti, az sözle çok anlam ifadesi içindir.
Cenâb-ı Hakk'ın, ölümünden sonra yeryüzünü diriltmekle nitelemiş olması, bir mecazdır. Çünkü hayat, ancak idrak eden ve bilme kaabiliyeti olabilecek varlıklar için söz konusu olabilir. Ölüm de böyledir; ne var ki cisim diri olunca kendisinde bir tür güzellik, göz alıcılık, gösteriş, dirilme ve gelişme gözlenir. İşte bundan dolayı bu şeylerin bulunmasına hayat kelimesi ıtlak edilmiş olur. Bu da, kısalığına rağmen birçok manalarını ihtiva eden fasih bir sözdür. (Fahreddin er-Râzî)
أَنزَلَ veya أَحۡیَا fiiline matuf olan ...وَبَثَّ فِیهَا müsbet fiil cümlesi, faidei haber ibtidaî kelamdır.
دَاۤبَّةࣲ ’deki tenvin nev ve kesret ifade eder.
وَبَثَّ فِیهَا مِن كُلِّ دَاۤبَّةࣲ [orada her türlü canlıyı yaymasında] ifadesi de أَنزَلَ 'ye matuftur, sanki yağmurun inmesini, onunla bitkilerin oluşmasını ve yeryüzüne canlıların dağılmasını Allah'ın birliğine delil getirmiş gibi oluyor. Ya da أَحۡیَا 'ya matuftur, çünkü hayvanlar bol ürünle çoğalır ve hayatla da yaşarlar. بَثَّ de yaymak ve dağıtmaktır. (Beyzâvî)
وَتَصْر۪يفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ
وَتَصۡرِیفِ ٱلرِّیَـٰحِ ifadesi خلق kelimesine matuftur. ٱلسَّحَابِ ve ٱلۡأَرۡضِ da aynı şekilde خلق ’ya matuftur. İzafetler az sözle çok anlam ifade etmek amacıyla gelmiştir.
ٱلرِّیَـٰحِ - ٱلسَّحَابِ - ٱلسَّمَاۤءِ - ٱلۡأَرۡضِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ٱلسَّمَاۤءِ - ٱلۡأَرۡضِ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ales-sadr sanatı ve tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
سماء çoğul olarak السماوات şeklinde zikredilmiştir. Çünkü meşhur olan, göklerin mahiyetleri birbirinden farklı tabakalardan oluştuğudur; fakat yer öyle değildir. (Ebüssuûd)
تَصۡرِیفِ [Evirip çevirmesinde] kelimesi; esmesinde ve hallerinde demektir. Hamza ile Kisâî tekil olarak ريح okumuşlardır. (Beyzâvî)
Bu ayette gözümüzün önünde olan, sürekli içinde yaşadığımız Allah’ın varlığının delilleri sayılmıştır. Bu ayetin başında gökler ve yer denirken “sema” kelimesi çoğul gelmiş, daha sonra iki kere “sema” kelimesi tekil gelmiştir. Böyle tekil ve marife olarak gelen “sema” kelimesinin atmosfer için, yani dünya seması için kullanıldığı söylenir.
Kur’an’da rüzgar kelimesi genellikle tekil geldiği yerlerde bir azaba delalet etmiş, çoğul geldiği yerlerde rahmete delalet etmiştir. (Sâmerrâî, Sâbûnî, Safvetü't Tefâsir)
Peygamberimiz de rüzgar estiği zaman اللهم اجعلها رياحا ولا تجعلها ريحا diye dua ederek bu kelimeyi rahmet hakkında çoğul, musibet hakkında tekil olarak kullanmıştır.
لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
إِنَّ ’nin muahhar isminin başına gelen ibtida ل ’ı tekid ifade eder.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrurun müteallakı olan ـَٔایَـٰتࣲ ’in sıfatı, mahzuftur. Yani .. آيات بيّنات لقوم (Bir kavim için apaçık ayetler) demektir.
یَعۡقِلُونَ cümlesi قَوۡمࣲ için sıfattır.
Sıfatlar dolayısıyla ayette ıtnâb sanatı vardır.
یَعۡقِلُونَ cümlesinin muzari fiille gelmesi hudûs, teceddüt ve istimrar ifade ederek akletmenin gerekli olduğu durumlarda tekrarlanmasının lüzumuna işaret eder. Ayrıca muzari fiilin tecessüm özelliği muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek konuyu iyice kavramasına yardımcı olur.
Gece ve gündüzün durumu, yağmurun yağması, yer yüzünün canlanması gibi kevni ayetlerden bahsedilirken asıl amaç, Allah'ın birliğinin ve kudretinin gözler önüne serilerek Allah'a denk olacak başka bir şeyin varlığının imkânsızlığını vurgulamaktır. Bağlamının dışında anlam yüklenmiş bu ayetlerde idmâc sanatı vardır.
Kâfirlerin Allah’ın dışında ilahlar edinme konusundaki mantıksızlıkları, geçmişle gelecek arasında bağ kurulmak suretiyle geçmişin tecrübesini geleceğe aktarma anlamındaki bir düşünmeyi kapsayan teakkul kelimesi ve “hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?” şeklindeki fasılayla dile getirilmiştir. (Kur’ân-ı Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Hasan Uçar Doktora Tezi)
Ayet bu sözle sona ererek akla ayrıcalık tanınmıştır. Çünkü akıl ayetleri anlamayı sağlar. Onunla tefekkür edilir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, soru: 1245)
لَـَٔایَـٰتࣲ لِّقَوۡمࣲ یَعۡقِلُون ibaresinde cem vardır. Cem sanatı, üslûpda îcâz sağlayan sanatlardandır. Çünkü iki veya daha fazla şeyi bir hükümde birleştirir. Bu hükümler ayrı ayrı zikredilirse kelam uzar. Yanısıra hükmün zikrinin gecikmesi muhatabın merakını celb eder. Bu arada fikir yürütmeye başlar. Böylece nefiste iyice yerleşir. Bir hükümde birleştirilen şeylerin sayısı arttıkça bu merak da buna paralel olarak artar. Bu sayede heyecan artar, dikkatler uyanık tutulur. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedii İlmi)
لَـَٔایَـٰتࣲ kelimesinin nekre gelmesiyle delillerin yüceliğine işaret edilmiştir.
Biz alıştığımız şeyleri birer mucize gibi göremiyoruz ama hepsi çok muazzam olaylardır.
Burada tevhidin delilleri sayılmıştır. Mantık yollu kelamdır. İnsanı mantıken ikna etmek üzere getirilmiş deliller sayılmıştır.
Bizim bu nimetlerden elde ettiğimiz faydaları hatırlayıp, bunun gereği olarak şükretmemiz istenmektedir.
[Aklını kullanan bir topluluk için ibretler vardır], yani kahir kudrete işaret eden bir çok ayetler ve mucizeler vardır. Apaçık hikmet ve geniş rahmet vardır ki bunlar hep ilahlığın özelliğidir. İşte düşünebilen, hem baş ve hem kalp gözüyle görenler için ibret alınacak gerçekler vardır. Çünkü bütün bunlar Allah'ın yüce kudretini gösterir, hikmetine işaret eder. İşte düşünebilenler bu yaratılanlara bakarak bunları yaratana delil getirir ve böylece O'nun birliğini kabul etmiş olurlar. Burada müşriklerin bilgisiz ve cahil olduklarına da bir tariz vardır. Çünkü müşrikler bundan önceki [Sizin İlâhınız tek bir ilâhtır] (Bakara: 163) Ayetinin doğruluğunu gösteren bir delil istiyorlardı. İşte ayet bunların akılsızlıklarını ortaya koyuyor ve bunu tescil ediyor. (Ruhul Beyan)
Akıl: Kalb ve ruhun madeninde, beynin ışığında bulunan manevi bir nurdur ki insan bununla, duyu organlarıyla hissedilemeyen şeyleri anlar. Akıl yürütmek; sebeplerle sebeplerin meydana getirdiği şeyler ve eser ile eseri meydana getiren şeyler arasındaki ilgiyi, yani “illiyet kanunu” dediğimiz, sebebi neticeye bağlayan kanunu ve ona bağlı olan gerekli ilgileri idrak ederek eserden müessire veya müessirden esere yahut da bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal etmektir.
“Allah’ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur, Allah’ın yarattığı şeylerin ilki kalemdir, Allah’ın yarattığı şeylerin ilki akıldır.” (İbn Ebi Asım, es-Sünne, I, 48; Hilyetü’l-Evliya, VII, 318; Keşfü’l-Hafa, I, 309, 311) (Elmalılı Hamdi Yazır)
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمِنَ | -dan |
|
2 | النَّاسِ | İnsanlar- |
|
3 | مَنْ | kimi |
|
4 | يَتَّخِذُ | tutar |
|
5 | مِنْ |
|
|
6 | دُونِ | başka |
|
7 | اللَّهِ | Allah’tan |
|
8 | أَنْدَادًا | eşler |
|
9 | يُحِبُّونَهُمْ | onları severler |
|
10 | كَحُبِّ | sever gibi |
|
11 | اللَّهِ | Allah’ı |
|
12 | وَالَّذِينَ | (kimseler) |
|
13 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
14 | أَشَدُّ | en çok |
|
15 | حُبًّا | severler |
|
16 | لِلَّهِ | Allah’ı |
|
17 | وَلَوْ | keşke |
|
18 | يَرَى | görselerdi |
|
19 | الَّذِينَ | (kimseler) |
|
20 | ظَلَمُوا | zulmedenler |
|
21 | إِذْ | zaman |
|
22 | يَرَوْنَ | gördükleri |
|
23 | الْعَذَابَ | azabı |
|
24 | أَنَّ | gerçekten |
|
25 | الْقُوَّةَ | kuvvetin |
|
26 | لِلَّهِ | Allah’a aittir |
|
27 | جَمِيعًا | bütünüyle |
|
28 | وَأَنَّ | ve gerçekten |
|
29 | اللَّهَ | Allah’ın |
|
30 | شَدِيدُ | şiddetlidir |
|
31 | الْعَذَابِ | azabı |
|
Ayetteki “onları severler” kelimesi yuhibbuneha olarak gelseydi bunların sadece önlerine koyup ibadet ettikleri cansız putlar olduğunu söyleyebilirdik. Ama “yuhibbunehüm” olunca içinde canlı varlıklar da var demektir bu.. Farkına varmadığımız neleri Allah gibi sever olduk soralım kendimize. Nasıl mı? İnsan neyi seviyorsa onun hakkında çok konuşur. Ne hakkında çok konuşuyoruz? Çocuklarımız mı, eşlerimiz mi, moda mı, spor mu, sinema mı, arabalar mı? Dikkat diyor ayet, putlar önünüzde olduğu gibi kalbinizde de olabilir. Ayet Allah’tan başkasını sevmeyi değil, Allah’tan başkasını Allah gibi sevmeyi kınıyor.
“O kimseler ki zulmettiler” de geçen zulüm, Allah’a gereken sevgiyi göstermemektir. Allah’a gereken sevgiyi göstermeyen dünyada da, ahirette de Allah’ın gücünü test etmeyi göze almıştır. Ayetin içeriği sevgiden güce ve şiddetli bir azaba dönüştü bir anda...
Rabbim bizi kalbinde doğru sevgiyi barındıranlardan, dünyada da, ahirette de senin rahmetinle kucaklananlardan eyle...
Riyazus Salihin, 376 Nolu Hadis
Enes İbni Mâlik radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar:
Allah ve Rasûlünü, (bu ikisinden başka) herkesden fazla sevmek.
Sevdiğini Allah için sevmek.
Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.”
Buhârî, Îmân 9, 14, İkrah 1, Edeb 42; Müslim, Îmân 67.Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 10
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً
وَ atıf harfidir. مِنَ النَّاسِ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يَتَّخِذُ ’dur.
Îrabtan mahalli yoktur.
يَتَّخِذُ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi أخذ ’dir. İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
مِنْ دُونِ car mecruru يَتَّخِذُ fiiline müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, zarf olan دُونِ ’nin muzâfun ileyhi olup kesra ile mecrurdur. اَنْدَاداً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ
Cümle, اَنْدَاداً için sıfat olarak mahallen mansubtur. Muttasıl zamir هُمْ fiilin mef‘ûlü olarak mahallen mansubtur. كَ teşbih ve cer harfidir. كَحُبِّ car mecruru mahzuf masdarın sıfatı olarak mahallen mansubtur. Takdiri يحبونهم حبًّا مثل حب الله (Allah’ı sever gibi bir sevgiyle onları severler) şeklindedir. اللّٰهِۜ lafza-i celâli muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ
وَ istînâfiyyedir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُٓوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اَشَدُّ haberdir. حُباًّ temyiz olup fetha ile mansubtur. لِلّٰهِۜ car mecruru حُباًّ ’e müteallıktır.
وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ
وَ istînâfiyyedir. لَوْ gayrı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur. يَرَى şart fiilidir. Cevap cümlesi mahzuftur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası ظَلَمُٓوا ’dur.
اِذْ mazi manalı zaman zarfı olup يَرَى fiiline müteallıktır. يَرَوْنَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الْعَذَابَۙ kelimesi يَرَوْنَ fiilinin mef‘ûlüdür.
الَّذ۪ينَ ile Allah’a denk eşler edinen, ortaklar kabul edenler ifade ve işaret edilmiştir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Burada cevap mahzuftur. Çünkü, لَوْ (eğer) arzu duyulan özlenen bir ifadenin başında veya kendisinden korkulan bir durumu anlatan bir cümlenin başında yer alınca, o zaman akla gelebilecek tüm sorulara bir cevap içeren bir ifade ya da cümle ile birleştirilmesi oldukça az rastlanır. Yani çoğunlukla cevap net olarak gösterilmez. Ki bu edattan sonra mazi (geçmiş zamanlı) fiil gelir, aynı şekilde bu, kelimeye eğer mazi manasına delalet edecekse yine bu edat gelir. Ancak burada geleceğe ait fiilin başına yani Muzari (şimdiki zaman) fiilinin başına gelmiş olması şu sebepledir. Allah’ın gelecekten haber vermesi, doğruluğu itibariyle tıpkı geçmişte olmuş bir vakıanın gerçekliği manasındadır. Zira Allah’ın bildirdiği şey mutlaka gerçekleşeceğine göre bu bir manada mazi anlamındadır, olmuş gibidir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ
اَنَّ harfi, اِنَّ gibi ismini nasb haberini ref eder. İsim cümlesinin manasını masdara çevirir ve tekid eder.
الْقُوَّةَ kelimesi اَنَّ ’nin ismidir. لِلّٰهِ car mecruru اَنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır..
اَنَّ ve masdar-ı müevvel يَرَى fiilinin iki mef‘ûlü yerindedir. Mahallen mansubtur.
جَم۪يعاًۙ hal olarak mansubtur.
وَ atıf harfidir. Lafza-i celâl اَنَّ ’nin ismidir. شَد۪يدُ kelimesi اَنَّ ’nin haberidir. الْعَذَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً
و istînâfiyyedir. Ayette takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. İsim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin muzari fiil sıygasında gelmesi, hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Olayın yenilendiğine işaret eder. Ayrıca muzari fiil, tecessüm özelliğiyle muhayyileyi canlı tutarak muhatabı uyarır.
Car mecrur önemine binaen takdim edilmiştir. مِنَ , baziyet ifade eder. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ ’de tecrîd sanatı vardır.
مِنْ دُونِ اللّٰهِ izafeti kısa yoldan izah ve gayrıyı tahkir içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için lafzâ-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
اَنْدَاداً ’deki tenvin tahkir ifade eder.
Ayet, kemâlatı sınırsız, melikül mülk’ün dışında, aşağılık putları ilah edinen müşriklerin akıllılarına ve sefihlerine bildiri olmak üzere vahyolunduğu için lafza-i celâlle gelmiştir. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim)
فوق , دُونِ kelimesine zıt manada, zarf olarak kullanılır. Bu kelime bazan غير manasında isim olarak da gelir. [Yoksa Ondan başka tanrılar mı edindiler? (Enbiya, 24.) ayeti buna misaldir. Burada دُونِ kelimesi غير manasındadır. Zemahşeri; bu kelimenin ‘’bir şeyin altında bulunan’’ manasına geldiğini söyler. Kelime aynı zamanda daha geniş manada kabul edilerek haddi aşma, manasında kullanılır. «müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin..» (Nisa, 144.) ayeti buna misaldir. (İtkan c.1)
يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ
Fasılla gelen sıfat cümlesi müsbet fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fasıl nedeni kemâ-li ittisâldir. Sıfat cümleleri anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. Cümle müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber, ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
يُحِبُّونَهُمْ ibaresinde اَنْدَاداً , akıllılara has zamirle ifade edilmiştir. Çünkü müşrikler onların fayda ve zarar verdiğine, ilah olduklarına inanıyorlardı. Bu ibare de onların itikatları sebebiyle böyle gelmiştir.
Allah Teâlâ’nın يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ sözünde teşbih üslubuyla, müşriklerin Allah Teâlâya olan sevgileriyle, taatte ve tazimde putlarına olan sevgileri eşitlenmiştir.
مِنَ النَّاسِ ibaresinde مِنَ baziyet ifade eder. Tasgir için bir işarettir. Müşriklerin tasgirine işaret eder. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, s.493, Soru: 1250)
Ayetteki “onları severler” kelimesi يُحِبُّونَها olarak gelseydi bunların sadece önlerine koyup ibadet ettikleri cansız putlar olduğu söylenebilirdi. Ama يُحِبُّونَهُمْ olunca içinde canlı varlıklar da olduğu anlaşılır. Ayet Allah’tan başkasını sevmeyi değil, Allah’tan başkasını Allah gibi sevmeyi kınıyor.
حِبّ sevgi demektir. Kur’an’da “aşk” kelimesi hiç geçmez. Burada ودود kelimesi de kullanılabilirdi. Ama حِبّ kelimesinde çoğalan sevgi manası vardır. Aslında iyi görülen veya zannedilen şeyi istemek demektir. حِبّ ve حبوبات kelimeleri de bu köktendir. Sevdikçe o sevgi çoğalır. Sevgi, değerini sevilenden alır. Tıpkı ilim gibi. İlim de konusuna göre değer kazanır. İlim maluma tabidir.
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ
و istînâfiyye veya haliyyedir. Cümlenin itiraziyye olmasına da cevaz vardır.
İtiraz cümleleri ve temyiz ıtnâb babındandır. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsm-i mevsûl müphem isimlerdendir. Bunun için her zaman sılaya muhtaçtır. Sıla, müphemliği açıklığa kavuşturur. Îrabtan mahalli yoktur. Mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
Cümlede müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle geliş sebebi iman edenleri tazim ve teşviktir.
Bütün esma-i hüsna'yı ve kemâl sıfatları kendinde toplayan lafza-i celâl telezzüz, teberrük ve haşyet kastıyla tekrar edilmiştir. Bu tekrarda cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
يُحِبُّونَهُمْ - حُباًّ - حُبِّ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
حُباًّ لِلّٰهِۜ ifadesinde zamir yerine zahir lafzâ-i celâle iltifat edilerek ıtnâb yapılmıştır.
حُباًّ لِلّٰهِۜ şeklinde zahir isim لِلّٰهِۜ ibaresinin zikrinde, حُباًّ ’i şereflendirme ve şanını yüceltmeye işaret vardır. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, S. 492, Soru 1248)
اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ [Allah'ı daha çok seven] اَشَدُّ kelimesini açıkça kullanarak, mukayese yapmak; اَحُباًّ لِلّٰهِۜ şeklinde mukayese yapmaktan daha mübalağalıdır. Yüce Allah [Artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katı] mealindeki ayette de kasveti (katılığı) mukayese ederken اقسا demek uygun düştüğü halde daha aşırılık ifade etmesi için اشد قسوة buyurmuştur. (Safvetü't Tefâsir)
İmanı kuvvetli olanlar başka şeyleri sevseler de, onlarda Allah sevgisi en güçlü sevgidir.
Allah’ı sever gibi severler buyurulurken birinci cümlede “sevmek” kelimesi fiil olarak, ikincisinde masdar olarak gelmiştir. Masdar bir şeyin asıl kaynağını ifade eder. Asıl sevilecek şey Allah’dır. Asıl sevilmeyi hak eden, sevilmeye değer olan, sevilecek O’dur ve esas seven de O’dur. Bizim sevgilerimiz mecazîdir. Dolayısıyla mürsel, mücmel teşbih vardır.
Bu, ibtidaî bir cümle olup gelecek bir konuya hazırlıktır ki, o da, müşriklerin, dinî reislerine olan sevgilerinin öbür dünyada kendileri için üzüntü kaynağı olacağıdır. Yani mü'minlerin Allah'a olan muhabbeti müşriklerin kendi dinî reislerine muhabbetinden çok kuvvetlidir. (Ebüssuûd)
Ayeti kerime Allah'tan başkasını sevmeyi değil, Allah'tan başkasını Allah'ı sever gibi sevmeyi kınar.
وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ
Beyanî istînâf olarak و ’la gelen cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Şart cümlesi, müsbet fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiiller hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder ve tecessüm özelliğiyle muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek onu etkiler.
Şartın cevabının mahzuf olması îcâz-ı hazif sanatıdır.
İsm-i mevsûlde tevcih sanatı vardır.
يَرَى - يَرَوْنَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا ibaresi, یَتَّخِذُ fiilinde mazmun olan kişilerin zahir olarak ifade edilmiştir.
Allah'ın dışında ortaklar edinmenin azim bir zulüm olduğunu vurgulamak üzere izmardan izhara iltifat edilmiştir. یُحِبُّونَهُمۡ ’deki zamir, ظَلَمُٓوا sıfatıyla izhar edilmiştir.
Bu, dinleyicinin zihninde olayı canlandırmak, tasvir etmek ve şiddetli azabın sebebi olan korkunç zulmü tescil içindir. (Safvetü't Tefâsir)
ظَلَمُٓوا - ءَامَنُوۤا۟ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî vardır.
اِذْ , mazi manalı zaman zarfıdır. Burada müstakbel manada istiare edilmiştir. (Mahmut Sâfî)
Mazi manalı اِذْ ’in müstakbel manada kullanılması, istikbale dönük haberin tahakkukundaki kesinliğe ve tekide delalet eder. Mazi mecradaki ifade, gaybleri en iyi bilen Allah teala’nın haberinin gerçekleşeceğini ifade eder. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, S.492, Soru 1256)
[Keşke nefislerine zulmedenler gördükleri zaman] eşler edinmekle zulmedenler bilselerdi, azâbı gördükleri zaman onu kıyâmet gününde gözleriyle gördükleri zaman demektir. Gelecek; geçmiş yerine konulmuştur, çünkü gelmesi kesindir, meselâ وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْجَنَّةِ [Cennet halkı seslendi] (Araf: 44) kavlinde olduğu gibi. (Beyzâvî)
[O kimseler ki zulmettiler] de geçen zulüm, Allah’a gereken sevgiyi göstermemektir. Allah’a gereken sevgiyi göstermeyen, dünyada da ahirette de Allah’ın gücünü test etmeyi göze almıştır. Ayetin içeriği bir anda sevgiden güce ve şiddetli bir azaba dönüşmüştür .
اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ
اَنَّ ve masdar-ı müevvel يَرَى fiilinin iki mef‘ûlü yerindedir. اَنَّ ’nin haberinin mahzuf oluşu îcâz-ı hazif sanatıdır.
جَم۪يعاًۙ , haldir, dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
اَنَّ ile tekid edilmiş masdar tevilindeki cümle, faidei haber talebî kelamdır.
Masdar tevilindeki ikinci cümle de, faidei haber talebî kelamdır.
İkinci masdar-ı müevvel, önceki masdar cümlesine matuftur.
شَد۪يدُ الْعَذَابِ izafeti az sözle çok anlam ifade etme amacına matuftur. Sıfat mevsufuna muzâf olmuştur. Dolayısıyla bir vurgu sözkonusudur.
Ayetteki الْعَذَابِ kelimesi konudaki önemine binaen tekrar edilmiştir. Kelimedeki tarif daha önce sözü geçtiği için ahd-i sarihidir.
اَنَّ - الْعَذَابِ - اللّٰهَ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ales-sadr sanatı vardır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak içindir.
Allah lafızlarında tecrîd sanatı vardır. Çünkü mütekellim Allah Teâlâdır.
اَشَدُّ - شَد۪يدُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
Ayetteki şart cümlesinin cevabının hazfi, azabın idrak edilemeyecek tarifi mümkün olmayan korkunçluğuna, şiddetine işaret etmenin yanında, tefhîm ifade eder.
Allah Teâlânın bu sözünde, korkutarak terbiye kastı vardır. Onların kalplerindeki şüpheyi gidermek maksadıyla, azabı yüceltmek ve azabın şiddetinde mübalağa için daha önce الْعَذَابِ şeklinde ifade edilen azap, burada شَد۪يدُ الْعَذَابِ şeklinde zikredilmiştir. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1252)
[Ve O'nun azabının çok şiddetli olduğunu bir bilselerdi] Şirk koşarak zulüm işlemiş olanlar, eğer her bakımdan kudretin Allah'a ait olduğunu, sevap ve ceza bakımından her şeyin O'nun elinde bulunduğunu, putlarının hiçbir şeye sahip olmadıklarını, zalimlere karşı, kıyamet gününde azabının şiddetini çıplak gözleriyle gördüklerinde, putlara taptıklarından dolayı pişmanlık duyacaklardır. Öyle pişmanlık duyacaklar ki nerede ise tavsif edilemez. (Ruhul Beyan)
اِذْ تَبَرَّاَ الَّذ۪ينَ اتُّبِعُوا مِنَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا وَرَاَوُا الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الْاَسْبَابُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِذْ | işte |
|
2 | تَبَرَّأَ | uzak durdular |
|
3 | الَّذِينَ | kimseler |
|
4 | اتُّبِعُوا | uyulan |
|
5 | مِنَ | -den |
|
6 | الَّذِينَ | kimseler- |
|
7 | اتَّبَعُوا | uyan |
|
8 | وَرَأَوُا | gördüler |
|
9 | الْعَذَابَ | azabı |
|
10 | وَتَقَطَّعَتْ | kesildi |
|
11 | بِهِمُ | onların |
|
12 | الْأَسْبَابُ | bağları |
|
Riyazus Salihin, 176 Nolu Hadis
Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İnsanları doğru yola çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını sapıklığa çağıran kimseye de, kendisine uyanların günahı gibi günah verilir. Ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.”
Müslim, İlim 16. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 6;Tirmizî, İlim 15; İbni Mâce, Mukaddime 14
Çoğulu esbâb olan sebeb kelimesinin asıl manası hurma ağacına tırmanmak için kullanılan iptir. Ayette esbâb ile kastedilen insanlar arasındaki mevcut olan soy veya dostluk bağıdır.
اِذْ تَبَرَّاَ الَّذ۪ينَ اتُّبِعُوا مِنَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا وَرَاَوُا الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الْاَسْبَابُ
Zaman zarfı إِذۡ önceki ayetteki إِذۡ ’den bedeldir. Muzâftır. تَبَرَّأَ fiili muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
تَبَرَّأَ ve تَقَطَّعَتۡ fiilleri tefa’ûl (tefa’ale) babındadır. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
ٱلَّذِینَ şeklindeki cemi müzekker has ism-i mevsûl, تَبَرَّأَ fiilinin faili olup mahallen merfûdur. Meçhul bina edilmiş ٱتُّبِعُوا۟ cümlesi mevsûlun sılasıdır. Îrabtan mahalli yoktur.
ٱلَّذِین cemi müzekker has ism-i mevsûlu مِنَ harf-i ceriyle birlikte تَبَرَّأَ fiiline müteallıktır. ٱتَّبَعُوا۟ cümlesi ikinci mevsulün sılasıdır.
وَ haliyyedir. رَأَوُ fiili ve mef‘ûlü olan ٱلۡعَذَابَ kelimesinden oluşan cümle mahallen mansubtur. تَبَرَّأَ fiilinin failinden haldir.
Ayetteki ikinci وَ atıf harfidir. تَقَطَّعَتۡ fiili تَبَرَّأَ fiiline matuftur. بِهِمُ car mecruru تَقَطَّعَتۡ fiiline müteallıktır. ٱلۡأَسۡبَابُ fiilin failidirاِذْ تَبَرَّاَ الَّذ۪ينَ اتُّبِعُوا مِنَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا وَرَاَوُا الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الْاَسْبَابُ
Bedel olarak fasılla gelen ayette fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir.
تَبَرَّأَ cümlesi, önceki ayetteki إِذۡ ’den bedel olan zaman zarfı إِذۡ ’in muzâfun ileyhidir. Müsbet mazi fiil cümlesi sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olmasının sebebi, adı geçenleri anmak kerih görüldüğü için olabilir.
İsm-i mevsûllerde müphem yapıları nedeniyle tevcih sanatı vardır. Ayetteki farklı kişileri temsil eden iki mevsûl arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
ٱتُّبِعُوا۟ - ٱتَّبَعُوا۟ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
ٱلۡعَذَابَ ’deki tarif ahd-i sarihidir.
رأوا veya تَبَرَّأَ ’ye matuf son cümlede car mecrur önemine binaen, faile takdim edilmiştir. Müsbet muzari fiil cümlesi sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
تَبَرَّأَ ve تَقَطَّعَتۡ fiillerinin tefa’ûl babında gelmesi mübalağa içindir. Müşriklerin arasındaki cahiliye asabiyeti, nesep, akrabalık ve riyaset bağlarının hepsinin ebediyyen ve bir daha bir araya gelmesi mümkün olmayacak şekilde koptuğunu ifade eder.
Ayette geleceğin geçmişle ifade edilmesi, geleceği, müşahede eder gibi göz önünde canlandırmak içindir. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, S.495, Soru 1259)
إِذۡ تَبَرَّأَ ٱلَّذِینَ ٱتُّبِعُوا۟ مِنَ ٱلَّذِینَ ٱتَّبَعُوا۟ Bu da اِذْ يَرَوْنَ 'den (65. ayet) bedeldir. Yani üstler astlardan ellerini çektikleri zaman demek olur. Tersine de okunmuştur ki, astlar üstlerden ellerini çektikleri zaman demek olur. وَرَأَوُا۟ ٱلۡعَذَابَ [onu gördükleri halde] demektir ki, وَ hal içindir, قد edatı da gizlenmiştir. تَبَرَّأَ 'ye ma’tûf olduğu da söylenmiştir. وَتَقَطَّعَتۡ بِهِمُ ٱلۡأَسۡبَابُ , [Aralarındaki sebepler de kesilir] ifadesinde وَ ’ın تَبَرَّأَ 'ye yahut رَأَوُا۟ 'e atfı mümkün olduğu gibi hal için olması da mümkündür. Birincisi daha açıktır. ٱلۡأَسۡبَابُ da astları ile aralarındaki bağlantılar, din üzerinde ittifak ve buna götüren beklentilerdir. Sebebin aslı ağaca çıkılan iptir. (Beyzâvî)
İşte o zaman tâbi olunanlar, peşlerinden gidilen liderler, kendilerine tâbi olanlardan, yani peşlerinden gelenlerden, dünyada savundukları şeylerin, ortaya koydukları türlü sapıklıkların asılsız ve batıl olduğunu itiraf ederek uzaklaşacaklar. Artık onlarla beraber olmaktan kaçacaklar, onlara lanetle karşılık vereceklerdir. Azabı görecekler ve aralarındaki bağlar kopacaktır. Azabı görür görmez, hemen uzaklaşacaklar, daha önce aynı inançlar etrafında bir araya gelen bu kimseler arasındaki tüm bağlar kopacaktır. Küfür ve inkârları yüzünden kurtuluş beklerken, böyle bir durumla yüzyüze gelmelerinden dolayı darmadağın olacaklardır. (Ruhul Beyan)
Ayet, körü körüne sevmenin sonucundan bahseder.
وَرَأَوُا۟ ٱلۡعَذَابَ [Azabı gördüler] - وَتَقَطَّعَتۡ بِهِمُ ٱلۡأَسۡبَابُ [Sebepler kesildi] Cümlelerinin sonunda seci' vardır. Buna Arap edebiyatında tersîl denilir. (Safvetü't Tefâsir)
ٱلۡعَذَابَ - ٱلۡأَسۡبَابُ kelimeleri arasında lüzum mâ lâ yelzem vardır.
وَقَالَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا لَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّاَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُ۫ا مِنَّاۜ كَذٰلِكَ يُر۪يهِمُ اللّٰهُ اَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْۜ وَمَا هُمْ بِخَارِج۪ينَ مِنَ النَّارِ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَقَالَ | ve şöyle dediler |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | اتَّبَعُوا | uyan |
|
4 | لَوْ | keşke |
|
5 | أَنَّ |
|
|
6 | لَنَا | bizim için (mümkün olsaydı) |
|
7 | كَرَّةً | bir dönüş (dünyaya) |
|
8 | فَنَتَبَرَّأَ | uzak dursaydık |
|
9 | مِنْهُمْ | onlardan |
|
10 | كَمَا | gibi |
|
11 | تَبَرَّءُوا | uzak durdukları |
|
12 | مِنَّا | bizden |
|
13 | كَذَٰلِكَ | böylece |
|
14 | يُرِيهِمُ | onlara gösterir |
|
15 | اللَّهُ | Allah |
|
16 | أَعْمَالَهُمْ | bütün fiillerini |
|
17 | حَسَرَاتٍ | hasretler (pişmanlık kaynağı olarak) |
|
18 | عَلَيْهِمْ | onlara |
|
19 | وَمَا | ve değildir |
|
20 | هُمْ | onlar |
|
21 | بِخَارِجِينَ | çıkacak |
|
22 | مِنَ | -ten |
|
23 | النَّارِ | ateş- |
|
Nevera نور :
Görmeyi sağlayan yaygın haldeki ışık demek olan النور iki çeşittir: Biri dünyevi, diğeri uhrevidir. Dünyevi olan da iki kısma ayrılır: Bir kısmı basiret gözüyle anlaşılır. Bu etrafa yayılmış akıl nuru ve Kuran nuru gibi ilahi konularla ilgili olan nurdur. Bir kısmı da normal gözle algılanan nurdur. Bu da ay, yıldızlar ve aydınlatıcılar gibi ışık saçan cisimlerden yayılan nurdur.
أنار الله كذا ve تنوَّرَه denir. Yüce Allah bizzat kendisini de nurlandırıcı olması sebebiyle النور diye adlandırmıştır. Allah’ın kendini bu şekilde adlandırması, fiilin çokluğunu gösterir.
النار ise duyularla algılanan alevdir. Bazıları ise النار ve النور sözcüklerinin aynı asıldan geldiğini belirtirler. Aslında bunlar çoğunlukla beraber bulunan iki şeydir. Şu kadar var ki النار dünyada güçlü insanların faydalandığı bir şeydir. النور ise onların ahirette yararlanacakları bir şeydir. Onun için النور la ilgili olarak iktibas kavramı kullanılmıştır.
السعير – الحيم – الحريق - النار Farkı: Sair, tutuşmuş, alevli/yakıcı ateştir. Bir şeyi yakması halinde ise sair, hariq diye isimlendirilir. Hariq ise bir şeyi alevleri ile yutan ve helak eden ateştir. Cahim ise ateş üstüne ateş, kor üstüne kor anlamı ifade eder. Cahim çok alevli ateştir. Son derece parlak olması sebebiyle aslan gözü için cahme kelimesi kullanılır. Cehennem ise çok derin anlamına gelir. Kelime çok derin manasındaki cihinnam sözünden alınmıştır.
Nar üç şekilde tefsir edilir:
1 - النار nur; aydınlık, ışık manasında kullanılmıştır.
2 - النار lafzı, Yahudilerin Nebi ile savaşmayı kararlaştırmalarını ifade etmek üzere bir ayetteki meselde kullanılmıştır.
3 - النار kelimesi, yakan şey, ateş manasına gelir.
Ziya cihetinden bakıldığında النور kelimesi kullanılırken, hararet yönü gözlemlendiğinde النار kullanılır. (Müfredat -Tahqiq-Mukatil b. Süleyman-Furuq)
Kuran’ı Kerim’de üç farklı isim formunda 194 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri nur, nâr, Münir, Münevver, minare, tenvir, tenevvür ve tenvirdir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَقَالَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا لَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّاَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُ۫ا مِنَّاۜ
وَ atıf harfidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl ٱلَّذِینَ fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası ٱتَّبَعُوا۟ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. قَالَ fiilinin mef‘ûlü olan mekulü’l-kavli لَوۡ ’in dahil olduğu şart cümlesidir. Mahallen mansubtur. Şartın cevabı mahzuftur.
لَوۡ , gayrı cazim şart harfidir.
أَنَّ harfi اِنَّ ’nin benzerlerinden olup tekid ve masdar harfidir. لَنَا car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. كَرَّةࣰ kelimesi أَنَّ ’nin muahhar ismidir. أَنَّ ve isim cümlesinden oluşan masdar-ı müevvel, mahzuf fiilin failidir. Takdiri ثبت (sabittir) şeklindedir.
فَ muzariyi gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren harftir. اَنْ ve masdar-ı müevvel cümledeki ilk masdar-ı müevvele matuftur.
مِنۡهُمۡ car mecruru نَتَبَرَّأَ fiiline müteallıktır. مَا masdar harfidir. مَا ve masdar-ı müevvel كَ harf-i ceriyle birlikte نَتَبَرَّأَ fiilinin mahzuf mef‘ûlu mutlakına müteallıktır.
مِنَّا car mecruru تَبَرَّءُوا۟ fiiline müteallıktır.
فَنَتَبَرَّأَ kelimesi, temenninin cevabı olmak üzere mansubtur. Çünkü لَوۡ edatı temenni manasınadır. Mana şöyle olur; ‘’Keşke dönebilme imkânımız olaydı da biz de onlardan uzaklaşıp kaçsaydık.’’ (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
كَذٰلِكَ يُر۪يهِمُ اللّٰهُ اَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْۜ
كَ harf-i cerdir. مثل (gibi) manasındadır. Amiline takdim edilmiş mahzuf masdarın sıfatı olarak mahallen mansubtur. Takdiri يريهم الله إراءة مثل تلك الإراءة (Allah bu görüş gibi onlara da gösterir) şeklindedir. ذا işaret ismi olup sükun üzere mebni mahallen mecrur, ismi mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir. یُرِیهِمُ fiili ي harfine takdir edilen damme ile merfû olmuştur.
ٱللَّهُ lafza-i celâli یُرِیهِمُ fiilinin failidir. Muttasıl zamir هِمُ mef’ûl olarak mahallen mansubtur.
یُرِیهِمُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil ifâl babındadır. Sülâsîsi رأي ’dır. İf’al babı fiille ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkan sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat) tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
أَعۡمَـٰلَهُمۡ kelimesi یُرِی fiilinin ikinci, حَسَرَ ٰتٍ kelimesi aynı fiilin üçüncü mef‘ûlüdür.
حَسَرَ ٰتٍ ; cemi müennes salim bir kelime olduğu için nasb alameti kesredir.
عَلَیۡهِمۡ car mecruru حَسَرَ ٰتٍ ‘in mahzuf sıfatına müteallıktır.
وَمَا هُمْ بِخَارِج۪ينَ مِنَ النَّارِ۟
وَ atıf harfidir. Ayetin son cümlesi وَ ’la یُرِیهِمُ ٱللَّهُ cümlesine atfedilmiştir.
مَا nefy harfidir. لَيْسَ gibi amel etmiştir. هُم Munfasıl zamiri, مَا ’nın ismi olarak mahallen merfûdur.
بِ harfi zaiddir. خَـٰرِجِینَ lafzen mecrur olup مَا ’nın haberi olarak mahallen mansubtur. مِنَ ٱلنَّارِ car mecruru خَـٰرِجِینَ kelimesine müteallıktır.
وَقَالَ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوا لَوْ اَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّاَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّؤُ۫ا مِنَّاۜ
و atıf harfidir. Ayet temasül nedeniyle önceki ayete atfedilmiştir. Müsbet fiil sıygasıyla faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَ mazi fiilinin faili has ism-i mevsûl olan ٱلَّذِینَ ’nin sılasıdır. Sıla cümlesi cümle müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsm-i mevsûlde tevcih sanatı vardır.
قَالَ fiilinin mef‘ûlü olan mekulü’l-kavl şart cümlesi şeklinde gelmiştir. Talebî inşâî isnaddır. Şartın cevabı mahzuftur.
Gelecek zamanda vuku bulacak bir olay قَالَ şeklindeki mazi fiille ifade edilmiş, böylece geçmişteki bir olay menziline konarak vukuunun kesinliğine işaret edilmiştir.
Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Car mecrur لَنَا , mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
Ayette لَوۡ şart edatıyla gelen cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Temenni manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
نَتَبَرَّأَ - تَبَرَّءُوا۟ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ales-sadr sanatları vardır.
ٱتَّبَعُوا۟ - تَبَرَّءُوا۟ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
كَرَّةࣰ ’deki tenvin, kıllet ifade eder.
لَوۡ 'deki edebî maksat, temenni edilen şeyi arzulandığı halde nadir ve elde edilmesi güç suretinde göstermektir. لَوۡ 'in kullanım sebebi, temenni edilen şeyin -ki o da tâbi olan müşriklerin pişman olmaları sebebiyle dünyaya dönmek için tekrar bir fırsat istemeleridir- elde edilmesinin zor ve imkansız olduğunu ifade etmektir. (Belâgat İlminde Haber Ve İnşa (Bakara Suresi Örneği) Yüksek Lisans Tezi Elif Yavuz)
Bu ayet-i kerimede gelen لَوۡ ; kendinden sonra gelen فَ harfindeki gizli أنْ ile mansûb olan muzari fiilin delaletiyle temenni ifade etmiştir. Bu harfin ليت 'den farkı; bu harfle ifade edilen temenninin daha da imkânsız oluşudur. Yani daha mübalağalı olacak şekilde temenni ifadesi için kullanılır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كَذٰلِكَ يُر۪يهِمُ اللّٰهُ اَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْۜ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müsbet fiil cümlesi formunda, faidei haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
كَذَ ٰلِكَ kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem كَ hem de ذَأَ işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunamadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan/28, S.101)
كَذَ ٰلِكَ ’nin muteallakının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet uyandırma, korkuyu artırma amacına matuftur. Durumun ciddiyetini ve olayın korkunçluğunun derecesini göstermek bakımından da dikkat çekicidir.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
حَسَرَ ٰتٍ ’deki tenvin, kesret ve nev ifade eder.
حَسَرَ ٰتٍ ’in cemi gelmesi onun peşpeşe, çok ve sürekli olduğuna, haserat’ın peşinden tekrar haserat gelmesine yani zarar üstüne zarar olduğuna işaret eder. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1262)
حَسَرَ , üzülmek, bitkin düşmek demektir.
خسر , hüsran, zarar etmek, telef olmak, bozulmak demektir. Bu iki fiilin manaları da birbirine yakındır. Aralarında cinas vardır. Son iki harf aynıdır, ilk harfin de mahreçleri birbirine yakındır.
وَمَا هُمْ بِخَارِج۪ينَ مِنَ النَّارِ۟
Son cümle, یُرِیهِمُ ٱللَّهُ cümlesine matuftur veya یُرِیهِمُ fiilinin failinden haldir
Cümle menfi isim cümlesi formunda, faidei haber inkârî kelamdır. İsme isnad ve zaid olan ب harfi olmak üzere iki unsurla tekid edilmiştir. İsim cümlesi sübut ifade eder.
Buradaki مِنَ harfi zaiddir. Bu durumda kelâm ihtisas ifade eder. (Dr. Muhammed Muhammed Ebû Mûsâ, Hâ-Mîm Sûreleri Belâğî Tefsîri 2, Fussilet Sûresi/24, S. 115)
Ayette leff ve neşr sanatı vardır. (Mahmut Sâfî)
خَـٰرِجِینَ kelimesi ism-i fail olarak gelmiştir. İsimler zamandan bağımsız olarak bir mana ifade eder. Onlar da cehennemden çıkacak değillerdir. Fiil değil isim gelmiştir. Demek ki oradan çıkma ihtimalleri yoktur.
Burada, azabın sürekli ve ebedi oluşunu ifade etmek için isim cümlesi getirilmiştir. (Safvetü't Tefâsir)
“Ateşten -sadece bunlar- çıkmayacak” değil, “ateşten -asla- çıkamayacaklar” buyrulmaktadır. (Keşşâf)
وَمَا هُم بِخَـٰرِجِینَ مِنَ ٱلنَّارِ cümlesinin aslı, وَمَا يخرجون من النار şeklindedir. Bu isim cümlesine geçilmesi ateşte kalışlarını abartmak, kurtuluştan ve dünyaya dönüşten ümitlerini kesmek içindir. Zira isim cümlesi devamlılık ifade eder. (Beyzâvî)
وما هم ifadesi, hasr üslubuyla, onların oradan asla çıkamayacaklarını ifade etmektedir. Bu sebeple, bu çıkamama durumunu, kâfirlere mahsus olması gerekir. (Fahreddin er-Razi)
Bu cümle ayetin sonunda tezyil maksadıyla gelmiş itiraz veya hal cümlesidir. (Âşûr)
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْاَرْضِ حَـلَالاً طَـيِّباًۘ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَيُّهَا | ey |
|
2 | النَّاسُ | insanlar |
|
3 | كُلُوا | yeyin |
|
4 | مِمَّا | şeylerden |
|
5 | فِي | bulunan |
|
6 | الْأَرْضِ | yeryüzünde |
|
7 | حَلَالًا | helal |
|
8 | طَيِّبًا | temiz |
|
9 | وَلَا |
|
|
10 | تَتَّبِعُوا | ve izlemeyin |
|
11 | خُطُوَاتِ | adımlarını |
|
12 | الشَّيْطَانِ | şeytanın |
|
13 | إِنَّهُ | çünkü o |
|
14 | لَكُمْ | sizin |
|
15 | عَدُوٌّ | düşmanınızdır |
|
16 | مُبِينٌ | apaçık |
|
Yiyeceklerimizin helal olması yanında temiz olmasının da önemi var. Bugün genetiği bozulmuş, yanlış beslenen hayvanlar konusu önem kazanıyor. Vücudumuzun bu besinleri tanımadığı bunun için de faydalanamadığı, hastalıkların çoğaldığı söyleniyor.
Şeytanın ilk adımı haram yedirmektir. Cennette Hz. Adem’e de ölümsüz olmak için yasak ağaca yaklaşmasını söylemiştir.
Anlatılmak istenen şeytanın bize olan düşmanlığı olduğu için lekum, takdim edilmiştir.
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْاَرْضِ حَـلَالاً طَـيِّباًۘ
یَـٰۤأَ nida harfidir. أَیُّ münada nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir. ٱلنَّاسُ münadadan bedeldir.
كُلُوا۟ fiili ن harfinin hazfi ile mebni emir fiildir. مَا müşterek ism-i mevsûlu مِنْ harfi ceriyle birlikte كُلُوا۟ fiiline müteallıktır. فِی ٱلۡأَرۡضِ car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır. حَلَـٰلࣰا mef’ûlun bih veya مَا ’dan haldir. طَیِّبࣰا kelimesi حَلَـٰلࣰا ‘in sıfatıdır.
مِمَّا فِی ٱلۡأَرۡضِ ibaresindeki مِنْ cer edatı, teb’iz yani bazısı, bir kısmı manasındadır. Çünkü yeryüzünde bulunan her şey yenen şeylerden değildir. حَلَـٰلࣰا kelimesi, كُلُوا۟ fiilinin mefûlü olabileceği gibi, مِمَّا فِی ٱلۡأَرۡضِ ibaresinden hal de olabilir. طَیِّبࣰا her tür şüpheden arınmış, tertemiz, demektir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ
وَ atıf harfidir. لَ nahiye harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَتَّبِعُوا۟ fiili ن ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. خُطُوَ ٰتِ mef‘ûlün bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır. ٱلشَّیۡطَـٰنِ muzâfun ileyhtir.
اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ
إِنَّ nevasıhtandır. İsim cümlesine dahil olur, ismini nasb haberini ref yapar ve tekid ifade eder. هُۥ Muttasıl zamiri إِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. لَكُمۡ car mecruru عَدُوࣱّ’a müteallıktır. مُّبِینٌ ise عَدُوࣱّ ’in sıfatıdır.
اَبَانَ kelimesi hem müteaddi (geçişli) ve hem de lâzım (geçişsiz) bir fiildir. Yani, مُّبِینٌ kelimesi bu kökten gelmektedir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
İbn Âşûr burada إِنَّ ‘nin yalnız haberin ihtimamı için kullanıldığını; çünkü şeytanla insan arasındaki düşmanlık, müşrik ve müminler tarafından kesin olarak bilinmektedir demiş veya إِنَّ harfinin tekit için kullanıldığını zikretmiştir. Bu harf aynı şekilde inkâr veya şüpheyi ret için değil de durumun enteresanlığını ifade için de kullanılır. İbn Âşûr’ûn إِنَّ için zikrettiği anlamlardan birisi, onun ta’lîl ve rapt manasını ifade eder. Bakara 32. ve Âli İmran 96. ayetleri buna örnektir. Cümlede ihtimam için kullanıldığında إِنَّ ‘nin özelliklerinden birisi fâ-i tefrî’aya (teferrutlandırma) ihtiyaç duymaması, ta’lîl ve rapt ifade etmesidir. (İbn Âşûr’ûn Et-tahrîr Ve’t-tenvîr Adlı Eserinde Sarf Ve Nahiv Merkezli Tercihleri / Aboubacar Mohamadou)يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْاَرْضِ حَـلَالاً طَـيِّباًۘ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nidanın cevap cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Müşterek ism-i mevsûl ما ’nın sılasının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. İsm-i mevsûlde tevcih sanatı vardır.
حَلَـٰلࣰا ‘den sonra طَیِّبࣰا lafzının zikri, hususun umuma atfı babında ıtnâbtır. Çünkü helal olan zaten güzeldir.
حَلَـٰلࣰا - طَیِّبࣰا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
مِنَ bazıyet ifade eder.
حَلَـٰلࣰا , طَیِّبࣰا için sıfattır. Dolayısıyla ayette ıtnâb sanatı vardır.
حَلَـٰلࣰا kelimesi كُلُوا۟ fiilinin mef'ûlüdür yahut mahzûf masdarın sıfatıdır veya مِمَّا فِی ٱلۡأَرۡضِ 'dan haldir. مِنَ de kısım bildirmek içindir, çünkü yeryüzündekilerin bir kısmı yenmez. (Beyzâvî)
Cümle emir üslubunda gelmiş olmasına rağmen hakiki manada emir değildir. Bu yüzden cümle mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
Emir imtina manasındadır. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1263)
وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِۜ
Atıf sebebi ciheti camiadır. Cümle nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Önceki ayetteki yasağın nedenini açıklayan ta’lil cümlesidir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır.
خُطُوَ ٰتِ ٱلشَّیۡطَـٰنِۚ izafeti az sözle çok anlam ifade etmenin yanında tahkir içindir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
[Şeytanın izleri] terkibi şeytana uyma ve onun izlerine tabi olmaktan istiaredir. Telhîsü'l-beyân yazarı şöyle der: Bu ifade şeytanın emirlerine itaatten ve birşey yapmaya davet ettiği sözünü kabul etmekten sakındırma konusunda en beliğ ifadedir. (Safvetü't Tefâsir)
“Şeytanın adımlarına tabi olmak” onu taklit etmek, örnek almaktan kinayedir. Vesvesesine ve süslemelerine aldanmadan onun emrettiğini terk etmelidir. (Âdil Ahmed Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru 1265)
[Şeytanın adımlarını takip etmeyin]. Şeytanın çizdiği yoldan gitmeyin; onun yolunu izlemeyin. Heva ve isteklere boyun eğerek onu takip etmeyin, onun vesveselerine kapılmayın. Şeytan helali haram, haramı da helal kılar. (Ruhul Beyan)
اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ
Cümle fasılla gelmiştir. Fasıl nedeni şibh-i kemâl-i ittisâldir. İsim cümlesi formunda إِنَّ ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelamdır. Car mecrurun amiline takdimi takdim-tehir sanatıdır.
Cümlede sıfat nedeniyle ıtnâb vardır.
Anlatılmak istenen şeytanın bize olan düşmanlığı olduğu için لَكُمۡ takdim edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu)
مُّبِینٌ [apaçık] hiç gizlisi saklısı olmayacak şekilde, düşmanlığı açık olan demektir. (Keşşâf)
[Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.] Ayetin bu bölümü yasaklama nedenini açıklıyor. Yani basiret sahibi olanlar, onun apaçık bir düşman olduğunu bilirler. Ancak basiretten yoksun olup kendi heva ve istekleri doğrultusunda gidenler şeytanın samimi dostudur. (Ruhul Beyan)اِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّٓوءِ وَالْفَحْشَٓاءِ وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
اِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّٓوءِ وَالْفَحْشَٓاءِ وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
وَ atıf harfidir. أَن muzariyi nasb ederek manasını masdara çevirir. عَلَى ٱللَّهِ car mecruru تَقُولُوا۟ fiiline müteallıktır. مَا müşterek ism-i mevsûlu تَقُولُوا۟ fiilinin mef‘ûlü olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası لَا تَعۡلَمُونَ ’dır. Îrabtan mahalli yoktur. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَعۡلَمُونَ muzari fiildir. نَ ’un sübutuyla merfûdur.
أَن ve masdar-ı müevvel cer mahallinde بِٱلسُّوۤءِ ’ye matuftur.
اِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّٓوءِ وَالْفَحْشَٓاءِ وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Ayet beyanî istînâftır. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
إِنَّمَا kasr harfidir. Fiil, car mecrura kasredilmiştir. Yani o, kötülük, fuhuş ve Allaha bilmediklerinizi söylemenizi emretmek dışında başka bir şey emretmez. إِنَّمَا ile yapılan kasrlarda muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur.
Cümle faide-i haber talebî kelamdır.
بِٱلسُّوۤءِ , ister uzuvlara ait, ister kalbe ait fiillerin ma’siyeti olsun, bütün günahları ifade eder. (Fahreddin er-Razi)
وَأَن تَقُولُوا۟ عَلَى ٱللَّهِ مَا لَا تَعۡلَمُونَ cümlesi öncesine matuftur. Masdar-ı müevvel olan cümle müsbet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mevsûllerde tevcih sanatı vardır. Sıla cümlesinde takdim-tehir sanatı vardır. عَلَى ٱللَّهِ car mecruru mef‘ûle takdim edilmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Fiiller muzari sıygayla gelmiştir. Muzari fiil hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzarinin tecessüm özelliği, ayeti anlama ve kavramada etkili olmuştur.
بِٱلسُّوۤءِ - ٱلۡفَحۡشَاۤءِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Emrettiği ilk iki şey masdar, üçüncüsü fiil olarak gelmiş, üslup değişmiştir. Konuşmanın sürekli yenilendiği anlaşılmaktadır.
Bu cümle şeytanın düşmanlığını ve onu izlemekten kaçınmanın gerekliliğini beyan etmektedir. Onun süslemesi ve onları kötülüğe sevk etmesi de beyinsizliklerini vurgulamak ve değerlerini düşürmek için istiare yolu ile ifade edilmiştir. Kötülük ve hayasızlık aklın beğenmediği ve şeriatın çirkin gördüğü şeydir. Atıf da iki sıfatın farklı olmasındandır. Çünkü o, akıllı kimseyi üzdüğü için kötü, onu çirkin bulduğu için de hayasızlıktır. Ve bilmediğiniz şeyleri Allah'a demenizi emreder. Mesela eşler koşmak, haramları helal etmek ve hoş şeyleri haram etmek gibi. (Beyzâvî)
[O size sadece… emreder] ifadesi, şeytana uymamak gerektiğini çünkü onun düşmanlığının aşikâr olduğunu açıklamaktadır. Yani o size asla bir hayır emretmez; sadece kötülüğü yani çirkini ve fahşayı yani büyük günahlarla ilgili çirkinlikte haddi aşmayı emreder. Hakkında had cezası bulunmayan şeylere kötülük, had konulan şeylere ise fahşa dendiği de söylenmiştir. (Keşşâf)
بِٱلسُّوۤءِ وَٱلۡفَحۡشَاۤءِ , özel bir ifadenin genel olana atfı kabilindendir. Çünkü kötülük manasına olan ٱلسُّوۤءِ kelimesi bütün günahları kapsar. ٱلۡفَحۡشَاۤءِ ise günahların en çirkinidir. (Safvetü't Tefâsir)Gönlümün derinliklerine çekilip, gereksiz bütün kapıları kapattıktan sonra zihnimi ve kalbimi dinlediğimde farkettim ki;
Dünyanın hızına kapılıp gitmişim. Hakiki güzellikleri görmez olmuşum. Hep bir yerlere yetişme çabası içindeymişim. Her gün şahit olduğum mucizeleri hafife alır gibiymişim. Onlarla karşılaştığımda, duygu ve düşüncelerime kulak vermezmişim. İstemeyi akıl edemeyeceğim nice nimetlerle donatılmışım. Yine de alışmışlıktan doğan, ufak bir nankörlük haline bürünmüşüm.
Halbuki sırf gözüme hitap eden güzelliklerinden bile vazgeçemem. Ne güneşin doğuşundaki, ne de batışındaki renklerinden. Ne bulutların şekilden şekle bürünmesinden, ne de yeryüzüne bıraktıklarından. Ne denizle olan muhabbetimizden, ne de mevsimler arası ölüp dirilen toprağın hallerinden.
Ey sevilmeye en layık olan Allahım! Gönüllerimiz en çok Seni sevsin. Zihinlerimiz en çok Senin yolunda, Sana daha da yaklaşmanın yollarını aramakla meşgul olsun. Yarattığı her şeyin arasında muhabbeti de yaratan Allahım! Aklını kullanan ve delillerini gören kullarından olmamızı nasip et.
Ey övülmeye en layık olan Allahım! Verdiğin her nimet, her güzellik ve her delil için Sana sonsuz şükürler olsun. Şeytandan ve her türlü şerden Sana sığınırız. Kalbini dinleyen ve mücadelesinde azimli olan kullarından olmamızı nasip et. İki cihanda da; Sev bizi. Sevdir bizi. Sevindir bizi.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji