Bakara Sûresi 247. Ayet

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اللّٰهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكاًۜ قَالُٓوا اَنّٰى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ اَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِۜ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِۜ وَاللّٰهُ يُؤْت۪ي مُلْكَهُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ  ...

Peygamberleri onlara, “Allah, size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi” dedi. Onlar, “O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha lâyığız. Ona zenginlik de verilmemiştir” dediler. Peygamberleri şöyle dedi: “Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.” Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَقَالَ ve dedi ki ق و ل
2 لَهُمْ onlara
3 نَبِيُّهُمْ peygamberleri ن ب ا
4 إِنَّ gerçekten
5 اللَّهَ Allah
6 قَدْ elbette
7 بَعَثَ gönderdi ب ع ث
8 لَكُمْ size
9 طَالُوتَ Talut’u
10 مَلِكًا hükümdar م ل ك
11 قَالُوا dediler ki ق و ل
12 أَنَّىٰ nasıl ا ن ي
13 يَكُونُ olabilir ك و ن
14 لَهُ onun
15 الْمُلْكُ hükümdarlık (mülk) م ل ك
16 عَلَيْنَا bizim üzerimize
17 وَنَحْنُ biz
18 أَحَقُّ daha layıkız ح ق ق
19 بِالْمُلْكِ hükümdarlığa م ل ك
20 مِنْهُ ondan
21 وَلَمْ
22 يُؤْتَ ve verilmemiştir ا ت ي
23 سَعَةً genişlik و س ع
24 مِنَ -dan
25 الْمَالِ mal- م و ل
26 قَالَ dedi ق و ل
27 إِنَّ şüphesiz
28 اللَّهَ Allah
29 اصْطَفَاهُ onu (hükümdar) seçti ص ف و
30 عَلَيْكُمْ sizin üzerinize
31 وَزَادَهُ ve onun artırdı ز ي د
32 بَسْطَةً gücünü ب س ط
33 فِي
34 الْعِلْمِ bilgisinin ع ل م
35 وَالْجِسْمِ ve cisminin ج س م
36 وَاللَّهُ Allah
37 يُؤْتِي verir ا ت ي
38 مُلْكَهُ mülkünü م ل ك
39 مَنْ kimseye
40 يَشَاءُ dilediği ش ي ا
41 وَاللَّهُ Allah(ın)
42 وَاسِعٌ (lutfu) geniştir و س ع
43 عَلِيمٌ (O herşeyi) bilendir ع ل م
 

Peygamberleri onlara Tâlût’un (Saul) Allah tarafından hükümdar olarak tayin edildiğini bildirince buna iki sebeple itiraz ettiler: a) Tâlût uzun boylu, yiğit bir halk çocuğu idi, İsrâiloğulları’nın ileri gelenlerinden, hükümdar çıkması beklenen ailelerinden değildi. Onların anlayışına göre böyle aileler dururken bir halk çocuğu hükümdar olamazdı; bu makama o değil topluluğun ileri gelenleri lâyık idiler. b) Tâlût zengin değildi; onlara göre hükümdar olacak şahıs aynı zamanda zengin olmalıydı.

Allah Teâlâ bu itiraza peygamberleri aracılığı ile verdiği cevapla yöneticilerde bulunması gereken nitelikler konusunda evrensel mesajlar iletmiş oluyordu. Buna göre: 1. Mülk ve iktidar asaleten Allah’a aittir, kulların bunlara sahip olmaları mecazidir. O halde yönetici, bir kısım çevrelerin değil, öncelikle Allah’ın yönetmeye lâyık gördüğü kimselerde aradığı vasıflara sahip olmalıdır. Âyette Tâlût’u Allah’ın seçmiş olması onun bu açıdan liyakatini göstermekte ve dikkatleri bu yöne çekmektedir. 2. Tâlût bilgili ve güçlüdür; yönetici olacak şahısların zengin değil, bilgili ve güçlü olmaları gerekir. “İlimde ve cisimde başkalarından üstün olmak” mânevî ve maddî nitelikler bakımından namzetler arasında en üstünü olmak demektir. (Diyanet Tefsiri-Kur’ân Yolu) (

Hükümdar tayin edilirken iki prensip gözönünde bulundurulur:

-Askeri iyi yönetebilmek için idareciliği bilmek.

-Zorluklara göğüs gerebilmek için kuvvetli bir bedene sahip olmak.

Her işi bilene, ehline vermek gerekir. Yoksa her açıdan zulum olur.

Benzer şeyleri sevgili peygamberimiz Medine de yaşadı. Hazrec kabilesinin lideri Abdullah b.Ubey b.Selul tam Medine’nin idaresini alacakken peygamberimiz geldi Medine’ye ve peygamberin savaşa girmesi Medine’nin savaşa girmesiydi. Yahudiler ve Abdullah b. Selul taraftarları istemiyordu bunu. Ve o bizden değil, zengin de değil diye hakir görüyorlardı. Kur’ân peygamberimize yahudilerin durumunu anlatırken kendi durumunu da anlatıyor aslında.

Kur’ân bize birini tanıtırken önce sahip olduğu nitelikleri vurgular ve bu nitelikleri kişiye isim olarak verir. Bunu yaparken Arapça olmayan isimler için Arapçaya en yakın harfleri/sesleri seçer.

Josef-Yusuf

Abraham-İbrahim

Yişmail-İsmail gibi.

İşte Talut da İncil’de Saul olarak geçiyor. Bunu benzer seslerle taşıyacak olursak Seul veya Sevl olarak taşınabilirdi. Kök harflere bakarsak se-e-le kökünden “soru soran” anlamına gelir. Bunun yerine Kur’ân bize önce niteliklerini veriyor. ”ilimde ve cisimde bir genişliği/kuvveti var. İncil’de de omuzları ve başı diğer insanlardan çok uzun olarak tanıtıyor. Arapça uzun “tavil”, hiç kimsenin olmadığı /alışılmamış kadar uzun “talut”. Ve bu isimle tanıtıyor onu bize.

Mesela İdris peygamberin ismi Hibru kaynaklarda “hanok” olarak geçer ve iyi okuyan manasına gelir. Kur’ân’a taşınırken “de-re-se“ ders yapan ders çalışan kökünden İdris olarak geçmiştir.

Talut’un seçilmesini anlatan ayetteki vurgu sıradışıdır.

Hem innallahe vurgusu var hem qad, hem de leküm öne çekilerek seçimin Allah tarafından yapıldığı vurgulanmıştır. “Şüphesiz ki Allah, gerçekten, sizin icin Talut’u hükümdar olarak gönderdi”

İki alt satırdaki “estefa” seçme fiili kimseye açıklama yapmayı gerektirmeyen seçimi ifade eder.

 

صفو Safeve :

  صَفاءٌ kelimesinin asıl anlamı bir nesnenin bulanıklıktan arınmış, temiz ve uzak olmasıdır. Bu anlam itibarıyla hâlis taşa صَفا denir. Bakara, 2/158. ayeti kerimede geçen صَفا sözcüğü ise belli bir yerin ismidir. إصْطِفاءٌ bir nesnenin saf, katışıksız ve temiz bölümünü almak manasına gelirken إخْتِيارٌ bir nesnenin hayırlı olan kısmını almak, إجْتِباءٌ ise bir şeyin en seçkin olan bölümünü almak demektir. Kuran-ı Kerim’de bir defa geçen صَفْوَانٌ sözcüğü kaya anlamındadır. (Müfredat)

  Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 17 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri saf (temiz), sâfi, tasfiye, Mustafa, Safâ, Safiye ve Saffet’tir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

 

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اللّٰهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكاًۜ


Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  قَالَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  لَهُمۡ  car mecruru  قَالَ  fiiline müteallıktır.  نَبِیُّ  faildir. Muttasıl zamir  هُمۡ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Mekulü’l-kavl cümlesi  إِنَّ ٱللَّهَ قَدۡ بَعَثَ ’dur.  قَالَ  fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur.

إِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.  ٱللَّهَ lafza-i celâli,  إِنَّ ’nin ismidir.  قَدۡ بَعَثَ  cümlesi  إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.  قَدۡ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.  بَعَثَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.  لَكُمۡ  car mecruru  بَعَثَ  fiiline müteallıktır.  طَالُوتَ mef’ûlun bih olup gayrı munsarif olduğu için tenvin almamıştır.  مَلِكࣰا  kelimesi  طَالُوتَ ’nin hali olarak mansubtur.


قَالُٓوا اَنّٰى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ اَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِۜ


Fiil cümlesidir. قَالُوۤا۟  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavl cümlesi  أَنَّىٰ یَكُونُ لَهُ ‘dur.  قَالُوۤا۟  fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur.  أَنَّىٰ  istifham harfidir.  كَيْفَ  manasında  ٱلۡمُلۡكُ ’un hali olarak mahallen mansubtur.  یَكُونُ  nakıs muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  لَهُ  car mecruru  یَكُونُ ’nun mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.  ٱلۡمُلۡكُ  kelimesi  یَكُونُ ’nun muahhar ismidir. عَلَیۡنَا  car mecruru ٱلۡمُلۡكُ ‘ye müteallıktır.

وَ  haliyyedir. Munfasıl zamir  نَحۡنُ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  أَحَقُّ  haberdir.  بِٱلۡمُلۡكِ  car mecruru  أَحَقُّ ’ya müteallıktır.  مِنۡهُ  car mecruru aynı şekilde  أَحَقُّ ’ya müteallıktır.  لَمْ , muzariyi cezm ederek anlamını olumsuz maziye çeviren edattır.  یُؤۡتَ  illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.  سَعَةࣰ  ikinci mef’ûlu olarak fetha ile mansubtur.  مِّنَ ٱلۡمَالِ  car mecruru سَعَةࣰ  kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır. 


 قَالَ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِۜ وَاللّٰهُ يُؤْت۪ي مُلْكَهُ مَنْ يَشَٓاءُۜ


Fiil cümlesidir.  قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. Mekulü’l-kavl cümlesi  إِنَّ ٱللَّهَ ٱصۡطَفَىٰهُ ’dur.  قَالَ  fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur.

إِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.  ٱللَّهَ lafza-i celâli,  إِنَّ ’nin ismidir.  ٱصۡطَفَىٰهُ  fiili  إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Mukadder fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  عَلَیۡكُمۡ  car mecruru  ٱصۡطَفَىٰهُ  fiiline müteallıktır.

ٱصۡطَفَىٰهُ  kelimesinin  aslı  إصتفى 'dır.  ص  harfinden  sonra  ط  harfini söylemek kolay olduğu için, ت  harfi  ط  harfine çevrilmiştir. (Fahreddin er-Razi)

وَ  atıf harfidir. زَادَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir  هُۥ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  بَسۡطَةࣰ  ise ikinci mef’ûlun bihtir.  فِی ٱلۡعِلۡمِ  car mecruru  بَسۡطَةࣰ ’e müteallıktır.  ٱلۡجِسۡمِ  kelimesi atıf harfi  وَ’la  ٱلۡعِلۡمِ ’ye matuftur. وَ  istînâfiyyedir.  للَّهُ  lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur.  یُؤۡتِی  fiili haber olarak mahallen merfûdur.  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.  مُلۡكَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir  هُۥ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Müşterek ism-i mevsûl  مَن  ikinci mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası یَشَاۤءُ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.  

    

وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ


İsim cümlesidir. وَ  atıf harfidir.  ٱللَّهُ  lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur.  وَ ٰ⁠سِعٌ haber olup lafzen merfûdur.  عَلِیمࣱ  ise ikinci haberdir.


 

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اللّٰهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكاًۜ


Ayet önceki istînâfa atıftır. Müsbet mazi fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَ  fiilinin mekulü’l-kavli  إِنَّ  ve  قَدۡ ’la  tekid edilmiş isim cümlesidir. Faide-i haber inkarî kelamdır.

Ayetteki bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlin zikri telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

‘’Tâlût’’ Arapça olmayan bir isimdir. Bu kelime de tıpkı el-Câmûs kelimesi gibi yabancı dilden geçmiş olsa da, onun aksine gayri munsariftir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)


قَالُٓوا اَنّٰى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ اَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِۜ 


İstînâfî beyanî olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müsbet mazi fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالُوۤا۟  fiilinin mekulü’l-kavli istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.  أَنَّىٰ  ‘nasıl’ manasındadır. یَكُونُ  fiili bu ayette tam fiildir. Mübteda olan soru isminin haberi olmuştur.

وَنَحۡنُ أَحَقُّ بِٱلۡمُلۡكِ مِنۡهُ  cümlesine dahil olan  وَ , haliyyedir. Cümle, faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesidir. Akabindeki menfi fiil cümlesi hal cümlesine matuftur. Atıfta cihet-i câmia tezayüftür.

أَنَّىٰ [ nasıl?] ve [nereden?] anlamlarında olup, Tālût ’un onlara hükümdar oluşunun yadırgandığını ve uzak bulunduğunu ifade eder. (Keşşâf)

[Halbuki biz hükümdarlığa daha layığız.] Onun bize krallık yapmasından bizim ona krallık yapmamız daha evladır. Çünkü biz kralların hanedanından geliyoruz. [Kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemiş.] Yani ona servet de verilmemiştir ki malıyla şeref kazansın. Zira kendisi asilzade değildir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

وَنَحْنُ اَحَقُّ  tabiriyle  وَلَمْ يُؤْت  tabirinin başındaki bu iki  وَ  arasında ne fark vardır?” denilirse deriz ki: Birinci  وَ  hal vavıdır. İkinci  وَ  da cümleyi, hal vaki olan cümleye atfeden  وَ ‘dır. Buna göre mana şöyle olur: “O bize nasıl hükümdar olabilir ki? Halbuki, kral olmaya ondan daha layık kimseler bulunduğu için, o kral olamaz. Yine, o fakirdir. Hükümdarlığını destekleyecek mal ve mülkün bulunması gerekir. (Fahreddin er-Razi)


قَالَ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِۜ 


Fasılla gelen fiil cümlesi faide-i haber ibtidai kelamdır. إِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesi ise  قَالَ  fiilinin mekulü’l-kavlidir. Faide-i haber talebî kelamdır.

Nebi, kavmine söylediği sözlerinde bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâli telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak için tekrarlamıştır.

زَادَهُۥ - بَسۡطَةࣰ - سَعَةࣰ  kelimelerinde mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Peygamberleri onlara, onun herhangi bir nesebi ve serveti olmasa da, Allah'ın kendi üzerlerine onu seçmiş olduğunu söyledi. Çünkü onun başkaca üstünlükleri vardır. Ona bilgi bakımından üstünlük vermiştir. Hükümdarlık da bilgiye dayanır. Ayrıca boyca uzun ve iri yapılıdır. Aslında insan, bilgi açısından ruhlar ve kalpler üzerinde etki bırakır, fizikî yapı bakımından da insanların kalplerinde korku doğurur. İşte Allah bu iki üstün nitelikle onu diğerlerinden üstün kılmıştır. (Ruhu’l-Beyan)

Hükümdarlıkta veraset değil, liyakat esastır.

Bu ayet imametin (halifeliğin) veraset yoluyla geçtiğini söyleyenlerin görüşünün batıl olduğunu gösterir. Çünkü İsrailoğulları, kendi krallarının kral soyundan gelmemesini yadırgamışlardır. Fakat Cenab-ı Allah da onlara, bunun yersiz olduğunu ve hükümdar olmaya, Allah'ın bunun için seçtiği kimselerin müstehak olduklarını bildirmiştir. Bu, تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ  [(Allah'ım!) Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, dilediğinden de mülkü geri alırsın] (Al-i İmran, 26) ayetinde ifade edilen hususun bir benzeridir.

Cenab-ı Allah'ın, "Ona bilgice ve vücutça bir üstünlük verdi" cevabının izahı şöyledir: Onlar Tâlût’un melik olmasını şu iki bakımdan tenkid etmişlerdi:

a) O, krallar soyundan değildir.

b) Ve o fakirdir. 

Allahu Teâlâ, onun hükümdarlığa ehil olduğunu açıklamış ve bu ehliyeti de onda iki sıfatın bulunmasına bağlamıştır: İlim ve güç. Bu iki vasıf, hükümdarlığa hak kazanmak için ilk iki vasıftan daha üstündür.

Bu birkaç bakımdan açıklanabilir:

1) İlim ve kudret, gerçek kemal vasıflarındandır. Mal ve makam ise böyle değildir.

2) İlim ve kudret, insanın kendi cevherinde bulunan mükemmelliklerdendir. Mal ve makam ise, insanın zatından ayrı iki şeydir.

3) İlim ve kudreti insandan koparıp almak mümkün değildir. Mal ve makamı ise insandan soyup almak mümkündür.

4) Harp sanatını iyi bilmek ve savaşa son derece dayanıklı olmak gibi şeylerden, ülkenin menfaatini korumada ve düşmanın kötülüklerini yok etme hususlarında elde edilecek istifade, işleri zabt-u rabt altına alacak liyakati ve düşmanı geri döndürecek gücü olmayan, fakat asil ve zengin bir kimseden elde edilecek istifadeden çok daha fazla ve mükemmeldir. Anlatmış olduğumuz hususlar ile, hükümdarlığın alim ve muktedir bir kimseye verilmesinin, asil ve zengin bir kimseye verilmesinden daha uygun olduğu ortaya çıkmış olur. (Fahreddin er-Razi)

Allah Teâlâ ilimce üstünlüğü, vücutça üstünlükten önce zikretmiştir. Bu Allah’ın, ruhî üstünlük ve meziyetlerin, bedenî üstünlüklerden daha yüce, daha şerefli ve daha mükemmel olduğuna bir işaretidir. (Fahreddin er-Razi)


 وَاللّٰهُ يُؤْت۪ي مُلْكَهُ مَنْ يَشَٓاءُۜ


Cümle istînâfiyye veya itiraziyyedir. Faide-i haber ibtidaî kelam olan bu isim cümlesinde müsnedün ileyh telezzüz, teberrük ve tazim için lafza-i celâlle marife olmuştur. Cümlenin müsnedinin muzari fiil sıygasıyla gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Medh makamı olması sebebiyle istimrar da ifade eder. Ayrıca muzari fiildeki muhayyileyi uyarma özelliği sayesinde muhatap konuyu daha iyi kavrar.

مُلۡكَ  kelimesi konudaki önemine binaen ayette dört kez geçmiştir. Kelimenin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidai kelam olan  یَشَاۤءُۚ  cümlesi mevsûlün sılasıdır. İsm-i mevsûlde tevcih sanatı vardır.

Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

ٱلۡمُلۡكُ - مَلِكࣰاۚ ; قَالَ - قَالُوۤا۟ ve یُؤۡتَ - یُؤۡتِی  kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

[Allah, mülkünü dilediğine veriyor…] Yani çekişme konusu olmayacak şekilde mülk O’nundur. Dolayısıyla, onu hükümranlığa uygun gördüğü kimselerden dilediğine vermektedir. [Allah] lütfuyla ve vermesiyle [geniştir.] Malî imkânı bulunmayana bol bol verir ve onu fakirliğin ardından zengin kılar. Hükümranlık için seçtiği kimseyi de [iyi bilir.] (Keşşâf)


 وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ


Ayetin son cümlesinde وَ istînâfiyyedir. Cümlenin makabline matuf olduğu da söylenmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda, faide-i haber tibtidaî kelamdır.

Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır.

Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması dolayısıyla, Allah lafzında tecrîd sanatı vardır. Müsnedün ileyhin tüm esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafza-i celâlle marife olması tazim, telezzüz, teberrük ve ikaz içindir.

Allah'ın وَ ٰ⁠سِعٌ ,عَلِیمࣱ sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğu, bu sıfatların bir benzerinin olmadığı anlamına gelir. Aralarında وَ olmaması, Allah Teâlâ’da ikisinin de birlikte mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Her ikisi de mübalağa kalıplarındandır. Aralarında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

[Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.] Yani keremi ve nimeti geniş olan, tam manasıyla kudret sahibi, neyi seçeceğini bilendir. Bir görüşe göre onlar peygamberlerini yalanlayarak inkâra düşmüşlerdir. Bir görüşe göre onlar mümin idiler ancak meleklerin [Yeryüzünde fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın?] (Bakara 2/30) demeleri gibi onun kral yapılmasına şaşırmış ve hikmetini öğrenmek istemişlerdir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)