18 Nisan 2024
Bakara Sûresi 246-248 (39. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Bakara Sûresi 246. Ayet

اَلَمْ تَرَ اِلَى الْمَلَأِ مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ مِنْ بَعْدِ مُوسٰىۢ اِذْ قَالُوا لِنَبِيٍّ لَهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكاً نُقَاتِلْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ اِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ اَلَّا تُقَاتِلُواۜ قَالُوا وَمَا لَـنَٓا اَلَّا نُقَاتِلَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَقَدْ اُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَاَبْنَٓائِنَاۜ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْا اِلَّا قَل۪يلاً مِنْهُمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ  ...


Mûsâ’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini görmedin mi (ne yaptılar)? Hani, peygamberlerinden birine, “Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O, “Ya üzerinize savaş farz kılındığı hâlde, savaşmayacak olursanız?” demişti. Onlar, “Yurdumuzdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz hâlde Allah yolunda niye savaşmayalım” diye cevap vermişlerdi. Ama onlara savaş farz kılınınca içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler. Allah, zalimleri hakkıyla bilendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَلَمْ
2 تَرَ görmedin mi? ر ا ي
3 إِلَى
4 الْمَلَإِ ileri gelenlerini م ل ا
5 مِنْ
6 بَنِي oğullarının ب ن ي
7 إِسْرَائِيلَ İsrail
8 مِنْ
9 بَعْدِ sonra ب ع د
10 مُوسَىٰ Musa’dan
11 إِذْ hani
12 قَالُوا demişlerdi ق و ل
13 لِنَبِيٍّ Peygamberlerine ن ب ا
14 لَهُمُ onlar
15 ابْعَثْ gönder ب ع ث
16 لَنَا bize
17 مَلِكًا bir hükümdar م ل ك
18 نُقَاتِلْ (onun önderliğinde) savaşalım ق ت ل
19 فِي -nda
20 سَبِيلِ yolu- س ب ل
21 اللَّهِ Allah
22 قَالَ dedi ق و ل
23 هَلْ
24 عَسَيْتُمْ olurmu ki? ع س ي
25 إِنْ eğer
26 كُتِبَ yazılınca (farz kılınınca) ك ت ب
27 عَلَيْكُمُ size
28 الْقِتَالُ savaş ق ت ل
29 أَلَّا
30 تُقَاتِلُوا savaşmazsanız ق ت ل
31 قَالُوا dediler ki ق و ل
32 وَمَا
33 لَنَا bizler
34 أَلَّا
35 نُقَاتِلَ neden savaşmayalım ق ت ل
36 فِي
37 سَبِيلِ yolunda س ب ل
38 اللَّهِ Allah
39 وَقَدْ oysa
40 أُخْرِجْنَا biz çıkarılıp sürüldük خ ر ج
41 مِنْ -dan
42 دِيَارِنَا yurtlarımız- د و ر
43 وَأَبْنَائِنَا ve oğullarımız(ın arasın)dan ب ن ي
44 فَلَمَّا fakat
45 كُتِبَ yazılınca ك ت ب
46 عَلَيْهِمُ kendilerine
47 الْقِتَالُ savaş ق ت ل
48 تَوَلَّوْا yüz çevirdiler و ل ي
49 إِلَّا hariç
50 قَلِيلًا pek azı ق ل ل
51 مِنْهُمْ içlerinden
52 وَاللَّهُ Allah
53 عَلِيمٌ bilir ع ل م
54 بِالظَّالِمِينَ zalimleri ظ ل م

اَلَمْ تَرَ اِلَى الْمَلَأِ مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ مِنْ بَعْدِ مُوسٰىۢ اِذْ قَالُوا لِنَبِيٍّ لَهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكاً نُقَاتِلْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ


Hemze istifham harfidir.  لَمۡ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تَرَ  illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Fail müstetir olup takdiri  أنت dir.  إِلَى ٱلۡمَلَإِ  car mecruru  تَرَ  fiiline müteallıktır.  مِنۢ بَنِیۤ  car mecruru  ٱلۡمَلَإِ ’nin mahzuf haline müteallıktır.

بَنِیۤ  kelimesi cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için cer alameti  ى dir. اِسْرَٓاء۪يلَ  muzâfun ileyhtir. Gayrı munsariftir. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır. مِنۢ بَعۡدِ  car mecruru  ٱلۡمَلَإِ ’nin ikinci mahzuf haline müteallıktır.  مُوسَىٰۤ ismi elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.

Ayetteki,  مِنۢ بَنِیۤ إِسۡرَ ٰ⁠ۤءِیلَ  cer edatı ba’diyet içindir; yani ‘bazıları, bir kısmı’ manasındadır.  مِنۢ بَعۡدِ مُوسَىٰۤ  [Musa'dan sonra] demek, Musa'nın ölümünden sonra demektir. Buradaki  مِنۢ edatı ise ibtidaî gaye içindir yani, “.....den itibaren” manasına gelir. (Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

إِذۡ  zaman zarfı, mahzuf muzâfa müteallıktır. Takdiri;  ألم تر إلى قصة الملأ  (Melenin kıssasını bilmediniz mi) şeklindedir. قَالُوا۟  fiili muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  لِنَبِیࣲّ  car mecruru  قَالُوا۟  fiiline müteallıktır.  لَّهُمُ  car mecruru  نَبِیࣲّ ’nin mahzuf sıfatına müteallıktır. 

Mekulü’l-kavl cümlesi  ٱبۡعَثۡ لَنَا مَلِكࣰا ’dir. ٱبۡعَثۡ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail müstetir olup takdiri  أنت ‘dir. لَنَا  car mecruru  ٱبۡعَثۡ  fiiline müteallıktır. مَلِكࣰا  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. نُقَاتِلْ  talebin cevabı olduğu için sükun üzere meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن dur.  فِی سَبِیلِ  car mecruru  نُقَاتِلْ  fiiline müteallıktır.  ٱللَّهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

تَرَ  fiili iki mef’ûle müteaddi olan fiillerdendir. Tekid ve masdar harfi  اَنَّ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi  اَنَّهُمْ ف۪ي كُلِّ وَادٍ يَه۪يمُونَ  , faide-i haber inkârî kelamdır. Masdar-ı müevvel, تَرَ  fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
Kur’ân'da geçen  أولم تر  ile ألم تر  arasındaki fark için, vav harfiyle gelen ta‘bîrin gözle görülen konularda olduğu, diğerinin ise aklî bir düşünceyle delîl çıkarmak konularında kullanıldığı söylenmiştir.
أولم تر ta‘bîrinin, hayâtta misâli çok görülen konularda kullanıldığı da söylenmiştir.
ألم تر ta‘bîrinin de, çok rastlanmayan konularda kullanıldığı söylenmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.329) 
اَلَمْ تَرَ  ifadesi zahiren istifhâm ise de muhatabı taaccübe sevk eden bir ifadedir. (Fahreddin er-Râzî)
Bu ifade Kur’ânın en azim cümlelerinden biridir. Pek çok kez tekrarlanmıştır. Bundan sonra da acayip, garip, akla-mantığa aykırı şeyler zikredilmiştir. (Muhammed Ebû Mûsâ, Ğâfir Sûresi Belâği Tefsîri, S. 343)

 


قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ اِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ اَلَّا تُقَاتِلُواۜ


Fiil cümlesidir. قَالَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir. Mekulü’l-kavl cümlesi  هَلۡ عَسَیۡتُمۡ ’dur.  قَالَ  fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur. هَلۡ  istifham harfidir.  عَسَیۡ  recâ fiillerindendir.  كَانَ  gibi ismini ref haberini nasb eder. تُمۡ  muttasıl zamiri  عَسَیۡ ’nın ismidir.

إِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.  كُتِبَ  şart fiilidir. Mahallen meczumdur. Meçhul mazi fiildir.  عَلَیۡكُمُ  car mecruru  كُتِبَ  fiiline müteallıktır. ٱلۡقِتَالُ  naib-i fail olup lafzen merfûdur. Şartın cevabı mahzuftur. Takdiri;  فلا تبادرون إلى القتال  (Savaşmak için acele etmeyin) şeklindedir.

اَنْ  masdar harfidir.  لاَ  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  عَسَیۡ  fiilinin haberi olarak mahallen mansubtur.  تُقَـٰتِلُوا۟  fiili  نَ  harfinin hazfiyle mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

تُقَـٰتِلُوا۟  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil mufâale babındandır. Sülâsîsi  قتل dir. Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.


قَالُوا وَمَا لَـنَٓا اَلَّا نُقَاتِلَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَقَدْ اُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَاَبْنَٓائِنَاۜ 


Fiil cümlesidir. قَالُوا۟  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  وَ  atıf harfidir. Mekulü’l-kavl cümlesi  مَا لَنَاۤ أَلَّا نُقَـٰتِلَ ’dir. İstifham ismi  مَا  mübteda olarak mahallen merfûdur. لَنَاۤ  car mecruru mahzuf habere müteallıktır.  اَنْ  masdar harfidir. لاَ  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel, takdir edilmiş  في  harf-i ceriyle birlikte mahzuf habere müteallıktır. Takdiri; أيّ شيء ثابت لنا في ترك القتال؟  (Savaşmayı terk edersek bize ne gerekir) şeklindedir.  نُقَـٰتِلَ  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن dur. فِی سَبِیلِ  car mecruru  نُقَـٰتِلَ  fiiline müteallıktır.  ٱللَّهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

وَ  haliyyedir.  قَدۡ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder. أُخۡرِجۡنَا  sükun üzere mebni meçhul mazi fiildir. Muttasıl zamir  نَا  naib-i fail olarak mahallen merfûdur. مِن دِیَـٰرِ  car mecruru  أُخۡرِجۡنَا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  أَبۡنَاۤىِٕنَا  kelimesi atıf harfi  وَ’la  مِن دِیَـٰرِنَا ’ya matuftur.


فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْا اِلَّا قَل۪يلاً مِنْهُمْۜ


فَ  istînâfiyyedir. لَمَّٓا  kelimesi  حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. تَوَلَّوۡا۟  fiiline müteallıktır. Şart fiili  كُتِبَ , muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Meçhul mazi fiildir.  عَلَیۡكُمُ  car mecruru  كُتِبَ  fiiline müteallıktır.  ٱلۡقِتَالُ  naib-i fail olup lafzen merfûdur.  تَوَلَّوۡا۟  fiili şartın cevabıdır. Elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. إِلَّا  istisna edatıdır. قَلِیلࣰا  kavmin cinsi olduğu için müstesna muttasıl olup fetha ile mansubtur.  مِّنۡهُمۡ  car mecruru  قَلِیلࣰا ’in mahzuf sıfatına müteallıktır. 


وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ 


İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  ٱللَّهُ  lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur. عَلِیمُۢ  haberdir. بِٱلظَّـٰلِمِینَ  car mecruru  عَلِیمُۢ’e müteallıktır. الظَّالِم۪ينَ ’nin cer alameti  ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

اَلَمْ تَرَ اِلَى الْمَلَأِ مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ مِنْ بَعْدِ مُوسٰىۢ اِذْ قَالُوا لِنَبِيٍّ لَهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكاً نُقَاتِلْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ


Ayet isti’naf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen, gerçek manada soru olmayıp, kınama ve azarlama manasındadır. Vaz edildiği anlamın dışında mana ifade ettiği için mecâz-ı mürsel mürekkeptir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır. Çünkü, Allah Teâlâ’nın soru sorup cevap beklemesi muhaldir.

Zaman zarfı  إِذۡ ‘in muzafun ileyhi olan ...قَالُوا۟ لِنَبِیࣲّ  cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fiilin mekulü’l-kavli olan ...ٱبۡعَثۡ لَنَا مَلِكࣰا  cümlesi ise emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Bütün kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlin zikrinde tecrîd sanatı vardır.   

سَبِیلِ ٱللَّهِ  izafetinde lafza-i celâle muzâf olan sebil, şeref kazanmıştır.

سَبِیلِ ٱللَّهِ  [Allah’ın yolu] ibaresinde tasrîhî istiâre vardır. سَبِیلِ  kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstear leh) hazfedilmiş, müşebbehün bih (müstear minh) olan yol zikredilmiştir.

فِی سَبِیلِ ٱللَّهِ  ibaresinde  فِی  harfi de  إلى  harfi yerine istiare edilmiştir. Allah’ın dini, mazruf yerine konmuştur. Bilindiği gibi  فِی  harfinde zarfiyet manası vardır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.

[İsrailoğulları’ndan ileri gelen kimseleri görmedin mi?] أَلَمۡ تَرَ  [Görmedin mi?] sorusu “Sana haber verilip de gözünle görmüş gibi bilgi sahibi olmadın mı?” anlamına gelir.  ٱلۡمَلَإِ  ileri gelen kimselerdir ve topluluk anlamında kullanılan müfred bir isimdir. Bir görüşe göre bu kelime kabın dolmasından gelir. Daha fazlasını taşımayacak miktarda şeyin bir yerde toplanmasıdır. Bir görüşe göre “güç, kudret” anlamına gelen  المَلاءَ kelimesinden gelir.  ٱلۡمَلَإِ, yapmak için toplandıkları işin üstesinden gelmede başkasına ihtiyaçları olmayan, onu yapabilen topluluktur. “İsrailoğullarından” ifadesi Yakub’un evladından demektir. “Musa’dan sonra” ifadesi Musa’nın ölümünden sonra demektir. Bu ayetin öncesinde Allah Teâlâ [Allah yolunda savaşın!] (Bakara 2/190) buyurmuş ve İsrailoğulları’nın önce başlayıp sonra muhalefet ettikleri savaş hakkındaki kıssayı anlatmıştı ki bunlar (Hz. Peygamber aleyhisselamın çağdaşı olan İsrailoğulları) onların (atalarının) yaptığını yapmasın. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

ٱلۡمَلَإِ , doldurmak demektir. Bu kelime cemaat ismi olup tekili yoktur. Ayette geçen İsrailoğullarının melesi, göz dolduranları, önde gelenleri demektir. Bunlar korku salarak gözleri ve ziynet olarak da meclisleri doldururlar veya evleri arzu edilen nimetlerle doludur.

ٱلۡمَلَإِ  kavim, رَهْط (cemaat, topluluk) gibi tekili olmayan bir çoğul isimdir ki toplandıkları zaman göz veya yer dolduran bir cemaat veya cemiyet anlamıyla insanların eşrafına; yani ileri gelen, görüş, fikir ve itibar sahibi olan, işleri bitirip, çözüm ve sonuca bağlayacak nitelik ve yetkiye sahip bulunan heyete denir. (Elmalılı)

l-Mele’, önde gelen insanlara işaret etmekte olup, cemaat ve topluluk adıdır. Tıpkı, اَلْقَوْمُ ، اَلرَّهْطُ gibi. (Fahreddin er-Razi)

Süleyman , Davud (a.s) ve Tâlût ile ilgili konuya giriş yapılmıştır. Onların zamanı İsrailoğulları'nın en kuvvetli olduğu zamandır.

 

 قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ اِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ اَلَّا تُقَاتِلُواۜ


Beyanî istînâf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müsbet mazi fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fiilin mekulü’l-kavli olan  ...هَلۡ عَسَیۡتُمۡ إِن  cümlesi istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.

إِن كُتِبَ عَلَیۡكُمُ ٱلۡقِتَالُ  şart cümlesidir. Şart üslubunda talebi inşâî isnaddır. Şart fiili  كُتِبَ meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiş, cihadın önemi vurgulanmıştır.

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Şartın cevabı mahzuftur. Takdiri; لا تقاتلوا ’dur. 

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip itiraziyye cümlesidir.

İ‘tirâz, kelâmın ortasında veya bir manada birleşen iki kelâmın arasında irabtan mahalli olmayan bir veya birkaç cümlenin -herhangi bir vehmi defetme gayesi gütmeden- bir nükteden ve faydadan ötürü zikredilmesidir. (Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: İtnâb-Îcâz (I) -Kur’ân Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme. ar. Gör. Ömer Kara)

Masdar harfi  أن ’i takip eden  لّا تقاتلوا cümlesi, menfi muzari sıygada faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar teviliyle  عَسَیۡتُمۡ ‘ün haberidir.

أَلَّا تُقَـٰتِلُوا۟ۖ  ifadesi, “Sizin savaştan korkacağınızı zannediyorum...” anlamında muhataba beklenen ve olması umulan şeyi sormak için bu ifadenin başına هل soru edatı getirilmiş ve bu istifhamla istifham-ı inkârî değil, istifham-ı takrirî kastedilmiştir. Beklenen şeyin mutlaka tahakkuk ettiği ve soru soran kimsenin, beklentisinin gerçekleştiği ortaya çıkmıştır. (Fahreddin er-Razi) 


قَالُوا وَمَا لَـنَٓا اَلَّا نُقَاتِلَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَقَدْ اُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَاَبْنَٓائِنَاۜ


Cümle fasılla gelmiştir. İstînâfiyyedir. Müsbet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mekulü’l-kavl cümlesine dahil olan  وَ , cümlenin öncesiyle rabıtası için zaiddir. Veya bu cümle,  mukadder bir cümleye  وَ ’la atfedilmiştir. Takdir; ... نقاتل وما لنا ‘dır.

İstfham harfi  مَا ‘nın mübteda olduğu cümlede haberin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

أن  ve masdar-ı müevvel takdir edilen  فِی  harfiyle, mahzuf habere müteallıktır.

فِی سَبِیلِ ٱللَّهِ  bu cümlede tekrar edilmiştir. Tabirin, konudaki önemine binaen yapılan tekrarında, reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. 

Akabindeki  و ’la gelen cümle, ıtnâb sanatı olan haldir. Tahkik harfi  قَدۡ ‘la tekid edilmiş, müsbet mazi fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber talebî kelamdır. 

Cümledeki istifham gerçek soru manasında değildir. inkâr manası taşıyan soru cümlesi mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Burada yer alan soru edatı, inkâr anlamındaki bir sorudur. Yani biz hangi sebebe ve amaca dayanarak savaşı terk edelim ki? Oysa bizim savaş yapmamızı gerektiren haklı sebeplerimiz bulunuyor. Çünkü bizler ülkemizden, vatanlarımızdan çıkarıldık, ailemizden ve çocuklarımızdan uzaklaştırıldık. O halde neden savaşmayalım? (Ruhu’l-Beyan)

[Allah yolunda neden savaşmayalım] demelerinin üç vechi vardır: 

1. Bu soru inkâr [yadırgama] anlamındadır. Yani “Hangi şeyden dolayı savaşmayalım ki!” Bunda  أن  edatının hazfi veya zikri caizdir. Her iki kullanım da Kur’an-ı Kerim’de vardır.  مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّۭۖا عَلٰى يُوسُفَ  [Yûsuf konusunda neden bize güvenmiyorsun?] (Yûsuf 12/11),  وَمَا لَكُمْ لَا تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِۚ  [Ne oluyor da Allah’a iman etmiyorsunuz!] (Hadîd 57/8),  مَا لِيَ لَٓا اَرَى الْهُدْهُدَۘ  [Neden hüdhüdü göremiyorum!] (Neml 27/20) ayet-i kerimeleri de böyledir.  أن  hazfedildiği zaman manası “Ne için” demek olur.  أن  hazfedilmezse manası “Yapmama ne mani olacaktır?” demektir. 

2. Bu bir istifhamdır. Ancak: ‘’Savaşmamamızda bizim için nasıl bir yarar var?’’ anlamındadır

3. Bu bir nefydir. Anlamı “Savaşmama şansımız yoktur.” şeklindedir. 

أُخۡرِجۡنَا مِن دِیَـٰرِنَا وَأَبۡنَاۤىِٕنَاۖ [Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde…] Burada “uzaklaştırılmış” ifadesi takdir edilir. Çünkü  أَبۡنَاۤىِٕنَاۖ kelimesinin  دِیَـٰرِنَا  kelimesine atfedilmesi uygun değildir. Ancak çıkarma kelimesinin uzaklaştırma anlamında mecaz olarak kullanılması halinde mümkün olur. O zaman hem çocuklar hem de yurtlar için kullanılabilir. Yani “hem yurtlarımızdan hem de çocuklarımızdan uzaklaştırıldık.” (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

وَقَدۡ أُخۡرِجۡنَا  cümlesi inkâr yani olumsuzluk manası için sebep bildirir. Yani onlar bu durumdayken, insanlar arasında savaştan kaçacak en son insanlardır. Çünkü insanın başına gelen zarar, keder, evlerinden ve çocuklarından ayrılma gibi durumlar dünya sevgisini azaltır. (Âşûr)


فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْا اِلَّا قَل۪يلاً مِنْهُمْۜ 


فَ  istînâfiyyedir,  لَمَّا  şart manalı zaman zarfıdır. Meçhul bina edilmiş mazi fiil  كُتِبَ şart fiilidir. ... تَوَلَّوۡا۟ إِلَّا  ise şartın cevabıdır. Müsbet fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkib, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber ibtiaî kelamdır.

قَلِیلࣰا  müstesnadır. Cümledeki istisna,  هُمۡ ’la kavim kastedildiği  için mutttasıldır.

[Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar.] Savaştan kaçmayanların sayısı 313’tür. Onlar nehrin suyundan kana kana içmemişlerdi. Allah’ın has kulları İsrailoğulları arasında çok azdı. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl Keşşâf)

ٱلۡقِتَالُ - نُقَـٰتِلَ - ٱلۡقِتَالُ   تُقَـٰتِلُوا۟ۖ - نُّقَـٰتِلۡ  ve  قَالُوا۟ -  قَالَ  kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale's’-sadr sanatları vardır.


وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالظَّالِم۪ينَ


Bu cümle istinâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşmuş cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.

[Allah zalimleri iyi bilir.] Yani Allah onların cezasını iyi bilir ki onlar bu fiiller nedeniyle zalimdirler. Allah Teâlâ onları da başkalarını da biliyor olduğu halde burada hususen onları bildiğini ifade etmesinin sebebi tehdit maksadıdır. Bu şekilde söylemek en etkili tehdittir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr, Keşşâf)

Allah zalimleri bilir lafzıyla onlara gereken karşılığı verir anlamı kastedilmiştir. Bu lazım-melzum alakasıyla mecâz-ı mürseldir.

عَل۪يمٌ  isminin mübalağalı ism-i fail kalıbında olması dolayısıyla, ‘’Allah zalimlerin ciğerini bilir’’ şeklinde tercüme edilebilir. 

Ayette هم şeklinde zamir değil de ظَّالِم۪ينَ şeklinde zahir ismin kullanılması, onları zemmetmek kastıyla yapılan ıtnâbtır.

واللَّهُ عَلِيمٌ بِالظّالِمِينَ  cümlesi tezyîldir. (Aşûr)
Bakara Sûresi 247. Ayet

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اللّٰهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكاًۜ قَالُٓوا اَنّٰى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ اَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِۜ قَالَ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِۜ وَاللّٰهُ يُؤْت۪ي مُلْكَهُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ  ...


Peygamberleri onlara, “Allah, size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi” dedi. Onlar, “O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha lâyığız. Ona zenginlik de verilmemiştir” dediler. Peygamberleri şöyle dedi: “Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.” Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَقَالَ ve dedi ki ق و ل
2 لَهُمْ onlara
3 نَبِيُّهُمْ peygamberleri ن ب ا
4 إِنَّ gerçekten
5 اللَّهَ Allah
6 قَدْ elbette
7 بَعَثَ gönderdi ب ع ث
8 لَكُمْ size
9 طَالُوتَ Talut’u
10 مَلِكًا hükümdar م ل ك
11 قَالُوا dediler ki ق و ل
12 أَنَّىٰ nasıl ا ن ي
13 يَكُونُ olabilir ك و ن
14 لَهُ onun
15 الْمُلْكُ hükümdarlık (mülk) م ل ك
16 عَلَيْنَا bizim üzerimize
17 وَنَحْنُ biz
18 أَحَقُّ daha layıkız ح ق ق
19 بِالْمُلْكِ hükümdarlığa م ل ك
20 مِنْهُ ondan
21 وَلَمْ
22 يُؤْتَ ve verilmemiştir ا ت ي
23 سَعَةً genişlik و س ع
24 مِنَ -dan
25 الْمَالِ mal- م و ل
26 قَالَ dedi ق و ل
27 إِنَّ şüphesiz
28 اللَّهَ Allah
29 اصْطَفَاهُ onu (hükümdar) seçti ص ف و
30 عَلَيْكُمْ sizin üzerinize
31 وَزَادَهُ ve onun artırdı ز ي د
32 بَسْطَةً gücünü ب س ط
33 فِي
34 الْعِلْمِ bilgisinin ع ل م
35 وَالْجِسْمِ ve cisminin ج س م
36 وَاللَّهُ Allah
37 يُؤْتِي verir ا ت ي
38 مُلْكَهُ mülkünü م ل ك
39 مَنْ kimseye
40 يَشَاءُ dilediği ش ي ا
41 وَاللَّهُ Allah(ın)
42 وَاسِعٌ (lutfu) geniştir و س ع
43 عَلِيمٌ (O herşeyi) bilendir ع ل م

Peygamberleri onlara Tâlût’un (Saul) Allah tarafından hükümdar olarak tayin edildiğini bildirince buna iki sebeple itiraz ettiler: a) Tâlût uzun boylu, yiğit bir halk çocuğu idi, İsrâiloğulları’nın ileri gelenlerinden, hükümdar çıkması beklenen ailelerinden değildi. Onların anlayışına göre böyle aileler dururken bir halk çocuğu hükümdar olamazdı; bu makama o değil topluluğun ileri gelenleri lâyık idiler. b) Tâlût zengin değildi; onlara göre hükümdar olacak şahıs aynı zamanda zengin olmalıydı.

Allah Teâlâ bu itiraza peygamberleri aracılığı ile verdiği cevapla yöneticilerde bulunması gereken nitelikler konusunda evrensel mesajlar iletmiş oluyordu. Buna göre: 1. Mülk ve iktidar asaleten Allah’a aittir, kulların bunlara sahip olmaları mecazidir. O halde yönetici, bir kısım çevrelerin değil, öncelikle Allah’ın yönetmeye lâyık gördüğü kimselerde aradığı vasıflara sahip olmalıdır. Âyette Tâlût’u Allah’ın seçmiş olması onun bu açıdan liyakatini göstermekte ve dikkatleri bu yöne çekmektedir. 2. Tâlût bilgili ve güçlüdür; yönetici olacak şahısların zengin değil, bilgili ve güçlü olmaları gerekir. “İlimde ve cisimde başkalarından üstün olmak” mânevî ve maddî nitelikler bakımından namzetler arasında en üstünü olmak demektir. (Diyanet Tefsiri-Kur’ân Yolu) (

Hükümdar tayin edilirken iki prensip gözönünde bulundurulur:

-Askeri iyi yönetebilmek için idareciliği bilmek.

-Zorluklara göğüs gerebilmek için kuvvetli bir bedene sahip olmak.

Her işi bilene, ehline vermek gerekir. Yoksa her açıdan zulum olur.

Benzer şeyleri sevgili peygamberimiz Medine de yaşadı. Hazrec kabilesinin lideri Abdullah b.Ubey b.Selul tam Medine’nin idaresini alacakken peygamberimiz geldi Medine’ye ve peygamberin savaşa girmesi Medine’nin savaşa girmesiydi. Yahudiler ve Abdullah b. Selul taraftarları istemiyordu bunu. Ve o bizden değil, zengin de değil diye hakir görüyorlardı. Kur’ân peygamberimize yahudilerin durumunu anlatırken kendi durumunu da anlatıyor aslında.

Kur’ân bize birini tanıtırken önce sahip olduğu nitelikleri vurgular ve bu nitelikleri kişiye isim olarak verir. Bunu yaparken Arapça olmayan isimler için Arapçaya en yakın harfleri/sesleri seçer.

Josef-Yusuf

Abraham-İbrahim

Yişmail-İsmail gibi.

İşte Talut da İncil’de Saul olarak geçiyor. Bunu benzer seslerle taşıyacak olursak Seul veya Sevl olarak taşınabilirdi. Kök harflere bakarsak se-e-le kökünden “soru soran” anlamına gelir. Bunun yerine Kur’ân bize önce niteliklerini veriyor. ”ilimde ve cisimde bir genişliği/kuvveti var. İncil’de de omuzları ve başı diğer insanlardan çok uzun olarak tanıtıyor. Arapça uzun “tavil”, hiç kimsenin olmadığı /alışılmamış kadar uzun “talut”. Ve bu isimle tanıtıyor onu bize.

Mesela İdris peygamberin ismi Hibru kaynaklarda “hanok” olarak geçer ve iyi okuyan manasına gelir. Kur’ân’a taşınırken “de-re-se“ ders yapan ders çalışan kökünden İdris olarak geçmiştir.

Talut’un seçilmesini anlatan ayetteki vurgu sıradışıdır.

Hem innallahe vurgusu var hem qad, hem de leküm öne çekilerek seçimin Allah tarafından yapıldığı vurgulanmıştır. “Şüphesiz ki Allah, gerçekten, sizin icin Talut’u hükümdar olarak gönderdi”

İki alt satırdaki “estefa” seçme fiili kimseye açıklama yapmayı gerektirmeyen seçimi ifade eder.

صفو Safeve :

  صَفاءٌ kelimesinin asıl anlamı bir nesnenin bulanıklıktan arınmış, temiz ve uzak olmasıdır. Bu anlam itibarıyla hâlis taşa صَفا denir. Bakara, 2/158. ayeti kerimede geçen صَفا sözcüğü ise belli bir yerin ismidir. إصْطِفاءٌ bir nesnenin saf, katışıksız ve temiz bölümünü almak manasına gelirken إخْتِيارٌ bir nesnenin hayırlı olan kısmını almak, إجْتِباءٌ ise bir şeyin en seçkin olan bölümünü almak demektir. Kuran-ı Kerim’de bir defa geçen صَفْوَانٌ sözcüğü kaya anlamındadır. (Müfredat)

  Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 17 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri saf (temiz), sâfi, tasfiye, Mustafa, Safâ, Safiye ve Saffet’tir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اللّٰهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكاًۜ


Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  قَالَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  لَهُمۡ  car mecruru  قَالَ  fiiline müteallıktır.  نَبِیُّ  faildir. Muttasıl zamir  هُمۡ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Mekulü’l-kavl cümlesi  إِنَّ ٱللَّهَ قَدۡ بَعَثَ ’dur.  قَالَ  fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur.

إِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.  ٱللَّهَ lafza-i celâli,  إِنَّ ’nin ismidir.  قَدۡ بَعَثَ  cümlesi  إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.  قَدۡ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.  بَعَثَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.  لَكُمۡ  car mecruru  بَعَثَ  fiiline müteallıktır.  طَالُوتَ mef’ûlun bih olup gayrı munsarif olduğu için tenvin almamıştır.  مَلِكࣰا  kelimesi  طَالُوتَ ’nin hali olarak mansubtur.


قَالُٓوا اَنّٰى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ اَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِۜ


Fiil cümlesidir. قَالُوۤا۟  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavl cümlesi  أَنَّىٰ یَكُونُ لَهُ ‘dur.  قَالُوۤا۟  fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur.  أَنَّىٰ  istifham harfidir.  كَيْفَ  manasında  ٱلۡمُلۡكُ ’un hali olarak mahallen mansubtur.  یَكُونُ  nakıs muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  لَهُ  car mecruru  یَكُونُ ’nun mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.  ٱلۡمُلۡكُ  kelimesi  یَكُونُ ’nun muahhar ismidir. عَلَیۡنَا  car mecruru ٱلۡمُلۡكُ ‘ye müteallıktır.

وَ  haliyyedir. Munfasıl zamir  نَحۡنُ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  أَحَقُّ  haberdir.  بِٱلۡمُلۡكِ  car mecruru  أَحَقُّ ’ya müteallıktır.  مِنۡهُ  car mecruru aynı şekilde  أَحَقُّ ’ya müteallıktır.  لَمْ , muzariyi cezm ederek anlamını olumsuz maziye çeviren edattır.  یُؤۡتَ  illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.  سَعَةࣰ  ikinci mef’ûlu olarak fetha ile mansubtur.  مِّنَ ٱلۡمَالِ  car mecruru سَعَةࣰ  kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır. 


 قَالَ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِۜ وَاللّٰهُ يُؤْت۪ي مُلْكَهُ مَنْ يَشَٓاءُۜ


Fiil cümlesidir.  قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. Mekulü’l-kavl cümlesi  إِنَّ ٱللَّهَ ٱصۡطَفَىٰهُ ’dur.  قَالَ  fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur.

إِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.  ٱللَّهَ lafza-i celâli,  إِنَّ ’nin ismidir.  ٱصۡطَفَىٰهُ  fiili  إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Mukadder fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  عَلَیۡكُمۡ  car mecruru  ٱصۡطَفَىٰهُ  fiiline müteallıktır.

ٱصۡطَفَىٰهُ  kelimesinin  aslı  إصتفى 'dır.  ص  harfinden  sonra  ط  harfini söylemek kolay olduğu için, ت  harfi  ط  harfine çevrilmiştir. (Fahreddin er-Razi)

وَ  atıf harfidir. زَادَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir  هُۥ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  بَسۡطَةࣰ  ise ikinci mef’ûlun bihtir.  فِی ٱلۡعِلۡمِ  car mecruru  بَسۡطَةࣰ ’e müteallıktır.  ٱلۡجِسۡمِ  kelimesi atıf harfi  وَ’la  ٱلۡعِلۡمِ ’ye matuftur. وَ  istînâfiyyedir.  للَّهُ  lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur.  یُؤۡتِی  fiili haber olarak mahallen merfûdur.  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.  مُلۡكَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir  هُۥ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Müşterek ism-i mevsûl  مَن  ikinci mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası یَشَاۤءُ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.  

    

وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ


İsim cümlesidir. وَ  atıf harfidir.  ٱللَّهُ  lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur.  وَ ٰ⁠سِعٌ haber olup lafzen merfûdur.  عَلِیمࣱ  ise ikinci haberdir.


وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اللّٰهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكاًۜ


Ayet önceki istînâfa atıftır. Müsbet mazi fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَ  fiilinin mekulü’l-kavli  إِنَّ  ve  قَدۡ ’la  tekid edilmiş isim cümlesidir. Faide-i haber inkarî kelamdır.

Ayetteki bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlin zikri telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

‘’Tâlût’’ Arapça olmayan bir isimdir. Bu kelime de tıpkı el-Câmûs kelimesi gibi yabancı dilden geçmiş olsa da, onun aksine gayri munsariftir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)


قَالُٓوا اَنّٰى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ اَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِۜ 


İstînâfî beyanî olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müsbet mazi fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالُوۤا۟  fiilinin mekulü’l-kavli istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.  أَنَّىٰ  ‘nasıl’ manasındadır. یَكُونُ  fiili bu ayette tam fiildir. Mübteda olan soru isminin haberi olmuştur.

وَنَحۡنُ أَحَقُّ بِٱلۡمُلۡكِ مِنۡهُ  cümlesine dahil olan  وَ , haliyyedir. Cümle, faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesidir. Akabindeki menfi fiil cümlesi hal cümlesine matuftur. Atıfta cihet-i câmia tezayüftür.

أَنَّىٰ [ nasıl?] ve [nereden?] anlamlarında olup, Tālût ’un onlara hükümdar oluşunun yadırgandığını ve uzak bulunduğunu ifade eder. (Keşşâf)

[Halbuki biz hükümdarlığa daha layığız.] Onun bize krallık yapmasından bizim ona krallık yapmamız daha evladır. Çünkü biz kralların hanedanından geliyoruz. [Kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemiş.] Yani ona servet de verilmemiştir ki malıyla şeref kazansın. Zira kendisi asilzade değildir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

وَنَحْنُ اَحَقُّ  tabiriyle  وَلَمْ يُؤْت  tabirinin başındaki bu iki  وَ  arasında ne fark vardır?” denilirse deriz ki: Birinci  وَ  hal vavıdır. İkinci  وَ  da cümleyi, hal vaki olan cümleye atfeden  وَ ‘dır. Buna göre mana şöyle olur: “O bize nasıl hükümdar olabilir ki? Halbuki, kral olmaya ondan daha layık kimseler bulunduğu için, o kral olamaz. Yine, o fakirdir. Hükümdarlığını destekleyecek mal ve mülkün bulunması gerekir. (Fahreddin er-Razi)


قَالَ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِۜ 


Fasılla gelen fiil cümlesi faide-i haber ibtidai kelamdır. إِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesi ise  قَالَ  fiilinin mekulü’l-kavlidir. Faide-i haber talebî kelamdır.

Nebi, kavmine söylediği sözlerinde bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâli telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak için tekrarlamıştır.

زَادَهُۥ - بَسۡطَةࣰ - سَعَةࣰ  kelimelerinde mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Peygamberleri onlara, onun herhangi bir nesebi ve serveti olmasa da, Allah'ın kendi üzerlerine onu seçmiş olduğunu söyledi. Çünkü onun başkaca üstünlükleri vardır. Ona bilgi bakımından üstünlük vermiştir. Hükümdarlık da bilgiye dayanır. Ayrıca boyca uzun ve iri yapılıdır. Aslında insan, bilgi açısından ruhlar ve kalpler üzerinde etki bırakır, fizikî yapı bakımından da insanların kalplerinde korku doğurur. İşte Allah bu iki üstün nitelikle onu diğerlerinden üstün kılmıştır. (Ruhu’l-Beyan)

Hükümdarlıkta veraset değil, liyakat esastır.

Bu ayet imametin (halifeliğin) veraset yoluyla geçtiğini söyleyenlerin görüşünün batıl olduğunu gösterir. Çünkü İsrailoğulları, kendi krallarının kral soyundan gelmemesini yadırgamışlardır. Fakat Cenab-ı Allah da onlara, bunun yersiz olduğunu ve hükümdar olmaya, Allah'ın bunun için seçtiği kimselerin müstehak olduklarını bildirmiştir. Bu, تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ  [(Allah'ım!) Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, dilediğinden de mülkü geri alırsın] (Al-i İmran, 26) ayetinde ifade edilen hususun bir benzeridir.

Cenab-ı Allah'ın, "Ona bilgice ve vücutça bir üstünlük verdi" cevabının izahı şöyledir: Onlar Tâlût’un melik olmasını şu iki bakımdan tenkid etmişlerdi:

a) O, krallar soyundan değildir.

b) Ve o fakirdir. 

Allahu Teâlâ, onun hükümdarlığa ehil olduğunu açıklamış ve bu ehliyeti de onda iki sıfatın bulunmasına bağlamıştır: İlim ve güç. Bu iki vasıf, hükümdarlığa hak kazanmak için ilk iki vasıftan daha üstündür.

Bu birkaç bakımdan açıklanabilir:

1) İlim ve kudret, gerçek kemal vasıflarındandır. Mal ve makam ise böyle değildir.

2) İlim ve kudret, insanın kendi cevherinde bulunan mükemmelliklerdendir. Mal ve makam ise, insanın zatından ayrı iki şeydir.

3) İlim ve kudreti insandan koparıp almak mümkün değildir. Mal ve makamı ise insandan soyup almak mümkündür.

4) Harp sanatını iyi bilmek ve savaşa son derece dayanıklı olmak gibi şeylerden, ülkenin menfaatini korumada ve düşmanın kötülüklerini yok etme hususlarında elde edilecek istifade, işleri zabt-u rabt altına alacak liyakati ve düşmanı geri döndürecek gücü olmayan, fakat asil ve zengin bir kimseden elde edilecek istifadeden çok daha fazla ve mükemmeldir. Anlatmış olduğumuz hususlar ile, hükümdarlığın alim ve muktedir bir kimseye verilmesinin, asil ve zengin bir kimseye verilmesinden daha uygun olduğu ortaya çıkmış olur. (Fahreddin er-Razi)

Allah Teâlâ ilimce üstünlüğü, vücutça üstünlükten önce zikretmiştir. Bu Allah’ın, ruhî üstünlük ve meziyetlerin, bedenî üstünlüklerden daha yüce, daha şerefli ve daha mükemmel olduğuna bir işaretidir. (Fahreddin er-Razi)


 وَاللّٰهُ يُؤْت۪ي مُلْكَهُ مَنْ يَشَٓاءُۜ


Cümle istînâfiyye veya itiraziyyedir. Faide-i haber ibtidaî kelam olan bu isim cümlesinde müsnedün ileyh telezzüz, teberrük ve tazim için lafza-i celâlle marife olmuştur. Cümlenin müsnedinin muzari fiil sıygasıyla gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Medh makamı olması sebebiyle istimrar da ifade eder. Ayrıca muzari fiildeki muhayyileyi uyarma özelliği sayesinde muhatap konuyu daha iyi kavrar.

مُلۡكَ  kelimesi konudaki önemine binaen ayette dört kez geçmiştir. Kelimenin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidai kelam olan  یَشَاۤءُۚ  cümlesi mevsûlün sılasıdır. İsm-i mevsûlde tevcih sanatı vardır.

Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

ٱلۡمُلۡكُ - مَلِكࣰاۚ ; قَالَ - قَالُوۤا۟ ve یُؤۡتَ - یُؤۡتِی  kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

[Allah, mülkünü dilediğine veriyor…] Yani çekişme konusu olmayacak şekilde mülk O’nundur. Dolayısıyla, onu hükümranlığa uygun gördüğü kimselerden dilediğine vermektedir. [Allah] lütfuyla ve vermesiyle [geniştir.] Malî imkânı bulunmayana bol bol verir ve onu fakirliğin ardından zengin kılar. Hükümranlık için seçtiği kimseyi de [iyi bilir.] (Keşşâf)


 وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ


Ayetin son cümlesinde وَ istînâfiyyedir. Cümlenin makabline matuf olduğu da söylenmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda, faide-i haber tibtidaî kelamdır.

Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır.

Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması dolayısıyla, Allah lafzında tecrîd sanatı vardır. Müsnedün ileyhin tüm esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafza-i celâlle marife olması tazim, telezzüz, teberrük ve ikaz içindir.

Allah'ın وَ ٰ⁠سِعٌ ,عَلِیمࣱ sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğu, bu sıfatların bir benzerinin olmadığı anlamına gelir. Aralarında وَ olmaması, Allah Teâlâ’da ikisinin de birlikte mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Her ikisi de mübalağa kalıplarındandır. Aralarında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

[Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.] Yani keremi ve nimeti geniş olan, tam manasıyla kudret sahibi, neyi seçeceğini bilendir. Bir görüşe göre onlar peygamberlerini yalanlayarak inkâra düşmüşlerdir. Bir görüşe göre onlar mümin idiler ancak meleklerin [Yeryüzünde fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın?] (Bakara 2/30) demeleri gibi onun kral yapılmasına şaşırmış ve hikmetini öğrenmek istemişlerdir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)


Bakara Sûresi 248. Ayet

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اٰيَةَ مُلْكِه۪ٓ اَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ ف۪يهِ سَك۪ينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ اٰلُ مُوسٰى وَاٰلُ هٰرُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلٰٓئِكَةُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ۟  ...


Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Onun hükümdarlığının alameti, size o sandığın gelmesidir.Onda Rabbinizden bir güven duygusu ve huzur ile Mûsâ ailesinin, Hârûn ailesinin geriye bıraktığından kalıntılar vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanmış kimselerseniz, bunda şüphesiz sizin için kesin bir delil vardır.”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَقَالَ ve dedi ki ق و ل
2 لَهُمْ onlara
3 نَبِيُّهُمْ peygamberleri ن ب ا
4 إِنَّ muhakkak
5 ايَةَ alameti ا ي ي
6 مُلْكِهِ onun hükümdarlığının م ل ك
7 أَنْ
8 يَأْتِيَكُمُ size gelmesidir ا ت ي
9 التَّابُوتُ (Allah’ın Ahid sandığı) Tabut’un
10 فِيهِ onun içinde
11 سَكِينَةٌ bir huzur bulunan س ك ن
12 مِنْ -den
13 رَبِّكُمْ Rabbiniz- ر ب ب
14 وَبَقِيَّةٌ ve bir kalıntı ب ق ي
15 مِمَّا -ndan
16 تَرَكَ geriye bıraktığı- ت ر ك
17 الُ ailesinin ا و ل
18 مُوسَىٰ Musa
19 وَالُ ve ailesinin ا و ل
20 هَارُونَ Harun
21 تَحْمِلُهُ taşıdığı ح م ل
22 الْمَلَائِكَةُ meleklerin م ل ك
23 إِنَّ şüphesiz
24 فِي
25 ذَٰلِكَ bunda
26 لَايَةً kesin bir alamet vardır ا ي ي
27 لَكُمْ sizin için
28 إِنْ eğer
29 كُنْتُمْ iseniz ك و ن
30 مُؤْمِنِينَ inanan kimseler ا م ن

Sekînet İslâmî kaynaklarda, “sükûnet, gönül huzuru, yüksek moral” mânalarında kullanılan Arapça bir kelime olarak düşünülmüştür. Buna göre ahid sandığının yanlarında bulunması İsrâiloğulları’na moral veriyor, bunu uğur sayıyorlar, savaşta cesaretleri ve zafer ümitleri artıyor, ahid sandığı yanlarında oldukça kendilerini güven içinde hissediyorlardı. Ancak İbrânîce’de –Arapça’daki sekîne gibi– yine sözlükte “oturma, rahatlama” anlamına gelen “şekine” kelimesi yahudi literatüründe dinî bir terim olarak kullanılmaktadır. Bu bilgiler ışığında, âyette geçen sekînet kelimesini yahudi kültüründeki şekine teriminin özellikle yukarıda işaret edilen ilk anlamıyla ilişkilendirmek mümkündür. Buna göre İsrâiloğulları ahid sandığının bir tür ilâhî zuhur ve tecelliyi yansıttığına inanıyorlar; bu inanç onlara güven veriyor, morallerini yükseltiyordu. (Diyanet tefsiri )

 Bu tabut böyle içinde ölü taşınan bir şey değildir. Sandık demek­tir de aynı zamanda. Ama içinde bir şeyler olan bir sandık. Hz. Mûsâ (a.s) döneminden, Hz. Mûsâ ve Hz. Harun ailesinden kalma içinde bir şeyler olan bir sandıktan söz ediliyor. Mahiyetini Allah bilir diyor ve öylece inanıyoruz. Bir tek bildiğimiz fonksiyonu, Allah tarafın­dan seçilen Tâlut’un emirliğine delil olmasıdır. (Besairul Kur’ân Ali Küçük Tefsiri)

  Hamele حمل :

  حَمْلٌ sözcüğü pek çok şeyde göz önünde bulundurulan tek bir manaya sahiptir. Mastarların anlamları arasında ise farklar vardır.

  Bundan dolayı sırtta taşınan yükler gibi açıktan yüklenen ağırlıklarla ilgili حِمْلٌ kullanılmştır. Kadının karnındaki çocuk, buluttaki su ve ağaçtaki meyve de bu isimle anılmıştır.

  İçte taşınan yüklerle ilgili ise حَمْلٌ sözcüğü tercih edilmiştir.

  Yükü yüklemek ve yüklenmek anlamlarında bazı mezid formları kullanlılr. (حَمَّلَ-تَحَمَّلَ-إحْتَمَلَ) (Müfredat) 

  Kuran’ı Kerim’de pek çok formda 64 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri hamal, hâmil, hamile, hamle, hamule, tahammül, ihtimal ve muhtemeldir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اٰيَةَ مُلْكِه۪ٓ اَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ ف۪يهِ سَك۪ينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ اٰلُ مُوسٰى وَاٰلُ هٰرُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلٰٓئِكَةُۜ


Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir. İstînâfiyye olması da caizdir. قَالَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  لَهُمۡ  car mecruru  قَالَ  fiiline müteallıktır.  نَبِیُّ  faildir. Muttasıl zamir  هُمۡ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Mekulü’l-kavl cümlesi  إِنَّ ءَایَةَ مُلۡكِهِ ’dir. قَالَ fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubtur.

إِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. ءَایَةَ kelimesi  إِنَّ ’nin ismidir.  مُلۡكِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  كُمُ  mukaddem mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  ٱلتَّابُوتُ  fail olup lafzen merfûdur.

فِیهِ سَكِینَةࣱ  cümlesi  ٱلتَّابُوتُ ’nun hali olarak mahallen mansubtur.  فِیهِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  فى  harf- i ceri, “onun sebebiyle...” anlamındadır ve bu ifade de, “O Tâbût sebebiyle sekîne meydana gelir” demek olur. (Fahreddin er-Razi)

 سَكِینَةࣱ  muahhar mübtedadır.  مِّن رَّبِّ  car mecruru  سَكِینَةࣱ ’ün mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir  كُمۡ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  بَقِیَّةࣱ kelimesi atıf harfi  وَ ’la  سَكِینَةࣱ ’e matuftur.  مَا  müşterek ism-i mevsûlu,  مِنْ  harf-i ceriyle birlikte  بَقِیَّةࣱ ’nun mahzuf sıfatına müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  تَرَكَ ‘dir. Îrabtan mahalli yoktur. تَرَكَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  ءَالُ  faildir.  مُوسَىٰ  elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.  ءَالُ هَـٰرُونَ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  ءَالُ مُوسَىٰ ’ya matuftur.

تَحۡمِلُهُ ٱلۡمَلَـٰۤىِٕكَةُ  cümlesi  ٱلتَّابُوتُ ‘nun ikinci hali olarak mahallen mansubtur.  تَحۡمِلُ  merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  ٱلۡمَلَـٰۤىِٕكَةُ faildir.

   

اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ۟


إِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. فِی ذَ ٰ⁠لِكَ car mecruru  إِنَّ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır. ذا  işaret ismi sükun üzere mebni mahallen mecrur, ismi mecrurdur.  ل  harfi buud, yani uzaklık bildiren harf,  ك  ise muhatap zamiridir.  لَ  harfi  اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.  اٰيَةً  kelimesi  إِنَّ ’nin muahhar ismi olup lafzen mansubdur.  لَّكُمۡ  car mecruru  اٰيَةً ‘in mahzuf sıfatına müteallıktır.

اِنَّ ‘nin ismi haberinden sonra gelmesi halinde bu lam, ismin başına gelebilir. (Hasan Akdağ, Arap Dilinde Edatlar)   

اِنْ  iki muzari fiili cezmeden şart harfidir. كُنتُم ’ün dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.  تُمْ  muttasıl zamiri  كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. 

مُؤْمِن۪ينَ kelimesi كان nin haberidir. Nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar. 

مُؤْمِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir. Sülâsîsi  أمن  fiilidir. İf’âl babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkan sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder

وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ اِنَّ اٰيَةَ مُلْكِه۪ٓ اَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ ف۪يهِ سَك۪ينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ اٰلُ مُوسٰى وَاٰلُ هٰرُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلٰٓئِكَةُۜ


وَ  atıf veya istînâfiyyedir. Müsbet mazi fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli  إِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesidir. Faide-i haber talebî kelamdır. قَالَ  fiilinin faili, izafetle gelerek muzâfun ileyh olan kavme şeref kazandırmıştır.

إِنَّ ’nin ismi izafetle marife olmuştur. İzafet az sözle çok anlam ifade etme yollarından biridir. Burada Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olmakla  مُلۡكِ  ve  ءَایَةَ  şan ve şeref kazanmıştır.

Masdar harfi  أَن  ve akabindeki ...یَأۡتِیَكُمُ ٱلتَّابُوتُ فِیهِ  cümlesi, masdar teviliyle  إِنَّ ’nin haberi konumundadır. Müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mübteda ve haberden müteşekkil faide-i haber ibtidaî kelam olan  فِیهِ سَكِینَةࣱ  cümlesi ٱلتَّابُوتُ ‘nun halidir. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  فِیهِ , muahhar mübteda olan  سَكِینَةࣱ ’un, mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.

Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûlün sılası olan  تَرَكَ  cümlesi faide-i haber ibtidaî kelam olan fiil cümlesidir. Mevsûlde tevcih sanatı vardır.

رَّبِّكُمۡ  izafetinde  رَّبِّ  ismine izafe edilmesi  كُمۡ  zamirine şeref kazandırmıştır.

Ayetin başlangıcı önceki ayet gibidir. Bu iki ayet arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. 

تَحۡمِلُهُ ٱلۡمَلَـٰۤىِٕكَةُۚ  cümlesi  ٱلتَّابُوتُ ’ya ait ikinci hal cümlesidir. Müsbet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal cümleleri ıtnâb sanatıdır. 

Gelen tabutun rablerinden sekine olması, Musa ve Harun ailesinin terekesi olması ve melekler tarafından taşınması özelliklerinin sayılması, taksim sanatıdır.

بَقِیَّةࣱ  - تَرَكَ  ve  مُّؤۡمِنِینَ - نَبِیُّهُمۡ  kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

ٱلتَّابُوتُ , ‘Ahid Sandığı’ Allah İsrailoğulları arasındaki ahdin sembolü olan, on emrin yazılı bulunduğu levhaların muhafaza edildiği sandık. (TDV İslam Ansiklopedisi) Ağaçtan yapılmış olup içine hikmet yerleştirilmiştir. Diğer bir görüşe göre tabut, kalptir.  سَكِینَة  de tabutun içinde olan bilgidir. Bu nedenle kalp bilginin kabı, hikmetin evi, tabutu, çanağı veya sandukası diye adlandırılmıştır. (Müfredat)

Sekine hakkında müfessirler bir çok rivayet bildirmişlerdir.

[Tabutun içinde Rabbinizden size bir ferahlık ve sükûnet vardır.] Yani kalplerinizin rahat ettiği zafer, düşmanı yenme konusunda ümitlerinin güçlendiği bir his vardır. [Musa ve Harun hanedanlarının bıraktıklarından bir kalıntı vardır.] Yani bunlar Musa ve Harun’un bıraktığı şeylerdir. İnsanın âli kendisidir. [Allah Âdem’i, Nûh’u ve Âl-i İbrahim’i seçmiştir.] (Âl-i İmrân 3/33) Yani bizzat İbrahim’i seçmiştir. Nefs (kendi) kelimesinin insana nispet edilmesi gibidir.  تَحۡمِلُهُ ٱلۡمَلَـٰۤىِٕكَةُۚ  [Onu melekler taşır.] Onu nakleder. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

Vahye dayanan kitaplar insana huzur verir, o yüzden buna sekine denmiştir. Müsebbeb söylenerek, sebep kastedildiği için mecaz-ı mürseldir.  


اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ۟


İstînâfiyye olarak fasılla gelmiş isim cümlesidir. إِنَّ  ve  لَ ’la tekid edilmiş faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. فِی ذَ ٰ⁠لِكَ  car mecruru  إِنَّ ’in, mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.

Tabutun gelişine  ذَ ٰ⁠لِكَ  ile işaret edilmiştir. İşaret ismi, işaret edilen kelimeyi kamil bir şekilde tarif edip ortaya çıkarır. Öyle ki kendisinden bahsedilen şey çok net olarak ortaya çıkar. Ayrıca bahsedilen şeyin açıklanmasının çok önemli olduğuna delalet eder.

Ayetin son cümlesi şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.  كَان ‘nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Takdiri; فتدبروا الأمر  (Bu işi düşünün) olan cevap cümlesi mahzuftur. 

[Eğer iman edenlerdenseniz, bunda sizin için kesin bir işaret vardır. Ey İsrailoğulları!] Tabutun tekrar size verilmesinde, Tâlût'un hükümdarlığı konusunda sizin için büyük bir işaret vardır. Ayrıca bu, sizin peygamberinizin doğruluğuna da bir delildir. Çünkü Allah'ın Tâlût'u size hükümdar seçtiğini peygamberiniz bildirmişti. Gerçekten sizler inanmışsanız, Allah'ı tasdik ediyorsanız, o zaman Tâlût'un hükümdarlığını da tasdik ediniz. (Ruhu’l-Beyân)


Günün Mesajı
Hükümdarlık iki özellikle alakalıdır: İlim ve kudret. İsrailoğulları ise hükümdarlık için mal ve makamın gerekli olduğunu ileri sürmüştür. İlim ve kudret gerçek olgunluk vasıflarındandır. İlim ve kudret kişinin cevherinde bulunan mükemmelliklerdir. Mal ve makam ise zatından ayrı şeylerdir. İlim ve kudreti insandan koparıp almak mümkün değildir. Mal ve makam böyle değildir. O halde ilim ve kudret sahibi olmak için çalışalım. Geçici üstünlükler peşinde koşmayalım.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Bu hayatta pes edenlerin ismi hatırlanmaz.

Başarılı insanlara uzaktan imrenmek kolaydır. Onların yerinde olduğumuzu hayal etmek, fırsat elime geçerse yaparım diye yeminler ettikten sonra arkamıza yaslanıp, evimizde oturmak kolaydır.

Pes etmeyenler; korksalar da risk alırlar. Düşünmekle kalmayıp harekete geçerler. Düştükçe ayağa kalkarlar. Bir daha ve bir daha. Gerekirse en baştan başlarlar. Pes etmemek daha zordur aslında; başarı bir çok fedakarlık gerektirir, gerekirse canını da ortaya koyarsın. Ortada "ben" diye bir şey kalmaz.

Eğer dünya, pes edenlere kalsaydı; nice fetihler gerçekleşmez, fizik, kimya teorileri keşfedilmez ve nice örnekler yaşanmazdı. Kısacası ortada ne tarih, ne de bilim kalırdı. Ne de dinlenilesi hayatlar.

Pes etmeyenlerin değeri yıllar geçtikçe artar. Çoğunun değeri yaşarken bilinmemiş. Çoğu başarının meyveleri, başaranlar öldükten sonra yenmiş. Ya pes etme ya da pes etmeyen birine destek ol. Kim bilir, öyle ya da böyle bir hayra vesile veya ortak olmayı nasip eder Rahman.

Allah yutamayacağımız lokmaları çiğnetmesin. Gerçekleştiremeyeceğimiz yeminleri ettirmesin. Boyumuzdan büyük lafları söyletmesin. Geçmişteki İsrailoğullarının halinden ibret alanlardan olmamızı nasip etsin. Hepimize hayırlı meşgaleler versin. Kendimize ve başkalarına, iki cihanda da fayda sağlayacak işler başarmamızı nasip etsin. Hayırlı yaşayalım, hayırla hatırlanalım. Yaşarken de, bu dünyadan giderken de ardımızda yalnız ve yalnız hayır bırakanlardan olalım, inşaallah.

***

Herkesin, manevi boyutta, görüşünü ve kulağını keskinleştiren bir gözlüğü ve kulaklığı vardır. Onların aracılığı ile kendi hayatını, başka insanları ve dünyalıkları algılar. Bu cihazların maddesi, ya nefsinin ya da kalbinin toprağından yapılır. Zaten, insan ne için yaşıyorsa, ona ulaştıracak yolun toprağındandır. Yani benliği, uğruna yaşadıklarıyla doludur.


Bu cihazların yapıldığı toprağa göre insanın her şeyi şekil kazanır: duyguları, düşünceleri, ön yargıları, hayalleri, duaları, hareketleri ve hepsinin toplamında ahlakı etkilenir. Nefsinin hevesleri için yaşayanla, kalbindeki imanın sahibi olan Allah için yaşayanın hem ahlakı, hem de ahlak anlayışı arasında müthiş bir fark vardır. 

Şüphesiz ki, dünyada mükemmel insan mümkün olmayacağı için herkesin ahlakında çeşitli kusurları vardır. Nefsi için yaşayan, ya kusurlarını görmezden gelir ya da kendisini, düzeltemeyeceğine inandırır. Kalbi için yaşayan ise hep daha iyi bir kul olma arayışındadır: iyi hallerini kaybetmemek, kötüleri ise düzeltmek için son nefesine kadar çabalar.

Kalbî cihazlara sahip bir kul, ön yargılardan ve başkalarıyla ilgili kesin hükümlerden sakınır. Zira dünyada görüldüğü sanılanın arkasında çok başka hikayeler vardır. Pahalı kıyafetler ve aksesuarlar, bir insanın aklının ya da ahlakının kalitesini kanıtlamaz; belki zenginliğini, belki de zevkli oluşunu gösterir. 

Kalbî cihazlarla yaşayan bir kulun gördükleri ve işittikleri; dünyalık boyuttan ibaret değildir. Öncelikle, her şey kendisini yaratan Rabbini hatırlatır. Bunun tesiri ile nefsine ve kalbine çekidüzen vererek, önüne çıkan tepkilerden ya da kararlardan doğrusunu seçmeye çalışır. Yanlış seçiminde tevbe, doğrusunda ise şükür eder. Yine bu halin tesiri ile Allah’ın sınırlarına riayet ederek, her yaratılana hoşgörü ile yaklaşmaya çalışır.

Sadece görülene aldanarak insan ayırmaktan kaçınır. Zira, sahip olunan dünyalık hiçbir mal ve mülk; kimin imanca, akılca ve ahlakça üstün olduğunu belirleyici değildir. Dünyalık zorluklardan bunaldığı ya da kendisini çok cesur hissettiği sakin bir anında; kendi eliyle ya da diliyle bilmediği ağır bir sorumluluğun altına girmekten sakınır. Zira, ne kendi nefsinden, ne de bir başkasının nefsinden emin olunmayacağını adı gibi bilir.

Ey Allahım! Kendimizi ve amellerimizi yüceltmekten, dünyalık sebeplere dayanarak başkalarına önyargılı yaklaşmaktan ve onları küçümsemekten muhafaza buyur. Ahlakımızdaki kusurları, rahmetin ile gider ve nurun ile tamam eyle. Bizi nefsani değil, kalbî cihazlara sahip olanlardan ve Senin yolunda, Senin emirlerine itaat ve Sana iman üzere yaşayıp ölenlerden eyle.

Amin.

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji