بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلٰوةِ الْوُسْطٰى وَقُومُوا لِلّٰهِ قَانِت۪ينَ
حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلٰوةِ الْوُسْطٰى وَقُومُوا لِلّٰهِ قَانِت۪ينَ
Fiil cümlesidir. حَـٰفِظُوا۟ fiili, نَ harfinin hazfi ile emir fiilidir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. عَلَى ٱلصَّلَوَ ٰتِ car mecruru حَـٰفِظُوا۟ ’ya müteallıktır. ٱلصَّلَوَ ٰتِ kelimesinin cer alameti kesradır. Çünkü cemi müennes salim kelimeler kesra ile nasb ve cer olurlar. ٱلصَّلَوٰةِ kelimesi atıf harfi وَ ’la ٱلصَّلَوَ ٰتِ ’ye matuftur. ٱلۡوُسۡطَىٰ kelimesi ٱلصَّلَوٰةِ ’nın sıfatıdır.
وَ atıf harfidir. قُومُوا۟ fiili, نَ harfinin hazfi ile emir fiilidir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. لِلَّهِ car mecruru قَـٰنِتِینَ ’ye müteallıktır. قَـٰنِتِینَ kelimesi قُومُوا۟ fiilinin failinden haldir. Cemi müzekker salim olduğu için ي ile mansub olmuştur.
حَـٰفِظُوا۟ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil mufâale babındandır. Sülâsîsi حفظ ’dir. Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
Ayette kullanılan mufâale kipi, mübalağa ifade eder. (Ebüssuûd)
Bu bab: müşareket (işteşlik - ortaklık), bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef’ûl aynı işi yapmıştır. Ayrıca fail işi başlatan ve galip gelendir (sonuçlandırandır.) Bazen de müşareket olmayıp tek taraflı olur.
حَافِظُو emri, الْمُخَاصَمَةُ ve الْمُقَاتَلَة lafızları gibi müşareket ifade eden bir babtan getirilmiştir. Bu; karşılıklı koruma işinin, namaz kılan kimseyle namaz arasında olmasıdır. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Namazının seni koruması için, sen de namazına devam et!" Bil ki namazın, namaz kılan kimseyi koruması şu üç şekilde olur:
1) Namaz, insanı günahlardan korur. Nitekim Hak Teâlâ, إِنَّ ٱلصَّلَوٰةَ تَنْهَىٰ عَنِ ٱلْفَحْشَآءِ وَٱلْمُنكَرِ [Muhakkak ki namaz, edepsizlikten ve çirkin olan her şeyden alıkor] (Ankebut, 45). Binaenaleyh, kim namaz kılmaya devam ederse, namaz onu fuhşiyattan korur.
2) Namaz insanı, bela ve sıkıntılardan korur. Nitekim Hak Teâlâ, وَٱسْتَعِينُوا۟ بِٱلصَّبْرِ وَٱلصَّلَوٰةِ [Sabır ve namaz ile yardım isteyiniz] (Bakara, 45) ve وَقَالَ ٱللَّهُ إِنِّى مَعَكُمْ ۖ لَئِنْ أَقَمْتُمُ ٱلصَّلَوٰةَ وَءَاتَيْتُمُ ٱلزَّكَوٰةَ (Maide, 12) buyurmuştur ki, bunun manası, [Eğer namazınızı kılar, zekatınızı da verirseniz ben yardımım ve korumamla sizin yanınızdayım] şeklindedir.
3) Namaz, namaz kılan kimseyi korur ve ona şefaat eder. Nitekim Hak Teâlâ, وَأَقِيمُوا۟ ٱلصَّلَوٰةَ وَءَاتُوا۟ ٱلزَّكَوٰةَ وَمَا تُقَدِّمُوا۟ لِأَنفُسِكُم مِّنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِندَ ٱللَّهِ [Namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin. Kendiniz için önden ne hayır yollarsanız, Allah katında onu bulacaksınız] (Bakara, 110) buyurmuştur. Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, Cilt:5, Sayfa: 293)
NOT: حَفَظَ fiili mufâale babı olarak Kur’an’da sadece dört yerde geçmekte ve bu dört yerde de mef’ûlü, صَلَاة (namaz) kelimesidir. Bunlar:
Bakara 238, Enam 92, Müminun 9, Meâric 34 ayetleridir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلٰوةِ الْوُسْطٰى وَقُومُوا لِلّٰهِ قَانِت۪ينَ
Bu ayet talak ayetlerinin arasında gelen itiraziyye cümlesidir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır. İtiraz cümlesinin gelme sebeplerinden tenbih’e girer. İtiraz cümlesi olması hasebiyle de bedi sanatlarından istitrâd konusuna girer.
İstitrâd: Asıl konu dışında bir münasebete binaen söylenen sözdür. Bu sözden sonra tekrar asıl konuya dönülür. Yani istitrâd, yeri gelmişken söylenen sözdür. (Prof. Dr. Ali Bulut - Belâgat)
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
حَـٰفِظُوا۟ kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
"Ey iman edenler!" şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut - Belagat)
ٱلصَّلَوٰةِ ’nin sıfatı olan ٱلۡوُسۡطَىٰ dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
قُومُوا۟ cümlesi makabline matuftur. İki cümle arasında inşâî olma yönünde ittifak vardır. Emir üslubunda talebi inşâî isnad olan cümlede car mecrur, mahzuf hale müteallıktır. قَـٰنِتِینَ ise قُومُوا۟ fiilinin failinden haldır. Hal, ıtnâb sanatı babındandır.
قُومُوا۟ ve قَـٰنِتِینَ kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. "Ey iman edenler!" şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut - Belagat)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde, ayette, tüm kemâl sıfatlara şamil lafzâ-i celâlin zikri, inananları teşvik ve onlarda haşyet duyguları uyandırmak içindir. Ayrıca لِلَّهِ isminde tecrîd sanatı vardır.
ٱلصَّلَوَ ٰتِ - ٱلصَّلَوٰةِ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
[Namazlara ve orta namaza devam edin.] Yukarıdaki ayetlerde nikâh hükümlerinden bahsedilmişti. Nikâh şehvete ve dünyaya meyletmeye sebep olur. Şehvete uyan kişi de namazlarını kaçırır. Bu sebeple Cenab-ı Hak bu ayetlerden sonra şehvete uymaktan sakındırmak için namaza özen göstermeyi emretmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
حَٱفظ fiili karşılıklı oluş bildirir. Ben namazı koruyorsam, yani vaktinde, şartlarını yerine getirerek kılıyorsam, demek ki namaz da beni koruyor. Bu da namazın kötülüklerden koruması, alıkoyması olarak düşünülebilir. عَلَى harfi nedeniyle ısrar ve tekrar vurgusu vardır. (Arapça-Türkçe Sözlük) Ayrıca bu harfteki istila manası düşünülerek istiare manası dolayısıyla namaz ile ilişkimiz, binici-at arasındaki ilişki gibi düşünülebilir. Binicinin atı kontrol etmesi, yönetmesi, bakımını yapması, sevmesi, ihtiyaçlarını karşılaması gibi manaları namaz için düşünülmelidir.
Bu fiilin mübalağa ifade ettiği manasına göre de namazların mükemmel bir şekilde kılınması, eda edilmesini ifade eder. (Ebussuud)
حَٱفظ fiilinin mufâale babından gelmesi hakiki manada değil mübalağa içindir. Namazı muhafaza etmek; vakitlerini geciktirmekten korumaktır. Bu ifade namazla alakalı şeylerin büyük bir hak olduğunu ve bunları ihmal etmekten korkulduğunu ilan eder. (Âşûr)
Bazıları demiştir ki Allah ne zaman insanların haklarından bahsetse onlara Allah'ın haklarını korumalarını da emretmiştir. (Âşûr)
ٱلصَّلَوٰةِ kelimesi çoğuldur. Yani en az üç namaz demektir. Orta namaz, bir önceki kelimeden (yani ''namazlar'' kelimesinden) farklı ise, dördüncü namaz olur. Dördüncü namazın orta olabilmesi için toplam namaz vakitlerinin tek sayı olması lazım, demek ki beş vakit namaz vardır.
ٱلصَّلَوٰةِ kelimesindeki ال ahd içindir. Burada kastedilen, farz namazlardır. Asıl istenilen beş vakit namazın korunmasıdır. (Âşûr)
ٱلصَّلَوَ ٰتِ kelimesinde, elif lam ahd-i haricî içindir ki maksat, günde beş vakit bilinen farz namazlardır. Bu ahd olmasaydı, bilinen bütün namazların farz olması gerekecekti ki buna güç yetmezdi.
اَلْوُسْطَيٰ kelimesi اَلْاَوْسَطُ ‘nun müennesi (dişili) olarak ism-i tafdildir ki orta veya en faziletli demektir. Bunun için salat-ı vüstâ anlam itibarıyla orta namaz veya efdal (en faziletli) namazdır, diye ancak iki görüş vardır. İsm-i tafdil, fazlalık ve eksikliği kabul eden şeylerden yapıldığı cihetle اَلْمَوت (ölüm) den اَمْوَات (daha çok ölüm) denmediği gibi; bir şeyin vasat (orta) olması da fazlalık ve eksikliği kabul etmeyeceği için, اَوْسَات ve وُسْطَى kelimesinin tafdil manasında kullanılmasının doğru olmayacağı ve bu bakımdan اَوْسَات en hayırlı, en mutedil demek olup, salat-ı vüstâ’nın da "efdal namaz" (en faziletli namaz) manasına olması gerekeceği de hatırlatılmıştır. Bununla beraber ism-i tafdilin, fiilin asıl manasına gelmesi de inkâr edilemeyeceği gibi, tavassutun (ortada olmanın) izafî veya hakikasini düşünmek de mümkündür. Şu halde صَلَاةِ الْوُصْطَى [namazların en ortası] veya "ortası" demek de olabilir.
İşin aslına gelince; atıf, tegayür (başkalık) gerektireceğinden "orta namaz", اَلصَّلَوَاتُ’ yani bilinen namazlardan başka bir namaz gibi görünürse de aslında "namaz", "namazlar" da dahil olduğundan bu atfın, fazla itina göstermek için hassı âmma (özel olanı, genel olana) atıf cinsinden bulunduğu en küçük bir düşünce ile anlaşılır ki genel olarak tefsircilerin rivayetleri de böyledir. Şu halde bu atıf, وَ مَلَـٰۤىِٕكَتِهِ وَجِبْرِيل (Allah'ın melekleri ve Cebrail) diye meleklere Cebrail'i atıf gibidir ve farz namazlar içinde salat-ı vüstâ (orta namaz) melekler içinde Cebrail'e benzer.
Her şahıs için engellerin çokluğu sebebiyle kılınması zor ve en çok ortada kalıp geçmesi muhtemel olan namaz hangisi ise, onun hakkında namazların en faziletlisi ve orta namazı da odur. Her namaz hakkında rivayet bulunması, bu şekilde izah edilebilir ve ilk inişteki صَلَاةِ الْعَصْرِ (ikindi namazı) açıklamasının, neshedilmiş bulunması da bunu teyit etmektedir. O halde orta namazı hakkında en sahih ve en itidalli söz, beş vakit namazdan herhangi birisinin olmasıdır. (Elmalılı)
ٱلۡوُسۡطَىٰ kelimesi daha önce 143. ayette ''vasat ümmet'' olarak geçmişti. “En faziletli ve hayırlı” demektir. Kalıp olarak ismi tafdil kalıbıdır.
Bu ayet Kadir suresindeki “melekler ve ruh” iner ifadesine benziyor. Bu ayette geçen Ruh kelimesiyle Cebrail a.s. kastedilmiştir. O da bir melektir ama ayrı bir makamı, şanı olduğu için meleklerden sonra ayrıca ifade edilmiş. Maksat onu şereflendirmektir.
Burada da salatu’l vusta ayrıca söylenmiş, çünkü çok önemlidir. Bu namazın; sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı olduğu görüşleri vardır. Nasıl ki Kadir gecesi'nin Ramazan ayında hangi gece olduğu bilinmiyorsa, saklanmışsa, bu da öyle saklanmıştır. Hepsine aynı önemin verilmesi gerekir.
Çoğunluk ikindi namazı olduğu görüşündedir. En faziletli namaz olarak düşünürsek, en faziletli namaz sabah namazıdır. Vakit olarak ikindi ortada gibi görülüyor ama yeni gün güneşin batışı ile başlar. Buna göre ilk namaz akşam namazıdır. Bu durumda orta namaz sabah namazı oluyor.
Boşanmadan bahsederken birdenbire araya bu ayet girmiştir. Boşanma konusu insanlarla olan bir bağın kopmasıdır. Bu bağ kopmasında insan çok sarsılır, üzülür. Ama Allah ile olan bağın hiçbir zaman kopmaması lazım. Her durumda hemen Allah’a yönelmek lazım. Namazın içtimai münasebetlerde çok önemli olan ruhî ve manevi terbiyedeki vazgeçilmez yeri dolayısıyla…
Boşanmadan sonraki sıkıntıları atlatabilmek için namazı kılmak gerekir. Savaşta da böyledir.
Boşanmadan bahsederken namaz konusunun geçmesi, ibadet ile muamelatın aynı hükümde olduğunu göstermek için olabilir.
Talak ayetleri arasında namazdan bahsedilmesi, ailenin muhafazası ve saadeti için namazın önemini vurgular.
قـنوت , Allah'a boyun eğmek demektir. Vitirde okuduğumuz kunut duası da bu kökten gelir.
İkindi namazı önce namazlar içinde umumi olarak, sonra da kendisi özel olarak olmak üzere iki kez zikredilmiştir. Böylece meziyetinin ve faziletinin daha fazla olduğuna işaret edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)
KUNUT: Bir şeye öyle devam edip durmaktır ki taat, huşu, sükunet ve ayakta durmak manalarını içerir ve dilimizde buna "divan durmak" denir. Bunun için kunut taattir, kunut uzun süre ayakta durmaktır, kunut susmaktır; kunut huşu ve tevazu kanatlarını indirmek ve azaların sükuna kavuşmasıdır diye çeşitli bakımlardan tarif edilmiştir. (Elmalılı)
Süddî der ki: "Kunut edenler olarak" ayeti, ‘’susanlar olarak’’ demektir. Buna dair delili ise ayet-i kerimenin namazda konuşmayı yasaklamak üzere nazil olduğudur. İslam'ın ilk dönemlerinde namazda konuşmak mubah idi. Sahih olan da budur. Çünkü Müslim ve başkaları Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Namazda olduğu halde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a selam verirdik; o da bizim selamımızı alırdı. Necaşî'nin yanından geri dönünce ona selam verdik, selamımızı almadı. Ey Allah'ın Resulü, dedik. Önceleri namazda iken sana selam verir, sen de selamımızı alırdın. Şöyle buyurdu: "Namazda (başka şeylerle uğraşmayı engelleyecek kadar) bir meşguliyet vardır." (Kurtubî)
Eşler ve çocuklarla ilgili hükümler beyan edilirken bunlar henüz bitirilmeden namazlara geçilmesinin anlamı şu olsa gerek: İnsanların ne çocukları ne de kendileriyle olan meşguliyetleri, onları namazları kemâl-i itinâ ile kılmaya ve sürekli korumaya engel olmamalıdır. Nitekim korku zamanlarında bile namazın farz olması, bu hakikati apaçık ifade eder. İşte bu gerçeği bildirmek içindir ki, eşler ve çocuklarla ilgili ve hepsi de iç içe birbirleri ile bağlantılı şer'î hükümler arasında namazların itina ile kılınması emredilmiştir. (Ebüssuûd)
فَاِنْ خِفْتُمْ فَرِجَـالاً اَوْ رُكْبَـاناًۚ فَاِذَٓا اَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَإِنْ | eğer |
|
2 | خِفْتُمْ | (bir tehlikeden) korkarsanız |
|
3 | فَرِجَالًا | yaya |
|
4 | أَوْ | yahut |
|
5 | رُكْبَانًا | binmiş olarak |
|
6 | فَإِذَا | zaman da |
|
7 | أَمِنْتُمْ | güvene kavuştuğunuz |
|
8 | فَاذْكُرُوا | anın |
|
9 | اللَّهَ | Allah’ı |
|
10 | كَمَا | şekilde |
|
11 | عَلَّمَكُمْ | size öğrettiği |
|
12 | مَا | şeyleri |
|
13 | لَمْ |
|
|
14 | تَكُونُوا | olmadığınız |
|
15 | تَعْلَمُونَ | biliyor |
|
Temel haklara yönelik bir tehtit bir müminin üzerinden namazın ancak şartlarından bir ya da birkaçını kaldırabilir. Allah-insan ilişkisinin zirvesi olan namaz o kadar önemlidir ki sadece normal zamanlarda değil, olağanüstü zamanlarda da mutlaka sürdürülmeli ve kul Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olduğunu göstermelidir. Bu sorumluluğu insan kendisine yönelik doğrudan bir tehditten dolayı özel bir vakit ayırarak ayakta kıyama duramadığı için erteleyemez. Böylesi bir durumda vaziyet neyi gerektiriyorsa ibadet öyle eda edilir.
Endülüs müslümanlarına islamdan döndüklerini ispat ve canlarının bağışlanması karşılığında domuz eti yediriyor ve şarap içiriyorlardı. Namaz vakitlerinde hristiyan askerler dolaşıyor, rüku ve secde de gördüklerini hemen oracıkta infaz ediyorlardı. Endülüs müslümanları ceplerine bir incil alıyor, arkadan gelecek tehlikelere karşı sırtlarını bir duvara dayayarak gözleriyle namaz kılıyor ve eğer bir asker gelecek olursa hemen ceplerindeki incili çıkarıp güya incil okur gibi yapıyorlardı. Dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz şekilde hala bu bölgede atalarının müslüman olduğunu ve can güvenliği sebebiyle bunu yaptığını bilmeden sırtını duvara dayayarak incil okuyan hristiyanlar bulunmaktadır.
Rabbim huzuruna vardığımız rahat vakitlerimiz için ,rükuda senin rızan için bükülen bellerimiz için,uzun ve huzur dolu secdelerimiz için şükürlerimizi kabul eyle..
Racele رجل :
رَجُلٌ sözcüğü insanlardan erkeğe mahsus olarak kullanılır. Yine erkeklik ve kişiliği tam olan kişiyi de ifade eder. رِجْلٌ canlıların çoğunda bulunan ayak organıdır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de farklı isim formlarında 73 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri (devlet) ricali ve irticaldir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
فَاِنْ خِفْتُمْ فَرِجَـالاً اَوْ رُكْبَـاناًۚ فَاِذَٓا اَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ
فَ istînâfiyyedir. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezmeder. خِفْتُمْ şart fiili olarak mahallen meczumdur. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. رِجَالًا kelimesinin amili mahzuf haldir. Takdiri; فصلوا (O halde namaz kılın) veya فحافظوا عليها (O halde onları muhafaza edin) şeklindedir. رُكۡبَانࣰا kelimesi أَوۡ atıf harfi ile رِجَالًا ’e matuftur.
فَ istînâfiyyedir. إِذَا şart manalı, cümleye muzâf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır.
إِذَا şart harfi vuku bulma ihtimali kesin olan durumlar için gelir. أَمِنتُمۡ muzafun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اذْكُرُوا fiili نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. ٱللَّهَ lafza-i celâli, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. كَ harfi مثل (gibi) manasındadır. ما ve masdar-ı müevvel, كَ harf-i ceriyle birlikte mahzuf masdarın sıfatı olarak mahallen mansubtur. Takdiri; اذكروا الله ذكرًا مثلَ تعليمه إياكم (Allahı size öğrettiği gibi bir zikirle zikredin) şeklindedir. عَلَّمَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. مَا müşterek ism-i mevsûlu, عَلَّمَ fiilinin ikinci mef’ûludur. İsm-i mevsûlun sılası لَمۡ تَكُونُوا۟ تَعۡلَمُونَ ‘dır. Îrabtan mahalli yoktur. لَمۡ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تَكُونُوا۟ fiili نَ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı, تَكُونُوا۟ ’nun ismi olup mahallen merfûdur. تَعۡلَمُونَ fiili تَكُونُوا۟ ’nun haberi olarak mahallen mansubtur.فَاِنْ خِفْتُمْ فَرِجَـالاً اَوْ رُكْبَـاناًۚ فَاِذَٓا اَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ
فَ atıf, إِنۡ şartiyyedir. Ayet şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesi müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Rabıta harfi فَ ’nin dahil olduğu cevap cümlesinde îcâz-ı hazif vardır. رِجَالًا kelimesinin amili mahzuf haldir. Takdiri; فصلوا (O halde namaz kılın) şeklindedir.
Önceki şart cümlesine atfedilen bu cümle إِذَاۤ şart harfiyle gelmiştir. Önceki cümledeki şart harfi إِنۡ ’in aksine burada إِذَاۤ olması, kesin gözüyle bakılan durumlarda kullanılır. Bu harfle müslümanların emniyette olacakları ima edilmiş olabilir. Veya emniyette oldukları zamanlar korku zamanlarından daha fazladır. O nedenle إِذَاۤ gelmiştir.
Şart üslubunda talebî inşâî isnad olan cümlede cevap cümlesi فَ karinesiyle gelmiş, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İsm-i mevsûl مَّا ’nın sılası, كان ’nin dahil olduğu menfi isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. كان ’nin haberinin muzari fiil formunda gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt anlamları ifade eder.
Ayette teşbih sanatı vardır.
فَإِنۡ خِفۡتُمۡ فَرِجَالًا أَوۡ رُكۡبَانࣰاۖ cümlesiyle فَإِذَاۤ أَمِنتُمۡ فَٱذۡكُرُوا۟ ٱللَّهَ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
رِجَالًا - رُكۡبَانࣰاۖ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
عَلَّمَكُم - تَعۡلَمُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Namaz konusu devam etmektedir. Burada korku halindeki namazdan bahsedilmiştir. Korku durumu bir savaş esnasında veya gece yolculuğunda olabilir. Her durumda namaz çok önemlidir. Öyle ki bazı şartları tam olarak yerine getirilemese bile terk edilmez.
Güvene kavuştuğunuzda namaz kılın manasında فَٱذۡكُرُوا۟ ٱللَّهَ [Onu zikredin] buyurulması namazın rükunlarının büyük bir kısmını zikir oluşturduğu içindir. Cüz-kül alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır.
Şartın cevabı olan asıl cümle mahzuftur. Onun yerine hal gelmiş, başına da فَ harfi gelmiştir.
إِنۡ خِفۡتُمۡ ile إِذَاۤ أَمِنتُمۡ arasında tıbâk-ı îcab vardır. İlk cümlenin fiilin vuku bulma ihtimalinin azlığını ifade eden إِنۡ harfiyle, ikincisinin ise kesinlik ifade eden إِذَاۤ harfiyle gelmesi korku durumlarının nadiren olduğuna işaret eder.
Ebû Hanîfe Rahimehullāh’dan [v.150/767] rivayete göre: mücahitler savaş esnasında yürüme halinde ve düşmanla karşılıklı kılıçla vuruşurken, durmak mümkün olmadığı sürece namaz kılmazlar. Şâfi‘î Rahimehullāh’a göre ise: her halükârda kılacaklardır. Binit üzerinde olan ima ile kılacaktır; kıbleye yönelme şartı bu kişiden düşer. [Güvende olduğunuz vakit] korkunuz yok olup gittiğinde [de Allah size] güven içinde kılınan [normal] namazla ilgili [bilmediğiniz şeyleri öğrettiği gibi siz de O’nu (normal namaz ile) zikredin.] Yahut güvende olduğunuz vakit, bu güven için Allah’a şükredin ve size şer ‘î yasaları ve hem korku hem güven halinde nasıl namaz kılacağınızı öğreterek size ihsanda bulunduğu gibi, siz de O’nu ibadetle zikredin! (Keşşâf)
Burada “namaz kılın" değilde " Allah'ı zikredin" buyurulmasının sebebi, namazın rukünlarının büyük bir kısmının zikir oluşudur. (Ebüssuûd)
وَالَّذ۪ينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجاًۚ وَصِيَّةً لِاَزْوَاجِهِمْ مَتَاعاً اِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ اِخْرَاجٍۚ فَاِنْ خَرَجْنَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪ي مَا فَعَلْنَ ف۪ٓي اَنْفُسِهِنَّ مِنْ مَعْرُوفٍۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَالَّذِينَ | ve kimseler |
|
2 | يُتَوَفَّوْنَ | ölen |
|
3 | مِنْكُمْ | içinizden |
|
4 | وَيَذَرُونَ | ve geriye bırakan(erkek)ler |
|
5 | أَزْوَاجًا | eşler |
|
6 | وَصِيَّةً | vasiyyet etsinler |
|
7 | لِأَزْوَاجِهِمْ | eşlerinin |
|
8 | مَتَاعًا | geçimlerinin sağlanmasını |
|
9 | إِلَى | kadar |
|
10 | الْحَوْلِ | bir yıla |
|
11 | غَيْرَ |
|
|
12 | إِخْرَاجٍ | (evlerinden) çıkarılmadan |
|
13 | فَإِنْ | şayet |
|
14 | خَرَجْنَ | kendileri çıkarlarsa |
|
15 | فَلَا | yoktur |
|
16 | جُنَاحَ | bir günah |
|
17 | عَلَيْكُمْ | sizin için |
|
18 | فِي |
|
|
19 | مَا | bir şey |
|
20 | فَعَلْنَ | yapmalarında |
|
21 | فِي | hakkında |
|
22 | أَنْفُسِهِنَّ | kendileri |
|
23 | مِنْ |
|
|
24 | مَعْرُوفٍ | uygun olanı |
|
25 | وَاللَّهُ | Allah |
|
26 | عَزِيزٌ | daima üstündür |
|
27 | حَكِيمٌ | hüküm ve hikmet sahibidir |
|
وَالَّذ۪ينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجاًۚ وَصِيَّةً لِاَزْوَاجِهِمْ مَتَاعاً اِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ اِخْرَاجٍۚ
وَ istînâfiyyedir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl ٱلَّذِینَ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası یُتَوَفَّوۡنَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur. یُتَوَفَّوۡنَ meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur. مِنكُمۡ car mecruru naib-i failin mahzuf haline müteallıktır. یَذَرُونَ أَزۡوَ ٰجࣰا cümlesi atıf harfi وَ ’la یُتَوَفَّوۡنَ fiiline matuftur. یَذَرُونَ muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. أَزۡوَ ٰجࣰا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. وَصِیَّةࣰ mahzuf fiilin mef’ûlun bihidir. Takdiri; يتركون وصيّة (Vasiyet bırakırlar) şeklindedir. لِّأَزۡوَ ٰجِ car mecruru وَصِیَّةࣰ ’nin mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir هِم muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مَّتَـٰعًا mef’ûlu mutlaktan naibtir. Çünkü masdardır. إِلَى ٱلۡحَوۡلِ car mecruru مَّتَـٰعًا ’in mahzuf sıfatına müteallıktır. غَیۡرَ haldir veya مَّتَـٰعًا’in sıfatıdır. إِخۡرَاجࣲ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
غَیۡرَ إِخۡرَاجࣲ ifadesi ya هَذَا اَلْقَوْلُ غَيْرَ مَا تَقُولُ [Bu senin söyleyeceğin bir söz değil] sözüne benzer şekilde pekiştirici bir masdardır, ya da مَتَاعًا’den bedel veya لِاَزْوَاجِهِمْ ’den haldir; “evlerinden çıkarılmaksızın” demektir. (Keşşâf)
اِنْ خَرَجْنَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪ي مَا فَعَلْنَ ف۪ٓي اَنْفُسِهِنَّ مِنْ مَعْرُوفٍۜ
فَ istînâfiyyedir. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezmeder. خَرَجۡنَ şart fiili olarak mahallen meczumdur. (نَ) Nûnu’n-nisve fail olarak mahallen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. لَا cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. جُنَاحَ kelimesi لَا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir. Haberi mahzuftur. عَلَیۡكُمۡ car mecruru لَا ’nın mahzuf haberine müteallıktır. مَا müşterek ism-i mevsûlu فِی harf-i ceriyle birlikte لَا ’nın mahzuf haberine müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası فَعَلۡنَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur. فَعَلۡنَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Nûnu’n-nisve fail olarak mahallen merfûdur. فِیۤ أَنفُسِ car mecruru فَعَلۡنَ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هُنَّ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مِن مَّعۡرُوفࣲۗ car mecruru mahzuf hale müteallıktır. Takdiri; فعلنه من معروف (İyiliklerden yaparlar) şeklindedir.
وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâli mübtedadır. عَزِیزٌ haber olup lafzen merfûdur. حَكِیمࣱ ise ikinci haberdir.
وَالَّذ۪ينَ يُتَوَفَّوْنَ مِنْكُمْ وَيَذَرُونَ اَزْوَاجاًۚ وَصِيَّةً لِاَزْوَاجِهِمْ مَتَاعاً اِلَى الْحَوْلِ غَيْرَ اِخْرَاجٍۚ
Ayet, istînâfiyyedir. İlk cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Has ism-i mevsûl ٱلَّذِینَ ’den önce takdir edilen muzâf mübtedadır. Yani; وأزواج الذين يتوفون منكم [sizden ölenlerin eşleri] demektir. ...وَیَذَرُونَ , sıla cümlesi یُتَوَفَّوۡنَ ‘ye matuftur.
Mef’ûlü mutlak olan وَصِیَّة ‘in amili mahzuftur. Takdiri; يوصون (Vasiyet ederler) şeklindedir. Mukadderle birlikte faide-i haber talebî kelam olan bu fiil cümlesi, ٱلَّذِینَ ’nin haberidir. İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
Müsnedin fiil sıygasında cümle oluşu; hudûs, teceddüt ve hükmü takviye ifade eder.
Cümle, haberî isnad şeklinde geldiği halde emir manası taşıdığı için hakiki manayı ifade etmemiş, yani muktezâ-i zâhirin hilafına durum arz etmiş olduğundan mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
Ayette, aralarındaki münasebet sebebiyle bir manadan diğerine geçmek, sonra ilk manaya geri dönmek olarak tarif edilen istitrat sanatı vardır.
Bu ayetle 234. ayetin başlangıçları aynıdır. Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir. Tekrarlanan cümleler arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Haberî isnad, asıl geliş sebebinden çıkıp da bu ayette olduğu gibi başka manalar ifade ettiği zaman hakiki mana ifade etmemiş olur. Bir kelamdan hakiki mana murad edilmediği zaman mecaz olur.
Bu ayette kadınlardan أَزۡوَ ٰجࣰا şeklinde bahsedilmesi kevn-i sabık alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Çünkü eşlerden biri ölünce nikâh düşer.
غَیۡرَ إِخۡرَاجࣲۚ [Evlerinden çıkarılmadan.] Bir görüşe göre bu kısım haldir. Yani, ‘’onları evlerinden çıkarmaksızın” demektir. Bir veche göre مَّتَـٰعًا kelimesinin sıfatıdır. Bir veche göre masdardır ve “çıkarmak olmaz” takdirindedir. Bir görüşe göre harf-i cerin hazfiyle nasb edilmiştir ve “çıkarmaksızın” demektir. Bu, başlangıçta meşru bir hüküm iken sonra neshedilmiştir. Araplar bir adam öldüğünde ve arkasında eşini bıraktığında, kadının evlenmesine asla izin vermiyorlardı. Ölenin malına el koyup karısına ise hiçbir şey vermiyorlardı. Hatta onu da miras olarak alıyorlardı. Bu konuda لَا يَحِلُّ لَكُمْ اَنْ تَرِثُوا النِّسَٓاءَ كَرْهًاۜ [Kadınları zorla miras almanız helal değildir.] (Nisâ 4/19) ayeti nazil oldu. Araplar bu uygulamaya alışmışlardı. Allah Teâlâ onları aşamalı bir şekilde bu işten vazgeçirmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Yine, ‘sene’ manasında 233. Ayette olduğu gibi ٱلۡحَوۡلِ kelimesi kullanılmıştır.
فَاِنْ خَرَجْنَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ ف۪ي مَا فَعَلْنَ ف۪ٓي اَنْفُسِهِنَّ مِنْ مَعْرُوفٍۜ
فَ istînâfiyye, إِنۡ şartiyyedir. Cümle şart üslubunda gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şart cümlesi ...خَرَجۡنَ müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cevap cümlesi ... فَلَا جُنَاحَ ise cinsini nefyeden لَا ’nın dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiş faide-i haber ibtidaî kelamdır. لَا ’nın haberinin mahzuf oluşu, îcâz-ı hazif sanatıdır. عَلَیۡكُمۡ ‘ün müteallakı bu mahzuf haberdir.
Mecrur mahaldeki ism-i mevsûl مَا , mahzuf hale müteallıktır. Sılası ...فَعَلۡنَ فِیۤ أَنفُسِهِنَّ şeklindeki ibtidaî kelam olan haberî isnaddır.
Şart için mazi fiil kullanılışı, oluşa ve oluşun devamının istikrarına işaret eder. (Vakafat, S.114)
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil, gelecek zaman ifade eder. (Samerrâî, Ala Tarîqi't Tefsîri'l Beyânî, c. 2, s. 88.)
إِخۡرَاجࣲ - خَرَجۡنَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
Müstenefe cümlesidir. Lafza-i celâl mübteda, عَز۪يزٌ haber, حَك۪يمٌ۟ ikinci haberdir. İsme isnad olan bu haber cümlesi sübut ifade eder. Cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet hissettirme kastına matuftur.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı, tekrarında ise reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
عَز۪يزٌ ve حَك۪يمٌ۟ sıfatlarının tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
عَز۪يزٌ - حَك۪يمٌ۟ kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekit için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
عَز۪يزٌ kelimesi çok ihtiyaç duyulur, zor ulaşılır, alternatifi yoktur şeklinde tarif edilmiştir. (İmam Gazali).
Ayetin fasılası 228. ayetin fasılasıyla aynıdır. İki cümle arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Allah, Azîz’dir. Kullarının zillete düşmesini istemez. Hakîm’dir, hikmeti ile koyduğu bu kurallara uyulduğu zaman kimse zelil olmaz.
وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِۜ حَقاًّ عَلَى الْمُتَّق۪ينَ
Aslında bu mana bütün müslümanları kapsıyor, ama siz böyle yapın ki, böylece takva sahibi olursunuz buyurulmuş. Allah’ın kurallarına uymaya teşvik vardır.
Özet:
1- Gerdeğe girilip mehir tesbit edilmişse, tesbit edilen mehir verilir.
2- Gerdeğe girilip mehir tesbit edilmemişse, muadili bir mehir verilir.
3- Gerdeğe girilmemiş ve mehir tesbit edilmemişse, herkesin durumuna göre gönlünden kopan verilir.
4- Gerdeğe girilmemiş ve mehir tesbit edilmişse, tesbit edilen mehrin yarısı verilir.
وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِۜ حَقاًّ عَلَى الْمُتَّق۪ينَ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. لِلۡمُطَلَّقَـٰتِ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. اَلْمُطَلَّقَاتِ kelimesi cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır. مَتَـٰعُۢ muahhar mübtedadır. بِٱلۡمَعۡرُوفِ car mecruru مَتَـٰعُۢ kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır. حَقًّا mahzuf bir fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri; حق ذلك حقا (Bu hak olarak gerçekleşti) şeklindedir. عَلَى ٱلۡمُتَّقِینَ car mecruru حَقًّا ’a müteallıktır.
ٱلۡمُتَّقِینَ sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.
İftial babının fael fiili و , ي , ث harflerinden biri olursa, fael fiili ت harfine çevrilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلِلْمُطَلَّقَاتِ مَتَاعٌ بِالْمَعْرُوفِۜ
وَ istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda gelen ayette takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. لِلۡمُطَلَّقَـٰتِ mahzuf mukaddem habere müteallıktır. مَتَـٰعُۢ , بِٱلۡمَعۡرُوفِۖ ’un mahzuf sıfatına müteallıktır.
Sübut ifade eden cümle, faide-i haber ibtiaî kelamdır.
[Boşanmış kadınların, hakkaniyet ölçülerinde [kocalarından] menfaat sağlamak haklarıdır.] Yani önceden kendileri için müt‘a olarak bir mehir belirlenmiş olan boşanmış kadınların bu haktan yararlandırılması müstehap olur. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
لِلۡمُطَلَّقَـٰتِ kelimesindeki lam, lam-ı istihkaktır. (Âşûr)
لِلۡمُطَلَّقَـٰتِ kelimesindeki tarif istiğrak ifade eder. (Âşûr)
حَقاًّ عَلَى الْمُتَّق۪ينَ
Ayetin istînâfiyye olarak gelen ikinci cümlesinde fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. حَقًّا mahzuf fiilin mef’ûlü mutlakıdır. عَلَى ٱلۡمُتَّقِینَ car mecruru حَقًّا kelimesine müteallıktır.
حَقًّا kelimesi pekiştirici masdar olup, [müttakîlere düşen bir görev olarak tahakkuk etmiştir] anlamında değerlendirilir. (Keşşâf)
[Bu bir haktır.] Yani takva sahibi olanlar bu hakka riayet ederler. Bu vacip değildir ancak onun gönlünü hoş etmek için bu malı vermek takvanın şartıdır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ۟
كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ۟
كَ harf-i cerdir. مثل (gibi) manasındadır. Mahzuf mef’ûlu mutlaka müteallıktır. Takdiri; بيانا (beyan olarak) şeklindedir. ذا işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buûd yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir. یُبَیِّنُ muzari fiildir. ٱللَّهُ lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur. لَكُمُ car mecruru یُبَیِّنُ fiiline müteallıktır. ءَایَـٰتِ mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لَعَلَّ , terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. İsim cümlesinin önüne gelir. إنّ gibi ismini nasb haberini ref eder. كُمْ muttasıl zamiri, لَعَلَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. تَعۡقِلُونَ fiili لَعَلَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müsbet fiil cümlesi formunda, faidei haber ibtidaî kelamdır. كَذَ ٰلِكَ ’nin muteallakının hazfı îcâz-ı hazif sanatıdır.
Takdiri; تبيينًا مثل ذلك يبين الله آياته y(İşte bunun gibi Allah size ayetlerini açıklar) şeklindedir.
كَذَ ٰلِكَ kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem كَ hem de ذَأَ işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunamadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan/28, S.101)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet uyandırma, korkuyu artırma amacına matuftur.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
ءَایَـٰتِهِ izafeti muzâfın yani ayetlerin şanı içindir.
[Allah size işte böylece ayetlerini açıklar ki düşünüp hakikati anlayasınız.] Bu hükümleri açıkladığı gibi sizlere akletmeniz, yani akıllarınızı bu hükümleri kabul etme konusunda çalıştırmanız ve onlara dair düşünüp onları uygulamanız için ihtiyaç duyduğunuz her şeyi açıklar. Bir izaha göre bu ayette geçen “ayetler” ifadesi önceden bahsedilen hac, cihad ve buraya kadar zikredilen hükümlerin hepsini kapsamaktadır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ۟
Ayetin son cümlesi ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Gayrı talebî inşâ cümlesidir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
لَعَلَّ , terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. Haberinin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiil olayı zihinde canlandırmayı sağlayarak muhatabı etkiler.
Ta’lil cümleleri anlamı açıklamak, zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Umulur ki anlamında olan bu harf, Allah Teâlâya isnad edildiğinde ‘’...olsun diye, ...olması için’’ şeklinde tercüme edilir. Dolayısıyla cümle vaz edildiği inşâ formundan çıktığı için, mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
لَعَلَّ edatı, terecci içindir yani “ümitvar olma” manasını ifade eder ve bir de beklenti içinde olmak demektir ki, her ikisi de aynı manaya gelir demektir. Fakat bu beklenti Kerîm olan bir zattan olmalı, kişi O’ndan beklemelidir. İşte bu, yerine getirmesi kesin olan vaadinin yerine bir ifadedir. İmam Sîbeveyh de bu görüştedir. Ancak Kutrub (v. 106/724); لَعَلَّ kelimesi “için” manasındadır, demiştir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
تَعۡقِلُونَ kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
"Ey iman edenler!" şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut - Belagat)
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ اُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِۖ فَقَالَ لَهُمُ اللّٰهُ مُوتُوا ثُمَّ اَحْيَاهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَلَمْ |
|
|
2 | تَرَ | görmedin mi? |
|
3 | إِلَى |
|
|
4 | الَّذِينَ | kimseleri |
|
5 | خَرَجُوا | çıkanları |
|
6 | مِنْ | -ndan |
|
7 | دِيَارِهِمْ | yurtları- |
|
8 | وَهُمْ | ve onlar |
|
9 | أُلُوفٌ | binlerce kişi iken |
|
10 | حَذَرَ | korkusuyla |
|
11 | الْمَوْتِ | ölüm |
|
12 | فَقَالَ | demişti |
|
13 | لَهُمُ | onlara |
|
14 | اللَّهُ | Allah |
|
15 | مُوتُوا | Ölün! |
|
16 | ثُمَّ | sonra |
|
17 | أَحْيَاهُمْ | kendilerini diriltmişti |
|
18 | إِنَّ | şüphesiz |
|
19 | اللَّهَ | Allah |
|
20 | لَذُو | sahibidir |
|
21 | فَضْلٍ | ikram |
|
22 | عَلَى | karşı |
|
23 | النَّاسِ | insanlara |
|
24 | وَلَٰكِنَّ | ama |
|
25 | أَكْثَرَ | çoğu |
|
26 | النَّاسِ | insanların |
|
27 | لَا |
|
|
28 | يَشْكُرُونَ | şükretmezler |
|
Konu, tekrar savaşa dönmüştür. 216. ayette, Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı buyurulmuştu. 217’den itibaren boşanma, emzirme vb konular anlatıldı. Çünkü savaşta bir sürü insanlar ölecek, boşanma ve yetimlik durumları gündeme gelecektir.
Bu ayetle ilgili bir rivayet vardır. Bir veba salgını olmuş, İsrailoğulları ölümden korkmuş, ordular halinde oradan çıkmışlar. Bu ayetin onunla ilgili olduğu söyleniyor.
Bazı güvenilir yerlerde de bu ayetin böyle bir olayla alakasının olmadığı, farzı muhal kabilinden olduğu yazılıdır. (Bunlardan biri de Âşûr'dur)
Başka türlü yorumlayanlarda ise hiç bir açıklama yapılmamıştır. Ölüm korkusuyla yurtlarından çıkmış olabilirler ama ölüp dirilme olayının olup olmadığı belli değildir.
Anlatmak istenen mana korkunun ecele faydası olmadığıdır. Bizim sebeplere sarılıp üzerimize düşeni yapmamız lazım.
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ اُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِۖ فَقَالَ لَهُمُ اللّٰهُ مُوتُوا ثُمَّ اَحْيَاهُمْۜ
Hemze istifham harfidir. لَمۡ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تَرَ illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Fail müstetir olup takdiri أنت dir. ٱلَّذِینَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, إِلَى harf-i ceriyle birlikte تَرَ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası خَرَجُوا۟ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur. خَرَجُوا۟ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. مِن دِیَـٰرِ car mecruru خَرَجُوا۟ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمۡ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمۡ mübteda olarak mahallen merfûdur. أُلُوفٌ haber olup lafzen merfûdur. حَذَرَ sebebiyet bildiren mef’ûlün lieclihtir. ٱلۡمَوۡتِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
حَذَرَ ٱلۡمَوۡت "ölümden korktukları için" demektir. Her insanın ölümden korktuğu malumdur. Allahu Teâlâ ölüm korkusunu özellikle burada zikredince, ölüm sebebinin ister veba sebebi ile olsun, ister savaş yüzünden olsun bu hadisede daha fazla bulunduğu anlaşılmış oldu. (Fahreddin er-Razi)
فَ atıf harfidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. لَهُمُ car mecruru قَالَ fiiline müteallıktır. Mekulü’l-kavl cümlesi مُوتُوا۟ ’dur. Fiil نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. اَحْيَا elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Muttasıl zamir هُمۡ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
أَلَمۡ تَرَ [Görmedin mi?] ifadesindeki elif; kınama, yadırgama anlamındaki soru elifidir (elifü’t-tevkîf). Görmek, bilmek anlamındadır. Bakmak, fiili yerinde kullanılmış bu sebeple kendisinden sonra إِلَى edatı getirilmiştir. Ayetin anlamı şöyle takdir edilebilir: “Onlara bakmadın mı?” “Bunu bilmedin mi?” “Şunu işitmedin mi?” Bu sorular da aslında “Şunu bil!”, “Şunu işit!” anlamına gelir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
اِنَّ اللّٰهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ
إِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli اِنَّ ’nin ismidir. لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. Haberi olan ذُو harfle îrab olan beş isimden biridir. Ref alameti و ’dır. فَضۡلٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. عَلَى ٱلنَّاسِ car mecruru فَضۡلٍ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.
وَ atıf harfidir. لَـٰكِنَّ istidrak harfidir. لَـٰكِنَّ harfi, اِنَّ gibi ismini nasb haberini ref eder. Bazı müfessirlere göre, لَـٰكِنَّ de اِنَّ gibi cümleyi tekid eder. لَـٰكِنَّ ’nin ismi أَكۡثَرَ’dır. ٱلنَّاسِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Haberi لَا یَشۡكُرُونَ ’dir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. یَشۡكُرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir.اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ اُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِۖ فَقَالَ لَهُمُ اللّٰهُ مُوتُوا ثُمَّ اَحْيَاهُمْۜ
Ayet isti’naf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. İstifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İnşâ üslubunda gelmiş olmasına rağmen mana itibariyle taaccüb ve takrir kastı taşıdığından terkip, mecaz-ı mürsel mürekkeptir. Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Allah Teâlâ’nın ‘’görmedin mi?’’ uyarısıyla asıl amaç emir ve yasaklarını hatırlatmak ve yüce kudretini muhataba göstermektir.
Has ism-i mevsûlün sılası, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mübteda ve haberden müteşekkil وَهُمۡ أُلُوفٌ cümlesi sıladaki zamirden haldir. Hal cümleleri ıtnâb sanatıdır.
حَذَرَ ٱلۡمَوۡتِ ifadesi az sözle çok anlam ifadesi için gelmiştir.
...فَقَالَ لَهُمُ ٱللَّهُ cümlesi sılaya matuftur. Faide-i haber ibtidaî kelam olan bu cümlenin mekulü’l-kavli, emir üslubunda talebî inşâî isnad olan مُوتُوا۟ cümlesidir.
ثُمَّ أَحۡیَـٰهُمۡۚ cümlesi ise mahzufa matuftur. Takdiri; فماتوا ثمّ أحياهم [öldüler sonra onları diritti]‘dir.
Ayetteki hazifler, muhatabın muhayyilesini canlı tutmaya yarayan îcâz-ı hazif sanatıdır.
[Görmedin mi?] ifadesindeki elif kınama, yadırgama anlamındaki soru elifidir (elifü’t-tevkîf). Görmek, bilmek anlamındadır. Bakmak fiili yerinde kullanılmış, bu sebeple kendisinden sonra إِلَى edatı getirilmiştir. Ayetin anlamı şöyle takdir edilebilir: “Onlara bakmadın mı?” “Bunu bilmedin mi?” “Şunu işitmedin mi?” Bu sorular da aslında “Şunu bil!”, “Şunu işit!” anlamına gelir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
[Görmedin mi?] ifadesi, Ehl-i Kitaptan o sözü edilenlerin hayat hikayelerini ve öncekilerin haberlerini işitenler için bir takrir, açıklayıcı, yerleştirici olup durumlarının ne kadar hayret verici olduğu bu ifade ile gösterilmektedir. Bununla öncekilerin durumunu ne görmüş ne de işitmiş olanlara hitap edilmesi de caizdir. Çünkü bu söz, hayrete düşürme anlamında olmak üzere darbımesel konumunda zikredilmiştir. (Keşşâf)
أَلَمۡ تَر [Görmedin mi] ibaresi ‘’görmüş gibi bilgi sahibi olmadın mı?’’ demektir. Hitap umumidir. Hayret ifadesi olduğu da söylenir. (Safvetü't-tefasir)
أَلَمۡ تَر [Görmedin mi] sorusu hakiki bir soru değildir. Taaccüb, takrir veya inkâr manasındadır. (Âşûr)
ٱلۡمَوۡتِ - أَحۡیَـٰهُمۡۚ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. (Safvetü't-Tefasir)
ٱلۡمَوۡتِ - مُوتُوا۟ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
أُلُوفٌ , cem’i kesret kalıbıdır. On binden fazla sayıyı ifade eder.
Bu cümle cihada teşvik etmek ve ecelin ertelenmeyeceği uyarısını hatırlatmak için gelmiştir. (Âşûr)
فَقالَ لَهُمُ اللَّهُ مُوتُوا ثُمَّ أحْياهُمْ cümlesindeki قالَ [Dedi] sözü yaratma manasında mecazdır ve ölüm hakikidir veya ölümle uyarma manasında ikazdır ve ölüm hakikidir, ya da Allah’ın bazı peygamberlerine vahiy olarak hakiki manada bir sözdür ve ölüm mecazî bir ölümdür. İlk durumda onlarda bir ölüm hali yaratmıştır. Bu hal; kalbin durması, idrak ve hislerin yok olması şeklindedir. Yaratma emrine uyan kişinin hali, amirinden emir alan kişinin hali manasında istiare yapılmıştır. Böylece temsil yoluyla müşebbehün bih’in durumuna delalet eden mürekkep müşebbeh’in hali için kullanılmıştır. Sonra onlara arız olan bu hali ortadan kaldırarak onları hayata döndürmüştür. Bu yüzden başlarına gelen bu hal devam etseydi devamlı bir ölüm hali olacağını anlamışlardır.
İkinci ihtimale göre Allah onlara mahvolmayı göstermiş, ölümün kokusunu almışlar, sonra Allah onları salıvermiş ve diriltmiştir.
Üçüncü ihtimale göre de tahkir ve kötülemek için bir emir vermiş, onları zilletle küçük düşürmüş sonra diriltmiştir. Böylece onlarda cesaret, yiğitlik ruhu yerleşmiştir. (Âşûr)
أَلَمۡ تَرَ hitabı ile ilgili açıklama:
Bil ki "ru'yet" (görme), bazan basiret ve kalbin görüşü manasına gelir ki bu 'bilmek" demektir. Bu aynen, وَاَرِنَا مَنَسِكِنَا [(Ey Rabbimiz!), bize ibadet edeceğimiz yerleri bildir] (Bakara, 128) yani "öğret" ve, لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُۜ [İnsanlar arasında Allah'ın sana bildirdiği, yani öğrettiği şekilde hükmedesin diye..] (Nisa, 105) ayetlerinde olduğu gibidir.
Sonra "ru'yet" (görme) kelimesi, bazan muhatabın önceden bildiği şey hakkında, bazan da bilmediği şey hakkında kullanılır. Mesela birisi başkasına, yeni bir şey bildirmeyi kastederek, "Falanın başına geleni biliyor musun?" der. Bu ifade, "Falanın başına şu geldi" manasında ilk olarak o şeyi haber vermektir. Bu izaha göre, ayetin muhatabı olan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bahsedilen hadiseyi bu ayet ile öğrenmiş olması mümkün olduğu gibi ayetin nüzulünden önce de biliyor olması ve Allahu Teâlâ'nın onun bilgisine uygun olarak bu ayeti indirmiş olması da mümkündür. (Fahreddin er-Razi)
تَرَ fiili iki mef’ûle müteaddi olan fiillerdendir. Tekid ve masdar harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi اَنَّهُمْ ف۪ي كُلِّ وَادٍ يَه۪يمُونَ , faide-i haber inkârî kelamdır. Masdar-ı müevvel, تَرَ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
Kur’ân'da geçen أولم تر ile ألم تر arasındaki fark için, vav harfiyle gelen ta‘bîrin gözle görülen konularda olduğu, diğerinin ise aklî bir düşünceyle delîl çıkarmak konularında kullanıldığı söylenmiştir.
أولم تر ta‘bîrinin, hayâtta misâli çok görülen konularda kullanıldığı da söylenmiştir.
ألم تر ta‘bîrinin de, çok rastlanmayan konularda kullanıldığı söylenmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.329)
اَلَمْ تَرَ ifadesi zahiren istifhâm ise de muhatabı taaccübe sevk eden bir ifadedir. (Fahreddin er-Râzî)
Bu ifade Kur’ânın en azim cümlelerinden biridir. Pek çok kez tekrarlanmıştır. Bundan sonra da acayip, garip, akla-mantığa aykırı şeyler zikredilmiştir. (Muhammed Ebû Mûsâ, Ğâfir Sûresi Belâği Tefsîri, S. 343)
أَلَمۡ تَرَ إِلَى ٱلَّذِینَ tabiri içinde, إِلَى harf-i cerinin muhataplarca "intiha" (son noktayı) bildiren bir edat olabileceği için yer almış olması muhtemeldir. Bu tıpkı, مِنْ فٌلَانِ اِلى فٌلان "falancadan falancaya" ifadesinde olduğu gibidir. Binaenaleyh bu, bir öğretenin öğretmesi ile öğrenen kimseyi, bu öğreten o bilgilere ulaştırmış ve onu o noktaya getirmiş demektir. İşte bu izahtan dolayı, bu ayette إلى harf-i cerinin gelmesi yerindedir. Bunun bir benzeri de, اَلَمْ تَرَ اِلٰى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّۚ [Rabbine bir bakmadın mı? O, gölgeyi nasıl uzatmış] (Furkan, 45) ayetidir. (Fahreddin er-Razi)
ثُمَّ أَحۡیَـٰهُمۡۚ [sonra kendilerini diriltti] sözünde, öldükten sonra Cenâb-ı Hakk'ın onları dirilttiğine delalet etmektedir. Binaenaleyh buna kesin inanmak gerekir.Çünkü diriltme hadd-i zatında mümkündür. Doğru haber de onun meydana geldiğini bildirmektedir. Bu sebeple, onun vuku bulduğuna inanmak gerekir. Diriltmenin mümkün oluşu şunlardır:
اِنَّ اللّٰهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle إِنَّ ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş faide-i haber inkârî kelamdır.
إِنَّ ٱللَّهَ لَذُو فَضۡلٍ عَلَى ٱلنَّاسِ cümlesi ثُمَّ أَحۡیَـٰهُمۡۚ cümlesi için ta’lil konumundadır. (Âşûr)
Bütün celâl ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan اللّٰهُ lafzının ayette müsnedün ileyh olması, O’nun azamet ve kudretini ifade etmenin yanı sıra, telezzüz ve teberrük içindir. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Müsned, veciz söz söyleme usullerinden olan izafet terkibiyle marife olmuştur.
İzafette bu kişinin bu özelliği ile tanındığı, meşhur olduğu ve bu özelliğin onun tabiatı, karakteri haline geldiği manası vardır. (Muhammed Ebu Musa, Ahkâf Suresi Belâgî Tefsiri)
Ayetin son cümlesi وَ ‘la makabline atfedilmiştir. Atıf, cihet-i câmia tezattır.
İstidrak harfi لَـٰكِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
لَـٰكِنَّ , kendisinden sonra gelen cümleye önceki cümlenin hükmüne muhalif bir hüküm kazandırır. Bu yüzden kendisinden önce, sonradan gelecek cümleye muhalif veya mütenakız bir sözün geçmesi lazımdır. (Suyûtî, İtkan c. 2, s.474)
ٱلنَّاسِ ve ٱللَّهَ lafzının tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
أَكۡثَرَ ٱلنَّاسِ ibaresi Kur'an'da 20 yerde, üç konuda gelmiştir. İnsanların çoğu bilmezler (11 kez), şükretmezler (3 kez), iman etmezler (6 kez).
لَا یَشۡكُرُونَ kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
"Ey iman edenler!" şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut - Belagat)
ٱلنَّاسِ [insanlar] ın zamirle değil de zahir isimle zikredilmesi, bu nankörlük halinin pek çirkin olduğunu belirtmek içindir. (Ebüssuûd)وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Fiil cümlesidir. Ayet mukadder bir cümleye وَ atıf harfiyle matuftur. Takdiri; لا تفروا وقاتلوا أعداءكم (Kaçmayın ve düşmanlarınızla savaşın) şeklindedir. قَـٰتِلُوا۟ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. فِی سَبِیلِ car mecruru قَـٰتِلُوا۟ fiiline müteallıktır. ٱللَّهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. ٱعۡلَمُوۤا۟ fiili نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَنّ ve masdar-ı müevvel, اعْلَمُٓوا fiilinin iki mef’ûlu yerinde olup mahallen mansubtur. اَنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb, haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli اَنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubtur. سَمِیعٌ haberdir. عَلِیمࣱ ise ikinci haberdir.وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ
وَ , mukadder istînâfa atıftır. Takdiri; لا تفرّوا من الموت كما هرب بعضهم فلم ينفعهم ذلك، بل اثبتوا وقاتلوا (Bazılarının yaptığı gibi ölümden kaçmayın ki bu onlara fayda etmemiştir. Aksine sabit durun ve savaşın) olabilir. (Celaleyn tefsiri haşiyesi ve Mahmut Sâfî) Veya ...فأطيعوا وقاتلوا (İtaat edin ve savaşın) şeklindedir.
Cümle, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle, bütün kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlin zikrinde tecrîd sanatı vardır.
سَبِیلِ ٱللَّهِ izafetinde lafza-i celâle muzâf olan سَبِیلِ kelimesi şeref kazanmıştır.
سَبِیلِ ٱللَّهِ [Allah’ın yolu] ibaresinde tasrîhî istiâre vardır. سَبِیلِ kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müsteârun leh) hazfedilmiş, müsteârun minh olan yol zikredilmiştir.
فِی سَبِیلِ ٱللَّهِ ibaresinde فِی harfi de إلى harfi yerine istiare edilmiştir. Allah’ın dini, mazruf yerine konmuştur. Bilindiği gibi فِی harfinde zarfiyet manası vardır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
[Allah yolunda savaşın.] Bu hitabın, önceden Allah Teâlâ’nın ölmüş olup sonra dirilttiği kişilere hitap olduğunu rivayet edilmişti. Bir görüşe göre bu, Hz. Peygamber aleyhisselâm çağında yaşayan ashaba ve onlardan sonra gelenlere hitaptır. Birinci görüşe göre bu ayetin başında “Onlara dedi ki” şeklinde takdiri bir ifade vardır ve bu ifade “sonra onları diriltti” ifadesine atfedilmiştir. “Allah yolunda” yani ‘’Allah’ın dinini yüceltmek için savaşınız.’’ Rivayete göre Hz. Peygamber aleyhisselâma: “Bazı insanlar ganimet elde etmek için, bazıları nam kazanmak için, bazı insanlar da namı duyulsun ve kim olduğu bilinsin diye savaşırlar.” dediler. O da “Her kim Allah’ın dini yücelsin diye savaşırsa işte o Allah yolunda savaşmış olur.” buyurdu. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Bu ayette iltifat sanatı vardır. Üçüncü şahıstan muhatap üslubuna dönülmüştür. Konunun önemine dikkat çeken sanatlardan biridir.
Savaşa giden kişiler normal zamanda sevap kazanmadıkları acıkmak, susamak, yorulmak gibi durumlarında da sevap kazanırlar. Seferde oldukları müddetçe beşer olarak yaşadıkları her durum onlar için bir sevap kapısıdır.
فِی سَبِیلِ ٱللَّهِ [Allah yolunda] tabirindeki "sebil", yol demektir. İbadetler, insanlar kendisine sülûk ettiği ve onlara girdikleri için Allah'a ulaştıklarından dolayı, "yol" diye isimlendirilmiştir. Cihadın gayesinin, dinin güçlendirilmesi olduğu malumdur. Bu sebeple cihad da bir ibadettir. Bundan dolayı muhakkak ki mücahid, Allah yolunda savaşan kimsedir. (Fahreddin er-Razi)
وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Cümle وَ ’la önceki cümleye atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. İki cümle arasında inşâî olmak bakımından ittifak vardır.
أَنّ ile tekid edilmiş, isme isnad olan masdar tevilindeki أَنَّ ٱللَّهَ سَمِیعٌ عَلِیمࣱ cümlesi ٱعۡلَمُوۤا۟ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Sübut ifade eder. Faide-i haber talebî kelamdır.
Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır.
Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekit için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak, ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması dolayısıyla, Allah lafzında tecrîd sanatı vardır. Müsnedin ileyhin tüm esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafza-i celâlle marife olması tazim, telezzüz, teberrük ve ikaz içindir.
سَمِیعٌ ,عَلِیمࣱ sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğu, bu sıfatların bir benzerinin olmadığı anlamına gelir. Aralarında vav olmaması, Allah Teâlâ’da ikisinin de birlikte mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Her ikisi de mübalağa kalıplarındandır. Aralarında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır.
ٱعۡلَمُوۤا - عَلِیمࣱ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Bu cümlede gereken karşılığı verir anlamı kastedilmiştir. Lazım-melzum alakasıyla mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
[Bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.] Yani “Ölümden kurtulmamız için diyarımızdan çıkalım.” diyenler gibi demeyin, onların kalplerinde sakladıkları kaçarak kurtulma fikrini akıllarınıza getirmeyin, çünkü Allah söylenenleri de söylenmeyip gizlenenleri de duyar. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Cenab-ı Hakk'ın zahirî ve batinî bütün bilgileri kuşatan ilmini hatırlatarak, savaşı terk etmemeleri konusunda uyarmış ve savaşa teşvik etmiştir. Burada önemine binaen alîm vasfından daha hususi olan semî’ vasfı takdim edilmiştir. Çünkü Allah yolunda yapılan savaşta ordunun gürültüsü, silahların şıngırtısı ve silahların çınlaması, atların kişnemesi gibi işitilebilir hususlar çoktur. Daha sonra alîm vasfı zikredildi. Alîm ismi bilinen her şeyi kapsar. Bu bilgiler arasında kişinin kendisinde korku yaratan düşünceleri, savaşa gitmek yerine evde kalmayı güzel görmesi gibi durumlar da vardır. Dolayısıyla bu ifadede vaad ve vaid ile tariz vardır. Cümlenin ٱعۡلَمُوۤا۟ şeklinde başlaması sarih mananın ve tarizin ihtiva ettiği şeye tenbih içindir. (Âşûr)
İnsanlar savaştan niye korkuyor? Ölmekten, yaralanmaktan, sıkıntıdan vs. Allah iyi işitir ve iyi bilir. Allah sizin davranışlarınızı görür ve karşılığını, mükâfatını verir.
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُٓ اَضْعَافاً كَـث۪يرَةًۜ وَاللّٰهُ يَقْبِضُ وَيَبْصُۣطُۖ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَنْ | kimdir |
|
2 | ذَا |
|
|
3 | الَّذِي | o kimse |
|
4 | يُقْرِضُ | borç olarak verecek |
|
5 | اللَّهَ | Allah’a |
|
6 | قَرْضًا | bir borcu |
|
7 | حَسَنًا | güzel |
|
8 | فَيُضَاعِفَهُ | arttırması karşılığnda |
|
9 | لَهُ | ona |
|
10 | أَضْعَافًا | fazlasıyla |
|
11 | كَثِيرَةً | kat kat |
|
12 | وَاللَّهُ | Allah |
|
13 | يَقْبِضُ | (rızkı) kısar da |
|
14 | وَيَبْسُطُ | açar da |
|
15 | وَإِلَيْهِ | ve hep O’na |
|
16 | تُرْجَعُونَ | döndürüleceksiniz |
|
Beseta بسط :
بَسْطُ الشَّيْء ifadesi birşeyi yaymak ve genişletmektir. بَساطٌ sözcüğü geniş arazidir. Kuran-ı Kerim'de de geçen el/avuç uzatmak tabiri ( بَسْطُ الْيَد/بَسْطُ الْكَفّ ) bazen talep etme anlamında, bazen alma anlamında, bazen birinin üzerine saldırma ve vurma anlamında bazense ihsanda bulunup bahşetme anlamında kullanılmıştır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 25 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan şekilleri Bâsid (Esmaul Husna), basit (kolay) ve pusattır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُٓ اَضْعَافاً كَـث۪يرَةًۜ
مَنْ istifham ismidir. Mübteda olarak mahallen merfûdur. ذَا işaret ismi sükun üzere mebni, haber olarak mahallen merfûdur. ٱلَّذِی müfret müzekker has ism-i mevsûl, ذَا ’nın sıfatı olarak mahallen merfûdur. Veya ondan bedeldir. İsm-i mevsûlun sılası یُقۡرِضُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. یُقۡرِضُ muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. ٱللَّهَ lafza-i celâli, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. قَرۡضًا mef’ûlun mutlak olup fetha ile mansubtur. حَسَنࣰا kelimesi قَرۡضًا ’ın sıfatıdır.
فَ fâ-i sebebiyyedir. Muzariyi gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çevirir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, kelamın öncesinden anlaşılan masdara matuftur. Takdiri; أثمة قرض لله فمضاعفة منه لكم؟ (Allaha verilen borç sizin için kat kat yapılır mı) şeklindedir. لَهُۥۤ car mecruru یُضَـٰعِفَ fiiline müteallıktır. أَضۡعَافࣰا kelimesi یُضَـٰعِفَهُ fiilindeki هُ zamirinden haldir. Veya fiilin mef’ûlu mutlakıdır. كَثِیرَةࣰ ise أَضۡعَافࣰا ’in sıfatı olup mansubtur.
وَاللّٰهُ يَقْبِضُ وَيَبْصُۣطُۖ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur. یَقۡبِضُ fiili haber olarak mahallen merfûdur. یَبۡصُۜطُ fiili atıf harfi وَ ’la یَقۡبِضُ ’ye matuftur. وَ atıf harfidir. إِلَیۡهِ car mecruru تُرۡجَعُونَ fiiline müteallıktır. تُرۡجَعُونَ meçhul muzari fiildir. نَ ’un sübutuyla merfûdur. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُٓ اَضْعَافاً كَـث۪يرَةًۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayet, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Fakat cümle gerçek anlamda soru manası taşımamaktadır. Sorunun asıl maksadı teşviktir. Bu nedenle vaz edildiği anlamın dışında mana ifade ettiği için mecâz-ı mürsel mürekkeptir.
Niçin bu ifade bir soru şeklinde varid olmuştur?" denirse, biz şöyle deriz: "İstifham üslubu, bir şeyi yapmaya teşvik hususunda, açık bir emirden daha tesirlidir..." (Fahreddin er-Razi)
Bakara 243. ayet [ ألَمْ تَرَ إلى الَّذِينَ خَرَجُوا مِن دِيارِهِمْ] ile Bakara 246. ayet [ألَمْ تَرَ إلى المَلَأِ مِن بَنِي إسْرائِيلَ] arasına giren itiraz cümlesidir. Ayetle hak yolunda Allah rızası için infak etmeye teşvik etmek kastedilmiştir. (Âşûr)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Onun soru sorup cevap beklemesi muhal olduğundan soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Ayrıca lafza-i celâlin zikrinde tecrîd sanatı vardır.
İşaret ismi ذَا ’nın haber olması işaret edilenin önemini belirtir. Has ism-i mevsûl sıfattır. Anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâbtır.
Sıla cümlesi, muzari fiil sıygasında mef’ûlü mutlakla tekid edilmiş, faide-i haber talebî kelamdır. Müsnedin muzari fiil olması hudûs ve teceddüt ifade eder. Allah’a borç vermenin bir kereye mahsus olmadığı, tekrarlanması gerektiği anlaşılmaktadır.
İsm-i mevsûlde tevcih vardır.
... فَیُضَـٰعِفَهُۥ لَهُۥۤ cümlesine dahil olan فَ sebebiyyedir. Gizli أنْ ve masdar-ı müevvel istifhamın cevabı yerindedir. أَضۡعَافࣰا haldir veya mahzuf mef’ûlü mutlaktan naibtir.
یُقۡرِضُ - قَرۡضًا ve یُضَـٰعِفَهُۥ - أَضۡعَافࣰا kelime grupları arasında iştikak cinası ve redd’ül-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
[Allah’a güzel bir borç verecek kimdir?] Önceki ayette Cenâb-ı Hak, Allah yolunda savaşmayı emretmişti. Bunun için de mala ihtiyaç vardır. İşte bu ayette de Allah Teâlâ savaşa gidenlerin hazırlıklarının tamamlanması için müminleri sadaka vermeye teşvik etmektedir. مَّن [Kimdir?] Aslında emir anlamında bir sorudur. ذَا ismi borç veren kişiye işarettir ve مَّن edatıyla ref edilmiştir. Yani “Borç verecek kimdir?” ٱلَّذِی kelimes ذَا kelimesinin sıfatıdır. قَرۡض gerçek anlamda kullanıldığında bedeli daha sonradan iade edilmek üzere tutulan mal anlamına gelir. Bu tür malın (aslında kesmek anlamındaki) karz kelimesi ile isimlendirilmesinin sebebi, kişinin onu kendi malından kesip veriyor olmasıdır.
Nitekim, makas anlamına gelen, المِكْرَاضُ kelimesi ve helak oldular anlamına, اِنْقَرَضَ القَومُ tabiri bu köktendir. Çünkü bir kavim helak olduğu zaman, onların izi silinir, soyları kesilir. Bir kimse borç verdiğinde, bundan murad onun malından veya amelinden karşılığını göreceği bir kısmını kesip ayırmış olmasıdır. قَرۡضًا lafzı, bir görüşe göre burada mecazdır. Çünkü قَرۡضًا , insanın mislinin kendine dönmesi için verdiği şeydir. Burada Allah yolunda infakta bulunan kimse, malının sevabı kendisine dönsün diye infak etmektedir. Fakat, bu infak ile borç verme arasında birçok bakımdan farklılık görülmüştür:
* Karzı, ancak fakirliğinden ötürü ona muhtaç olan kimse alır. Bu Cenâb-ı Allah hakkında düşünülemez.
* Mûtad olan, borcun bedeli ancak misliyle ödenir. Bu infakta ise, karşılık kat kattır..
* Borç alanın aldığı mal, o kimsenin mülkü değildir. Burada ise Allah'a borç verilen, Allah yolunda infak edilen mal Allah'ın mülküdür. Aralarında böyle farklar olduğu halde, Cenab-ı Allah infakı قَرۡضًا olarak isimlendirmiştir. Bundaki hikmet, karzın ödenmesinin vacib olup, ödememenin caiz olmaması gibi, bu infakın Allah katında boşa gitmeyeceğine dikkat çekmedir. Bundan dolayı, bu infaktan dolayı hak edilen sevap, mükellefe mutlaka ulaşacaktır. (Fahreddin er-Razi)
حَسَنࣰا [İyi bir şekilde] ifadesi güzel bir şekilde demektir. Bu kelime borcun sıfatıdır. Bu ayette borçtan kasıt malının bir kısmını kesmesi ve onu Allah rızasına ulaşmak ve sevabına kavuşmak için fakire vermesidir. Abdullah b. Abbas’a göre buradaki حَسَنࣰا [güzel] ifadesi yaptığı iyiliği hemen, gizli bir şekilde yapması ve küçük görmesidir. Bir görüşe göre fakirlerin başına kakmaması ve onlara eziyet etmemesidir.
أَضۡعَافࣰا كَثِیرَةࣰۚ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ezherî şöyle demiştir: Arap lisanında ضِعْف kelimesi benzer ve daha fazlası için kullanılır. Yoksa sadece iki kat için kullanılmaz. Bilakis Arap lisanında iki veya üç katı kastedilebilir. Çünkü bu kelime aslında sınırsız fazlalığa delalet eder. En azı ise bir kattır. En fazlası sınırsızdır. Allah Teâlâ burada “kat kat fazlası” buyurmuştur. Buradaki كَثِیرَةࣰۚ [çok] ifadesi hesaplama konusundaki bütün vehim ve şüpheleri gidermektedir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
یُضَـٰعِفَ kelimesinin kökü ضعف olup kuvvetin zıttıdır. Zayıf, zaaf ve zafiyet kelimeleri dilimize buradan geçmiştir. ضِعْف sözcüğü tıpkı yarım ve eş sözcükleri gibi birinin varlığı zorunlu olarak diğerinin varlığını gerektiren sözcüklerdendir. Bu sözcük, birbirine eşit iki miktarın birleşmesi anlamına gelir. Bu sadece sayılarda kullanılır. Misil, kat demektir.
Kisaî der ki: Karz, ödünç olarak verdiğin (ya da; önceden işlediğin) iyi ya da kötü ameldir. Kelime asıl anlamı itibariyle kesmek demektir. (Makas anlamına gelen) المقراض da burdan gelmektedir. Karşılığını vermek üzere malından bir parça kesip vermek anlamında إقراض tabiri kullanılır. Bir kavmin إنقراض ‘ı demek, onların köklerinin kesilip helak olmaları demektir.
Burada karz isimdir. Eğer böyle olmasaydı, burada (karz denilmeyip) إقراض denmesi gerekirdi. Bu ayet-i kerimede karzın istenmesi, insanların anlayacakları bir şekilde ayetin ifade edilmesi ve alışageldikleri bir üslupla onlara hitap edilmesi içindir. Çünkü yüce Allah Ganî ve Hamîd olandır. Fakat şanı yüce Allah, müminin ahirette sevabını umacağı şeyler karşılığında dünyada iken verdiği şeyleri bir karza (ödünce) benzetmiştir. Nitekim insanların cenneti almaları karşılığında can ve mallarını vermesini de -ileride yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde açıklanacağı üzere (Tevbe, 9/111)- alışverişe benzetmiştir.
Denildiğine göre ayet-i kerimeden maksat fakirlere, ihtiyaç sahiplerine, sadaka vermeye, infakta bulunmaya ve Allah yolunda dinin zaferi için infakta bulunmaya teşvik etmektir. Şanı yüce Allah sadaka vermeyi teşvik etmek üzere her türlü ihtiyaçtan münezzeh ve yüce zatını kinaye yoluyla fakir gibi göstermiştir. Nitekim her türlü eksiklik ve acılardan takdis edilmiş bulunan yüce olan zatını da hasta, aç ve susuz diye kinaye yoluyla ifade etmiştir. (Kurtubî)
وَاللّٰهُ يَقْبِضُ وَيَبْصُۣطُۖ
وَ istînâfiyyedir. Mübteda ve haberden müteşekkil cümle, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin tüm esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve ikaz içindir.
Mütekellimin Allah Teâlâ olduğu bu cümlede de ٱللَّهُ isminin zikrinde tecrîd sanatı vardır.
Müsnedin muzari fiil cümlesi olması hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve medih makamı söz konusu olduğundan istimrar ifade eder.
یَبۡصُۜطُ , haber cümlesi یَقۡبِضُ ‘ya matuftur.
قَرۡضًا - یَبۡصُۜطُ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
یَقۡبِضُ kelimesinin kökü قبض avucun tümüyle bir şeyi almak demektir. Bir kimsenin infak etmekten geri durmasına da قبض [eli sıkı olmak] denir. Kabz, ölümden kinaye olarak da kullanılır. Türkçe’de kullanılan makbuz (tutulan şey), kabza, kabzetmek, kabız kelimeleri bu köktendir.
یَبۡصُۜطُ ’nun kökü بصط olup; yaydı, genişletti demektir. Kabzın zıttı olarak gelmiştir. باصط; genişletilmiş, düzeltilmiş, düz, engelsiz, yalın demektir.
[Darlık veren de bolluk veren de Allah’tır.] Böylece borç vermeyi onlar için kolay hale getirmiştir. Kullarına verdiği rızkı daraltan da genişleten de Allah’tır. Kul bunu bildiği zaman sadaka vermek ona zor gelmez. Çünkü ona bu geniş rızkı veren Allah’tır. Dolayısıyla Allah kuldan kendisinin verdiği şeyi istemektedir. Kul da, dünyada verdiğini ahirette alacaktır. Bu ayetle ilgili şöyle bir görüş vardır: Sadaka verdiğinizde malınızın azalacağından endişelenmeyin ve sadaka vermediğinizde malınızın çoğalacağını sanmayın. Malı genişleten de daraltan da Allah’tır. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
Burada kastedilen, hediye ve sadaka almak, sevabı ve mükâfatı çoğaltmak olabilir. Belki de kastedilen; ruhları hayır için yakalamak ve hayır yolunda serbest bırakmaktır. Allah yolunda infak edene zenginlik vermekten, cimri olana ise az vermekten tariz vardır. (Âşûr)
وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Cümle وَ ile öncesine atfedilmiştir. Muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Fiil meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir.
Ayrıca muzari fiilin tecessüm özelliği muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek konuyu iyice kavramasına yardımcı olur.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrurun amiline takdimi kasr ifade etmiştir. Takdim kasrında, takdim edilen her zaman maksûrun aleyh, tehir edilen ise maksûrdur. إِلَیۡهِ mevsuf / maksûrun aleyh, تُرۡجَعُونَ sıfat /maksûr olduğu için, kasr-ı sıfat ale’l mevsuftur. Yani başka kimseye değil, sadece ve sadece ona döndürüleceksiniz. Bu da şirk inancını iptal eder.
اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ [O'na döndürüleceksiniz] sözü, lafzen sarih olarak Allah'a dönüşe delalet eder, bunun yanında söylenmemiş bu sarih delalet başka bir delaleti de kapsar, bu da hesap, sevap ve cezadır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, c. 4, Zuhruf/85, S. 370) Buna da lazım - melzum alakasıyla mecaz-ı mürsel denir.
Bu cümlede Allah rızası için harcayanların ahiretteki mükâfatlarından, ahirette onlar için hazırlanan şeylerin, bu dünyada vaat edilen hayırdan daha büyük olduğunu hatırlatma ve tenbih vardır. İnfak etme konusunda cimri olan, Allah yolunda harcamaktan çekinenlerin pek çok şeyden mahrum olduğuna da tariz vardır. (Âşûr)
Hâfizû emri, ortaklık ifade eden bir babtan getirilmiştir. Bu; karşılıklı koruma ifade eder. Karşılıklı koruma, namaz kılan kimseyle namaz arasında olur. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Namazının seni koruması için, sen de namazına devam et!" Bil ki namazın, namaz kılan kimseyi koruması şu üç şekilde olur:
1) Namaz, insanı günahlardan korur.
2) Namaz insanı, bela ve sıkıntılardan korur.
3) Namaz, namaz kılan kimseyi korur ve ona şefaat eder.
Bu fiil mufâale babı olarak Kur’an’da sadece dört yerde geçmekte ve bu dört yerde de namaz için kullanılmaktadır.
Bu fiilin mübalağa ifade ettiği manasına göre de namazların mükemmel bir şekilde kılınmasını ifade eder.
Taşındığımız yeni evde, kalacağım odanın dolaplarını temizlerken, sayfaları solmuş yazılarla dolu bir defter buldum. Filmlerdeki gibi romantik bir hikayeye tanık olacağım heyecanıyla karıştırdım. Fakat defterdeki yazıların, uzaktan veya yakından romantiklikle alakası yoktu. Bir kişinin kendisine yazdığı mektuplardan ibaretti. Kenara koyacakken gözüme çarpan bir cümleyle irkildim ve bırakamayıp devamını okudum:
“Ölüm anında dert etmeyeceğin şeyi, dert etme. Derdim diye sahiplenme. Gittiğin her yere peşinden sürükleme. Gelip geçeceklere, zamanını harcama. Uğrayıp gidecekleri, ısrarla yatılıya çağırma.
Son nefesinde gönlünde olmasını isteyeceklerine yaklaş. Son sözlerinin ne olmasını istiyorsan, öyle yaşa. Gönlüne ve diline yerleştiklerinden emin ol ki, son anında yanında olmaya koşsunlar.
Her dünya derdinde, sor kendine: ölüm anında dert edeceğim bir mesele mi? Cevabınla, zahmetteki rahmetin ve zorluktaki kolaylığın tadını çıkar. Onlardan toparladığın gücünle imtihanının karşısına yeniden çık ve de ki:
Ölümü ve hayatı yaratan Rabbime sığındım. Bu hayatı en hayırlı şekilde yaşamaya ve kul olarak Rabbimin rızasını nasıl kazanırım demeye geldim. Ölüm anında derdim olmayacak kişi ve meselelerle zihnimi ve kalbimi meşgul etmekten yine Rabbime sığınırım.
Allahım! Her şeyin hayırlısını ver; hayatın ve ölümün. Her halimizde yoldaşımız olmasını umduğumuz namazlarımızı ve diğer ibadetlerimizi kabul et. Kusurlarımızı ört ve affet. Rabbim yar ve yardımcımız ol. Aldığı her nefesin kıymetini bilenlerden ve öyle yaşayanlardan olmamızı nasip et.” ()
Zeynep Poyraz @zeynokoloji