اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي حَٓاجَّ اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ اِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۙ قَالَ اَنَا۬ اُحْـي۪ وَاُم۪يتُۜ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَأْت۪ي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَلَمْ |
|
|
2 | تَرَ | görmedin mi? |
|
3 | إِلَى |
|
|
4 | الَّذِي | kimseyi |
|
5 | حَاجَّ | tartışan |
|
6 | إِبْرَاهِيمَ | İbrahim’le |
|
7 | فِي | hakkında |
|
8 | رَبِّهِ | Rabbi |
|
9 | أَنْ | diye |
|
10 | اتَاهُ | kendisine verdi |
|
11 | اللَّهُ | Allah |
|
12 | الْمُلْكَ | hükümdarlık |
|
13 | إِذْ | zaman |
|
14 | قَالَ | dediği |
|
15 | إِبْرَاهِيمُ | İbrahim |
|
16 | رَبِّيَ | benim Rabbim |
|
17 | الَّذِي | ki |
|
18 | يُحْيِي | yaşatır |
|
19 | وَيُمِيتُ | ve öldürür |
|
20 | قَالَ | dedi |
|
21 | أَنَا | ben de |
|
22 | أُحْيِي | yaşatır |
|
23 | وَأُمِيتُ | ve öldürürüm |
|
24 | قَالَ | dedi ki |
|
25 | إِبْرَاهِيمُ | İbrahim |
|
26 | فَإِنَّ | şüphesiz |
|
27 | اللَّهَ | Allah |
|
28 | يَأْتِي | getirir |
|
29 | بِالشَّمْسِ | güneşi |
|
30 | مِنَ | -dan |
|
31 | الْمَشْرِقِ | doğu- |
|
32 | فَأْتِ | sen de getir |
|
33 | بِهَا | onu |
|
34 | مِنَ | -dan |
|
35 | الْمَغْرِبِ | batı- |
|
36 | فَبُهِتَ | şaşırıp kaldı |
|
37 | الَّذِي | kimse (o adam) |
|
38 | كَفَرَ | inkar eden |
|
39 | وَاللَّهُ | Allah |
|
40 | لَا |
|
|
41 | يَهْدِي | doğru yola iletmez |
|
42 | الْقَوْمَ | toplumu |
|
43 | الظَّالِمِينَ | zalim |
|
Bir önceki sayfada ayetel kürsiyi okuduk. Bununla tevhidi öğrendik ve sayfa sonunda tevhid sebebiyle oluşan sağlam bağdan bahsedildi. Şimdi o sağlam bağın ilk örneğini görüyoruz.Hz. İbrahim ve Nemrud. Nemrud adını Kur’ân vermiyor. Çünkü her dönemin hayatı ve ölümü kendisinin verdiğini sanan farklı Nemrudları var.
Ayetel kürsi de geçen Hayy isminin de örnek çalışması gibidir ayet. Sadece Allahın Hayy oldugunu bilen biri Nemrud un karşısında böyle dik durabilir, ona böyle sorular sorabilir ve onun tarafından öldürülmekten endişe etmezdi.
Şeraqa شرق :
شَرَقَتِ الشَّمْسُ güneş doğdu demektir. Mastarı شُرُوقٌ şeklinde gelir. أشْرَقَتِ الشَّمْسُ ise güneş parladı ve ışık saçtı manasına gelir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 17 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan şekilleri şark, işrak, maşrık ve müsteşriktir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي حَٓاجَّ اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ اِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۙ
Hemze istifham harfidir. لَمۡ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تَرَ illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Fail müstetir olup takdiri أنت dir.
تَرَ fiili iki mef’ûle müteaddi olan fiillerdendir. Tekid ve masdar harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi اَنَّهُمْ ف۪ي كُلِّ وَادٍ يَه۪يمُونَ , faide-i haber inkârî kelamdır. Masdar-ı müevvel, تَرَ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
Kur’ân'da geçen أولم تر ile ألم تر arasındaki fark için, vav harfiyle gelen ta‘bîrin gözle görülen konularda olduğu, diğerinin ise aklî bir düşünceyle delîl çıkarmak konularında kullanıldığı söylenmiştir.
أولم تر ta‘bîrinin, hayâtta misâli çok görülen konularda kullanıldığı da söylenmiştir.
ألم تر ta‘bîrinin de, çok rastlanmayan konularda kullanıldığı söylenmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.329)
اَلَمْ تَرَ ifadesi zahiren istifhâm ise de muhatabı taaccübe sevk eden bir ifadedir. (Fahreddin er-Râzî)
Bu ifade Kur’ânın en azim cümlelerinden biridir. Pek çok kez tekrarlanmıştır. Bundan sonra da acayip, garip, akla-mantığa aykırı şeyler zikredilmiştir. (Muhammed Ebû Mûsâ, Ğâfir Sûresi Belâği Tefsîri, S. 343)
الَّذ۪ي şeklindeki müfret müzekker has ism-i mevsûl, إِلَى harfi ceriyle birlikte تَرَ fiiline müteallıktır. Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri; إلى قصة الذي حاج (Tartışanların kıssasına kadar) şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası حَٓاجَّ ‘dir. Îrabtan mahalli yoktur.
حَٓاجَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. اِبْرٰه۪يمَ mef’ûlun bihtir. ف۪ي رَبِّ car mecruru حَٓاجَّ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ٓ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَنْ ve masdar-ı müevvel, mahzuf لِ harfi ceri dolayısıyla cer mahallindedir. Takdiri; لأن آتاه الله şeklindedir. Mef’ûlun lieclih manasıyla حَٓاجَّ fiiline müteallıktır. اٰتٰي elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. الْمُلْكَ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
اِذْ قَال ِifadesi َ حَٓاجَّ fiili ile mansubdur. İkinci yorum, yani “Allah kendisine hükümranlık verdiğinde tartıştı” manası tercih edilirse, o zaman bu ifade ُاٰتٰيهُ ifadesinden bedeldir. (Keşşâf)
حَٓاجَّ [Tartışmaya giren…] Mücadele eden, münazara yapan demektir. ف۪ي رَبِّه۪ٓ [Rabbi hakkında] yani ‘’Allah’ın rab olmasına muhalefet ederek’’ demektir. Buradaki zamirin Hz. İbrahim’e de, onunla الَّذ۪ي حَٓاجَّ [tartışmaya giren] kişiye de ait olması caizdir. Çünkü Allah, ikisinin de bütün mahlukatın da Rabbidir. Hz. İbrahim ile الَّذ۪ي حَٓاجَّ [tartışmaya giren] Nemrûd b. Ken‘ân b. Senhârîb b. Nemrûd b. Kûş b. Sâm b. Nûh’tur. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ [Allah ona hükümdarlık vermişti.] Yani o, Allah Teâlâ kendisine hükümdarlık verdi diye böyle yapıyordu. [Yani Allah’ın verdiği hükümdarlık kendisine bu cüreti sağlıyordu.] Buradaki zamir Hz. İbrahim ile tartışan Nemrut'a aittir. Yani Allah ona ziyadesiyle mal-mülk, geniş imkânlar ve bütün dünyayı kapsayan tam bir hakimiyet nasip etmişti.
Huzeyfe şöyle demiştir: Buradaki zamir Hz. İbrahim’e aittir. Çünkü [esas] mülk, ilahi emir ve nehyin tatbik ediliyor olmasıdır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
اِذْ zaman zarfı حَٓاجَّ fiiline müteallıktır. قَالَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اِبْرٰه۪يمُ kelimesi قَالَ fiilinin failidir. Mekulü’l-kavl, رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْي۪’dir. قَالَ fiilinin mef‘ûlün bihi olarak mahallen mansubtur. رَبِّيَ mübtedadır. Müfret müzekker has ism-i mevsûl olan الَّذ۪ي , haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يُحْي۪ وَيُم۪يتُ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur. يُحْي۪ fiili, ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. يُم۪يتُ fiili atıf harfi وَ ’la يُحْي۪ ’ye matuftur.
قَالَ اَنَا۬ اُحْـي۪ وَاُم۪يتُۜ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَأْت۪ي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Mekulü’l-kavl, اَنَا۬ اُحْي۪ وَاُم۪يتُۜ cümlesidir. Munfasıl zamir اَنَا۬ mübteda olarak mahallen merfûdur. اُحْي۪ fiili haber olarak mahallen merfûdur. Faili müstetir olup takdiri اَنَا۬ ’dir. اُم۪يتُ fiili atıf harfi وَ’la اُحْي۪ ‘ye matuftur. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اِبْرٰه۪يمُ kelimesi قَالَ fiilinin failidir.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; إن زعمت أنّك قادر فإن الله şeklindedir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. ٱللَّهَ lafza-i celâli إِنَّ ’nin ismidir. يَأْت۪ي fiili إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. بِالشَّمْسِ car mecruru يَأْت۪ي fiiline müteallıktır. مِنَ الْمَشْرِقِ car mecruru يَأْت۪ي fiiline müteallıktır.
Mukadder şartın cevabı فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ ’dir. أْتِ illet harfinin hazfi ile mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت dir. بِهَا car mecruru فَأْتِ fiiline müteallıktır. مِنَ الْمَغْرِبِ car mecruru aynı şekilde أْتِ fiiline müteallıktır.
فَ atıf harfidir. بُهِتَ meçhul mazi fiildir. Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي , fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
بَهَتَهُ onu şaşırttı demektir. Bühtan ise insanı şaşırtacak derecedeki yalana denir. Yani bu ifade: “Kâfir bu apaçık delil karşısında diyecek bir şey bulamadı, tıkanıp kaldı.” anlamına gelir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۚ
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي حَٓاجَّ اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ اِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۙ
Ayet isti’naf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. İstifhamı inkâri üslubunda talebî inşâî isnaddır. İnşâ üslubunda gelmiş olmasına rağmen mana itibariyle taaccüb ve takrir kastı taşıdığından terkip mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Allah Teâlâ’nın, اَلَمْ تَرَ [görmedin mi] uyarısıyla asıl amaç emir ve yasaklarını hatırlatmak ve yüce kudretini muhataba göstermektir.
Has ism-i mevsûlün müphem yapısı nedeniyle her zaman ihtiyaç duyduğu sılası, hudûs ve hükmü takviye ifade eden mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam şeklinde gelmiştir. Mevsûllerde tevcîh sanatı vardır.
Şayet “Allah’ın kâfire hükümranlık vermesi nasıl mümkün olabilir?” dersen, şöyle derim: Bu konuda iki görüş vardır. İlk görüşe göre: Allah Teâlâ ona galibiyet ve saltanat kurmasını sağlayacak mal, hizmetçiler, takipçiler bahşeder, fakat saltanat ve hakimiyetin bizzat kendisini vermez. Diğer görüşe göre ise; Allah onu imtihan etmek için kendisine hükümranlık vermiştir. (Keşşâf)
Masdar harfi اَنْ ’in dahil olduğu اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ cümlesi mazi fiil sıygasıyla faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümle masdar teviliyle mef’ûlün lieclihtir. Takdir edilen ل harf-i ceri ile birlikten حَٓاجَّ nfiiline müteallıktır. Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle gelmesi telezzüz ve teberrük içindir.
Mukadder ta’lil lamında istiare vardır. ل kendi dışında bir mana için kullanıldığından istiare-i tebeiyyedir. Bu istiare tehekküm içindir. وتَجْعَلُونَ رِزْقَكم أنَّكم تُكَذِّبُونَ [ve Allah’ın verdiği rızka O’nu yalanlayarak mı şükrediyorsunuz?] (Vâkıa/82) ayetinde olduğu gibi küfür şükür yerine konmuştur. (Âşur)
Allah (cc), hükümdarlık verdi diye ya da hükümdarlık verdiği için bu nimet o şahsı şımartmış ve onu bu haksız tartışmaya sevketmiştir. Bu, küfrün en çirkin yüzüdür. Çünkü vacib olan şükür yerine Allah (cc) hakkında tartışmaya girmiştir. Nitekim halk dilinde "Ben sana iyilik yaptığım için bana düşmanlık yaptın" denir. Bu ayet-i kerime, Allah'ın (cc) kâfirlere hükümdarlık hakkı vermediğini iddia edenlere karşı bir hüccettir. (Ebüssuûd-Keşşâf)
Zaman zarfı olan قَالَ , اِذْ fiiline muzâf, حَٓاجَّ fiiline müteallıktır. Muzâfun ileyh olan cümlede mekulü’l-kavl, faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsim cümlesi formunda gelerek sübut ifade etmiştir. Müsnedün ileyhin izafetle gelmesi az sözle çok anlam ifade etme amacına matuftur.
اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ [Rabbi hakkında İbrahim ile tartışan ]buyurulmak suretiyle rab unvanının zikri ve O'nun İbrahim'e ait olan zamire izafesi, İbrahim için bir teşrif (şereflendirme) olup onun bu münakaşada ilahi inayetle destekleneceğine işarettir. (Ebüssuûd- Âşur)
Müsnedin ism-i mevsulle gelmesi de tazim ifadesi içindir. İsm-i mevsûlde tevcîh sanatı vardır. Sıla cümlesinin muzari fiil sıygasında olması hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْي۪ وَيُم۪يتُۙ ibaresi öldürme ve diriltmenin sadece Allah'a mahsus olduğunu ifade eder. Çünkü isim cümlesinde iki taraf da marife olarak gelmiştir. Dolayısıyla kasr manası vardır.
Bu cümlede geçen ‘görmekten’ maksat, insan kalbini görmektir. Soru şeklinde sorulması da karşıdaki kişilerde şaşkınlık oluşturmak amacıyladır. يُحْي۪ وَيُم۪يتُۙ ifadesinde muzari fiilin kullanılması, cümleye teceddüt ve süreklilik anlamı katmıştır. Cümlede öldüren ve hayat verenin yalnız Allah olabileceği vurgusu yapılmıştır. Anlamı şu şekildedir: “Öldüren ve dirilten, sadece bir olan Yüce Allah'tır.” Bu cümlede يُم۪يتُۙ [öldüren] ve يُحْي۪ [dirilten] kelimeleri arasında, söz sanatlarından olan tıbâk sanatı vardır. (Sâbûnî, Safvetü't Tefâsir, a.g.e., I, 308 ve Kur’ân-I Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları / Hasan Uçar)
اَلَمْ تَرَ ibaresi, ‘’gözle görür gibi bilmedin mi?’’ demektir.
حَٓجَّ gitti, haccetti; حَٓاجَّ ise karşı çıktı demektir. İnsan karşı çıkma eylemi sırasında dönüp dönüp kendi fikrini savunur.
[İbrahim ile tartışmaya gireni ( Nemrud’u) görmedin mi?!] Bu ve bundan sonraki ayetlerin önceki ayetler ile irtibatı şöyledir: Önceki ayet-i kerimede Allah Teâlâ [Allah iman edenlerin dostu, velisidir.] (Bakara 2/257) buyurmuştu. Yani Allah Teâlâ’nın Hz. İbrahim’i kâfirle tartışmasında desteklemesi -ve böylece kâfirin afallayıp kalması- gibi. O, dünya hayatında hüccet ve delilleri vasıtasıyla iman edenleri de düşmanlarına karşı destekler. Onların basiretlerini açar ve tâgūtun yani şeytanın verdiği vesveseler kaybolur. اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي [Onu görmedin mi?] Yani görüş ve idrakin ona ulaşmadı mı? Açık bir şekilde görerek anlamaya ve idrak etmeye benzeyen bilgin bu noktaya varmadı mı? Bu ifadenin hakikati şudur: ‘’Sen bu gerçeği bizim haber vermemizle bil, öğren. Çünkü bizim verdiğimiz haber kesin bir bilgi kaynağıdır.’’ الَّذ۪ي حَٓاجَّ [Tartışmaya giren…] Mücadele eden, münazara yapan demektir. ف۪ي رَبِّه۪ٓ [Rabbi hakkında] yani Allah’ın Rab olmasına muhalefet ederek demektir. Buradaki zamirin Hz. İbrahim’e de onunla tartışmaya giren kişiye de dönmesi caizdir. Çünkü Allah, ikisinin de bütün mahlukatın da Rabbidir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
قَالَ اَنَا۬ اُحْـي۪ وَاُم۪يتُۜ
İstînâf cümlesidir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müsbet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mekulü’l-kavl sübut ifade eden isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Bu cümle bir istînâf cümlesi olup gizli bir sualin, yani "o hükümdar ne demiş?" sualinin cevabıdır. (Ebüssuûd)
Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede haberin muzari fiil sıygasıyla gelmesi, hükmü takviye ve teceddüt ifade eder.
اُحْي۪ - اُم۪يتُۜ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
قَالَ اِبْرٰه۪يمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَأْت۪ي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ
İstînâf cümlesidir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müsbet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mekulü’l-kavl mukadder şartın cevabıdır. Takdiri; ...إن زعمت ذلك فإن الله [eğer bunu iddia ediyorsan muhakkak ki Allah] olabilir. Şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. فَ karinesiyle gelmiş cevap cümlesi اِنَّ ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelamdır.
اِنَّ ’nin isminin bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi, muhatabın kalbinde telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlenin haberinin muzari fiil sıygasında olması hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faideî haber talebî kelamdır.
فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ
Mukadder şartın cevabı olan cümlede فَ rabıta veya fasihadır. Mahzuf şartın takdiri إن كنت قادرا فأت بها. [eğer onu getirmeye kadirsen getir] olabilir.
فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ ayetindeki emrin amacı; taciz, şaşırıp kalmak ve azarlamadır. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belagati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1566)
Şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mukadder şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Öncesindeki istînâfa فَ ile atfedilen فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ cümlesi müsbet fiil cümlesi sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin ismi mevsulle marife oluşu, tahkir ifade etmenin yanında o kişinin sıla cümlesindeki özellikle bilindiğine ve meşhur olduğuna işaret eder.
Mevsûlün sılası, hudûs ve kesinlik ifade eden mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الَّذ۪ي كَفَر [o kâfir..] denmesi, hükmün illetini bildirmek ve bu tartışmanın küfür olduğunu sarahatle ifade etmek içindir. (Ebüssuûd)
الْمَشْرِقِ - الْمَغْرِبِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
فَأْتِ - يَأْت۪ي ve اُم۪يتُۜ - يُم۪يتُۙ ve يُحْي - اُحْي۪ kelimeleri grupları arasında iştikak cinası ve redd’-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayetteki مِنَ harfleri ibtida ifade eder.
Ayette İbrahim (as) Nemrut’a karşı delilini açıkça ve en karşı konulamaz bir mantık ile ispat etmiştir. Bu yönüyle ayet, İbrahim’in (as) ağzından dökülen ifadelerle mezhebu’l-kelâmî sanatı için güzel bir örnek teşkil etmektedir. (Kur’ân-I Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları / Hasan Uçar)
[İbrahim, ‘Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir.’ dedi.] Nemrut bu söze cevap veremeyince tartışma sonlanmış oldu. Bu da فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ [Bunun üzerine kâfir afallayıp kaldı.] cümlesiyle ifade edilmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Ayette mantık yollu kelam sanatı vardır. İbrahim (as) Nemrut’a karşı. Nemrut’un [ben de diriltir ve öldürürüm] demesi demagoji, cedeldir. O zaman İbrahim (as) ona kendi acziyetini gösterecek başka bir delil getirmiştir.
فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ ibaresi şaşkınlığın asıl sebebinin küfür olduğunu ifade eder. Burada كَفَرَۜ fiili yerine كَفِر şeklinde (devamlılık ifade eden) ismi fail gelseydi bu ince mana ifade edilmiş olmazdı. (Sâbûnî)
Bu ayet-i kerime, Allah dünyada kendisine hükümdarlık, güç, kuvvet ve üstünlük verdiği takdirde kâfire "hükümdar" demenin caiz olduğuna delildir. Aynı şekilde karşılıklı münazara, tartışma ve delil getirmenin de müsbet bir davranış olduğuna delildir. Kur'an-ı Kerim ve sünnette, bu kabilden düşünenler için pek çok örnekler vardır. (Kurtubî)
وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۚ
وَ istînâfiyyedir. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelmiş faide-i haber talebî kelamdır. Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak içindir.
Cümlede nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması, hükmü takviye eder.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Bu ayet, ٱللَّهُ وَلِیُّ ٱلَّذِینَ ءَامَنُوا۟ یُخۡرِجُهُم مِّنَ ٱلظُّلُمَـٰتِ إِلَى ٱلنُّورِۖ ayeti üzerine gelen can alıcı bir tezyîl cümlesidir. (Âşur)
Haber menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi ise hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
يَهْدِي - كَفَرَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
ٱلظَّـٰلِمِینَ - كَفَرَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ٱللَّهُ - قَالَ إِبۡرَ ٰهِـۧمُ - ٱلَّذِی ifadelerinin takrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
[Allah zalim kavmi hidayete erdirmez.] Yani iddialarında batıla tabi olanları geçerli delile sevk etmez. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr-Taberi Tefsiri-Ebüssuûd)