بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمُ الطَّاغُوتُۙ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِۜ اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | اللَّهُ | Allah |
|
2 | وَلِيُّ | dostudur |
|
3 | الَّذِينَ | kimselerin |
|
4 | امَنُوا | inananların |
|
5 | يُخْرِجُهُمْ | onları çıkarır |
|
6 | مِنَ | -dan |
|
7 | الظُّلُمَاتِ | karanlıklar- |
|
8 | إِلَى |
|
|
9 | النُّورِ | aydınlığa |
|
10 | وَالَّذِينَ | kimselerin |
|
11 | كَفَرُوا | inkar eden |
|
12 | أَوْلِيَاؤُهُمُ | dostları da |
|
13 | الطَّاغُوتُ | tağuttur |
|
14 | يُخْرِجُونَهُمْ | (O da) onları çıkarır |
|
15 | مِنَ | -tan |
|
16 | النُّورِ | aydınlık- |
|
17 | إِلَى |
|
|
18 | الظُّلُمَاتِ | karanlıklara |
|
19 | أُولَٰئِكَ | İşte onlar |
|
20 | أَصْحَابُ | halkıdır |
|
21 | النَّارِ | ateş |
|
22 | هُمْ | onlar |
|
23 | فِيهَا | orada |
|
24 | خَالِدُونَ | ebedi kalacaklardır |
|
Allah kullarıyla ilişkisinden iki kelime ile bahseder Kur’ânda.Veli ve mevla...Bakara suresinde her ikisi de geçer. Veli, dost yardımcı, koruyan, himaye eden demektir. Ama “tutum ve davranış” olarak. Mevla kelimesinin içinde “eylem ve hareket” vardır.
Bir önceki ayette tağutu inkar edip Allah’a iman edenin sağlam bir zincire tutunduğunu söylemişti. Sadece bir fırtınada ya da zor zamanlarda değil ilelebet Allah böyle birinin dostu, velisi olur.
Tağut da inanmayanların velisi olacaktır hatta kelime çoğul haliyle evliya olarak gelmiştir. İnananların velisi bir tek Allahtır. Yani bizi de, onları da korumak isteyen var. Ancak Muhammed suresinden biliyoruz ki onların Mevla’sı yok..
“Allah inananların mevlasıdır. Gerçeği yalanlayan nankörlerin ise hiçbir mevlası yoktur.”
ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ مَوْلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَأَنَّ الْكَافِرِينَ لَا مَوْلَى لَهُمْ
Yani korumayı isteseler de koruyamayacaklar...
Otorite içeren her türlü ikili ilişkide bir tarafın bir tarafa üstünlüğü vardır. Örneğin öğretmen-öğrenci ilişkisinde öğretmen, ebeveyn-çocuk ilişkisinde ebeveyn, patron-işçi ilişkisinde patron. Burada da Allah (veli)-iman edenler ilişkisi var. Allah iman edenlerin dostudur şeklinde geliyor cümle.
Peki tağut-inkar eden ilişkisinde? Veli tağut olduğuna göre cümle “tağut inkar edenlerin dostudur” şeklinde olmalıydı. Ama tağut cümle içinde bile olsa Allah’ın olduğu yerde olamaz. Onun için ayette tağut “mübteda muahhar” olarak gelmiştir.
Riyazus Salihin, 1020 Nolu Hadis
Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz. Şüphesiz şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden kaçar.”
Müslim, Müsâfirîn 212. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân 2
Tağave- Tağaye طغو- طغي :
Mastarı طُغْيانٌ ve طَغَوانٌ olan fiil isyan ve itaatsizlikte sınırı aşmaktır. طَغْوَى sözcüğü bu kökten gelen azgınlık manasında bir isimdir.
طاغُوتٌ kelimesi ise her türlü haddi aşanlar ile Yüce Allah (cc) dışındaki tüm ibadet edilen ve tapılanları kapsar. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de çeşitli türevleriyle 39 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekli Tâğut'tur. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ
İsim cümlesidir. ٱللَّهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. وَلِیُّ haberdir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl ٱلَّذِینَ, muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası ءَامَنُوا۟ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. ءَامَنُوا۟ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. یُخۡرِجُهُم cümlesi وَلِیُّ ’deki gizli zamirden hal olarak mahallen mansubtur veya mübteda olan الله lafza-i celâlinin ikinci haberidir. یُخۡرِجُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. مِّنَ ٱلظُّلُمَـٰتِ car mecruru یُخۡرِجُ fiiline müteallıktır. ٱلظُّلُمَـٰتِ kelimesi cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır. إِلَى ٱلنُّورِ car mecruru یُخۡرِجُ fiiline müteallıktır.
یُخۡرِجُ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi خرج ’dir. İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمُ الطَّاغُوتُۙ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِۜ
وَ atıf harfidir. İsim cümlesidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. كَفَرُوۤا۟ damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
أَوۡلِیَاۤؤُهُمُ ٱلطَّـٰغُوتُ cümlesi ٱلَّذِینَ ’nin haberidir. أَوۡلِیَاۤؤُهُمُ mübtedadır. Muttasıl zamir هُمُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. ٱلطَّـٰغُوتُ haberdir.
یُخۡرِجُونَهُم cümlesi mübtedanın veya haberin hali olarak mahallen mansubtur. یُخۡرِجُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzaridir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. مِّنَ ٱلنُّورِ car mecruru یُخۡرِجُونَ fiiline müteallıktır. إِلَى ٱلظُّلُمَـٰتِ car mecruru یُخۡرِجُونَ fiiline müteallıktır.
اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟
Cümle hal olarak mahallen mansubtur. İsim cümlesidir. اُو۬لٰٓئِكَ şeklindeki çoğul işaret ismi mübteda olarak mahallen merfûdur. اَصْحَابُ haberdir. النَّارِ muzâfun ileyhtir.
هُمۡ فِیهَا خَـٰلِدُونَ cümlesi أَصۡحَـٰبُ ٱلنَّارِ izafetinin hali olarak mahallen mansubtur. Munfasıl zamiri هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. ف۪يهَا car mecruru خَـٰلِدُونَ kelimesine müteallıktır. خَـٰلِدُونَ kelimesi haberdir. خَـٰلِدُونَ ‘nin ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İlk cümle sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
ٱللَّهُ وَلِیُّ ٱلَّذِینَ ءَامَنُوا۟ ayeti لاانفِصاَم لها ayeti için ta’lil mevkiindedir. (Âşur)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya şamil ٱللَّهُ ismiyle gelmesi telezzüz, teberrük ve tenbih amacına matuftur.
Muzâfun ileyh olan ism-i mevsûlün sılası hudûs ifade eden mazi fiil sıygasında gelmiş, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mevsûlde tevcîh sanatı vardır.
Muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan ...یُخۡرِجُهُم مِّنَ cümlesi وَلِیُّ ’daki gizli zamirden haldir. Hal cümleleri anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Allah (cc), iman edenlerin yardımcısı ya da işlerinin mütevellisidir. İman edenlerden murad, Allah'ın(cc) ezelî ve ebedî ilminde halen veya gelecekte mücmel imanları sabit olan insanlardır. Bu cümle, Allah'ın müminlere olan velayetini açıklar.
Söz konusu karanlıklar ise küfrün, günahların, şüphelerin karanlıklarıdır. Hatta buradaki "zulümat" deyimi, istidlal (sonuç çıkarma) bilgilerin bazı mertebelerinde, kuvvetli ve açık bütün zafiyet ve gizlilikleri kapsar. Nûr ise imanı, yakîn (kesin bilgi) mertebelerini gözle müşahede ve nurun diğer bütün çeşitlerini ihtiva eder. (Ebüssuûd- Elmalılı)
Yakîn, üç mertebedir: ilme'l yakîn, ayne'l yakîn, hakke'l yakîn.
Her akıl sahibi ölümün ne olduğunu bilir. Fakat bu bilgi ilme'l yakîn düzeyindedir. Son nefeste ölüm meleğini gördüğü zaman, bilgi ayne'l yakîn olur. Nihayet ölümü tattığı zaman, hakke'l yakîn hâline gelir. (Ebüssuûd)
ٱلظُّلُمَـٰتِ; dalalet yollarının çokluğuna, farklılığına ve çeşitliliğine işaret için cemi ; ٱلنُّورِۖ ise, hakkın tek ve açık olduğuna işaret için tekil gelmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1563)
ٱلظُّلُمَـٰتِ - ٱلنُّورِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı mevcuttur.
Kafirler nur içinde olmadıkları halde ayette onların nurdan çıkarıldığının söylenmesi; bir şeyi olumlayarak nefyetmek şeklindeki harika bir belâgî sanattır. Mütekellim önce olumlu bir cümle kurar, sonra mecazen bunun sebebini olumsuzlar. Kelamın batınındaki olumsuzluk hakikidir. (Mahmut Sâfî)
ٱلظُّلُمَـٰتِ - ٱلنُّورِۖ kelimelerinde tasrihi istiare vardır. Nur; İslam, sırat-ı müstakim karanlıklar ise küfür, yanlış yollardır. Doğru tek yanlış çoktur. Küfür; içinde yürüyenlerin yollarını şaşırıp saptığı karanlık gibidir. İman ise yoldan çıkanlara yol gösteren, şaşkınları doğru yola ileten nur gibidir. İmanın neticesi, naîm cennetlerine ve sevaba erildiği için aydınlıktır. Küfrün neticesi ise cehennem ve azap olduğu için karanlıktır.
Şüphesiz müminlerin derece ve mertebeleri farklı olup üç mertebede bulunurlar:
Birinci mertebede yer alanlar, müminlerin avamıdır. Allah bunları küfrün ve sapıklığın karanlıklarından çıkarıp iman ve hidayet nuruna sokmuştur. Nitekim bunlar: وَالَّذ۪ينَ اهْتَدَوْا زَادَهُمْ هُدًى [(iman etmekle) doğru yolu bulanlara gelince, Allah onlara, hidayetini artırır] (Muhammed: 17) ayetiyle işaret olunanlardır.
İkinci mertebede yer alanlar, müminlerin havassının yani imanlarında şuurlu hareket edenlerin mertebesidir. Allah bunları nefsanî ve cismanî sıfatların karanlıklarından çıkarıp, Rabbani ruhaniyetin aydınlığına kavuşturur. Bunlar için de: اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِۜ [Onlar, iman eden ve Allah'ı anmakla kalpleri huzura kavuşan kimselerdir] (Rad: 28) buyurmuştur. Bilindiği gibi kalbin huzura kavuşması, ancak nefsani sıfatlardan arındırılıp ruhanî sıfatlarla bezenmesi ile mümkündür.
Üçüncü mertebedekiler de, havasu'l-havas adı verilen Allah'ın çok seçkin kullarıdır. Allah bunları varlıklarında ifna etmek (yok etmek) suretiyle ruhanî yaratılışlarındaki hâdislik (sonradan olma) karanlıklarından çıkarıp kurtarır. Nitekim bunlar için de şöyle buyurulmuştur: اِنَّهُمْ فِتْيَةٌ اٰمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًىۗ [Doğrusu onlar Rablerine inanmış birtakım gençlerdi. Biz de onların hidayetini artırmıştık.] (Kehf: 13) Ayette geçen ”فِتْيَةٌ" (gençler) ifadesiyle bunlara fütüvvet nisbet ediliyor. Çünkü onlar hakkı aramak için canlarını tehlikeye attılar. Allah'a iman edip, tağutu inkâr ve reddettiler. Nefisleri (özleri ve ruhları) Allah'ın zikrinin nurlarıyla aydınlanınca, bununla ünsiyet ve yakınlık kazanıp dünya ehlinden ve ondaki şeylerden ürpermeye başlayınca, hemen yalnızlığı istediler. Nitekim Hazret-i Peygamber (s.a.v)'in de ilk zamanlardaki hali böyleydi. (Ruhu’l-Beyan)
یُخۡرِجُهُم مِّنَ ٱلظُّلُمَـٰتِ إِلَى ٱلنُّورِۖ [Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.] Onları sapkınlıklardan koruyarak, hidayet üzere kalmalarını sağlar. Burada dalalet, karanlık olarak isimlendirilmiştir. Çünkü karanlıkta hiçbir şey görülmez. Dalalette de insan doğruyu göremez. Buradaki یُخۡرِجُهُم [çıkarır] fiili sadece gelecek zaman için değildir. Geçmiş zamanda ve devam etmekte olan zamanda da aynı işin devam ettiğine delalet eder. Kâfir iken İslam’a giren bir kişi hakkında kullanılıyorsa ‘çıkarmak’ hakiki anlamda kullanılmış demektir. Mümin olarak yetişen bir kişi için kullanılıyorsa manası “dalaletten engellemek” şeklindedir. Çıkarma fiilinden mecazi olarak ve örfen anlaşılan budur. Karanlık anlamına gelen ٱلظُّلُمَـٰتِ kelimesi cemi olarak kullanılmıştır. Çünkü küfür ehli grup gruptur. Işığı ise tekil kullanmıştır, zira İslam tek dindir. Bir görüşe göre bu cümlenin manası şudur: Onları cehaletten ilme sevk eder. Başka bir görüşe göre şüpheden bilgiye götürür. Başka bir görüş ise tefrikadan birlikteliğe götürür şeklindedir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمُ الطَّاغُوتُۙ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِۜ
Cümle makabline وَ ’la atfedilmiştir. Atıfta cihet-i câmia tezattır.
Mübteda konumundaki ism-i mevsûl olan ٱلَّذِینَ ’nin sılası; كَفَرُوۤا۟ şeklindeki mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müphem yapıya sahip ism-i mevsûlün müsnedün ileyh olarak gelişi tahkir ifade eder. Mevsûlde tevcîh sanatı vardır.
Faide-i haber talebî kelam olan أَوۡلِیَاۤؤُهُمُ ٱلطَّـٰغُوتُ cümlesi ٱلَّذِینَ ’nin haberidir.
Muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan ...یُخۡرِجُهُم مِّنَ cümlesi اَوْلِيَٓاؤُ۬هُمُ ’daki هُمُ zamirinden haldir. Hal cümleleri anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Kâfirlerle ilgili bu cümlede üslûbun bu şekilde değiştirilmiş olması, tâğutun ism-i celil (Allah) karşısına konulmasından sakınılması, tâğuta olan isnadın tekrarı ile maksadın daha kuvvetli ifadesi ve aynı zamanda iki fırka arasındaki ayrılığı ima yoluyla belirtmek içindir.
Yine bu cümle, tâğutun velayetini açıklar. Çıkarma fiilinin sebebiyet cihetiyle tâğuta, yaratma cihetiyle Yüce Allah'ın kudretine isnad edilmesi çelişki oluşturmaz. (Ebüssuûd)
ٱلظُّلُمَـٰتِ - ٱلنُّورِۖ ve كَفَرُوۤ - ا۟ءَامَنُوا۟ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Ayetteki ilk iki cümle arasında terdîd sanatı vardır.
Terdîd kelimesinin lügat anlamı tekrarlamaktır ve bu anlamıyla tekrar sanatına benzemektedir. Alimler tarafından farklı tarifleri yapılarak farklı örnekler verilmiştir. Bir lafzın aynı bağlamda farklı bir manayı ifade etmek üzere tekrar edilmesidir. Tarifteki farklı anlam kaydı bu sanatı tekrîrden ayırmaktadır. Burada “çıkarmak” kelimelerinin müteallakları farklıdır. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedii İlmi s.152) Dolayısıyla bu kelimenin tekrarı terdîd sanatıdır.
Bu ayette ٱللَّهُ وَلِیُّ ٱلَّذِینَ ءَامَنُوا۟ یُخۡرِجُهُم مِّنَ ٱلظُّلُمَـٰتِ إِلَى ٱلنُّورِۖ cümlesiyle وَٱلَّذِینَ كَفَرُوۤا۟ أَوۡلِیَاۤؤُهُمُ ٱلطَّـٰغُوتُ یُخۡرِجُونَهُم مِّنَ ٱلنُّورِ إِلَى ٱلظُّلُمَـٰتِۗ cümlesi arasında dokuzlu güzel bir mukabele vardır.
İman ve salih amelin Allah'ın velayetine sebep olduğunu düşünebiliriz. Fısk ve Allah'ı zikirden gaflet ise şeytanın velayetine sebep olur.
Ayette gaye ve intiha harfi إِلَى nın gelişi; bu tartışmanın doğru ve hak yoldan ne kadar uzak olduğunu belirtmek içindir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belagati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1565)
Tâgūt burada şeytanlar, kahinler, şerrin önderleri anlamındadır. Eğer cansız varlıklar olan putlar şeklinde anlaşılırsa أَوۡلِیَاۤؤُهُمُ [onların dostlarıdır] sözleri hakiki anlamının yani “karşılıklı sadakat” ve “işi üstlenme” anlamının dışına çıkar ve kâfirlerin onları dost edinmesi onların o tâgūtlara inandıkları ve yöneldikleri anlamına gelmiş olur. [Onları aydınlıktan alıp karanlığa çıkarırlar.] Eğer çıkarma gerçek anlamında anlaşılırsa iman ettikten sonra kâfir olanlar anlaşılır. Bu da tâgūtların onları hak dinden çıkarmaları onları davet etmeleri ve çeşitli sebeplerle onları hak yoldan saptırmalarıyla gerçekleşir. Putların onları yoldan çıkarmaları ise sebep olma yoluyladır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. أُو۟لَـٰۤىِٕكَ ‘nin tekrarlanması ateş ashabına dikkat çekmek için yapılmış ıtnâbtır.
أَصۡحَـٰبُ ٱلنَّارِۖ [Nâr ashabı] ifadesinde tehekküm istiaresi vardır. Nârda kalışları, arkadaşlığa benzetilmiştir. Arkadaşlar birbirinin karakterini taşır.
Müsnedin أَصۡحَـٰبُ ٱلنَّارِۖ şeklinde izafetle marife olması, az sözle çok şey anlatmak ve muzâfı tahkir içindir.
هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟
Ayetin fasılası hal-i müekkide olarak fasılla gelmiştir. Ateş ashabının halidir. Hal cümleleri ıtnâb sanatıdır. Faide-i haber talebî kelam olan cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur, amiline takdim edilmiştir. Bu takdim, tahsis ifade eder. Onların sonsuza kadar kalışları oraya, ateşe has kılınmıştır.
خَالِدُونَ lafzı, ism-i faildir. İsmi fail, mef’ûl ve masdar zamandan bağımsızdır. Aslında uzun bir zaman dilimi demektir, ama daha çok çokluktan kinaye olarak “kalıcı” anlamında kullanılır. Üstelik bu kalıp da onun bu anlamını pekiştirmektedir.
Onların ateş halkı ve ebedi kalıcı olma özelliklerinin belirtilmesinde taksim sanatı vardır.
Hal cümlesinin و ’sız gelmesi, onların ateşte kalışlarının hal-i müekkide olduğunu ifade eder. Yani bu onların sabit bir vasfıdır. Sahibinden ayrılmayan sabit bir vasıf kasdedildiği zaman mesela, هذا اخوك عطوف (Bu, çok şefkatli kardeşindir) cümlesinde olduğu gibi uzunluk, kısalık, esmerlik, sarışınlık vs. sabit vasıfların ifade edildiği hal cümleleri böyledir. Bunlar her zaman ''و '' sız gelir.
ٱلَّذِینَ , أَوۡلِیَاۤؤُهُمُ , یُخۡرِجُونَهُم , مِّنَ , ٱلنُّور , إِلَى , ٱلظُّلُمَـٰتِۗ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
هُمۡ فِیهَا خَـٰلِدُونَ sözü tehdit ve uyarıdır. müminlere vaad edilenin belirtilmemesi belki de şanlarının yüceliğindendir. (Beyzâvî)
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي حَٓاجَّ اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ اِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۙ قَالَ اَنَا۬ اُحْـي۪ وَاُم۪يتُۜ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَأْت۪ي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۚ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَلَمْ |
|
|
2 | تَرَ | görmedin mi? |
|
3 | إِلَى |
|
|
4 | الَّذِي | kimseyi |
|
5 | حَاجَّ | tartışan |
|
6 | إِبْرَاهِيمَ | İbrahim’le |
|
7 | فِي | hakkında |
|
8 | رَبِّهِ | Rabbi |
|
9 | أَنْ | diye |
|
10 | اتَاهُ | kendisine verdi |
|
11 | اللَّهُ | Allah |
|
12 | الْمُلْكَ | hükümdarlık |
|
13 | إِذْ | zaman |
|
14 | قَالَ | dediği |
|
15 | إِبْرَاهِيمُ | İbrahim |
|
16 | رَبِّيَ | benim Rabbim |
|
17 | الَّذِي | ki |
|
18 | يُحْيِي | yaşatır |
|
19 | وَيُمِيتُ | ve öldürür |
|
20 | قَالَ | dedi |
|
21 | أَنَا | ben de |
|
22 | أُحْيِي | yaşatır |
|
23 | وَأُمِيتُ | ve öldürürüm |
|
24 | قَالَ | dedi ki |
|
25 | إِبْرَاهِيمُ | İbrahim |
|
26 | فَإِنَّ | şüphesiz |
|
27 | اللَّهَ | Allah |
|
28 | يَأْتِي | getirir |
|
29 | بِالشَّمْسِ | güneşi |
|
30 | مِنَ | -dan |
|
31 | الْمَشْرِقِ | doğu- |
|
32 | فَأْتِ | sen de getir |
|
33 | بِهَا | onu |
|
34 | مِنَ | -dan |
|
35 | الْمَغْرِبِ | batı- |
|
36 | فَبُهِتَ | şaşırıp kaldı |
|
37 | الَّذِي | kimse (o adam) |
|
38 | كَفَرَ | inkar eden |
|
39 | وَاللَّهُ | Allah |
|
40 | لَا |
|
|
41 | يَهْدِي | doğru yola iletmez |
|
42 | الْقَوْمَ | toplumu |
|
43 | الظَّالِمِينَ | zalim |
|
Bir önceki sayfada ayetel kürsiyi okuduk. Bununla tevhidi öğrendik ve sayfa sonunda tevhid sebebiyle oluşan sağlam bağdan bahsedildi. Şimdi o sağlam bağın ilk örneğini görüyoruz.Hz. İbrahim ve Nemrud. Nemrud adını Kur’ân vermiyor. Çünkü her dönemin hayatı ve ölümü kendisinin verdiğini sanan farklı Nemrudları var.
Ayetel kürsi de geçen Hayy isminin de örnek çalışması gibidir ayet. Sadece Allahın Hayy oldugunu bilen biri Nemrud un karşısında böyle dik durabilir, ona böyle sorular sorabilir ve onun tarafından öldürülmekten endişe etmezdi.
Şeraqa شرق :
شَرَقَتِ الشَّمْسُ güneş doğdu demektir. Mastarı شُرُوقٌ şeklinde gelir. أشْرَقَتِ الشَّمْسُ ise güneş parladı ve ışık saçtı manasına gelir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 17 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan şekilleri şark, işrak, maşrık ve müsteşriktir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي حَٓاجَّ اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ اِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۙ
Hemze istifham harfidir. لَمۡ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. تَرَ illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Fail müstetir olup takdiri أنت dir.
تَرَ fiili iki mef’ûle müteaddi olan fiillerdendir. Tekid ve masdar harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi اَنَّهُمْ ف۪ي كُلِّ وَادٍ يَه۪يمُونَ , faide-i haber inkârî kelamdır. Masdar-ı müevvel, تَرَ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.
Kur’ân'da geçen أولم تر ile ألم تر arasındaki fark için, vav harfiyle gelen ta‘bîrin gözle görülen konularda olduğu, diğerinin ise aklî bir düşünceyle delîl çıkarmak konularında kullanıldığı söylenmiştir.
أولم تر ta‘bîrinin, hayâtta misâli çok görülen konularda kullanıldığı da söylenmiştir.
ألم تر ta‘bîrinin de, çok rastlanmayan konularda kullanıldığı söylenmiştir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c.2, s.329)
اَلَمْ تَرَ ifadesi zahiren istifhâm ise de muhatabı taaccübe sevk eden bir ifadedir. (Fahreddin er-Râzî)
Bu ifade Kur’ânın en azim cümlelerinden biridir. Pek çok kez tekrarlanmıştır. Bundan sonra da acayip, garip, akla-mantığa aykırı şeyler zikredilmiştir. (Muhammed Ebû Mûsâ, Ğâfir Sûresi Belâği Tefsîri, S. 343)
الَّذ۪ي şeklindeki müfret müzekker has ism-i mevsûl, إِلَى harfi ceriyle birlikte تَرَ fiiline müteallıktır. Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri; إلى قصة الذي حاج (Tartışanların kıssasına kadar) şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası حَٓاجَّ ‘dir. Îrabtan mahalli yoktur.
حَٓاجَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. اِبْرٰه۪يمَ mef’ûlun bihtir. ف۪ي رَبِّ car mecruru حَٓاجَّ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ٓ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَنْ ve masdar-ı müevvel, mahzuf لِ harfi ceri dolayısıyla cer mahallindedir. Takdiri; لأن آتاه الله şeklindedir. Mef’ûlun lieclih manasıyla حَٓاجَّ fiiline müteallıktır. اٰتٰي elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. الْمُلْكَ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
اِذْ قَال ِifadesi َ حَٓاجَّ fiili ile mansubdur. İkinci yorum, yani “Allah kendisine hükümranlık verdiğinde tartıştı” manası tercih edilirse, o zaman bu ifade ُاٰتٰيهُ ifadesinden bedeldir. (Keşşâf)
حَٓاجَّ [Tartışmaya giren…] Mücadele eden, münazara yapan demektir. ف۪ي رَبِّه۪ٓ [Rabbi hakkında] yani ‘’Allah’ın rab olmasına muhalefet ederek’’ demektir. Buradaki zamirin Hz. İbrahim’e de, onunla الَّذ۪ي حَٓاجَّ [tartışmaya giren] kişiye de ait olması caizdir. Çünkü Allah, ikisinin de bütün mahlukatın da Rabbidir. Hz. İbrahim ile الَّذ۪ي حَٓاجَّ [tartışmaya giren] Nemrûd b. Ken‘ân b. Senhârîb b. Nemrûd b. Kûş b. Sâm b. Nûh’tur. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ [Allah ona hükümdarlık vermişti.] Yani o, Allah Teâlâ kendisine hükümdarlık verdi diye böyle yapıyordu. [Yani Allah’ın verdiği hükümdarlık kendisine bu cüreti sağlıyordu.] Buradaki zamir Hz. İbrahim ile tartışan Nemrut'a aittir. Yani Allah ona ziyadesiyle mal-mülk, geniş imkânlar ve bütün dünyayı kapsayan tam bir hakimiyet nasip etmişti.
Huzeyfe şöyle demiştir: Buradaki zamir Hz. İbrahim’e aittir. Çünkü [esas] mülk, ilahi emir ve nehyin tatbik ediliyor olmasıdır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
اِذْ zaman zarfı حَٓاجَّ fiiline müteallıktır. قَالَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اِبْرٰه۪يمُ kelimesi قَالَ fiilinin failidir. Mekulü’l-kavl, رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْي۪’dir. قَالَ fiilinin mef‘ûlün bihi olarak mahallen mansubtur. رَبِّيَ mübtedadır. Müfret müzekker has ism-i mevsûl olan الَّذ۪ي , haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası يُحْي۪ وَيُم۪يتُ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur. يُحْي۪ fiili, ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. يُم۪يتُ fiili atıf harfi وَ ’la يُحْي۪ ’ye matuftur.
قَالَ اَنَا۬ اُحْـي۪ وَاُم۪يتُۜ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَأْت۪ي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Mekulü’l-kavl, اَنَا۬ اُحْي۪ وَاُم۪يتُۜ cümlesidir. Munfasıl zamir اَنَا۬ mübteda olarak mahallen merfûdur. اُحْي۪ fiili haber olarak mahallen merfûdur. Faili müstetir olup takdiri اَنَا۬ ’dir. اُم۪يتُ fiili atıf harfi وَ’la اُحْي۪ ‘ye matuftur. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اِبْرٰه۪يمُ kelimesi قَالَ fiilinin failidir.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; إن زعمت أنّك قادر فإن الله şeklindedir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. ٱللَّهَ lafza-i celâli إِنَّ ’nin ismidir. يَأْت۪ي fiili إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. بِالشَّمْسِ car mecruru يَأْت۪ي fiiline müteallıktır. مِنَ الْمَشْرِقِ car mecruru يَأْت۪ي fiiline müteallıktır.
Mukadder şartın cevabı فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ ’dir. أْتِ illet harfinin hazfi ile mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت dir. بِهَا car mecruru فَأْتِ fiiline müteallıktır. مِنَ الْمَغْرِبِ car mecruru aynı şekilde أْتِ fiiline müteallıktır.
فَ atıf harfidir. بُهِتَ meçhul mazi fiildir. Müfred müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ي , fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
بَهَتَهُ onu şaşırttı demektir. Bühtan ise insanı şaşırtacak derecedeki yalana denir. Yani bu ifade: “Kâfir bu apaçık delil karşısında diyecek bir şey bulamadı, tıkanıp kaldı.” anlamına gelir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۚ
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي حَٓاجَّ اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ اِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْـي۪ وَيُم۪يتُۙ
Ayet isti’naf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. İstifhamı inkâri üslubunda talebî inşâî isnaddır. İnşâ üslubunda gelmiş olmasına rağmen mana itibariyle taaccüb ve takrir kastı taşıdığından terkip mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Allah Teâlâ’nın, اَلَمْ تَرَ [görmedin mi] uyarısıyla asıl amaç emir ve yasaklarını hatırlatmak ve yüce kudretini muhataba göstermektir.
Has ism-i mevsûlün müphem yapısı nedeniyle her zaman ihtiyaç duyduğu sılası, hudûs ve hükmü takviye ifade eden mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam şeklinde gelmiştir. Mevsûllerde tevcîh sanatı vardır.
Şayet “Allah’ın kâfire hükümranlık vermesi nasıl mümkün olabilir?” dersen, şöyle derim: Bu konuda iki görüş vardır. İlk görüşe göre: Allah Teâlâ ona galibiyet ve saltanat kurmasını sağlayacak mal, hizmetçiler, takipçiler bahşeder, fakat saltanat ve hakimiyetin bizzat kendisini vermez. Diğer görüşe göre ise; Allah onu imtihan etmek için kendisine hükümranlık vermiştir. (Keşşâf)
Masdar harfi اَنْ ’in dahil olduğu اَنْ اٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَۢ cümlesi mazi fiil sıygasıyla faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümle masdar teviliyle mef’ûlün lieclihtir. Takdir edilen ل harf-i ceri ile birlikten حَٓاجَّ nfiiline müteallıktır. Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle gelmesi telezzüz ve teberrük içindir.
Mukadder ta’lil lamında istiare vardır. ل kendi dışında bir mana için kullanıldığından istiare-i tebeiyyedir. Bu istiare tehekküm içindir. وتَجْعَلُونَ رِزْقَكم أنَّكم تُكَذِّبُونَ [ve Allah’ın verdiği rızka O’nu yalanlayarak mı şükrediyorsunuz?] (Vâkıa/82) ayetinde olduğu gibi küfür şükür yerine konmuştur. (Âşur)
Allah (cc), hükümdarlık verdi diye ya da hükümdarlık verdiği için bu nimet o şahsı şımartmış ve onu bu haksız tartışmaya sevketmiştir. Bu, küfrün en çirkin yüzüdür. Çünkü vacib olan şükür yerine Allah (cc) hakkında tartışmaya girmiştir. Nitekim halk dilinde "Ben sana iyilik yaptığım için bana düşmanlık yaptın" denir. Bu ayet-i kerime, Allah'ın (cc) kâfirlere hükümdarlık hakkı vermediğini iddia edenlere karşı bir hüccettir. (Ebüssuûd-Keşşâf)
Zaman zarfı olan قَالَ , اِذْ fiiline muzâf, حَٓاجَّ fiiline müteallıktır. Muzâfun ileyh olan cümlede mekulü’l-kavl, faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsim cümlesi formunda gelerek sübut ifade etmiştir. Müsnedün ileyhin izafetle gelmesi az sözle çok anlam ifade etme amacına matuftur.
اِبْرٰه۪يمَ ف۪ي رَبِّه۪ٓ [Rabbi hakkında İbrahim ile tartışan ]buyurulmak suretiyle rab unvanının zikri ve O'nun İbrahim'e ait olan zamire izafesi, İbrahim için bir teşrif (şereflendirme) olup onun bu münakaşada ilahi inayetle destekleneceğine işarettir. (Ebüssuûd- Âşur)
Müsnedin ism-i mevsulle gelmesi de tazim ifadesi içindir. İsm-i mevsûlde tevcîh sanatı vardır. Sıla cümlesinin muzari fiil sıygasında olması hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
رَبِّيَ الَّذ۪ي يُحْي۪ وَيُم۪يتُۙ ibaresi öldürme ve diriltmenin sadece Allah'a mahsus olduğunu ifade eder. Çünkü isim cümlesinde iki taraf da marife olarak gelmiştir. Dolayısıyla kasr manası vardır.
Bu cümlede geçen ‘görmekten’ maksat, insan kalbini görmektir. Soru şeklinde sorulması da karşıdaki kişilerde şaşkınlık oluşturmak amacıyladır. يُحْي۪ وَيُم۪يتُۙ ifadesinde muzari fiilin kullanılması, cümleye teceddüt ve süreklilik anlamı katmıştır. Cümlede öldüren ve hayat verenin yalnız Allah olabileceği vurgusu yapılmıştır. Anlamı şu şekildedir: “Öldüren ve dirilten, sadece bir olan Yüce Allah'tır.” Bu cümlede يُم۪يتُۙ [öldüren] ve يُحْي۪ [dirilten] kelimeleri arasında, söz sanatlarından olan tıbâk sanatı vardır. (Sâbûnî, Safvetü't Tefâsir, a.g.e., I, 308 ve Kur’ân-I Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları / Hasan Uçar)
اَلَمْ تَرَ ibaresi, ‘’gözle görür gibi bilmedin mi?’’ demektir.
حَٓجَّ gitti, haccetti; حَٓاجَّ ise karşı çıktı demektir. İnsan karşı çıkma eylemi sırasında dönüp dönüp kendi fikrini savunur.
[İbrahim ile tartışmaya gireni ( Nemrud’u) görmedin mi?!] Bu ve bundan sonraki ayetlerin önceki ayetler ile irtibatı şöyledir: Önceki ayet-i kerimede Allah Teâlâ [Allah iman edenlerin dostu, velisidir.] (Bakara 2/257) buyurmuştu. Yani Allah Teâlâ’nın Hz. İbrahim’i kâfirle tartışmasında desteklemesi -ve böylece kâfirin afallayıp kalması- gibi. O, dünya hayatında hüccet ve delilleri vasıtasıyla iman edenleri de düşmanlarına karşı destekler. Onların basiretlerini açar ve tâgūtun yani şeytanın verdiği vesveseler kaybolur. اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي [Onu görmedin mi?] Yani görüş ve idrakin ona ulaşmadı mı? Açık bir şekilde görerek anlamaya ve idrak etmeye benzeyen bilgin bu noktaya varmadı mı? Bu ifadenin hakikati şudur: ‘’Sen bu gerçeği bizim haber vermemizle bil, öğren. Çünkü bizim verdiğimiz haber kesin bir bilgi kaynağıdır.’’ الَّذ۪ي حَٓاجَّ [Tartışmaya giren…] Mücadele eden, münazara yapan demektir. ف۪ي رَبِّه۪ٓ [Rabbi hakkında] yani Allah’ın Rab olmasına muhalefet ederek demektir. Buradaki zamirin Hz. İbrahim’e de onunla tartışmaya giren kişiye de dönmesi caizdir. Çünkü Allah, ikisinin de bütün mahlukatın da Rabbidir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
قَالَ اَنَا۬ اُحْـي۪ وَاُم۪يتُۜ
İstînâf cümlesidir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müsbet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mekulü’l-kavl sübut ifade eden isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Bu cümle bir istînâf cümlesi olup gizli bir sualin, yani "o hükümdar ne demiş?" sualinin cevabıdır. (Ebüssuûd)
Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede haberin muzari fiil sıygasıyla gelmesi, hükmü takviye ve teceddüt ifade eder.
اُحْي۪ - اُم۪يتُۜ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
قَالَ اِبْرٰه۪يمُ فَاِنَّ اللّٰهَ يَأْت۪ي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ
İstînâf cümlesidir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müsbet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mekulü’l-kavl mukadder şartın cevabıdır. Takdiri; ...إن زعمت ذلك فإن الله [eğer bunu iddia ediyorsan muhakkak ki Allah] olabilir. Şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. فَ karinesiyle gelmiş cevap cümlesi اِنَّ ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelamdır.
اِنَّ ’nin isminin bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi, muhatabın kalbinde telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlenin haberinin muzari fiil sıygasında olması hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faideî haber talebî kelamdır.
فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ
Mukadder şartın cevabı olan cümlede فَ rabıta veya fasihadır. Mahzuf şartın takdiri إن كنت قادرا فأت بها. [eğer onu getirmeye kadirsen getir] olabilir.
فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ ayetindeki emrin amacı; taciz, şaşırıp kalmak ve azarlamadır. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belagati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1566)
Şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mukadder şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Öncesindeki istînâfa فَ ile atfedilen فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ cümlesi müsbet fiil cümlesi sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin ismi mevsulle marife oluşu, tahkir ifade etmenin yanında o kişinin sıla cümlesindeki özellikle bilindiğine ve meşhur olduğuna işaret eder.
Mevsûlün sılası, hudûs ve kesinlik ifade eden mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
الَّذ۪ي كَفَر [o kâfir..] denmesi, hükmün illetini bildirmek ve bu tartışmanın küfür olduğunu sarahatle ifade etmek içindir. (Ebüssuûd)
الْمَشْرِقِ - الْمَغْرِبِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
فَأْتِ - يَأْت۪ي ve اُم۪يتُۜ - يُم۪يتُۙ ve يُحْي - اُحْي۪ kelimeleri grupları arasında iştikak cinası ve redd’-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayetteki مِنَ harfleri ibtida ifade eder.
Ayette İbrahim (as) Nemrut’a karşı delilini açıkça ve en karşı konulamaz bir mantık ile ispat etmiştir. Bu yönüyle ayet, İbrahim’in (as) ağzından dökülen ifadelerle mezhebu’l-kelâmî sanatı için güzel bir örnek teşkil etmektedir. (Kur’ân-I Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları / Hasan Uçar)
[İbrahim, ‘Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir.’ dedi.] Nemrut bu söze cevap veremeyince tartışma sonlanmış oldu. Bu da فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ [Bunun üzerine kâfir afallayıp kaldı.] cümlesiyle ifade edilmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Ayette mantık yollu kelam sanatı vardır. İbrahim (as) Nemrut’a karşı. Nemrut’un [ben de diriltir ve öldürürüm] demesi demagoji, cedeldir. O zaman İbrahim (as) ona kendi acziyetini gösterecek başka bir delil getirmiştir.
فَبُهِتَ الَّذ۪ي كَفَرَۜ ibaresi şaşkınlığın asıl sebebinin küfür olduğunu ifade eder. Burada كَفَرَۜ fiili yerine كَفِر şeklinde (devamlılık ifade eden) ismi fail gelseydi bu ince mana ifade edilmiş olmazdı. (Sâbûnî)
Bu ayet-i kerime, Allah dünyada kendisine hükümdarlık, güç, kuvvet ve üstünlük verdiği takdirde kâfire "hükümdar" demenin caiz olduğuna delildir. Aynı şekilde karşılıklı münazara, tartışma ve delil getirmenin de müsbet bir davranış olduğuna delildir. Kur'an-ı Kerim ve sünnette, bu kabilden düşünenler için pek çok örnekler vardır. (Kurtubî)
وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَۚ
وَ istînâfiyyedir. Sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelmiş faide-i haber talebî kelamdır. Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak içindir.
Cümlede nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması, hükmü takviye eder.
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Bu ayet, ٱللَّهُ وَلِیُّ ٱلَّذِینَ ءَامَنُوا۟ یُخۡرِجُهُم مِّنَ ٱلظُّلُمَـٰتِ إِلَى ٱلنُّورِۖ ayeti üzerine gelen can alıcı bir tezyîl cümlesidir. (Âşur)
Haber menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi ise hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
يَهْدِي - كَفَرَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
ٱلظَّـٰلِمِینَ - كَفَرَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ٱللَّهُ - قَالَ إِبۡرَ ٰهِـۧمُ - ٱلَّذِی ifadelerinin takrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
[Allah zalim kavmi hidayete erdirmez.] Yani iddialarında batıla tabi olanları geçerli delile sevk etmez. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr-Taberi Tefsiri-Ebüssuûd)اَوْ كَالَّذ۪ي مَرَّ عَلٰى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَاۚ قَالَ اَنّٰى يُحْـي۪ هٰذِهِ اللّٰهُ بَعْدَ مَوْتِهَاۚ فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُۜ قَالَ كَمْ لَبِثْتَۜ قَالَ لَبِثْتُ يَوْماً اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالَ بَلْ لَبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ فَانْظُرْ اِلٰى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْۚ وَانْظُرْ اِلٰى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ اٰيَةً لِلنَّاسِ وَانْظُرْ اِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنْشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْماًۜ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُۙ قَالَ اَعْلَمُ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | أَوْ | yahut |
|
2 | كَالَّذِي | şu kimse gibi ki |
|
3 | مَرَّ | uğramıştı |
|
4 | عَلَىٰ |
|
|
5 | قَرْيَةٍ | bir kasabaya |
|
6 | وَهِيَ | o kimse |
|
7 | خَاوِيَةٌ | (duvarları) yığılmış |
|
8 | عَلَىٰ | üstüne |
|
9 | عُرُوشِهَا | çatıları |
|
10 | قَالَ | dedi ki |
|
11 | أَنَّىٰ | nasıl |
|
12 | يُحْيِي | diriltecek |
|
13 | هَٰذِهِ | bunu |
|
14 | اللَّهُ | Allah |
|
15 | بَعْدَ | sonra |
|
16 | مَوْتِهَا | öldükten |
|
17 | فَأَمَاتَهُ | kendisini öldürüp |
|
18 | اللَّهُ | Allah (da) |
|
19 | مِائَةَ | yüz |
|
20 | عَامٍ | sene |
|
21 | ثُمَّ | sonra |
|
22 | بَعَثَهُ | diriltti |
|
23 | قَالَ | dedi |
|
24 | كَمْ | ne kadar |
|
25 | لَبِثْتَ | kaldın |
|
26 | قَالَ | dedi |
|
27 | لَبِثْتُ | kaldım |
|
28 | يَوْمًا | bir gün |
|
29 | أَوْ | ya da |
|
30 | بَعْضَ | birazı (kadar) |
|
31 | يَوْمٍ | bir günün |
|
32 | قَالَ | (Allah) dedi |
|
33 | بَلْ | bilakis |
|
34 | لَبِثْتَ | kaldın |
|
35 | مِائَةَ | yüz |
|
36 | عَامٍ | yıl |
|
37 | فَانْظُرْ | bak |
|
38 | إِلَىٰ |
|
|
39 | طَعَامِكَ | yiyeceğine |
|
40 | وَشَرَابِكَ | ve içeceğine |
|
41 | لَمْ |
|
|
42 | يَتَسَنَّهْ | bozulmamış |
|
43 | وَانْظُرْ | ve bak |
|
44 | إِلَىٰ |
|
|
45 | حِمَارِكَ | eşeğine |
|
46 | وَلِنَجْعَلَكَ | seni kılalım diye |
|
47 | ايَةً | bir ibret |
|
48 | لِلنَّاسِ | insanlar için |
|
49 | وَانْظُرْ | ve bak |
|
50 | إِلَى |
|
|
51 | الْعِظَامِ | kemiklere |
|
52 | كَيْفَ | nasıl |
|
53 | نُنْشِزُهَا | onları birbiri üstüne koyuyor |
|
54 | ثُمَّ | sonra |
|
55 | نَكْسُوهَا | onlara giydiriyoruz |
|
56 | لَحْمًا | et |
|
57 | فَلَمَّا | bu işler |
|
58 | تَبَيَّنَ | açıkça belli olunca |
|
59 | لَهُ | ona |
|
60 | قَالَ | dedi ki |
|
61 | أَعْلَمُ | biliyorum ki |
|
62 | أَنَّ | şüphesiz |
|
63 | اللَّهَ | Allah |
|
64 | عَلَىٰ |
|
|
65 | كُلِّ | her |
|
66 | شَيْءٍ | şeye |
|
67 | قَدِيرٌ | kadirdir |
|
Hayy isminin ikinci örnek çalışmasıdır diyebiliriz.
Bugün bir gece buzdolabına koymayıp dışarda bıraktığımız süt bile bozuluyor.Ama Allah yüz senede ,bir yanda etleri kemikleri çürüyen eşeği bir yanda hiç bozulmamış yiyecek ve içeceği Uzeyr’in “Allah burayı ölümünden sonra nasıl diriltecek?” sorusu üzerine örnek gösteriyor bize.
Ki geçtiği belde, Irak’ın Beni İsraile saldırmasıyla 600 bin insanın öldüğü ve bir o kadar insanın da yaşam savaşı verdiği harab olmuş bir beldeydi.
Nunşizuhâ kelimesinin kökü olan neşz (نشز) yerin yüksek olan kısmına denir. Neşeze yukarıda, yüksekte olmak, kalkmak, aykırı olmak, kaçmak, detone olmak, perdesizleşmek gibi manalara gelirken ayette kullanılan enşeze (أنشز) ayağa kaldırmak, diriltmek, bir araya getirmek demektir.
Aykırı, çıkıntı, ahenksiz, uyumsuz, akortsuz, geçimsiz olana nâşiz denir. Nüşuz (نُشُوز) düşmanlık, nefret, hoşlanmama, antipati, aykırılık, geçimsizlik demektir (Müfredat, Dağarcık (Arapça-Türkçe Sözlük)). Kur’ân-ı Kerim’de toplam beş defa geçmiştir. Ayette diriltmek veya bir araya getirmek manasında kullanılmıştır.
اَوْ كَالَّذ۪ي مَرَّ عَلٰى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَاۚ قَالَ اَنّٰى يُحْـي۪ هٰذِهِ اللّٰهُ بَعْدَ مَوْتِهَاۚ
أَوۡ atıf harfidir. كَ harfi cerdir. مثل (gibi) manasındadır. اَلَمْ تَرَ ifadesinin delaleti sebebiyle, hazfedilmiştir. Takdiri; أو رأيت مثلَ الذي (Veya bunun benzerini gördün mü?) şeklindedir. Müfred müzekker has ism-i mevsûl, mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası مَرَّ عَلَىٰ قَرۡیَة ’dır. مَرَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. عَلَىٰ قَرۡیَة car mecruru مَرَّ fiiline müteallıktır.
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هِیَ mübteda olarak mahallen merfûdur. خَاوِیَةٌ haber olup lafzen merfûdur. عَلَىٰ عُرُوشِ car mecruru خَاوِیَةٌ ’e müteallıktır. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
أَوۡ كَٱلَّذِی ifadesi, اَوْ اَرَاَيْتَ مِثْلَ (gibisini gördün mü?) anlamındadır. Ancak buradaki اَوْ اَرَاَيْتَ ifadesi, önceki ayetin başındaki اَلَمْ تَرَ ifadesinin delaleti sebebiyle hazfedilmiştir; çünkü her ikisi de hayret anlamı ifade eden kelimelerdir (biri diğerinin yerini tutar.) Bu ifadenin lafza değil de manaya hamledilmesi de mümkündür. Bu durumda; “İbrahim’le tartışanı ya da bir şehre uğrayan kimse gibisini görmedin mi?” denmiş gibidir. (Keşşâf)
قَالَ أَنَّىٰ یُحۡیِۦ cümlesi مَرَّ ’nın failinin hali olarak mahallen mansubtur. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. أَنَّىٰ istifham harfi كَيْفَ (nasıl) manasındadır. Hal olarak mahallen mansubtur. Mekulü’l-kavli یُحۡیِ’dir. یُحۡیِ fiili, ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. İşaret ismi هَـٰذِهِ mukaddem mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. ٱللَّهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. بَعۡدَ zaman zarfı, یُحۡیِ fiiline müteallıktır. مَوۡتِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُۜ قَالَ كَمْ لَبِثْتَۜ
Fiil cümlesidir. فَ istînâfiyyedir. أَمَاتَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. ٱللَّهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. مِا۟ئَةَ zaman zarfı, أَمَاتَ fiiline müteallıktır. عَامࣲ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. بَعَثَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Mekulü’l-kavli كَمۡ لَبِثۡتَ ‘dir. قَالَ fiilinin mef‘ûlü bihi olarak mahallen mansubtur. كَمۡ soru harfi, zaman zarfı olarak لَبِثۡتَ fiiline müteallıktır. Mümeyyizi mahzuftur. Takdiri; كم وقتًا لبثت؟ (Ne kadar zaman kaldın?) şeklindedir. لَبِثۡتَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olup mahallen merfûdur.
قَالَ لَبِثْتُ يَوْماً اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالَ بَلْ لَبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ فَانْظُرْ اِلٰى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْۚ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Mekulü’l-kavli لَبِثۡتُ یَوۡمًا ‘dir. قَالَ fiilinin mef‘ûlü bihi olarak mahallen mansubtur. لَبِثۡتُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُ fail olup mahallen merfûdur. Zaman zarfı یَوۡمًا mef’ûlun fih olup لَبِثۡتُ fiiline müteallıktır.
أَوۡ atıf harfidir. بَعۡضَ kelimesi یَوۡمًا’e müteallıktır. یَوۡم muzâfun ileyhtir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Mekulü’l-kavli mahzuftur. Takdiri; قال ما لبثت يوما أو بعض يوم بل لبثت مائة عام (Ben bir gün veya daha az kaldım dedi ama aslında yüz yıl kalmıştı) şeklindedir. بَل idrâb harfidir. لَّبِثۡتَ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تَ fail olup mahallen merfûdur. مِا۟ئَةَ zaman zarfı, لَّبِثۡتَ fiiline müteallıktır. عَام muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; إن لم تطمئنّ فانظر (Mutmain olmadıysan … bak, düşün) şeklindedir. ٱنظُرۡ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail müstetir olup takdiri أنت dir. إِلَىٰ طَعَامِ car mecruru ٱنظُرۡ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. شَرَابِكَ car mecruru atıf harfi وَ ’la طَعَامِكَ ’ye matuftur. لَمۡ یَتَسَنَّهۡ cümlesi طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ ’nin hali olarak mahallen mansubtur. لَمۡ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
لَمۡ یَتَسَنَّهۡ [Henüz bozulmamıştır.] ifadesinin anlamı hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre anlam “Yıllar geçse de değişmedi.” şeklindedir. اَلسَّنَةُ kelimesinde هۡۖ harfi yoktur. Aslı سَنْوَةٌ’dür. Çoğulunda da هۡۖ harfi bulunmaz. Ref halinde سِنُونٌ , nasb ve cer halinde سِنِينَ denir. Bu ifadenin aslı لَمْ يَتَسَنَّ şeklindedir. تَسَنَّى - يَتَسَنَّى şeklinde çekimlenir. Başına cezm edatı olan لَمْ geldiği için sondaki ى düşmüş ve kelime لَمْ يَتَسَنَّ şekline girmiştir.
İkinci görüş ise şöyledir: [Ayette geçen] fiil تَسَنَّى - يَتَسَنَّى ’dır ve aslı تَسَنَّ - يَتَسَنَّ ’dur. Üç نَ ‘dan biri tahfif için ى ‘ye dönüşmüştür. Aynı durum aslı تَظَنَّى olan تَظَنَّ lafzında da geçerlidir. تَمَطَّى ifadesinin de aslı تَمَطَّ ’dır. تَسَنََّنَ fiili de [birinci görüşte zikredilen تَسَنَّى fiili gibi değişti anlamına gelir. سَنَّنْتُهُ “değiştirdim”, تَسَنَّنَ ise “değişti” demektir. Yine Allah Teâlâ başka bir ayette: مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍۚ [Pişmiş kuru bir çamurdan] Hicr/26 buyurmuştur. Bu ayetteki مَسْنُونٍ da “değişmiş” anlamına gelir. Üzeyir (as) kıssasında Allah Teâlâ iki nesneyi, yiyecek ve içeceği zikretmiştir. Ancak fiil olan لَمۡ یَتَسَنَّهۡ müfreddir. Burada Cenâb-ı Hak لَمۡ یَتَسَنَّهۡ fiilini, fiilden önce gelen شَرَابِكَ kelimesine ait saymıştır. Dolayısıyla; eğer söz konusu mucize (bozulmadan kalma) شَرَابِكَ (içecek) için sabit olmuşsa, ayette ilk zikredilen طَعَامِكَ (yiyecek) için de (fiil açısından طَعَامِكَ ikinci sıradadır) sabit olmuştur. Çünkü bu diğeri ile benzeşmektedir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Hâ-i sekt: Kelimenin aslından olmayan, müstakil bir anlam da taşımayan, yalnız bulunduğu kelimenin son harfinin harekesini korumak için bazı kelime sonlarında görülen ـه harflerine denir.
Kıraat imamları, Kur’an-ı Kerim’de yedi kelimenin sonlarında bulunan hâ-i sekt’lerin;
A. Vakıf halinde sakin olarak okunması konusunda ittifak etmişlerdir. O halde bu örneklerin bulunduğu yerlerde, diğer kelime sonlarındaki sakin harfler gibi vakıf yapılmalıdır.
B. Vasıl halinde ise bu harflerin okunup okunmaması konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Kıraat imamımız İmam-ı Asım, bu yedi kelimenin tamamında, vakıf ve vasıl halinde Hâ-i sekt’leri, sakin olarak okumuştur.
Bu yedi kelime şunlardır:
1: Bakara, 259. ayette: ( لمْ يَتسَنّهْ ):
2: En’am, 90. ayette: ( إقْتدِهْ ):
3:Hâkkah; 19, 25 . ayetlerde كِتابيَهْ ):
4:Hâkkah; 20, 26. ayetlerde: ( حسابيَهْ ):
5:Hâkkah, 28. ayette: ( ماليَهْ ):
6:Hâkkah, 29. ayette: ( سلْطانِيَهْ ):
7:Kâria, 10. ayette: ( ما هِيَهْ ):
وَانْظُرْ اِلٰى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ اٰيَةً لِلنَّاسِ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. ٱنظُرۡ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail müstetir olup takdiri أنت dir. إِلَىٰ حِمَارِ car mecruru ٱنظُرۡ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. لِ harfi, نَجۡعَلَ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harfiyle birlikte mahzuf fiile müteallıktır. Takdiri; فعلنا ذلك لتعلم ولنجعلك آية للناس (Bunu senin öğrenmen ve insanlara bir delil olması için yaptık) şeklindedir. نَجۡعَلَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. ءَایَةࣰ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. لِّلنَّاسِ car mecruru ءَایَةࣰ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.
وَانْظُرْ اِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنْشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْماًۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. ٱنظُرۡ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail müstetir olup takdiri أنت dir. إِلَى ٱلۡعِظَامِ car mecruru ٱنظُرۡ fiiline müteallıktır. كَیۡفَ istifham harfi, hal olarak mahallen mansubtur. نُنشِزُهَا cümlesi ٱلۡعِظَامِ ’nin hali olarak mahallen mansubtur. نُنشِزُ muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. ثُمَّ tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir. نَكۡسُو muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. لَحۡما ikinci mef’ûlu olup fetha ile mansubtur.
فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُۙ قَالَ اَعْلَمُ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
فَ istînâfiyyedir. لَمَّٓا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. قَالَ fiiline müteallıktır. Şart fiili تَبَیَّنَ, fetha üzere mebni mazi fiil olup muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. لَهُۥ car mecruru تَبَیَّنَ fiiline müteallıktır.
تَبَیَّنَ [apaçık belli olunca] fiilinin faili gizli olup فَلَمَّا تَبَیَّنَ لَهُۥ أَنَّ ٱللَّهَ عَلَىٰ كُلِّ شَیۡء قَدِیر [Allah’ın her şeye kâdir olduğu kendisine apaçık belli olunca] şeklinde takdir edilebilir. قَالَ أَعۡلَمُ أَنَّ ٱللَّهَ عَلَىٰ كُلِّ شَیۡءࣲ قَدِیرࣱ [Artık biliyorum ki, Allah her şeye kâdirdir.] dedi.” Bir önceki ifadenin تَبَیَّنَ şeklindeki faili de “Allah’ın her şeye kâdir olduğu” ifadesi olduğu halde, sonrasındaki bu ifadenin delaleti sebebiyle o ilk ifade hazfedilmiştir. Bu tıpkı ضَرَبَنِي وَضَرَبْتُ زَيْدًا [Bana vurdu; ben de Zeyd’e vurdum.] ifadesindeki gibidir. (Keşşâf) Burada tenâzu’ denilen durum vardır. (Mahmut Sâfî)
Şartın cevabı … قَالَ ‘dir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Mekulü’l-kavli أَعۡلَمُ ‘dür. قَالَ fiilinin mef‘ûlün bihi olarak mahallen mansubtur. أَعۡلَمُ muzari fiildir. Faili ise müstetir zamir اَنَا ‘dir. اَنَّ ve masdar-ı müevvel, أَعۡلَمُ fiilinin iki mef’ûlu yerinde olup mahallen mansubtur.
أَنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. اللّٰه lafza-i celâli, اِنَّ ’nin ismidir. قَدِ۪يرٌ ise haberidir. عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ , amiline takdim edilmiştir.اَوْ كَالَّذ۪ي مَرَّ عَلٰى قَرْيَةٍ وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلٰى عُرُوشِهَاۚ قَالَ اَنّٰى يُحْـي۪ هٰذِهِ اللّٰهُ بَعْدَ مَوْتِهَاۚ
Ayet önceki ayete أَوۡ ile atfedilmiştir. Cer mahallindeki ism-i mevsûl, اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ي ibaresindeki mevsûle matuftur. Veya كَ harfi misli manasında mahzuf bir fiilin mef’ûlüdür.
Bu ayet, bir önceki ayete matuftur ve Allah'ın (cc) müminlerin velisi olduğuna bir misal ve izahtır. Atıf harfi olarak وَ değil أَوۡ kullanılmış olması, bir önceki ayetle bu ayetin tek bir misal olduğu zannından sakınmak içindir. (Ebüssuûd)
O takdirde mahallen mansub olan ٱلَّذِی ’nin sıla cümlesi, müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mübteda ve haberden müteşekkil ...وَهِیَ خَاوِیَةٌ عَلَىٰ cümlesi قَرۡیَةࣲ ‘den hal olup mahallen mansub, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal cümlesi ıtnâb babındandır.
العريش: Evin çatısı demektir. Gölge yapsın veya örtüp saklasın diye hazırlanan herşeye عريش denir. (Kurtubî)
Ayet-i kerimedeki kasaba veya şehrin tabiînden Vehb b. Münebbih, İklime ve Rebî' b. Enes'e göre Beytül-Makdis'dir. (Ebüssuûd)
خَاوِیَةٌ عَلَىٰ عُرُوشِهَا cümlesi bu geçip gidilen karyenin harap ve yok olmasının sıfatından kinayedir. Bu kinayenin güzelliğinin sırrı; soyut manadaki yıkım ve haraplığın göz önünde belirerek somut, hissî bir şekilde tasvir edilmesidir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belagati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1568)
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiş olan ...قَالَ أَنَّىٰ cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Bu cümlenin مَرَّ fiilinin failinden hal olmasına da cevaz vardır. Hal cümleleri konuyu açıklamak, zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
قَالَ fiilinin mef’ûlü olan mekulü’l-kavl cümlesi ...أَنَّىٰ یُحۡیِۦ şeklinde, istifhamı inkârî üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Mef’ûlün faile takdimi,önemine binaendir.
Müsnedün ileyh telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak için lafza-i celâlle gelmiştir.
أَنَّىٰ یُحۡیِۦ هَـٰذِهِ ٱللَّهُ بَعۡدَ مَوۡتِهَاۖ sözündeki istifhamın amacı; çatıları boş yıkılmış karyeye yeniden hayat verecek olan Allahu Teâlâ’nın kudretini büyütmektir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belagati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1569)
أَنَّىٰ یُحۡیِۦ هَـٰذِهِ ٱللَّهُ بَعۡدَ مَوۡتِهَاۖ [Allah ölümünden sonra bunu nasıl diriltecek?] cümlesinde هَـٰذِهِ ٱللَّهُ şeklinde failin me'fulden sonra gelmesi, uzak bir ihtimal olarak görülen, garipsenen şeyi ifade içindir. Garipsenen şey fail yani Allah (cc) ile değil, me'ful yani harabe halindeki şehirle ilgilidir. Hülasa, burada murad bu harabe şehrin darmadağın olmuş eski sakinleri veya başkaları tarafından yeniden imar edilmesinin uzak bir ihtimal olduğunu belirtmektir.İmar için إحيا (diriltme) ve harabiyet için de مَوْت (ölüm) kelimelerinin kullanılması, durumun korkunçluğunu göstermek; imar ve ihyanın ne kadar uzak bir ihtimal olduğu görüşünü tekid içindir. (Ebüssuûd)
یُحۡیِ - مَوۡتِهَاۖ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
‘’Karyenin çatıların üzerine çökmesi’’ şeklindeki ifade aklî mecazdır. Köy değil, köydeki çatılar ve duvarlar yıkılır. İzafet nisbeti denebilir. Yani ‘’köyün duvarları ve çatılar yıkıldı,’’ demektir.
أَنَّىٰ یُحۡیِۦ هَـٰذِهِ ٱللَّهُ بَعۡدَ مَوۡتِهَاۖ cümlesi; hal-mahal alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Zira mahal olan karye zikredilmiş, hal olan karye ehli murad edilmiştir. Öyleyse karyenin ölümünden kasıt oranın sakinlerinin ölümüdür. İhyadan kasıt ise, binaların ve duvarların değil o devirde yaşayanların diriltilmesidir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belagati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1570)
[Allah ölüleri işte böyle diriltir.] (Bakara 2/73) ayet-i kerimesi ile bu ayet arasında pek çok ayet bulunuyor olsa da, bu ayet 73. ayete matuftur; çünkü Kur’an-ı Kerim’in tamamı tek bir kitaptır ve ayetler birbiriyle bağlantılıdır. Ferrâ ve Kisâî şöyle demişlerdir: Bu ayet-i kerime mana bakımından kendisinden önce gelen [Görmedin mi?] ifadesine atfedilmiştir. Buna göre takdiri şöyledir: İbrahim’e karşı çıkan kişiyi ve köye uğrayan kişiyi görmedin mi? (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
قَالَ أَنَّىٰ یُحۡیِۦ هَـٰذِهِ ٱللَّهُ بَعۡدَ مَوۡتِهَاۖ ayetinde ismi işaret olan هَـٰذِهِ ‘nin takdim edilmesi; karyedeki yıkım,tahribat ve yok olmanın meşhur veya görülmemiş bir boyuta ulaştığını belirtmek içindir. Bu durum yoldan geçeni merak ettirmiş ve ürkütmüştür. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveyni, Min Ğarîbi Belagati’l Kur’ani’l Kerim, Soru;1571)
أَوۡ كَٱلَّذِی مَرَّ عَلَىٰ ifadesi, [uğrayan kimse gibisini gördün mü?] او ارايت مثل anlamındadır. Ancak buradaki او ارايت ifadesi, önceki ayetin başındaki َاَلَمْ تَرَ ifadesinin delaleti sebebiyle hazfedilmiştir; çünkü her ikisi de hayret anlamı ifade eden kelimelerdir. Biri diğerinin yerini tutar. Bu ifadenin lafza değil de manaya hamledilmesi de mümkündür. Bu durumda; “İbrahim’le tartışanı ya da bir şehre uğrayan kimse gibisini görmedin mi?” denmiş gibidir. Söz konusu şehre uğrayan bu kimse yeniden dirilişi inkâr eden bir kişiydi. Ayetin açık / zahir anlamı budur; zira bu kişi, Nemrut ile aynı minvalde zikredilmektedir. Ayrıca bu kişinin kullanmış olduğu [Allah burayı nasıl diriltecek ki?] şeklindeki imkânsız görme ifadesi de bunu göstermektedir. Bir görüşe göre bu kişi Üzeyir (as) veya Hızır olup tıpkı İbrahim (as)’ın talebinde olduğu gibi, daha fazla basiret sahibi olmak için ölülerin dirilişini açık seçik görmek istemiştir. Bu durumda ayette geçen أَنَّىٰ یُحۡیِۦ [Nasıl diriltecek ki?!] ifadesi, ölülerin nasıl diriltildiğini bilme konusundaki acziyetin itirafı ve dirilten kudretin tazimidir. (Keşşâf)
Ayette أنى harfi كَيْفَ veya متى manasındadır. Çünkü yıkık kasabaya uğrayan ve bu soruyu soran kişi mümin birisi ise; harabe haline gelmiş ve ahalisinden hiç kimse kalmamış, bu kasabanın nasıl diriltileceğini bilmekten aciz olduğunu itiraf ediyor demektir. Buna göre, أنى harfi كَيْفَ manasındadır. Yani: ‘’Allah bunları nasıl diriltecek?’’ diye sorabilir. Ancak kasabaya uğrayan kişi mümin olmayan birisi de olabilir. Bu durumda sorduğu bu soruyla, harabe hale gelmiş bu kasabayı Allah’ın diriltebileceğini imkânsız görüyor ve inkâr ediyor demektir. Bu ihtimale göre söz konusu ayetin manası: “Allah bunları ne zaman diriltir ki? (hiç diriltmez)” şeklinde olup أنى harfi, متى manasındadır. (Sahip Aktaş/Kur’an’da İstifhâm Üslûbu)
Bu sorular aslında bir itiraz değildir. İbrahim'in (as) de böyle bir isteği sonraki ayette dile getirilmiştir. Melekler de insanın halife olarak yaratılmasının nasıl olacağını sormuşlardı. Soru, merak sorusudur. Kalbin mutmain olması içindir.
فَاَمَاتَهُ اللّٰهُ مِائَةَ عَامٍ ثُمَّ بَعَثَهُۜ
فَ istînâfiyedir. Cümle müsbet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyh O’nun kudretini hissettirmek için bütün esma-i hüsnaya şamil lafza-i celâlle marife olmuştur.
بَعَثَهُۥۖ cümlesi ...أَمَاتَهُ ٱللَّهُ cümlesine zaman aralığı ifade eden ثُمَّ ile atfedilmiştir. İki cümle arasında mukabele sanatı vardır.
أَمَاتَهُ - بَعَثَهُۥ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
بَعَثَهُ - یُحۡیِ kelimeleri arasında ise mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayetteki بَعَثَهُ kelimesi bir şeyi yerinden doğrultmak manasınadır. Kıyamet gününe de, yevm-i ba's denir. Çünkü insanlar o günde kabirlerinden kalkarlar. Yüce Allah'ın bunu ayette احياه (onu diriltti) demeyip بَعَثَ [kaldırdı] kelimesiyle ifade etmesi bunun, Hazret-i Uzeyir'in önce nasıl idiyse, aynen eskisi gibi, akıllı, anlayış sahibi, ilâhi bilgiyi hemen kavrayacak bir durumda, eksiksiz bir şekilde eski haliyle döndürmesindendir. Eğer ”Sonra onu ihya etti (احياه)" deseydi, bütün bu manalar çıkmazdı. (Ruhu’l-Beyan-Ebüssuûd-Fahreddin er-Razi,Tefsir-i Kebir)
قَالَ كَمْ لَبِثْتَۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle müsbet fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mekulü’l-kavl ise istifham üslubunda talebi inşâî isnad olan fiil cümlesidir.
Cümledeki istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
İstînâf cümlesidir. "Peki, onu dirilttikten sonra ona ne demişti?" şeklindeki bir gizli soruya cevap mahiyetindedir. Allah (cc), Üzeyir bu soruyu kudretini kavramaktan aciz olduğunu, kendisini öldürdükten sonra diriltmesinin üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin pek de zor olmadığını göstermek için sormuştu. Ayrıca Üzeyir bu arada Allah'ın (cc) kudret eserlerinden birine daha muttaki olur ki bu da, çabuk bozulan söz konusu gıdaların hiç tagayyür etmeden uzun zaman olduğu gibi kalmasıdır. (Ebüssuûd)
bknz: https://islamansiklopedisi.org.tr/uzeyir
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. Mukaddem mef’ûl olan كَمۡ ’in temyizi mahzuftur. Takdiri; عاما (sene)’dir.
Allah Üzeyir'in ölümü üzerinden yüz sene geçtikten sonra onu tekrar diriltti. Burada احيا yerine بَعَثَ [diriltmek, uykudan uyandırmak, göndermek] fiilinin kullanılması, Allah'ın (cc) yüce iradesine göre, bu kolay işin gerçekleşmesinin bir insanı uykudan uyandırmak kadar ve çabuk olduğunu belirtmek içindir. Bir başka sebebi de Allah'ın (cc), Üzeyir'i öldüğü günkü hali ile ezcümle akıllı, anlayan, düşünen, eserden müessiri istidlal edebilen biri olarak geri göndermiş olduğunu ifadeye yöneliktir. (Ebüssuûd)
[Ne kadar kaldın?’ dedi.] Bir rivayete göre bunu o zamanki peygamber söylemiştir. Başka bir rivayete göre bu söz meleğe aittir. Ona gökten bir münadinin seslendiğini rivayet etmiştik. Bir görüşe göre kendi kendine söylemiş ve cevaplamıştır. Yani [Ne kadar kaldın?] lafzı, “Burada ne kadar bulundun?” anlamındadır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
قَالَ لَبِثْتُ يَوْماً اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالَ بَلْ لَبِثْتَ مِائَةَ عَامٍ
Şibh-i kemâl-i ittisâl nedeniyle fasılla gelen cümle, müsbet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtida-i kelamdır. Mekulü’l-kavl, lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İstînâfiyye (gizli bir sorunun cevabı) olarak fasılla gelen ...قَالَ بَل لَّبِثۡتَ cümlesinde de fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müsbet fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mekulü’l-kavl de aynı şekilde faide-i haber ibtidaî kelam olan fiil cümlesidir.
[Bir gün... Veya günün birkaç saati] ifadesi tahminen söylenmiştir. Rivayete göre bu kişi kuşluk vaktinde ölmüş, yüz yıl sonra güneş batımından hemen önce diriltilmiş, ne kadar kaldığı sorulunca da güneşe bakmadan önce “bir gün” diye cevap vermiş, sonra başını çevirip güneşin bir kısmının hala göründüğünü görünce “ya da birkaç saat” demiştir. Yine rivayete göre bu kişinin [ayette sözü edilen] yemeği incir ve üzüm, içeceği ise meyve suyu ya da süt imiş. Diriltildiğinde üzüm ve incirin toplandıkları gün gibi taptaze, içeceğinin de hiç bozulmamış olduğunu görmüştür. (Keşşâf-Ebüssuûd)
[Bir gün yahut daha az, dedi.] Çünkü o kuşluk vakti gelmişti ve canlı idi. Kalktığında ise gece bitmişti. Oraya geldiğinde daha günün bitmemiş [akşam olmamış] olduğunu hesap ederek [yahut bir günden daha az] dedi. Ayetteki bu ifade, kesin bilginin (yakîn) olmaması halinde zann-ı gālibe göre söz söylemenin caiz olduğunu gösterir. Nitekim Ashab-ı kehf de “Bir gün veya daha az kaldık.” demişlerdir قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ (müminûn 23/113). Yine Yusuf’un kardeşlerinin قَالُٓوا اِنْ يَسْرِقْ فَقَدْ سَرَقَ اَخٌ لَهُ مِنْ قَبْلُۚ [Eğer o çaldıysa ondan önce kardeşi de çalmıştı.] (Yusuf 12/77) demeleri de bu kabildendir. قَالَ بَل لَّبِثۡتَ مِا۟ئَةَ عَامࣲ [Allah ona dedi ki: Hayır, yüz sene kaldın.] Burada önceki söz yani [Bir gün veya daha az kaldım.] ifadesi reddedilmekte ve yüz yıl kaldığı ifade edilmektedir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
لَّبِثۡتَ - لَبِثۡتُ ve مَوۡتِهَا - فَأَمَاتَهُ kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayeti kerimede yıl manasında verimli yılı ifade eden عَامࣲ kelimesi geçmiştir.
فَانْظُرْ اِلٰى طَعَامِكَ وَشَرَابِكَ لَمْ يَتَسَنَّهْۚ
فَ cevap cümlesine dahil olan rabıtadır. Şartın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri; إن لم تطمئنّ فانظر (Mutmain olmadıysan ….. bak, düşün) olan mahzufla birlikte cümle, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cevap cümlesi ...ٱنظُرۡ إِلَىٰ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
لَمۡ یَتَسَنَّهۡۖ cümlesi وَ olmadan gelen müekked hal cümlesidir.
Hal cümlesi anlamı kuvvetlendirmek için gelen ıtnâbtır.
Üzeyir (as) kıssasında Allah Teâlâ iki nesneyi, yiyecek ve içeceği zikretmiştir. Ancak fiil olan لَمۡ یَتَسَنَّهۡ müfrettir. Burada Cenâb-ı Hakk لَمۡ یَتَسَنَّهۡ fiilini, fiilden önce gelen شَرَابِكَ kelimesine ait saymıştır. Dolayısıyla; eğer söz konusu mucize (bozulmadan kalma) شَرَابِكَ (içecek) için sabit olmuşsa, ayette ilk zikredilen طَعَامِكَ (yiyecek) için de (fiil açısından طَعَامِكَ ikinci sıradadır) sabit olmuştur. Çünkü bu diğeri ile benzeşmektedir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
لَمۡ یَتَسَنَّهۡۖ [Hiç bozulmamışlar] cümlesi "üzerinden yıllar geçmemiş" şeklinde de tefsir edilmiştir, O takdirde bu ifade hakikat değil teşbih olur ve:"Yiyeceğine, içeceğine bak! Sanki üzerinden hiç yıllar geçmemiş; taptaze duruyor." anlamı kazanır. (Ebüssuûd)
یَتَسَنَّهۡۖ kelimesinin sonundaki هُ sekte içindir. (Yani ha sesi üzere durulsun diye) Bu harflerin hakkı, durulduğunda var olup geçildiğinde düşmesidir; ancak bu harfler Mushaf hattında var olduğu için durmanın tercih edilmesi güzel görülmüştür. Bununla birlikte, geçerek okuyup bu harflerin düşürülmesinde bir sakınca olmadığı da söylenmiştir. İbn Muhaysın bu kelimeleri hâ olmaksızın ya harfinin iskanıyla okumuştur. Bir grup kurra ise bu kelimeleri Mushaf hattına uyarak geçerken de dururken de ha’yı ispatla okumuştur. (Keşşaf, Hakka/19)وَانْظُرْ اِلٰى حِمَارِكَ وَلِنَجْعَلَكَ اٰيَةً لِلنَّاسِ
Cümle وَ ‘la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi tezayüftür. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Lam-ı ta’lil sebebiyle masdar tevilindeki نَجۡعَلَكَ ءَایَةࣰ لِّلنَّاسِۖ cümlesi, cer mahallinde mahzuf bir fiilin müteallıkıdır. Takdiri; فعلنا ذلك لتعلم ولنجعلك آية (Sana bir ayet olması ve bilmen için bunu yaptık) olabilir.
Üzeyir'in önce öldürülmesi, uzun süre öyle bırakılması sonra yeniden hayata döndürülmesi ve bütün bunların hikmeti, o asrın insanları için bir ibret olması ve gizli, kalmış Tevrat hakikatlerini insanlara öğretmesidir. (Ebüssuûd)
ءَایَةࣰ ’deki tenvin tazim ifade eder.
Burada kemiklerden maksat, eşeğin kemikleri olduğu için وَٱنظُرۡ [bak] emri yinelenmiştir. Çünkü birinci ٱنظُرۡ [bak!], uzun süre öylece kaldıkları halde hiç bozulmamış olan gıda maddelerine ilişkindir. İkinci ٱنظُرۡ [bak!] ise hayatın ve hayat unsurlarının üzerine bina edildiği o kemiklere ilişkindir. (Ebüssuûd)
وَانْظُرْ اِلَى الْعِظَامِ كَيْفَ نُنْشِزُهَا ثُمَّ نَكْسُوهَا لَحْماًۜ
Cümle وَ ‘la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi tezayüftür. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
و olmadan gelen كَیۡفَ نُنشِزُهَا cümlesi ve ثُمَّ ile makabline atfedilen نَكۡسُوهَا لَحۡمࣰاۚ cümlesi, ٱلۡعِظَامِ 'nin halidir.
Ayette, ٱلۡعِظَامِ [kemik] çoğul, لَحۡماۚ [et] ise tekil olarak geçmektedir. Çünkü kemikler farklı ve ayrı ayrıdırlar; şekil bakımından da farklıdırlar. Fakat et öyle değildir; birdir, bitişiktir ve görülen bir şeydir. Kemikler etin altında kaldıklarından görülmezler. (Ruhu’l-Beyan)
كَیۡفَ نُنشِزُهَا hal cümlesi, istifham üslubunda talebî inşâî isnad formunda geldiği halde asıl maksadın soru sormak değil, tehaddi ve tevbih olması nedeniyle mecâz-ı mürsel mürekkebtir.
Cümledeki istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Hal cümleleri anlama zenginlik kazandıran ıtnâb sanatıdır.
نَكۡسُوهَا لَحۡمࣰاۚ [kemiklere et giydiririz] ifadesinde et, elbiseye benzetilerek meknî istiare yapılmıştır. Müşebbehün bih olan elbise hazfedilip lazımı olan giydirme zikredilmiştir. Câmi’ her ikisindeki örtücü olma özelliğidir.
Ayet-i kerimede نَكۡسُوهَا لَحۡمࣰاۚ [kemiklere et giydiririz] ifadesinde istiare vardır. Elbisenin bedeni örttüğü gibi onları etle örteriz. Ebu Hayyan şöyle der: Hakiki elbise bedenin dışındaki elbisedir. Yüce Allah burada, yaratıp kemikleri örttüğü et yerine müstear olarak elbiseyi zikretmiştir. Bu, son derece güzel bir istiaredir. (Safvetü't Tefâsir)
كَیۡفَ نُنشِزُهَا [onları nasıl dirilteceğiz] ifadesindeki نُنشِزُهَا , كَیۡفَ ile mansubtur, cümle de ٱلۡعِظَامِ 'den haldir. Yani “kemiklere diriltilmiş olarak bak”, demektir. (Beyzâvî)
قَالَ - یَوۡمًا - لَّبِثۡتَ - فَٱنظُرۡ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
طَعَامِكَ - شَرَابِكَ , لَحۡمࣰاۚ - ٱلۡعِظَامِ , یَوۡمًا - عَامࣲ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُۙ قَالَ اَعْلَمُ اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
فَ istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzâfun ileyh olan تَبَیَّنَ şart, قَالَ ise cevap fiilidir. Her iki cümle de mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Faide-i haber ibtidaî kelam olan mekulü’l-kavl cümlesi muzari fiil sıygasıyla gelmiştir.
عَلِم (bilmek) fiilinin أعْلَمُ [biliyorum] şeklindeki muzari kipinin tercih edilmesi, Üzeyir'in Allah'ın (cc) kudretiyle ilgili bilgisinin sürekliliğine, o bilginin aslının hiç bozulmadığına ancak diriltilme keyfiyetini müşahede sebebiyle o bilginin vasfının değiştiğine delalet eder. (Ebüssuûd)
Masdar harfi أَنَّ ’yi takip eden ve faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesi, masdar teviliyle أَعۡلَمُ fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur عَلَىٰ كُلِّ شَیۡءࣲ , amili olan قَدِیرࣱ ’a takdim edilmiştir. Bu takdim, tahsis ifade eder. Her şeye kâdir olmak Allah’a kasredilmiştir.
أَنَّ ’nin isminin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve ve kalplerde haşyet uyandırmak içindir.
شَیۡءࣲ ’deki tenvin umum içindir.
Başka zaman olsa dokunmayacak bir ses, bir bakış, bir his gelir kalbine çarpar ve yaralar. Hırpalanıp kararan yere şöyle bir bakıp ‘önemli değil’ diye düşünürsün, ‘geçer’. Dönüp gidecekken bir fısıltı yakandan yakalayıp geri çeker seni. Gözünün ucuyla baktığında, karanlık bir ordunun içine doğru götürüldüğünün farkına varırsın. Mücadele edersin. Fısıltılar göz ve kulaklarını tıkar. Zihninde ve gönül kafesinde bir sisin yayıldığını hissedersin. Ellerinle sisi dağıtmaya ne kadar çalışırsan çalış, nefes alamazsın. Bir el belirir, beklenmedik bir yerden. Kalbini tutar ve sıkıştırdıkça sıkıştırır.
Her şeyi bırakıp kaçmak istersin. Gönlünün boşluklarında, avazın çıktığı kadar bağırırsın. Düşüncelerinin ve duygularının hali değişir. Daha önce aklına gelmeyen her şey hücum eder. Sisleri mi dağıtmalı, göz ve kulaklarımı mı kapatmalı, yoksa hücum eden fısıltılardan mı kaçmalıyım diye düşünürsün. Bu hale nasıl düştüm diye sebebini ararsın ki, sebepten kurtulmanın çaresine bakasın. Halbuki sebebi unutmuşsun. ‘Allahım’ dersin. Bütün kalbinle ihtiyacın olan yardımın geleceğine inanarak: ‘Ey iman edenlerin velisi olan Allahım, yardım et. Senin yardımın olmadan bir adım bile ilerleyemem bu yolda. Kalpleri daraltan da Sensin, genişleten de. Her zorlukla beraber kolaylık gönderen de. Zahmetin içinde rahmetini gizleyen de Sensin.’
Beklediğin an gelir ve anında sisler dağılır, fısıltılar kesilir. Kalbinin huzuru Rabbini anmakla, karanlıktan aydınlığa çıkmakta gizliymiş, meğer. Sıkıştıran el çekilir. Gönlün genişledikçe genişler. Uçsuz bucaksız bahçeye dönüşür. Sonra anlarsın. Daralmadan genişlikteki huzurun, susamadan sudaki lezzetin, acıkmadan doymadaki tatminin, özlemeden kavuşmadaki heyecanın, zorlanmadan kolaylıktaki nimetin, tıkanmadan nefesindeki ferahlığın değerini anlamazmış insan. Hamd olsun gönlümüzü genişletene. Hamd olsun bizi karanlıktan aydınlığa çıkarana.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji