22 Nisan 2024
Bakara Sûresi 253-256 (41. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Bakara Sûresi 253. Ayet

تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍۢ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍۜ وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلٰكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُر۪يدُ۟  ...


İşte peygamberler! Biz, onların bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. İçlerinden, Allah’ın konuştukları vardır. Bir kısmının da derecelerini yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa’ya ise açık deliller verdik ve onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, bunların arkasından gelen (millet)ler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler. Onlardan inananlar da vardı, inkâr edenler de. Yine Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Lâkin Allah dilediğini yapar.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 تِلْكَ işte o
2 الرُّسُلُ elçiler ki ر س ل
3 فَضَّلْنَا üstün kıldık ف ض ل
4 بَعْضَهُمْ kimini ب ع ض
5 عَلَىٰ karşı
6 بَعْضٍ kimine ب ع ض
7 مِنْهُمْ onlardan
8 مَنْ kimine
9 كَلَّمَ konuştu ك ل م
10 اللَّهُ Allah
11 وَرَفَعَ ve yükseltti ر ف ع
12 بَعْضَهُمْ kimini de ب ع ض
13 دَرَجَاتٍ derecelerle د ر ج
14 وَاتَيْنَا ve verdik ا ت ي
15 عِيسَى Îsa’ya
16 ابْنَ oğlu ب ن ي
17 مَرْيَمَ Meryem
18 الْبَيِّنَاتِ açık deliller ب ي ن
19 وَأَيَّدْنَاهُ ve onu destekledik ا ي د
20 بِرُوحِ Ruh ile ر و ح
21 الْقُدُسِ Kudüs ق د س
22 وَلَوْ ve eğer
23 شَاءَ dileseydi ش ي ا
24 اللَّهُ Allah
25 مَا
26 اقْتَتَلَ öldürmezlerdi ق ت ل
27 الَّذِينَ kimseleri (milletleri)
28 مِنْ
29 بَعْدِهِمْ onların arkasından gelen ب ع د
30 مِنْ
31 بَعْدِ sonra ب ع د
32 مَا
33 جَاءَتْهُمُ gelmiş olduktan ج ي ا
34 الْبَيِّنَاتُ açık deliller ب ي ن
35 وَلَٰكِنِ fakat
36 اخْتَلَفُوا anlaşmazlığa düştüler خ ل ف
37 فَمِنْهُمْ onlardan
38 مَنْ kimileri
39 امَنَ inandı ا م ن
40 وَمِنْهُمْ ve onlardan
41 مَنْ kimi de
42 كَفَرَ inkar etti ك ف ر
43 وَلَوْ eğer
44 شَاءَ dileseydi ش ي ا
45 اللَّهُ Allah
46 مَا
47 اقْتَتَلُوا birbirlerini öldürmezlerdi ق ت ل
48 وَلَٰكِنَّ ama
49 اللَّهَ Allah
50 يَفْعَلُ yapar ف ع ل
51 مَا şeyi
52 يُرِيدُ dilediği ر و د

تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍۢ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍۜ 


İsim cümlesidir.  تِلۡكَ  işaret ismi mübteda olarak mahallen merfûdur.  ل  harfi buud, yani uzaklık bildiren harf,  ك  ise muhatap zamiridir.  ٱلرُّسُلُ  kelimesi işaret isminden bedeldir.  فَضَّلۡنَا  mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

Bu cümlede  ٱلرُّسُلُ ’nün haber,  فَضَّلۡنَا  cümlesinin hal olmasına da cevaz vardır.

بَعۡضَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir  هُمۡ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  عَلَىٰ بَعۡضࣲ  car mecruru  فَضَّلۡنَا  fiiline müteallıktır.  مِّنۡهُم  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl  مَّن, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَلَّمَ ٱللَّهُۖ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. كَلَّمَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  ٱللَّهُ  lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur.

رَفَعَ بَعۡضَهُمۡ دَرَجَـٰتࣲ  cümlesi atıf harfi  وَ ’la  مِّنۡهُم مَّن كَلَّمَ ٱللَّهُ  cümlesine atfedilmiştir.  رَفَعَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.  بَعۡضَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir  هُمۡ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  دَرَجَـٰتࣲ  ikinci mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır. 

 

 وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۜ


Fiil cümlesidir. وَ  atıf harfidir.  ءَاتَیۡ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  نَا fail olarak mahallen merfûdur.  ع۪يسَى  kelimesi mef‘ûlun bihtir. Gayrı munsariftir. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.  ابْنَ  kelimesi bedel veya sıfattır.  مَرۡیَمَ muzâfun ileyhtir. Gayrı munsarif olduğu için cer alameti fethadır.  ٱلۡبَیِّنَـٰتِ  ikinci mef’ûlun bihtir.  Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradir.

أَیَّدۡنَـٰهُ بِرُوحِ ٱلۡقُدُسِ  cümlesi atıf harfi  وَ’la  ءَاتَیۡنَا ’ya atfedilmiştir.  أَیَّدۡنَـٰهُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  بِرُوحِ  car mecruru  أَیَّدۡنَـٰهُ  fiiline müteallıktır. ٱلۡقُدُسِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 


وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلٰكِنِ اخْتَلَفُوا فَمِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَۜ


وَ  istînâfiyyedir. Âşur ise itiraziyye olduğu görüşündedir. لو  gayrı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.  شَاۤءَ  şart fiilidir.

ٱللَّهُ  lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur. Fiilin mef’ûlu mahzuftur. Takdiri;  لو شاء عدم اختلافهم  (İhtilaf etmemelerini isteseydi) şeklindedir. Şartın cevabı  مَا ٱقۡتَتَلَ ٱلَّذِینَ‘dır.  مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  ٱقۡتَتَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  ٱلَّذِینَ  fail olarak mahallen merfûdur.  مِّنۢ بَعۡدِ  car mecruru ism-i mevsûlun mahzuf sılasına müteallıktır. Muttasıl zamir  هُمۡ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  مِنْ بَعْدِ  car mecruru  اقْتَتَلَ  fiiline müteallıktır.  مَا  ve masdar-ı müevvel, cer mahallinde  مِنْ بَعْدِ ’nin muzâfun ileyhidir.  جَٓاءَتْ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir. Muttasıl zamir  هُمُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  الْبَيِّنَاتُ  faildir.

وَ  atıf harfidir.  لٰكِنِ  istidrak harfidir. اخْتَلَفُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  فَ  ta’liliyyedir.  مِنْهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ  muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  اٰمَنَ  fiilidir. Îrabtan mahalli yoktur.

مِنْهُمْ مَنْ كَفَر  cümlesi atıf harfi  وَ ’la  مِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ  ifadesine atfedilmiştir.  

    

 وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُر۪يدُ۟


وَ  istînâfiyyedir.  لَوۡ  gayrı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.  شَاۤءَ  şart fiilidir.

ٱللَّهُ  lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur. Fiilin mef’ûlu mahzuftur. Takdiri;  عدم اقتتالهم (Onlarla savaşmamak) şeklindedir. Şartın cevabı  مَا ٱقۡتَتَلَ ٱلَّذِینَ ‘dır. Cümlenin tekrarı kelamı tekid etmek içindir.

وَ  istînâfiyyedir.  لَـٰكِنَّ  istidrak harfidir.  لَـٰكِنَّ  harfi  اِنَّ  gibi ismini nasb haberini ref eder. Bazı müfessirlere göre  لَـٰكِنَّ de  اِنَّ  gibi cümleyi tekid eder.  ٱللَّهَ  lafza-i celâli, لَـٰكِنَّ ’nin ismidir.  یَفۡعَلُ  fiili  لَـٰكِنَّ ’nin haberidir. Muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Müşterek ism-i mevsûl  مَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası  یُرِیدُ’dur.

تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلٰى بَعْضٍۢ مِنْهُمْ مَنْ كَلَّمَ اللّٰهُ وَرَفَعَ بَعْضَهُمْ دَرَجَاتٍۜ


Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin uzak için kullanılan işaret ismiyle marife oluşu, işaret edilenin mertebesinin yüceliğini gösterir, önemini vurgular ve ona tazim ifade eder.

ٱلرُّسُلُ  işaret isminden bedeldir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır. 

Müsnedin mazi fiil sıygasında gelmesi hudûs ifade eder. Faide-i  haber ibtidai kelamdır. 

ذَ ٰ⁠لِكَ  ile müşârun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan/57, S. 190)

Fasılla gelen  مِّنۡهُم مَّن كَلَّمَ ٱللَّهُۖ  cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  مِّنۡهُم  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. İsm-i mevsûl muahhar mübtedadır. Sılası mazi fiil formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.

 وَرَفَعَ بَعۡضَهُمۡ دَرَجَـٰتࣲۚ  cümlesindeki  وَ  hal veya atıf içindir. Cümle, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

 بَعۡضࣲۘ  kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Burada iltifat sanatı vardır. Allah Teâlâ kendisinden önce  هو  zamiri ile bahsederken, sonra  نا  zamiri kullanmıştır.

تِلۡكَ  uzaklık ifade eder. Burada peygamberlerin mertebelerinin yüceliğini gösterir. Bu ayette taksim sanatı vardır.

 

Bundan önceki ayette Peygamberin hak Peygamberlerden olduğu beyan edildikten sonra bu ayette de Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) en üstün ve en büyük Resuller ( مِنْ اَفَاضَلُ الرُّسُلُ الْعِظَامُ ) den olduğuna işaret edilmektedir. تِلۡكَ [işte] Peygamberimizin de dahil olduğu Peygamberler cemaatine işarettir. تِلۡكَ daha önce de belirtildiği gibi uzaktaki varlıklar için kullanılır. Buradaki kullanılış sebebi Peygamberlerin cemaat olarak yüksekliğini ve faziletteki mertebelerinin yüceliğini bildirmektir.

Bir görüşe göre de  تِلۡكَ  bu surede kıssaları zikredilen Peygamberlere işarettir.

Bir görüşe göre de bu işaret, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), haklarında bilgi sahibi olduğu Peygamberler içindir.

Bu cümlenin anlamı:

"Kemâl mertebeleri itibariyle o peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık. Hikmetimizin gereği olarak başka peygamberlerde bulunmayan bir takım meziyetleri kimi peygamberlere tahsis ettik."(Ebüssuûd, Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi’l Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1550, Âşûr, Fahreddin er-Râzî)


a) Bundan maksat, Kur'an-ı Kerim'de İbrahim, İsmail, İshâk, Yakûb, Musa ve diğerleri (aleyhisselâm) gibi zikredilen peygamberlerdir.

b) Bu ifadeden maksat, bu ayetten önceki ayetlerde zikredilen Eşmayil, Dâvûd, ve peygamber olduğunu söyleyenlere göre Tâlût gibi peygamberlerdir.

c) Esamm'ın görüşüne göre bu peygamberler, kendilerine, "Eğer Allah insanların bir kısmının (fesadını) bir kısmıyla önlemeseydi, dünya mutlaka fesada uğrardı" (Bakara. 251) ayetiyle işaret edilen ve Allahü Teâlâ'nın fesadı def etmek için yollamış olduğu peygamberlerdir. (Fahreddin er-Râzî, Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi’l Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1551)

Allah’ın konuştuğu Peygamber, Musa a.s'dır. Musa a.s; Kelimullah, İsa a.s; Kelimetullah'dır. Çünkü bir kelime ile;  كُنْ  emri ile babasız dünyaya gelmiştir. İsa peygamber'den  عِیسَى ٱبۡنَ مَرۡیَمَ  şeklinde bahsedilmesi hem İsrailoğulları'nın çirkin isnadlarına tariz, hem de ona İlah ve İlahın oğlu diyen Hristiyanlara reddiyedir.

(Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi’l Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, soru:1552)

 

 مِّنۡهُم مَّن كَلَّمَ ٱللَّ  bölümü, önceki bölümde ifade edilen üstünlüğü açıklar. Edebiyatta buna taksim ismi verilir. فَمِنۡهُم مَّنۡ ءَامَنَ وَمِنۡهُم مَّن كَفَرَۚ  bölümünde de aynı sanat vardır. (Safvetü't Tefâsir)

Allah Teâlâ  اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۙ  [Şüphesiz sen gönderilmiş elçilerdensin.] (Yâsîn, 36/3) ayet-i kerimesinde zikredilen bu peygamberleri veya özellikle bu surede Hz. Âdem’den Hz. Davud’a kadar zikredilen peygamberleri ya da Kur’an’ın tamamında zikredilen peygamberlerin hepsini peygamber olarak aynı isimle anmıştır. Daha sonra risaletin dışındaki bazı hususlarda birbirlerinden üstün olduklarını açıklamıştır. Müminler de müminlik sıfatında eşit, imandan sonraki itaat vasfında birbirlerinden farklı seviyelerdedir.

فَضَّلۡنَا بَعۡضَهُمۡ عَلَىٰ بَعۡضࣲۘ  [Bir kısmını diğerine üstün kıldık.] Yani peygamberlikten sonraki

makam ve dereceleri hususunda [üstün kıldık] demektir.

Bu peygamberler arasında, Allah Teâlâ’nın kendisiyle konuşmuş oldukları vardır. Bir açıklamaya göre  دَرَجَـٰتࣲۚ  kelimesi mef‘ûldür.  بَعۡضَهُمۡ  ifadesi  بَ  harf-i cerinin kaldırılmasıyla nasb edilmiştir. Yani bazıları üzerine yükselttik. Bir görüşe göre bu ifade ayette önce geçen [Birbirleri üzerine üstün kıldık.] ifadesine bağlıdır. Yani birbirleri üzerine üstün kıldık ve bazılarının derecelerini yükselttik. Bunu, “bazılarını” ifadesini zikredip açıklamış ve “Onlardan bazısı vardır ki Allah onunla konuşmuştur.” buyurmuştur. Bu ifade önce geçmiş olsa da mana olarak sonra gelir. Bir görüşe göre takdim ve tehir yoktur; her söz yerli yerindedir. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

 

 وَاٰتَيْنَا ع۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَاَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِۜ


فَضَّلۡنَا  veya ..كَلَّمَ ’ye matuf olan cümle, وَ ’la gelmiştir. Atıf sebebi temasüldür. Cümle mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Bedel dolayısıyla cümlede ıtnâb vardır. ...أَیَّدۡنَـٰهُ  makabline matuf mazi fiil cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.


Bu cümle  فَضَّلۡنَا  cümlesine atıftır. Hz. Îsâ’nın mucizeleri ölüleri diriltmesi, hastalara şifa vermesi, alaca hastalarını ve körleri iyi etmesi, toprağa kuş sureti verip canlandırmasıdır. Bir görüşe göre burada kastedilen İncil ve mucizelerdir. [Ve onu Rûhu’l-Kudüs ile güçlendirdik.] Yani onu Cebrail ile destekledik. Bir görüşe göre burada kastedilen İncil’dir. Bir görüşe göre Allah’ın İsm-i Âzamıdır. Bir görüşe göre onun temiz ruhudur. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)


وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلَ الَّذ۪ينَ مِنْ بَعْدِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَلٰكِنِ اخْتَلَفُوا 


وَ  istînâfiyye, لَوۡ  şartiyyedir. Cümle şart üslubunda gelmiş haberî isnaddır. Faide-i haber ibtidai kelamdır.

لَوۡ gayrı cazim şart edatıdır. Şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmediğini bildirir. 

Bu edat, gerçekleşmeyen iki fiil arasındaki ayrılmazlık ilişkisini ifade eder. Nahivciler لَوۡ  edatını “şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmemesini gerektiren bir edattır” diye tanımlamaktadırlar. Bu tanıma göre لَوۡ  edatı cevabın gerçekleşmediğine açık bir şekilde delalet eder. (Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler (Doktora Tezi) Abdullah Hacıbekiroğlu)

لَوۡ , muzari fiilin başına gelince teşvik, mazinin başına gelince kınama manası ifade eder. (Sâbûnî, Safvetü't Tefâsir, 5/63)

Şart fiili  شَاۤءَ ’dir. Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük haşyet uyandırmak içindir.

Mazi fiil sıygasıyla gelen şart cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

 ...مَا ٱقۡتَتَلَ ٱلَّذِینَ مِنۢ  şeklindeki menfi mazi fiil sıygasındaki cevap cümlesi faidei haber ibtidaî kelamdır. Fail olan  ٱلَّذِینَ  şeklindeki ism-i mevsûlün sılasının hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.  مِنۢ بَعۡدِهِم , bu mahzuf sılaya müteallıktır.  ٱلَّذِینَ ’de tevcih sanatı vardır.

مِّنۢ بَعۡدِ , masdar-ı müevvel olan  مَا جَاۤءَتۡهُمُ ٱلۡبَیِّنَـٰتُ  cümlesine muzâf olmuştur. Harf-i cerle birlikte  مَا ٱقۡتَتَلَ  fiiline müteallıktır. 

... وَلَـٰكِنِ ٱخۡتَلَفُوا۟  cümlesinde  وَ  istînâfiyye,  لَـٰكِنِ  istidrâk harfidir. Cümle mazi fiil cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. 


فَمِنْهُمْ مَنْ اٰمَنَ وَمِنْهُمْ مَنْ كَفَرَۜ


فَ  ta’liliyyedir. Ta’lil cümleleri, kastedilen mananın nedenini ve sebebini beyan etmek maksadıyla yapılan ıtnâbtır. 

Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır.  مِنۡهُم  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl  مَّنۡ  ise muahhar mübtedadır. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı formda gelen müteakip cümle, makabline matuftur.

فَمِنۡهُم مَّنۡ ءَامَنَ  cümlesi ile  وَمِنۡهُم مَّن كَفَرَۚ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

Farklı kişileri temsil eden  مَّن ’ler arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

ءَامَنَ - كَفَرَۚ  lafızları arasında da tıbâk sanatı vardır. (Safvetü't-Tefâsir)

وَلَوۡ شَاۤءَ ٱللَّهُ [Allah dileseydi] -bu, zorlama anlamında bir dilemedir- مَا ٱقۡتَتَلَ [savaşmazlardı] yani peygamberlerden sonra gelenler dinde ihtilafa düşmek, mezheplere bölünmek ve birbirlerini tekfir etmek gibi nedenlerden dolayı savaşmazlardı. وَلَـٰكِنِ ٱخۡتَلَفُوا۟  [Fakat anlaşmazlığa düştüler;] فَمِنۡهُم مَّنۡ ءَامَنَ [içlerinden kimi iman etti] çünkü bunlar peygamberlerin dinine bağlı kaldılar وَمِنۡهُم مَّن كَفَرَۚ  [kimi inkâr etti], bunlar da o dinden yüz çevirdiler. (Keşşâf)


 وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلٰكِنَّ اللّٰهَ يَفْعَلُ مَا يُر۪يدُ۟


وَ istînâfiyye, لَوۡ şartiyyedir. Cümle şart üslubunda gelmiş haberî isnaddır. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

لَوۡ gayrı cazim şart edatıdır. Şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmediğini bildirir.

Şart fiili  شَاۤءَ ’dir. Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak içindir.

Cevap cümlesi  ...مَا ٱقۡتَتَلَ ٱلَّذِینَ مِنۢ ‘ye dahil olan  مَا  nafiyedir. Menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Atıfla gelen son cümlede cihet-i câmia temasüldür.  İstidrak harfi  لَـٰكِنَّ ’nin ismi telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak için lafza-i celâlle gelmiştir. Müsnedin muzari fiille gelmesi hükmü takviye, teceddüt ve istimrar ifade eder. Sılası  یُرِیدُ  olan müşterek ism-i mevsûlde tevcih sanatı vardır.

Ayette terarlanan  وَلَوۡ شَاۤءَ ٱللَّهُ مَا ٱقۡتَتَلَ  ibareleri arasında ve dört kez tekrarlanan  ٱللَّهُ lafızlarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle, lafza-i celâllerde tecrîd sanatı vardır.

[Allah dileseydi onlar savaşmazlardı.] Buradaki tekrar anlamı vurgulamak içindir. وَلَـٰكِنَّ ٱللَّهَ یَفۡعَلُ مَا یُرِیدُ  [Lakin Allah dilediğini yapar.] Burada Allah Teâlâ fiilin ve iradenin kendisine ait olduğunu bildirmiştir. Böylece kulların iyi veya kötü her eylemlerinin Allah’ın dilemesi ve var etmesiyle ortaya çıktığı sabit olmuştur. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)




Bakara Sûresi 254. Ayet

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ ف۪يهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌۜ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ  ...


Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. İnkâr edenler ise zalimlerin ta kendileridir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَا أَيُّهَا ey
2 الَّذِينَ kimseler
3 امَنُوا inanan(lar) ا م ن
4 أَنْفِقُوا infak edin ن ف ق
5 مِمَّا
6 رَزَقْنَاكُمْ size verdiğimiz rızıktan ر ز ق
7 مِنْ
8 قَبْلِ önce ق ب ل
9 أَنْ
10 يَأْتِيَ gelmezden ا ت ي
11 يَوْمٌ gün ي و م
12 لَا olmadığı
13 بَيْعٌ alışverişin ب ي ع
14 فِيهِ içinde
15 وَلَا ve hiçbir
16 خُلَّةٌ dostluğun خ ل ل
17 وَلَا ve hiçbir
18 شَفَاعَةٌ şefaatin ش ف ع
19 وَالْكَافِرُونَ ve kafirler ك ف ر
20 هُمُ ta kendileridir
21 الظَّالِمُونَ zalimlerin ظ ل م

İnfak ettiğimiz şey aslında bize ait değildir. Öyle gibi gözükse de, bunların geçici olarak bizde olduğunu, sahibi olmadığımızı düşünmeli, daha doğrusu anlamalıyız. Böyle düşününce vermek daha kolaydır.

İnfak konusu bir sayfa önce başlamıştı. Araya savaşla ilgili bazı ayetler girdi ama onlar da yine infakla dolaylı yoldan alakalı. Şimdi yine infak konusuna dönüldü. Bu böyle 261. ayete kadar devam edecektir.

Faiz konusu da gelecek. İnfak faizin zıddıdır. İnfak ahirette artan birşey, faiz ise dünyada. Artmak gibi gözükse de faiz aslında insanı tamamen dibe düşürür.

İnsan dünyada istediklerini ya alışverişle, ya dostlukla, ya da şefaatle, rüşvetle elde ediyor. Ahirette bunlar yok. Sahip olduklarımız zaten bize ait değil, o yüzden korkmadan verelim.

İslam alimleri ahirette kafirlere şefaat edilmeyeceği, buna karşılık Allah teala'nın izniyle müminler için şefaatin varlığı konusunda ittifak etmişlerdir. (Kur'ân Tefsirinde Farklı Yorumlar, Muhsin Demirci)

En büyük şefaatçi Kur’ân'dır. Allah'ım diğer çalışmalarımızın yanında bu seferberlik çalışmaları da şefaatçimiz olsun. Amin.

بَيْعٌ.     خُلَّةٌ.  شَفَاعَةٌ

İçinde alışveriş, dostluk ve şefaatin olmadığı günden bahsediyor. Kelimelerin son harfinde gördüğünüz tenvin istisna için açık kapı olduğunu söyler bize. Nitekim cennet karşılığı nefislerini satanlar, ya da kıyamet gününün azabından kurtulmak için evladını, eşini, kardeşini ve kendini barındıran aşiretini feda etmek isteyeceklerden bahsediyor Mearic suresi 11-12-13.ayetler..

Ve Allah’a dostluk edenlere üzülmek ve korku yoktur diyen ayetler var tekrar..Peygamberimizin hadisinden de kıyamet günü şefaat edilecek,arşın gölgesinde gölgelenecek yedi zümreyi biliyoruz..Allah hepimizi bu yedi zümreden birine dahil etsin inşallah...Ve hemen sonra kafirlerden zalimler olarak bahsediyor.Zalim ,bir şeyi ait olmadığı yere koyan demektir.Sadakati,beklentiyi,öncelikleri,dostluğu ait olmadığı yere koydu kafirler...Beni İsrail peygamberlerinin kendilerine şefaat edeceğine ve seçilmiş ümmet olduklarını düşündükleri için Allah’ın onlara özel davranacağına inanıyor...Allah,o gün dostluk yok diyor...

Hemen bir sonraki ayette اِلٰهَ  kelimesinin sonunda tenvin olmayışı, istisnanın olmadığını gösterir. Allah’tan başka ilah yoktur.

İlah kelimesi; içinde hem son noktada bir sevgiyi hem de itaati barındıran bir kelimedir. La ilahe illa Allah şeklindeki tevhid cümlesini gerektiği şekilde anlayamadığımız için müslümanlar olarak bugün bu haldeyiz maalesef. Bazıları Allah’a kulluk ediyor ama sevgiyle değil korkuyla. Bazıları da seviyor ama kulluk etmiyor. Kulluğu, itaat etmeyi ve sevgiyi ayırmışız kafamızda. Oysa ilah kelimesi tam da bu sıfatların karşılığı.

Cahiliye Arapları için sevmek çok zor nefret etmek çok kolaydı. Buna rağmen henüz peygamberlik verilmeden önce Abdulmuttalip oğlu Muhammed'ken çok sevmişlerdi onu...hem de araplardan beklenmeyecek kadar çok. Ama peygamberlikle görevlendirilip “La ilahe illa Allah” deyince bir gecede düşman kesiliverdiler. Çünkü ilah konusunda özgür olmayı seviyorlar, ne yapmak istiyorlarsa ilahlarının onu yapmalarını istediğini söylüyorlardı. İlahlarımızı mutlu ettiğimiz sürece istediğimizi yapabiliriz diyorlardı. Çünkü La ilahe illa Allah’ı anlayamamışlardı ya da sadece dini sebeplerle değil ekonomik sebeplerle de kabul etmek istemediler.

  Halle خلَّ :

  خَلَلٌ  kavramı iki şey arasındaki aralık ve boşluktur, çoğulu خِلالُ şeklinde gelir. خُلَّةٌ meveddet/sevgi demektir. Böyle adlandırılmasının nedeni sevginin nefse tahallul etmesi yani nefsin ortasına, merkezine girmiş ve nüfuz etmiş olması olabilir. Yine خُلَّةٌ sevginin nefse sinmesi ve karışmasıdır. خَلِيلٌ ise dosta veya gerçek/samimi bir dosta denir. (Müfredat)

  Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 13 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri halel (gelmek), ihlal, ihtilal ve Halil'dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ ف۪يهِ وَلَا خُلَّةٌ وَلَا شَفَاعَةٌۜ


یَـٰۤأَ  nida harfidir.  اَيُّ  münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir.  هَا  tenbih harfidir.  ٱلَّذِینَ  münadadan sıfat veya bedeldir.

İsm-i mevsûlun sılası ءَامَنُوا۟ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. ءَامَنُوا۟  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ‘ı fail olup mahallen merfûdur.

Nidanın cevabı أَنفِقُوا۟ ‘dur. أَنفِقُوا۟  fiili  نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Müşterek ism-i mevsû  ما  kelimesi  من  harfi ceriyle birlikte أَنفِقُوا۟ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası رَزَقۡنَـٰكُم ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.  رَزَقۡنَـٰكُم  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir كُم mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. مِّن قَبۡلِ car mecruru أَنفِقُوا۟ fiiline müteallıktır. اَنْ ve masdar-ı müevvel, قَبۡلِ ’nin muzâfun ileyhi olarak mahallen mecrurdur.  یَأۡتِیَ  mansub muzari fiildir.  یَوۡمࣱ  fail olup lafzen merfûdur.  لاَ cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. İsmini nasb haberini ref eder. Tekrar olduğu için burada amel etmemiştir.  بَیۡعࣱ  mübtedadır. فِیهِ  car mecruru mahzuf habere müteallıktır. لَا خُلَّةࣱ cümlesi  لَّا بَیۡعࣱ فِیهِ cümlesine matuftur. Aynı şekilde  لَا شَفَـٰعَةࣱ cümlesi  لَا خُلَّةࣱ cümlesine matuftur. 


وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ


İsim cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  ٱلۡكَـٰفِرُونَ  mübtedadır. Cemi müzekker salim olduğu için  و ’la merfû olmuştur. Munfasıl zamir  هُمُ  ikinci mübtedadır. Veya fasıl zamiridir.   ٱلظَّـٰلِمُونَ  ise haberdir. 


يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ ف۪يهِ وَلَا خُلَّةٌ


Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Nidanın cevabı olan ... أَنفِقُوا۟  cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

یَـٰۤأَیُّهَا ٱلَّذِینَ ءَامَنُوا۟  şeklindeki nida üslubu Kur’an-ı Kerim’de iman edenlere önemli bir konunun bildirileceğini haber verir. Çeşitli tekid türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir. Sonra  ـٰۤأَیّ  harfi gelmiştir. Bu harf nida ile akabindeki elif-lamlı kelimeyi birbirine bağlar. Müphem bir harftir, takip eden kelimeyle açıklanır. Böylece ibhamdan sonra beyan gelir. Arkadan gelecek olan konu için kişiyi hazırlar ve uyarır. Sonra yine bir tenbih harfi olan  هَا  gelir.( Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri’t Ta’bîri’l Kur’ânî, S. 43)

İsm-i mevsûller muhakkak herkesin bildiği bir grup varsa kullanılır. Burada bu iman edenler Peygamber Efendimiz ve sahabe tarafından bilinen insanlardı. Böyle bir grup yoksa ism-i mevsûl gelmez. İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.

Müşterek ism-i mevsûl olan  مَّا ‘nın sılası, ..رَزَقۡنَـٰكُم مِّن  mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

   Masdar harfi  أَن  ve akabindeki  یَأۡتِیَ یَوۡمࣱ  cümlesi masdar teviliyle muzâfun ileyhtir. 

   لَّا بَیۡعࣱ فِیهِ c ümlesi kemâl-i ittisâl nedeniyle fasılla gelmiş olup,  یَوۡمࣱ  kelimesinin sıfatıdır. 

   Dolayısıyla ayette ıtnâb sanatı vardır. Faide-i haber ibtidaî kelam olan bu sıfat cümlesinde فِیهِ ’nin müteallakı olan haber mahzuftur.   

لَّا بَیۡعࣱ  ifadesine matuf olan  وَلَا خُلَّةࣱ  ve  وَلَا شَفَـٰعَةࣱۗ  cümlelerinde de haber mahzuftur. Cümlelerin müsnedlerinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

خلة  lafzı meveddet manasında olabilir. Bu; eserinin meydana gelmesini nefyeder. Ya da dostluğun olmaması; lazımının yokluğu manasında kinayedir. (Âşur)

   Nefy harfi  لَا ‘nın  tekrarı olumsuzluğu tekid eder.

   Sıfat cümlelerinin birbirine atfı, temasül nedeniyledir.

[Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın.] Yani Allah yolunda cihad için infak edin. Cenab-ı Hak,  وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ  [Allah yolunda savaşın.] (Bakara, 2/244) ayetinden sonra  مَنْ ذَا الَّذ۪ي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًا  [Kimdir Allah için güzel bir borç veren!] (Bakara, 2/245) buyurmuştur. Bundan sonra da Tâlût’un Câlût ile savaşını anlatmış ve cihada ve cihad için infak etmeye teşvik etmiştir. [Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce] Yani kıyamet günü gelip de elinizdeki mallar alınmadan önce infak edin. O gün kimsede sevap kazanmak üzere iyilik yolunda harcamak için mal mülk, ticaret ve kazanç imkânı kalmayacaktır. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

 

Allah yolunda harcanması emredilen rızkın Allah (cc) tarafından verildiğinin belirtilmesi, bu harcamayı teşvik içindir. Bu ayetteki harcamadan maksat, vacip olan harcamalardır; çünkü bundan sonra gelen ceza vaîdi bunu göstermektedir.

Yani sizin dünyadaki taksiratınızı telafiye muktedir olamayacağınız o kıyamet günü gelmeden önce, dünyada size verdiğimiz rızıkların bir kısmını Allah yolunda harcayın. Çünkü o kıyamet gününde alım satım yoktur ki, dünyada bu yoldan kaybettiğinizi o gün satın alasınız veya azaptan kurtulmak için o malı fidye veresiniz ve orada dostlar da yoktur ki, can dostlarınız sizi müsamaha ile karşılasınlar. Veya bunun için size yardım etsinler ve Rahmân olan Allah'ın izin verip sözüne razı olduğu kimselerden başkası için bir şefaat de yoktur ki, sizin zimmetinizde bulunanları affettirmeleri için şefaatçilere başvurasınız.

Burada maksat; kıyamet gününde Cenab-ı Allah'ın inayeti dışında hiçbir yardımın olmayacağını beyan etmek iken, anılan üç şeyin (alım-satım, dostluk ve şefaat) olmayacağı belirtilmiş; hakikatte bunlar, "kıyamet günü alım satım veya dostluk veya şefaat var mı?" şeklindeki mukadder sorunun cevabı mahiyetindedir. (Ebüssûd, Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi’l Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, soru:1553)

 

Burada  وانفقوا مما رزقناكم ‘daki  من, ba’diyet için gelmiştir. Bundan maksat, infak edenlere kolaylıktır. Allah’ın verdiklerinden bir cüzünü (belirlenen miktar) vermelerinin kâfi olacağını belirtir. Yoksa  انفقوا ما رزقناكم  denilseydi, Allah’ın onlara verdiği rızkın tamamını vermeleri vacip olacaktı ki, bu da büyük bir zorluk olurdu. (Ebüssûd, Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi’l Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1554)

Allahu Teâlâ önceki ayetlerde: وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ [Ve, Allah yolunda savaşınız] (Bakara, 244) buyurarak savaşı emretmiş; onun hemen peşinden de, مَنْ ذَا الَّذ۪ي يُقْرِضُ اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًا [Kim Allah'a güzel bir borç verirse…] (Bakara, 245) ayetini getirmiştir. Bundan maksadı, cihad hususunda mal harcanmasıdır. Daha sonra Allahu Teâlâ ikinci kez savaşla ilgili emrini tekid etmiş, bu hususta Tâlût kıssasına yer vermiş, yine bunun peşine de cihad hususunda infakta bulunulması emrini getirmiştir ki, bu da Hak Teâlâ'nın, "Ey İman edenler, infak ediniz" buyruğudur. (Fahreddin er-Râzî)

 

وَلَا شَفَاعَةٌۜ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ


İstînaf  وَ ’ıyla  gelen cümle isim cümlesi formundadır. Sübut ifade eder. Fasıl zamiri ve müsnedin  ٱل  ile  gelmesi sebebiyle tekid edilmiş faide-i haber inkârî kelamdır.  

ٱلۡكَـٰفِرُونَ - ٱلظَّـٰلِمُونَ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır.

Burada, küfrün hakiki manasının kastedilmiş olması ihtimali olduğu gibi, mecazî manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. İkinci ihtimale göre kâfirden maksat ‘zekatı vermeyen’dir. Zemahşerî şöyle der: Zekat vermeyenler zalimlerin ta kendileridir. Bunların kâfirler olarak vasıflandırılmaları, bu günahın pek galiz (ağır) olduğunu ifade ve tehdit içindir.

وَٱلۡكَـٰفِرُونَ هُمُ ٱلظَّـٰلِمُونَ  Burada sıfat mevsufa tahsis edilmiştir. (Safvetü't Tefâsir)

Âşur, burda kasr-ı kalb veya kasr-ı hakiki iddiai olduğunu söylemiş, kafirleri itikadı olan kimseler menzilesine koymuştur.

Bir de bu ifade, zekat vermemenin kâfirlerin sıfatlarından olduğunu bildirmek içindir. (Ebüssuûd)




Bakara Sûresi 255. Ayet

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ  ...


Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, kayyumdur.O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 اللَّهُ Allah (ki)
2 لَا yoktur
3 إِلَٰهَ tanrı ا ل ه
4 إِلَّا başka
5 هُوَ O’ndan
6 الْحَيُّ daima diridir ح ي ي
7 الْقَيُّومُ koruyup yöneticidir ق و م
8 لَا
9 تَأْخُذُهُ O’nu tutmaz ا خ ذ
10 سِنَةٌ ne bir uyuklama و س ن
11 وَلَا ve ne de
12 نَوْمٌ bir uyku ن و م
13 لَهُ O’nundur
14 مَا ne
15 فِي varsa
16 السَّمَاوَاتِ göklerde س م و
17 وَمَا ve ne
18 فِي varsa
19 الْأَرْضِ yerde ا ر ض
20 مَنْ kimdir
21 ذَا
22 الَّذِي ki
23 يَشْفَعُ şefaat edebilir ش ف ع
24 عِنْدَهُ kendisinin katında ع ن د
25 إِلَّا dışında
26 بِإِذْنِهِ O’nun izni ا ذ ن
27 يَعْلَمُ bilir ع ل م
28 مَا olanı
29 بَيْنَ ب ي ن
30 أَيْدِيهِمْ onların önünde ي د ي
31 وَمَا ve olanı
32 خَلْفَهُمْ arkalarında خ ل ف
33 وَلَا
34 يُحِيطُونَ kavrayamazlar ح و ط
35 بِشَيْءٍ hiçbir şey ش ي ا
36 مِنْ -nden
37 عِلْمِهِ O’nun ilmi- ع ل م
38 إِلَّا dışında
39 بِمَا şeyler
40 شَاءَ dilediği ش ي ا
41 وَسِعَ kaplamıştır و س ع
42 كُرْسِيُّهُ O’nun Kürsüsü ك ر س
43 السَّمَاوَاتِ gökleri س م و
44 وَالْأَرْضَ ve yeri ا ر ض
45 وَلَا
46 يَئُودُهُ O’na ağır gelmez ا و د
47 حِفْظُهُمَا onları koru(yup gözet)mek ح ف ظ
48 وَهُوَ O
49 الْعَلِيُّ yücedir ع ل و
50 الْعَظِيمُ büyüktür ع ظ م

   Kerase كرس :

  Halk dilinde kürsü كُرْسِيٌّ , üzerine oturulan sandalye anlamına gelir. Bu kelimenin kökü olan كِرْسٌ sözcüğü alışan, uyum sağlayan ve bir araya toplanan demektir. Bakara 255. ayeti kerimede geçen كُرْسِيٌّ türevi için alimler ilim, O'nun mülkünün temeli ve felekleri kuşatan feleğin adı olmak üzere üç farklı görüş ifade etmişlerdir. (Müfredat) 

  Kuran’ı Kerim’de isim formunda 2 ayette geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri kürsü ve tekristir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

  Sinetun kelimesinin kökü vesene (وسن) olup uyuklamak demektir.  Kur’ân-ı Kerim'de yalnızca bu ayette geçmiştir.

  Yeûduhu kelimesinin kökü evede (أود) olup ağır gelme, yorma, eğrilme, bükülme, iki kat olma demektir. Kur’ân-ı Kerim'de yalnızca bu ayette geçmiştir.

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ

İsim cümlesidir. ٱللَّهُ lafza-i celâli, mübtedadır. لَاۤ إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. لَاۤ cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. اِلٰهَ ismidir. اِلَّا  istisna harfidir. لَٓا ’nın haberi mahzuftur. Takdiri موجود (vardır) şeklindedir. Munfasıl zamir هُوَ mahzuf haberin zamirinden bedeldir. ٱلۡحَیُّ ikinci haberdir.  ٱلۡقَیُّومُ üçüncü haberdir. Veya bunlar ٱللَّهُ  lafza-i celâlinin iki sıfatıdır.

[Hay ve kayyûmdur.] ifadesi hak sıfatların Allah’a ispatıdır. Allah, asla ölmeyen ve diri olandır. Ezelî ve ebedî hayata sahiptir. ٱلۡقَیُّومُ kelimesi قَیٱم mastarından فَيْعُولُ  kalıbında gelmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)

ٱلۡحَیُّ Allah’ın sıfatlarındandır. Sıfat-ı müşebbehedir.

 لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ

Cümle mübtedanın dördüncü haberi olarak mahallen merfûdur.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  تَأۡخُذُ  merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  سِنَةࣱ  kelimesi  تَأۡخُذُ  fiilinin failidir.  لَا نَوۡمࣱ  cümlesi atıf harfi  وَ ’la سِنَةࣱ ’e matuftur.

اَلسِّنَةُ  uyuklamaktır. Bu kelimenin aslı  وِسْنَةٌ ’dür. وَسِنَ - يَوسَنُ - وَسَنًا - وَسِنَةً - وَسْنَانٌ - وَ وَسِنَ şeklinde çekilir. Dördüncü babdandır. اَلنَّوْمُ  ise, nüâs (uyuklama) halinin tamamlanması yani uykuya geçmektir. Yani Allah Teâlâ koruduğu şeyleri muhafaza ederken mahlukatın maruz kaldığı dalgınlık, gaflet, sıkılma, ara verme gibi kusurlara maruz kalmaz, dinlenmeye ihtiyaç hissedip uyumasına veya uyuklamasına sebep olacak bir yorgunluğa asla sahip olamaz. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr) 


لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ


Cümle mübtedanın beşinci haberi olarak mahallen merfûdur.  لَهُ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl  مَا  muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası mahzuftur.  فِي السَّمٰوَاتِ  car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır.  الْاَرْضِ  ifadesi atıf harfiyle makabline matuftur. 


 مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ


مَن  istifham ismidir. Mübteda olarak mahallen merfûdur.  ذَا  işaret ismi sükun üzere mebni haber olarak mahallen merfûdur.  ٱلَّذِی  müfred müzekker has ism-i mevsûl,  ذَا ’nın sıfatı olarak mahallen merfûdur veya ondan bedeldir. İsm-i mevsûlun sılası یَشۡفَعُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.  یَشۡفَعُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.  عِندَ  mekân zarfı  یَشۡفَعُ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  إِلَّا  hasr edatıdır.  بِإِذۡنِ  car mecruru mahzuf hale müteallıktır. Takdiri;  لا أحد يشفع إلّا مدفوعا بإذنه أو مأذونا له  (O'nun izni istenmedikçe ve yetki verilmedikçe hiç kimse şefaat edemez.) şeklindedir. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.


يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ


Cümle mübtedanın altıncı haberi olarak mahallen merfûdur. Fiil cümlesidir.  یَعۡلَمُ muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Müşterek ism-i mevsûl  مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. Mekân zarfı  بَیۡنَ , mahzuf sılaya müteallıktır. أَیۡدِی kelimesi  ی  üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir  هِمۡ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir. Müşterek ism-i mevsûl  مَا, birinci ism-i mevsûle matuftur. Mekân zarfı خَلۡفَ , mahzuf sılaya müteallıktır. Muttasıl zamir  هُمۡ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  istînâfiyyedir. Haliyye olması da caizdir.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  یُحِیطُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.  بِشَیۡءࣲ  car mecruru  یُحِیطُونَ  fiiline müteallıktır.  مِّنۡ عِلۡمِ  car mecruru  شَیۡءࣲ’ in mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir  هِ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  إِلَّا  istisna harfidir.  مَا  müşterek ism-i mevsûlu,  بِ  harf-i ceriyle birlikte mahzuf müstesnaya müteallıktır. Takdiri;  إلّا الإحاطة بما شاء من معلومه  (Bildiği şeylerden dilediği kısmını ihata etmedikçe) şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası  شَاۤءَ ’dir. Faili müstetir olup takdiri هُو  ’dir.

مِّنۡ عِلۡمِهِ  [İlminden] Yani bilgisinden demektir. İlim kelimesi mef‘ûl manasında mastardır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)    


وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ


Fiil cümlesidir.  وَسِعَ  fiili fetha üzere mebni mazi fiildir. كُرۡسِیُّهُ  faildir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradir.  ٱلۡأَرۡضَ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ ’ye matuftur.

وَ  istînâfiyyedir. Haliyye olması da caizdir.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  یَـُٔودُهُۥ  merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  حِفۡظُهُمَاۚ  faildir. Muttasıl zamir  هُمَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Kürsü ve arş birdir. Kürsüden anlaşılan şey döşektir. Kürsî sözlükte üst üste konulan şeydir.  تَكَارَسَ  birbirinin üstüne bindi demektir. Sayfaları üst üste olduğu için deftere  كُرَّاسَ  denilir.  اَلْكِرْسِ  pisliğin üst üste yığılıp donmasıdır.  اَلْكِرْيَاسِ  saçak demektir. Çatının üstünde olur ve yere bir kanal ile bağlanır. Üst üste bina edildiği için bu ismi alır.  اَكَارِسُ  cem-i kesrettir. Araplardan müfred kullanıldığı işitilmemiştir. Çokluğundan dolayı üst üste biriken eşyalar konumundadır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)   

  

 وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ


İsim cümlesidir. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  ٱلۡعَلِیُّ haberdir.  ٱلۡعَظِیمُ  ise ikinci haberdir.  ٱلۡعَلِیُّ  lafzı sıfat-ı müşebbehedir.

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ


Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi, birden çok unsurla tekid edilmiş faide-i haber inkârî kelamdır. 

Bütün esma-i hüsna ve kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafza-i celâl telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak için müsnedün ileyh olarak gelmiştir. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle  ٱللَّهُ  isminde tecrîd sanatı vardır.

Mübteda olan lafza-i celâlin haberi cinsini nefyeden  لَاۤ ’nın dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiştir. 

لَاۤ , هُوَ  ve isminin mahallinden veya  لَاۤ ’nın mahzuf haberindeki zamirden bedeldir.

لَاۤ  ve  إِلَّا  ile oluşan kasır  هُوَ  ile  لَاۤ ‘nın ismi  إِلَـٰهَ  arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l mevsuftur.

ٱلۡحَیُّ  ilk,  ٱلۡقَیُّومُۚ  ikinci haberdir. Müsnedin harf-i tarifle marife olması tahsis ifade eder. Ayrıca Allah Teâlâ’ya ait bu iki sıfatın marife gelişi bu sıfatların kemâline işaret eder. ٱلۡحَیُّ  Allah’ın sıfatlarındandır. Sıfat-i müşebbehedir.

Ayette hüsn-i iftitâh (güzel başlangıç) sanatı vardır. Çünkü bu ayet Allah Teâlâ'nın en yüce ismiyle başlamıştır. (Safvetü't Tefâsir)

“Hay ve kayyûmdur.” Bu ifade hak sıfatların Allah’a ispatıdır. Allah, asla ölmeyen ve diri olandır. Ezelî ve ebedî hayata sahiptir. ٱلۡقَیُّومُ kelimesi قَیٱم mastarından فَيْعُولُ  kalıbında gelmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)


Bil ki, Allahü Teâlâ'nın kitabı olan Kur'an'daki âdeti, ilm-i tevhidi, ilm-i ahkâmı ve kıssalar ilmini birbiri içinde zikretmektir. Kıssaları zikretmesinden maksadı, ya tevhîd ilminin delillerini açıklamak ya da ahkâm ve mükellefiyetleri pekiştirip, sağlamlaştırmaktır. Bu yol, insanı tek bir çeşit ilimde durdurmamak için, takip edilecek en güzel yoldur. Çünkü tek bir çeşit ilim üzerinde durmak insana bıkkınlık verir. Ama, ilmin bir nevinden diğer nev'ine geçtikçe, insanın gönlü açılır ve kalbi huzur duyar. Böylece de, sanki o kimse o beldeden başka bir beldeye yolculuk ediyor, bir bahçeden başka bir bahçeye geçiyor ve çok lezzetli bir yiyecekten lezzetli başka bir yiyeceğe intikâl ediyor demektir. Hiç şüphe yok ki bu, en lezzetli ve çok fazla arzu uyandırıcı bir durumdur. Allahü Teâlâ önceki âyetlerde, insanların faydasını gördüğü ahkâm ve kıssalar ilminden bahsedince, şu anda da, tevhîd ilmiyle alakalı şeylerden bahsederek, "Allah; O'ndan başka hiç bir Tanrı yoktur. Diridir. Zâtiyle ve kemaliyle kâimdir" buyurmuştur. (Fahreddin er Râzî)


[Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, haydir, kayyûmdur.] Bir Önceki ayette Cenab-ı Hak [Onların bir kısmı iman eder, bir kısmı ise Hak dinden yüz çevirir.] buyurmuştu. Sonra kâfirlerin kıyamet günü ne halde olacaklarını zikretti. Sonra iman ehli için kendisi sayesinde bu tehditten kurtulacakları tevhid akidesinin temelini zikretti. Allah lafzı, Cenab-ı Hakk’ın zatını ispat için gelmiştir. [O’ndan başka ilâh yoktur.] ifadesi de ulûhiyet vasfının başkalarından nefyi için getirilmiştir. 

[Hay ve kayyûmdur.] Bu ifade hak sıfatların Allah’a ispatıdır. Allah, asla ölmeyen ve diri olandır. Ezelî ve ebedî hayata sahiptir.  ٱلۡقَیُّومُۚ  kelimesi  قَیٱم  masdarından gelmiştir. Sürekli ve devamlı olan anlamındadır. Bir görüşe göre başkası ile değil, zatıyla kaim olan demektir. Bir görüşe göre, ‘’bütün mahlûkatının işlerini gören’’ anlamındadır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr, Âşûr)

Âşûr  الحي  lafzının mecaz veya kinaye olduğunu söyler.

Allah ismi yüce Rabbimizin doksan dokuz isminden en yücesidir. İsm-i Âzam'dır. Çünkü bu, tüm ilâhi sıfatları kendinde toplayan zatı gösterir, O'na işaret eder. O'nun zatıyla ilgili hiçbir nitelik bu ismin dışında değildir. Oysa öteki isimler, yüce Allah'ın ilâhî sıfatlarının tümüne ayrı ayrı işaret etmeyip yalnızca konuldukları anlamlara delalet ederler. Mesela ilmine, kudretine, fiiline veya bir başka özelliğine işaret ederler. Bir de ”Allah" ismi tüm isimlerin en özelidir. Bir başkasına bu isim verilemez. Ne gerçek anlamda ve ne de mecazî manada verilmesi mümkün değildir. Halbuki öteki isimler, bazan başka varlıklara ad olabilir. Mesela Kadîr (her şeye gücü yeten), Alîm (her şeyi en iyi bilen), Rahîm (merhametli) gibi isimleri burada sayabiliriz. Kul için gerekli olan şey, bu ismi anar anmaz, kulluğunu hatırlayıp, O'na karşı gerekeni yapmasıdır. Yani kul, sürekli bir şekilde kalbiyle Allah'la beraber olduğunu ve hep O'na yönelmesi gerektiğini bilmeli, kalbi bu inançla dopdolu olmalıdır. Başkasına bakmamalı ve Allah'tan başkasına iltifat etmemelidir. Yalnızca Allah'tan beklemeli ve yalnızca O'ndan korkmalıdır. Allah'tan başka her şey batıl ve geçersizdir. (Ruhu’l-Beyan)

 

 لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ


Fasılla gelen cümlede fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Lafza-i celâlin dördüncü haberi olan cümle menfi fiil cümlesi sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

لَا نَوۡمࣱۚ  kelimesi  سِنَةࣱ  kelimesine matuftur. Nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.

Uyku ve uyuklama kelimelerinin  أۡخُذُ  fiiline isnadı aklî mecazdır.

Uyuklama ve uyku hallerinin gerçekleşmesinin,   أَخَذَ [tutmak] kelimesiyle ifade edilmesi, gerçek duruma riayet içindir. Çünkü canlılarda uyuklama ve uyku, bu hallerin onları tutması veya istila etmesiyle gerçekleşmektedir. Bir görüşe göre de bu ifade, mükemmeliyeti amaçlamaktadır. 

 لَا تَأۡخُذُهُۥ سِنَةࣱ وَلَا نَوۡمࣱ  [O'nu ne uyuklama tutar ne de uyku.] cümlesi, hay ve kayyûm anlamlarını da tekid eder. Çünkü kendisini uyuklama veya uyku halleri istila eden bir varlığın hayatı, o hallerde atalete uğradığından onun o esnada başkalarını koruması, kollaması, yönetmesi mümkün değildir.

Bir görüşe göre de, bu cümle istinaf cümlesi (mukadder bir sualin cevabı) olup daha önceki beyanları tekid eder. (Ebüssuûd)

نَوۡمࣱۚ  -  سِنَةࣱ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. 

لَا نَوۡمࣱۚ  ile  سِنَةࣱ  kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır. (Kuran Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi s.20)

[Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama.]  أۡخذ  yakalamak, isabet etmek manasına gelir.  سِنَةࣱ  uyuklamaktır. Bu kelimenin aslı وسن ‘dir.  نَوۡمࣱۚ  ise (uyuklama) halinin tamamlanması, yani uykuya geçmektir. Yani Allah Teâlâ koruduğu şeyleri muhafaza ederken mahlukatın başına gelen dalgınlık, gaflet, sıkılma, ara verme gibi kusurlara, dinlenmeye ihtiyaç hissedip uyumaya veya uyuklamaya sebep olacak bir yorgunluğa asla maruz kalmaz. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr, Âşûr)

Burada  سنة  lafzının ardından   نوم ’ in zikredilmesi tekrar değildir. Manası şöyledir; “uyuklama tutmadığı gibi fazladan uyku da tutmaz” veya mübalağa ve terakki ifade eder. Çünkü uyuklamayı defetmeye kudreti olanın, ondan daha kuvvetli olan uykuyu defetmeye gücü yetmeyebilir. Bunun için uyuklamanın arkasından uyku da zikredilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1555) 

 

لا تأخذه سنة و لا نوم  ayetindeki  لا ’ nın tekrarı, Allah Teâlâ’nın uyuklama ve uyku halinin olmayacağını tekid edip, her birinin de müstakil, ayrı ayrı nefyedildiğini bildirmek içindir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1556) 

 

سنة  lafzı mübalağa için takdim edilmiştir. Çünkü uyuklamanın bile tutmaması, zımnen uykunun da tutmayacağını ifade etmektedir. Dolayısıyla ikinci nefyin de mübalağa ifade ettiği apaçıktır. Mana da şöyle olur: “uyuklama tutmaz, uyku da hayli hayli tutmaz”. Buradaki uyuklama ve uykunun Allah’tan nefyinin amacı, O’nun ilminin, kuşatıcılığının ve idareciliğinin devamının mükemmel olduğunu iyice kesinleştirmektir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1557, Âşûr)

 

Allahu Teâlâ  من في السماوات و من في الارض  (gökteki kimseler) demeyip de, niçin   ما في السماوات و ما في الارض  [gökteki şeyler] demiştir?" denilirse, biz deriz ki: Maksat, kendisi dışında kalan şeylerin yaratılmış olma bakımından O'na nisbet edilmesi olup, kendisi dışında kalan varlıklar içinde de akıllı olmayan varlıklar çoğunluğu teşkil edince, Allahu Teâlâ, çoğunluğu hepsinin yerine koyarak, bunları  ما  "şey, şeyler...." lafzıyla beyan buyurmuştur. Yine bu şeyler Allah'a, O'nun birer mahluku olması bakımından isnad edilmişlerdir. (Fahreddin er-Râzî, Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1558)

 

لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ

 

Fasılla gelen cümlede fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Lafza-i celâlin beşinci haberi olan cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1558)  

لَّهُ   mahzuf mukaddem habere mütellıktır. Muahhar mübteda olan ism-i mevsûlün sılası mahzuftur. فِی ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ , bu mahzuf sılaya müteallıktır. مَا فِی ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ  , وَمَا فِی ٱلۡأَرۡضِۗ ’ye matuftur.  

 ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ - ٱلۡأَرۡضِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcâb sanatı vardır.

Bu lafızlardaki  ال  istiğrak içindir. (Âşûr)

[Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur.] Göklerde ve yerde her kim ve her ne varsa O’na aittir. Hiç kimsenin onlarda Allah’a bir ortaklığı yoktur. Hiç kimsenin O’nun üzerinde bir otoritesi bulunmaz. Nasıl sizlerden birinin kölesinin efendisinden başkasına hizmet etmeye hakkı yoksa O’ndan başkasına kullukta bulunmak asla caiz değildir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)

Müsnedin takdimi, kasr-ı kalbtir. (Âşûr)


مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ 


İstînâf cümlesidir. Fasılla gelmiştir. Cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.  مَن  mübteda  ذَا  haberdir. Muzâfun ileyh konumundaki has ism-i mevsûlün sılası, müsbet muzari fiil formunda faide-i haber ibtidâi kelamdır. İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.

Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen soru anlamı taşımamaktadır. Asıl maksadı tehaddi olan cümle vaz edildiği mananın dışında anlam kazanması sebebiyle mecâz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Buradaki  ذَا , zait olarak gelmiştir ve tekit ifade eder. (Âşûr)

Az sözle çok anlam ifade eden  بِإِذۡنِهِ  ve  عِندَهُۥۤ  izafetlerinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  إِذۡنِ  ve  عِندَ  şan ve şeref kazanmıştır. 

[O’nun katında, -izni olmadan- kim şefaat edebilir?!] ifadesi onun melekût (egemenlik) ve kibriyâsının beyanı ve kıyamet gününde hiç kimsenin konuşamayacağının, ancak kendisine konuşma izni verildiği zaman konuşabileceğinin izahıdır. (Keşşâf)

Buradaki istifham inkarîdir. Onun ilmi / emri olmaksızın hiç kimse şefaat edemeyecek, demektir. Müşrikler Allah’la beraber putlarının da şefaat edeceklerini zannediyorlardı. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1559, Fahreddin er-Râzî, Âşûr)


يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ


Lafza-i celâlin altıncı haberi olarak fasılla gelmiş cümlede fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Müsbet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin muzari fiil olması hükmü takviye hudûs, teceddüt ve (medih makamı olduğu için) istimrar ifade eder. Ayrıca muzari fiildeki tecessüm özelliği muhatabın dikkatini uyararak onu canlı tutar.

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Zaman zarfı  بَیۡنَ  ve  خَلۡفَ ‘nin müteallakları olan sıla cümleleri mahzuftur.

مَا بَیۡنَ أَیۡدِیهِمۡ  -  مَا خَلۡفَهُمۡۖ  cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.

بَیۡنَ أَیۡدِی  -  خَلۡفَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.

یَعۡلَمُ مَا بَیۡنَ أَیۡدِیهِمۡ وَمَا خَلۡفَهُمۡۖ  [Onların önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir.] ifadesinde mekân zarfı kullanılmış olmasına rağmen zamanı da kapsayan anlam nedeniyle  ايديهم  ile  خلفهم   lafızları mecazdır. (Âşûr)

 

[Onların önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir.] yani onlardan önce olanları ve sonra olacak olanları bilir. Buradaki zamir, göklerde ve yerde olanlara işaret eder, çünkü onlar içinde de akıl sahipleri vardır. (Keşşâf)

[O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir.] [O’na hiçbir şey gizli kalmaz.] Allah Teâlâ kâfirlerin kıyamet günü şefaatlerini umdukları o kişileri bilir. Bunlar melekler veya başkalarıdır. Aynı zamanda onların arkalarındakileri de bilir. Bu ayet şöyle de anlaşılabilir: Ecelleri bittikten sonra onların önüne ne çıkacağını ve onların yaratılmasından önce ne olduğunu bilir. Başka bir ihtimal buradaki [Yaptıklarını] şeklinde tercüme edilen  مَا بَیۡنَ أَیۡدِیهِمۡ  ifadesinin [kendilerinden önce geçenler, yapılanlar] anlamına, [ve yapacaklarını] şeklinde tercüme edilen  مَا خَلۡفَهُمۡۖ  ifadesinin ise [henüz gelmemiş olanlar] anlamına gelmesidir. İlk akla gelen de budur. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)

 

 وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ


وَ  istînafiyye veya haliyyedir. Atıf olduğu da söylemiştir. Cümle menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. 

بِشَیۡءࣲ ‘deki tenvin ‘hiçbir şey’ anlamında kesret ifade eder. Olumsuz siyakda nekre, umum ifade eder.

عِلۡمِهِ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması  عِلۡمِ ’ye şan ve şeref kazandırmıştır. 

لَا  ve  إِلَّا  ile oluşan kasr, fiil ile mef’ûlü arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s sıfattır.

[Onun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar] onun bildirdiği şeylerden  إِلَّا بِمَا شَاۤءَۚ [ancak dilediğini] yani, bilmelerini istediği şeyi kavrarlar. Makabline atfı da ikisinin toplamının (iki cümlenin) onun birliğine tam delalet eden zatî ilmin yalnız O’nda olduğunu göstermesindendir. (Beyzâvî, Âşûr)

[O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler.] Yani kendilerine şefaat edeceklerini zannettikleri kimseler daha onları yaratmadan önce ve ölümlerinden sonra ve o ikisi arasındakileri bilen Allah’ın malumatından sadece O’nun dilediklerini bilebilirler. Bunlar kendileri için deliller koyarak, akıl ve duyular gibi bilgi edinme vasıtaları vererek onlara bildirdiği şeylerden ibarettir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)


وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ


Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müsbet mazi fiil sıygasıyla faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Az  sözle çok anlam ifade eden  بِكُرۡسِیُّهُ  ifadesinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  كُرۡسِیُّ  şan ve şeref kazanmıştır. 

ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ  -  ٱلۡأَرۡضَۖ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

وَلَا یَـُٔودُهُۥ حِفۡظُهُمَاۚ  cümlesi makabline matuftur.  وَ ’ın haliyye olmasına da cevaz vardır. Menfi muzari fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

وَسِعَ كُرۡسِیُّهُ ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ وَٱلۡأَرۡضَۖو  ifadesi dört şekilde açıklanabilir: 

Birincisine göre; burada onun kürsîsinin genişliği ve kapsamlılığı ile gökleri ve yeri kuşatmaktan aciz olmadığı anlatılmaktadır. Bu ifade onun azametini ifade eden bir tasvir ve canlandırmadan [tahyîl] başka bir şey değildir. Yoksa ortada ne bir kürsî vardır, ne oturma, ne de oturan. Nitekim bu durum, [Buna rağmen, Allah’ı hakkıyla takdir edememişlerdir.  وَالْاَرْضُ جَم۪يعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَم۪ينِه۪ۜ سُبْحَانَهُ  [Oysa Kıyamet günü arzın tamamı O’nun avucunun içinde olacak, gökler de O’nun sağ elinde dürülmüş olacaktır.] (Zümer 39/67) ayetinde de ifade edilmiştir. Burada da herhangi bir avuç, sağ el ve dürme tasavvuru söz konusu değildir. Aksine bu O’nun şanının yüceliğine dair bir canlandırma ve duyusal bir benzetmeden ibarettir. 

İkincisine göre; O’nun ilmi kuşatmıştır. İlim, mekânı ile isimlendirme kabilinden, kürsî olarak isimlendirilmiştir ki bu da alimin kürsîsidir. 

Üçüncüsüne göre onun mülkü kuşatmıştır. Mülkün kürsî olarak isimlendirilmesi de, mekânı ile isimlendirme kabilindendir ki bu da mülk kürsîsidir. Dördüncüsüne göre; rivayet edildiği üzere, Allah Teâlâ bir kürsî yaratmıştır, bu kürsî arşın önünde olup onun altında gökler ve yer vardır. Arşa kadar o, en küçük bir şey gibidir. Yalnız Hasan-ı Basrî’den (v.110/728), “Kürsî, arştır” sözü nakledilmiştir. [Bu ikisini] yani gökleri ve yeri [koruyup kollamak] muhafaza etmek [O’na ağır] ve zor [gelmez;] (Keşşaf, Fahreddin er- Râzî, Elmalılı, Âşûr)

 كرسي  lafzı Kur’an’da bir defa bu ayette zikredilmiştir. Hakiki manada değil mecazdır. (Âşûr)

كُرۡسِیُّ  sandalye demektir. Üniversitelerde makam anlamında “kürsü” ler var. Daha ziyade ilmi makam olarak kullanılır.

وَسِعَ كُرۡسِیُّهُ ٱلسَّمَـٰوَ ٰ⁠تِ وَٱلۡأَرۡضَۖ  ibaresinde tasrihî istiare vardır. Bu cümle Allah’ın ilminin ve saltanatının azametini tasvir eder. Müşebbeh O’nun ilmi, azameti, kudretidir ve hazfedilmiştir. Müşebbehün bih ise bir kralın oturduğu tahttır. (Muhyiddin Derviş) 

Veya mahalliyet alakasıyla mecaz-ı mürseldir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri, Beyan İlmi)


وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ


Cümle öncesindeki istînâfa matuftur. İsim cümlesi formunda, faide-i haber talebî kelamdır. Mübteda ve haberden müteşekkil cümlede müsnedin harf-i tarifle marife olması, kasr-ı hakîkî  ifade eder. Haberin sadece mübtedaya mahsûs olması; başkasına aid olmaması demektir. Allah Teâlâ’ya ait haber olan bu iki vasfın  ٱلۡ takısı ile marife olması, bu vasıfların O’nda kemâl derede olduğuna; aralarında  وَ olmaması O’nda her ikisinin birden mevcudiyetine işaret eder. Müsteâr lafızdırlar.

ٱلۡعَلِیُّ - ٱلۡعَظِیمُ - كبير  kelimelerinin hepsi de büyük demektir.  ٱلۡعَظِیمُ  ve كبير  somut şeyler için,  ٱلۡعَلِیُّ  soyut manalar için büyüklük ifade eder.

 Bu ayet-i kerimedeki her cümle öncekinden farklı yeni bir mana taşır ama hepsinin gayesi aynıdır; o da vahdaniyyetin tekididir ve manevi tekid cümleleridir, fasl yapılmıştır. (Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meani İlmi, fahreddin Râzî, Âşûr)

Görüldüğü gibi bu ayet-i kerime, Cenab-ı Allah'ın yüce zatı ve nurlu sıfatları ile ilgili ana meseleleri kapsar ve şunları belirtir:

1- Tek (ehad) ve gerçek varlık (mevcûd-u müteferrid) yalnız Allah'tır.

2- Allah Teâlâ ilâhî, ezelî ve ebedî hayat sıfatlarıyla muttasıftır.

3- O, vâcibü'l-vücûddur; varlığı bir başkasından değil kendi zatındandır.

4- O'nun vücûdu vâcib yani zorunludur. Bütün masivanın mucidi O'dur.

5- O, Kayyûm'dur veya zatı ile kaimdir. Başkası tarafından ikame edilmekten münezzeh olduğu gibi bütün mükevvenatı ayakta tutan da O'dur.

6- O, mekân tutmak (tahayyüz) ve bir cisimde görünmek (hulûl) den münezzehtir.

7- Değişikliğe ve zafiyete uğramak (tagayyür ve fütur) dan beri, uzakdır.

8- O'nunla hiçbir şey arasında münasebet ve benzerlik yoktur.

9- Eşyanın zatına ve ruhlara arız olan haller O'na arız olmaz.

10- Mülk ile melekût (zahir ile batın, madde ile ruh, insanlarla melekler) âleminin yegane malikidir.

11- Asılları ve fürûu yoktan var eden O'dur.

12- Yakalaması pek şiddetli olan da O'dur.

13- İzin verdiklerinden başka hiç kimse O'nun katında şefaat edemez.

14- Bütün her şeyin açığını, gizlisini, küllisini, cüzisini bilen yalnız O'dur.

15- O'nun mülkü (hakimiyeti, hükümranlığı) ve kudreti, her şeyi kuşatmıştır.

16- Hiçbir iş O'na zor gelmez; hiçbir iş, O'nu başka şeylerle de meşgul olmaktan alıkoymaz.

17- Tasavvur ve tahayyül edilebilen her şekilden münezzehtir; anlayışlar O'nun azametini asla kavrayamaz.

İşte bu zengin muhtevasından dolayıdır ki, diğer ayetlerde olmayan faziletler ve üstün özellikler yalnız Ayetü’l-kürsî'de vardır. (Ebüssuûd)

Bu ayet en faziletli ayettir.

Bu ayette Allah (cc), isim ve zamir olarak 18 kere geçmiştir. Bu ayette dokuz cümle vardır. 1 ile 9, 2 ile 8, 3 ile 7, 4 ile 6 birbiriyle ilişkili cümlelerdir. Bunların tam ortasında olan beşinci cümlede ise Allah Teâlâ önlerinde ve arkalarında olan şeyi, yani ilk 4 ayetle son 4 ayeti bildiğini ifade etmiştir. Bu da Kur’an’da görülen simetrik yapıdır. Farz namazdan sonra okumanın faziletiyle alakalı bir hadis de vardır.

Bu ayet Allah (cc) hakkında çok kapsamlı tanıtım yapar, İhlas suresi ise sure olarak Allah Teâlâ’yı kapsamlı bir şekilde tanıtır.


Bakara Sûresi 256. Ayet

لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ  ...


Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لَا yoktur
2 إِكْرَاهَ zorlama ك ر ه
3 فِي
4 الدِّينِ Dinde د ي ن
5 قَدْ elbette
6 تَبَيَّنَ seçilip belli olmuştur ب ي ن
7 الرُّشْدُ doğruluk ر ش د
8 مِنَ
9 الْغَيِّ sapıklıktan غ و ي
10 فَمَنْ kim
11 يَكْفُرْ inkar eder ك ف ر
12 بِالطَّاغُوتِ tağut (şeytan)ı ط غ ي
13 وَيُؤْمِنْ ve inanırsa ا م ن
14 بِاللَّهِ Allah’a
15 فَقَدِ muhakkak ki o
16 اسْتَمْسَكَ yapışmıştır م س ك
17 بِالْعُرْوَةِ bir kulpa ع ر و
18 الْوُثْقَىٰ sağlam و ث ق
19 لَا
20 انْفِصَامَ kopmayan ف ص م
21 لَهَا
22 وَاللَّهُ Allah
23 سَمِيعٌ işitendir س م ع
24 عَلِيمٌ bilendir ع ل م

Ayet önce tağutu inkar etmeyi, sonra Allah’a iman etmeyi söyledi, aynen önce “La ilahe“ sonra “illa Allah“ gibi..

En sağlam kulp/zincir Vahyin peygamberimize ulaştığı zincirdir...Allah-Cebrail-peygamber...Allah hepimizi bu zincire sıkı sıkı tutunanlardan eylesin...

  Urve kenarından kendisiyle bağlanılan şey, develerin bağlandığı ağaç, kulp demektir.

  Infisâme kelimesinin kökü fesame (فصم) olup manası kopmadan kırmak, ayırmaksızın yarmaktır. Kur’ân-ı Kerim'de yalnızca bu ayette geçmiştir. 

لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ


لَا, cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. لَا ’nın ismi  إِكۡرَاهَ ’dır. Fetha üzere mebni mahallen mansubtur.  فِی ٱلدِّینِ  car mecruru  لَا ’nın mahzuf haberine müteallıktır.


 قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ


قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.  تَّبَیَّنَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  ٱلرُّشۡدُ  faildir. مِنَ ٱلۡغَیِّۚ  car mecruru  تَّبَیَّنَ  fiiline müteallıktır.  فَ  atıf harfidir.  مَنْ  şart ismi iki fiili cezmeder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.  یَكۡفُرۡ  şart fiili olup meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.  بِٱلطَّـٰغُوتِ  car mecruru یَكۡفُرۡ  fiiline müteallıktır. وَ  atıf harfidir.  یُؤۡمِنۢ  şart fiili olup meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو’dir.  بِٱللَّهِ  car mecruru  یُؤۡمِنۢ  fiiline müteallıktır.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.  ٱسۡتَمۡسَكَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.  بِٱلۡعُرۡوَةِ  car mecruru  ٱسۡتَمۡسَكَ  fiiline müteallıktır.  ٱلۡوُثۡقَىٰ  elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. ٱلۡعُرۡوَةِ’nin sıfatıdır.  لَا  cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir.  لَا’nın ismi  ٱنفِصَامَ’dır. Fetha üzere mebni mahallen mansubtur.  لَهَا  car mecruru  لَا ’nın mahzuf haberine müteallıktır.

تَّبَیَّنَ  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi  بين ’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.

   

 وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ


İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  ٱللَّهُ  lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur. سَمِیعٌ  haberdir.  عَلِیمٌ  ise ikinci haberdir. 


لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ


Ayetin ilk cümlesi müstenefedir. Cinsini  nefyeden  لَاۤ ’nın dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif vardır.  لَاۤ  , فِی ٱلدِّینِۖ ’nın mahzuf haberine müteallıktır.

[Dinde zorlama olmaz!..] yani Allah Teâlâ iman konusunu zorlama ve cebr üzere değil, kişinin kendi tercih ve kudreti üzere icra etmiştir. Bu husus:  وَلَوْ شَٓاءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فِي الْاَرْضِ كُلُّهُمْ جَم۪يعًاۜ اَفَاَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتّٰى يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ  [Senin Rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların tamamı elbette iman ederdi. O halde, senin; mümin oluncaya kadar insanları zorlamana gerek var mı?] (Yûnus 10/99) ayetinde de ifade edilmiştir. Demek ki; Allah dileseydi insanları iman etmeye zorlar, mecbur bırakırdı ama böyle yapmadı ve bu konuyu şahsi tercih ilkesi üzerine inşa etti. (Keşşâf)

Dinde  zorlama yoktur. Allah onu zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Çünkü  فِی ٱلدِّینِۖ  (dinde) ifadesi,  إِكۡرَاهَ ‘a müteallik değil (zorlama ile ilgili değil) haberdir. Mananın aslı [zorlama, dinde yoktur] demek olur. 

Yani sadece dinde değil her neye olursa olsun zorlama cinsinden hiçbir şey, hak din olan İslam dininde yoktur. Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin konusu zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama yalnız dinde zorlama değil; herhangi bir şeye olursa olsun zorlama türünün hepsidir. Yoksa dinde; dine zorlama yoktur ama dünyaya zorlama olabilir, demek değildir. Belki dünyada zorlama bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dinin özelliği zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır. Bundan dolayı İslam dininin gerçekten hakim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır.(Elmalılı)

İman kişinin kendi tercihi ile Allah’a teslim olmasıdır, zorlamayla olacak bir şey değildir. Dine davette zorlama olmaz. Tebliğ yapabiliriz. 

 

الدين  kelimesindeki elif lam ahd ifade eder. (Âşûr)

Hak Teâlâ'nın,  فَاِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَأْوٰىۜ  [Muhakkak cennettir onun varacağı yer] (Naziat, 41) ayetinde olduğu gibi  دين الله  takdirinde olup, elif lam muzâfun ileyhden ivazdır. Yani, "Allah'ın dini..." demektir. (Fahreddin er-Râzî) 


 قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ

 

Ta’lil cümlesidir. Şibh-i kemâl-i ittisâl nedeniyle fasılla gelmiştir. Tahkik harfi  قَد  ile tekid edilmiş faide-i haber talebî kelamdır. Müsbet muzari fiil cümlesidir.

 ٱلرُّشۡدُ - ٱلۡغَیِّۚ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

Bu cümle icaz-ı kısar sanatına örnek bir ibaredir. Az sözle çok anlam ifade edilmiştir.

Burada doğruluk manasındaki ٱلرُّشۡدُ kelimesinden maksat, insanı ebedî mutluluğa götüren imandır. Çünkü dinin ifade edilmesinden hemen sonra gelmiştir. Sapkınlık manasındaki  ٱلۡغَیِّۚ , insanı ebedî mutsuzluğa götüren küfürdür. (Ruhu’l-Beyan, Fahreddin er-Râzî)

“Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.” Yani hidayet dalaletten ayrılmıştır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)

 

 فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ 

 

Ayetin bu cümlesi makabline  فَ  ile atfedilmiştir. Şart üslubunda gelmiş haberî isnaddır. 

Muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan şart cümlesi  مَن , یَكۡفُرۡ بِٱلطَّـٰغُوتِ ’in haberidir. Müteakip  وَیُؤۡمِنۢ بِٱللَّهِ  cümlesi tezat nedeniyle bu cümleye matuftur. 

یَكۡفُرۡ بِٱلطَّـٰغُوتِ  ve  وَیُؤۡمِنۢ بِٱللَّهِ  cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.

Şartın cevabı  قَد ‘la tekid edilmiş mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.

لَا ٱنفِصَامَ لَهَاۗ  cümlesi  ٱلۡعُرۡوَةِ  için haldir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır. 

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber talebî kelamdır.

یَكۡفُرۡ -  یُؤۡمِنۢ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab,  ٱلۡوُثۡقَىٰ - ٱنفِصَامَ  kelimeleri arasında ise tıbâk-ı hafî sanatı vardır.

Sağlam kulpa yapışmak ibaresinde temsili istiare vardır. İslam dinine sarılan kimse sağlam bir ipe tutunmuş birine benzetilmiştir. Kopmayan kaydında ise terşih vardır.

استمسك ’deki  س  ve  ت  harflerinde tekid vardır. (Âşûr)

بِٱلۡعُرۡوَةِ ٱلۡوُثۡقَىٰ  ifadesinde  ٱلۡعُرۡوَةِ (kulp) 'un zikredilmesi mecaz ve istiâredir. Maksat, imanın şartlarına sarılan kişiyi, sağlam ip örgülerinden oluşturulmuş bulunan sağlam kulpa tutunmuş kimseye benzetmektir. Çünkü bu kişi, ona tutunmakla kaygan zeminlerden ve tehlikeli uçurumlardan korunmuş olur. Ayrıca Yüce Allah, zaman aşımına bağlı olarak liflerinin eskimesi veya uzun süre kullanılıp yıpranması neticesinde kopacak vaziyete gelmiş olan bildik diğer benzer kulplardan onu ayırmak için  ٱلۡوُثۡقَىٰ (kulp)‘a sağlam sıfatını ilave etmiştir. (Kur'an Mecazları Şerif er-Radi, Ebüssuûd, Fahreddin er-Râzî, Âşûr)

Tâğutu (batıl mabudu) reddetmek, Allah'a (celle celâlühü) imandan önce zikredilmiştir. Çünkü Allah'a iman, ona tevakkuf etmektedir. Zira tahliye, tehliyeden (süslemek) önce gelir. (Bir mekânın bakımı, onarımı, süslenmesi için önce tahliye edilmesi gerekir. (Ebüssuûd)


 وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ


Müstenefe cümlesidir. Lafza-i celâl mübteda,  سَمِیعٌ  haberdir.  عَلِیمࣱ  ikinci haberdir. İsme isnad olan bu haber cümlesi sübut ifade eder. Cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.  

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet hissettirme kastına matuftur.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı, tekrarında ise reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

Allah'ın  سَمِیعٌ  ve  عَل۪يمٌ  şeklindeki haberlerinin tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın, aralarında  و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu  sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır

سَمِیعٌ - عَلِیمࣱ  kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf  sanatıdır.

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekit için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Ayetin fasılası 224. ayetin fasılasıyla aynıdır. İki cümle arasında tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

[Allah işiten ve bilendir.] Yani yeminlerinizi ve niyetlerinizi bilmektedir. Bu bir tehdittir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr) Yani haber cümlesi olmasına rağmen tehdit ifade ettiği için mecaz-ı mürsel mürekkeptir. 

Allah (celle celâlühü) bütün sözleri işiten, bütün niyetleri ve itikatları bilendir. Bu cümle, bir itiraz cümlesidir. Zımnen ifade ettiği mükafat vaadi ve ceza vaîdiyle de insanları imana taşır ve küfrü engeller. (Ebüssuûd)


Günün Mesajı
Bakara/255: Ayetel Kürsi ayeti en faziletli ayettir. Bu ayette Allah c.c, isim ve zamir olarak 18 kere geçmiştir. Bu ayette dokuz cümle vardır. 1 ile 9, 2 ile 8, 3 ile 7, 4 ile 6 birbiriyle ilişkili cümlelerdir. Bunların tam ortasında olan 5. cümlede ise Allah teala önlerinde ve arkalarında olan şeyi yani ilk 4 ayetle son 4 ayeti bildiğini ifade etmiştir. Bu da Kur’ânda görülen simetrik yapıdır. Farz namazdan sonra okumanın faziletiyle alakalı bir hadis de vardır.
Sayfadan Gönüle Düşenler

İnsan olarak yaptığımız en ciddi hatalardan bir tanesi: başkalarını değiştirebileceğimizi düşünmektir. Bu hata en çok evlilik öncesi yaşanır. Evlenmeden önce ‘nasılsa BEN değiştiririm’ diyerek, aslında sevmeyeceğini bildiği kusurları görmezden gelir. Ancak onların hepsi döner dolaşır, insanda farklı düşünceler uyandırarak, kendisine hayatı zindan eder. Bir: karşı tarafın sevgisini sorgulatır. (Yeterince sevse değişirdi.) İki: değişimin gerçekleşmemesi, devamlı kendi başarızlığını hatırlatır. (Halbuki değişmesi kendi başarısı olmayacağı gibi değişmemesi de kendi başarısızlığı değildir.) Üç: nasıl dayanacağım huzursuzluğuna sürüklenir. (Hiç mi değişmeyecek?)

 Kimse, başka bir insan için değişmez. Hiçbir ilişkide böyle bir yanılgıya kapılmamalı insan. Ancak kendisini yıpratmakla kalır. Allah Teala, bunu bizlere kelamında farklı ifadelerle buyurmaktadır.

Dinde zorlama yoktur. Neden? Değişen ancak kendisi istediğinde değişir. Algılarını açtığında yani bakmak yerine görmeyi, duymak yerine dinlemeyi seçtiğinde anlamaya başlar. Farklı vesilelerle, Allah’ın dilemesiyle hakikate götüren ufak bir kapı aralandığında, o kapıyı kendisi ya açar, ya da kapatır. Rabbini tanıyıp hayatını O’na göre yaşamaya karar verdiğinde, hakkı seçer ve değişim yolunda ilerler.

Allahım! Başkalarının kendisinde değiştirmesi gerektiklerine bakmadan önce, dürüst bir şekilde kendisini değerlendirenlerden olmamızda. Ve düzeltmemiz gereken huy, davranış ve düşünce kalıplarımızı farketmemizde ve değiştirmek için gerekeni yapmamızda yardımcımız ol. Ömrümüzün sonuna kadar hep hayır yolunda, daha da hayırlı bir hale dönüşmemizi ve kendimizi geliştirmemizi nasip et. Başkalarını değiştirebilirim düşüncesinden Sana sığınırız. Ancak Senden yardım isteriz ve Sana dua ederiz. Nerede sevdiğinin hak üzerine değişmesi için dua eden varsa, dualarını kabul buyur. Senin rızan için doğruları anlatarak, sabırla bekledikleri o değişimi, dünya gözüyle hayırla görmelerini nasip et.

Bizlere Ayete’l Kursi gibi güzelliği okumayı nasip eden Rabbim! Yalnız Sana güvendik, ilmine iman ettik ve yalnız Senden istedik.

***

Birçok insanın, kısa süreliğine bile olsa, iç ve dış aleminde kendisini yalnız hissettiği zamanları vardır. Hem bilimsel olarak (gördüklerimiz ve görmediğimiz minik hücreler, işittiklerimiz ve işitmediğimiz ses dalgaları vb.), hem de Allah’ın yarattıkları arasında yaşayan yaratılmış bir başka can olarak, aslında hiçbir canlının yalnız kalması mümkün değildir. Yine de dünyalıklara bağlanan kulun nefsinin, yalnızlık hislerinden yola çıkarak ümitsizliğe düşmesi, kendisine acıması ve anlaşılmadığını hissetmesi daha da kolaydır. 

Böyle anlarında, kişi kendisine merhametle yaklaşır ve bu hissiyatın temelde doğru olmadığını hatırlatır. Kendisini nefsince yalnızlaştıran dünyalıklara olan yaklaşımını düzelttiği ve yalnızlığın tanımını doğru yaptığı zaman; bu yanıltıcı ve yorucu halden sıyrılmaya başlar. Zira dünyalıklar uğruna yaşayan kişinin hayal kırıklıklarına uğraması kaçınılmazdır. Allah katında kalıcı olan ve geçici bir süreliğine dünyada yaşayan bir varlığın, geçici dünyalıklara sarılarak oyalanması bir nevi çılgınlıktır. Daha sonra hakiki yalnızlık nedir diye dikkatli bir şekilde düşünür ve hatırına mahşer günü düşer. 

Bilir ki yeryüzünde, hiçbir kulun, hayatını yalnız sürdürmesi mümkün değildir. Sırf temel ihtiyaçlarını gidermek için bile başkalarına ihtiyacı vardır. İyi ve kötü günlerinde (doğumlarda, hastalıklarda ve ölümlerde vb.) bilir kişilerin yardımını istemek zorundadır. İşlerinin görülmesini üç farklı yolla sağlayabilir: ya satın alır, ya bir dostundan ister ya da bir başkasını aracı kılar. Her gün, ne kadar çok işinin hallolduğunu ya da ihtiyacının giderildiğini ve bunların sağlanması için aracı olanları düşünerek hepsi için şükretse; nefsinin yalnızlık hikayeleri susmak zorunda kalır.

Ey yeryüzünün ve göklerin ve içindekilerin rabbi olan Allahım! Verdiğin her nimet ve güzellik için sonsuz şükürler olsun. Bizi nefsimizin boş hikayelerinden ve endişelerinden; nefsini dinleyerek zamanını kaybedenlerden olmaktan muhafaza buyur. Nefsimize kandığımız anlarda aldığımız yanlış kararlardan ve işlediğimiz hatalardan dolayı bizi affeyle. Mahşer gününde, hakiki manada yalnız kalanların ve Senin yardımından ve rahmetinden uzaklaştırılanların hallerine benzemekten muhafaza buyur. Bizi, şükretmesini seven takva sahibi salih kullarından eyle. Mahşer günü sevdiklerine ve her şeyin ötesinde Sana ve Senin rızana kavuşanlardan eyle.

Amin.

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji