Hac Sûresi 53. Ayet

لِيَجْعَلَ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ فِتْنَةً لِلَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ وَالْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْۜ وَاِنَّ الظَّالِم۪ينَ لَف۪ي شِقَاقٍ بَع۪يدٍۙ  ...

Allah, şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kalpleri katı olanlara bir imtihan vesilesi kılmak için böyle yapar. Hiç şüphesiz ki o zalimler, derin bir ayrılık içindedirler.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لِيَجْعَلَ yapmak için ج ع ل
2 مَا şeyi
3 يُلْقِي attığı ل ق ي
4 الشَّيْطَانُ şeytanın ش ط ن
5 فِتْنَةً bir imtihan ف ت ن
6 لِلَّذِينَ olanlara
7 فِي
8 قُلُوبِهِمْ kalblerinde ق ل ب
9 مَرَضٌ bir hastalık م ر ض
10 وَالْقَاسِيَةِ ve katılaşanlara ق س و
11 قُلُوبُهُمْ kalbleri ق ل ب
12 وَإِنَّ ve şüphesiz
13 الظَّالِمِينَ zalimler ظ ل م
14 لَفِي içindedirler
15 شِقَاقٍ bir ayrılık ش ق ق
16 بَعِيدٍ uzak ب ع د
 
Kur’an’da değişik vesilelerle peygamberlerin, bir yandan Allah’tan vahiy aldıklarına diğer yandan da bir beşer olduklarına yani onlara ulûhiyyet izâfe etme gibi bir aşırılığa gidilmemesi gerektiğine dikkat çekilmiştir. Tarih boyunca geniş kitlelerin bu iki özelliği sağlıklı değerlendirebilme hususunda içine düştükleri vahim hatanın günümüzde de büyük ölçüde sürdüğü göz önüne alındığında, Kur’an’ın bu konudaki ısrarlı uyarıları ve açıklamaları daha iyi anlaşılmaktadır. Gerçekten, vahiy alma özelliğinin sağlıklı yorumlanmaması neticesinde bir peygambere hatta bu mertebede bile olmayan bir beşere tanrılık yakıştırmaya varan aşırılık, başta hıristiyan muhit olmak üzere pek çok inanç çevresini sapkınlığa götürmüştür. Buna karşılık, peygamberin beşer olma özelliğini, onun Allah’tan vahiy almasına engel görmek de din kurumunu ve vahiy kavramını temelsiz ve içi boş addetme gibi tehlikeli bir sonucu beraberinde getirmektedir. Bu âyetlerde peygamberlerin, ilâhî mesajı tebliğ görevlerini yerine getirirlerken, insan olmaları hasebiyle bazı beşerî duygu ve düşünceleri de bu mesaja karıştırmış olup olamayacakları hususunda hatıra gelebilecek bir soruya cevap verilmektedir. 
 
 52. âyetteki anlatıma göre beşer olması dolayısıyla peygamber de, görevini yürütürken zihninden bazı düşünceler ve gönlünden birtakım arzular geçirebilir. Ama bunlar bir peygambere yaraşmayacak düşünce ve temenniler olamaz. Peygamberin asıl görev ve hedefi insanlara hidayet yolunu göstermek olduğuna göre bu düşünce ve arzuların, çevresindekilerin ve mesajı ulaştırabilecekleri bütün insanların bir an önce yanlış inanç ve uygulamaları terkedip hak yola girmeleriyle ilgili olması tabiidir. Nitekim birçok âyette Hz. Peygamber’in, çevresindekilerin hemen imana gelmeleri için çırpındığı ve kendilerine yapılan uyarılara rağmen hakikate kulak tıkayanların korkunç âkıbetlerini düşünerek derin üzüntü duyduğu ifade edilmektedir. Fakat bu noktada onların beşer olma özelliğinden yararlanarak ilâhî mesaja bir şeyler karıştırmaya çalışan şeytanın faaliyeti devreye girer. Bu aşamada şeytanın peygamberin zihnine ve gönlüne atacağı düşünce ve arzuların ise yukarıda belirtilen–peygambere yaraşır– çizgidekinin aksi yönde olması da kaçınılmazdır. İşte 52. âyette, beşer olma özelliğinin istismarı çabası içindeki şeytanın faaliyeti ile insanlara dini tebliğ etmekle görevlendirilen peygamberin özel bir himayeye alınmasını murat eden ilâhî iradenin çatıştığı bu ince sınıra değinilmektedir. Mutlak hikmet sahibi olan Allah akıl nimetiyle donattığı insanı sınarken ilâhî çağrı ile şeytanın çağrısı arasında seçim yapma imkân ve sorumluluğunu kendisine bırakmış ve âhiretteki durumunu da –ilke olarak– bu irade sınavındaki başarısına bağlamıştır. Âyetten, ilâhî mesajı insanlara iletme ve onları bu doğrultuda eğitme görevi verilen peygamberlerin –bu konularda hata yapıp insanları yanlış yönlendirmekten korunmaları için– şeytanın fitnesi ile sınanmaktan istisna edildikleri; bu görevi yapanların, son tahlilde, –beşer de olsalar– şeytan kaynaklı bir bildirimde bulunmalarının mümkün olmadığı, dinî bildirim çerçevesinde tebliğ ettikleri her şeyin ilâhî kontrol altında bulunduğu anlaşılmaktadır.
 
 Tefsirlerin çoğunda bu âyetle, Hz. Peygamber’in Necm sûresinin bazı âyetlerini okurken, araya müşriklerin putlarından övgüyle söz eden bir ilâvenin sokuşturulması olayı arasında bağ kuran açıklamalar ve bu çerçevedeki rivayetlerin kritiği yapılır (Garânîk Olayı diye bilinen bu olay hakkında bilgi ve değerlendirme için bk. Necm 53/19-20). İbn Âşûr kendi başına rahat anlaşılır bir anlam örgüsü taşıyan bu âyetin tefsiri için bu tür zorlamalara girilmesini haklı olarak eleştirmektedir (XVII, 303). Bu ve devamındaki âyetlerin bağlamı ve ifade akışı incelendiğinde burada ele alınan konunun şu olduğu kolayca anlaşılmaktadır: Peygamberlerin getirdikleri bir idealizm, bir mefkûre ve bir fikrî çaba (ümniye) ürünü değildir; peygamberin günahsızlığı (ismet) ve kesin bilgi sahibi oluşu vahiy almasından kaynaklanır. Bir kimse peygamber bile olsa beşer sıfatıyla bir şeyi düşünüp arzuladığında şeytan ona gerçek olmayan şeyler katmaya çalışır. Peygamber kişisel bir düşünce veya arzusunun peşinde olduğunda şeytanın bunlara bir şeyler katıştırma çabasına imkân bırakılmasa bu takdirde beşerîlik vasfı ortadan kaldırılmış olurdu. Şeytanın peygamberin zihnine ve gönlüne attıkları silinip Allah’ın âyetleri sağlam biçimde yerleştirilmeseydi o zaman da vahiyle beşerî düşünce ve ideallerin farkı olmazdı ve bu durumda ilim ehli Kur’an’ın, dolayısıyla peygamberliğin Allah tarafından hak ve sabit olduğunu bilemezlerdi (Elmalılı, V, 3414-3416). Öte yandan, müşriklerin ilâhî âyetleri etkisiz hale getirmek için birbirleriyle yarışırcasına çaba harcamalarından söz eden 51. âyetle bu âyet arasında bağ kuran Ebû Hayyân el-Endelûsî’nin izahı zikre değer görünmektedir. Ona göre burada belirtilen şeytandan maksat “insan şeytanı” olabilir; esasen, bu âyette Resûl-i Ekrem’e herhangi bir göndermede bulunulmamakta, sadece önceki peygamberlerin durumuna işaret edilmektedir (bk. İsmail Cerrahoğlu, “Garânîk”, DİA, XIII, 365).
 
 52. âyette “temennide bulunma” anlamıyla çevrilen temennâ fiili “dilemek, arzu etmek, ummak” gibi mânalara geldiği gibi, “okuma” anlamında da kullanılmıştır. Bu sebeple bazı müfessirler âyeti “peygamber (gelen vahyi) okuduğunda” mânasına göre açıklamışlardır (meselâ Ebû Mansûr el-Mâtürîdî bu kanaattedir; bk. Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 40, II, vr. 483b’den naklen, İsmail Cerrahoğlu, “Garânîk”, DİA, XIII, 364). İbn Âşûr, Hassân b. Sâbit’e nisbet edilen bir şiirde bu fiilin “okumak” anlamında kullanıldığı doğru olsa bile, âyette yer alan ve aynı kökten gelen ümniyye kelimesinin “okuma” mânasında kullanılmış olduğunu muhtemel görmediğini belirterek bu yorumu zayıf bulur (XVII, 299).
 
 Söz konusu âyette peygamberlerin bir kısmı için resul, bir kısmı için nebî kelimesinin kullanılmış olması bunlardan ikincinin daha kapsamlı olduğu yönündeki genel kanaati desteklemektedir (Elmalılı, V, 3413-3414; nebî – resul mukayesesi hakkında bk. Bakara 2/61; A‘râf 7/157). Yine bu âyette geçen ve “sonra” şeklinde tercüme ettiğimiz sümme kelimesi bir zaman sıralamasını değil, derece sıralamasını ifade içindir; bir başka anlatımla burada “ihkâm”ın yani Allah’ın âyetlerini (peygamberinin kalbine) sağlam olarak yerleştirmesinin “nesih”ten yani bâtıl olanı iptalden daha önemli olduğu belirtilmek istenmiştir (Elmalılı, V, 3415).
 
 55. âyette “sonu olmayan” şeklinde çevrilen akîm kelimesi “kısır kadın” demek olup mecazen daha çok “meş‘ûm, uğursuz” anlamında kullanılır. Bazı müfessirler burada Bedir Savaşı’nın, bazıları da kıyamet veya azap gününün kastedildiğini belirtip böyle bir niteleme yapılmasının gerek-çeleri ile ilgili açıklamalar yaparlar. Bu izahlar dikkate alınarak, âyetteki tamlamaya “(inkârcılar açısından) çok kötü sonuçlar getiren gün”, “bütün ümitlerin ve kurtulma çabalarının sonuçsuz kalacağı gün”mânasıda verilebilir (bk. Taberî, XVII, 193-194; Râzî, XXIII, 55-56; İbn Âşûr, XVII, 308). Derveze bu tamlamayı “bir daha benzerinin gelmeyeceği gün” şeklinde açıklamıştır (VII, 111).
 
 Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 743-745
 

  Qaseve قسو :   قَسْوَةٌ kalbin sert veya katı olması yada sertleşip katılaşmasıdır. (Müfredat)

  Kuran’ı Kerim’de türevleriyle 7 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli kasvettir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

 

لِيَجْعَلَ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ فِتْنَةً لِلَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ وَالْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْۜ 

 

لِ  harfi,  يَجْعَلَ  fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. 

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harf-i ceriyle birlikte  يُحْكِمُ  veya  يَنْسَخُ  fiiline mütealliktir.

يَجْعَلَ  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هوdir.  

مَا  ve masdar-ı müevvel amili  يَجْعَلَ  olan fiilin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  يُلْقِي dir. Îrabdan mahalli yoktur. 

يُلْقِي  elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.  الشَّيْطَانُ  fail olup lafzen merfûdur.  فِتْنَةً  ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûl , لِ  harf-i ceriyle birlikte  فِتْنَةً nin mahzuf sıfatına mütealliktir. 

ف۪ي قُلُوبِهِمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مَرَضٌ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.

الْقَاسِيَةِ  atıf harfi  وَ la  لِلَّذ۪ينَ ye matuftur.  قُلُوبُهُمْ  kelimesi ism-i fail olan  الْقَاسِيَةِ nin faili olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır: 

1. Harfi tarifli (ال) olmalıdır. 

2. Haber olmalıdır. 

3. Sıfat olmalıdır. 

4. Hal olmalıdır. 

5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır. 

6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.

Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ism-i fail kendisinden sonra fail ve meful alabilir. Bu fail veya mef’ûl bazen ism-i failin muzâfun ileyhi konumunda da gelebilir. İsm-i fail tercüme edilirken umumiyetle muzari manası verir. Nadiren mazi manası da olabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)  

يُلْقِي  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi لقي ’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.


وَاِنَّ الظَّالِم۪ينَ لَف۪ي شِقَاقٍ بَع۪يدٍۙ

 

İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. 

الظَّالِم۪ينَ  kelimesi,  اِنَّ nin ismi olup nasb alameti  ي dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. 

لَ  harfi  اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.  لَف۪ي شِقَاقٍ  car mecruru mahzuf habere mütealliktir.  بَع۪يدٍ  kelimesi  شِقَاقٍ  sıfatı olup lafzen mecrurdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَتُ)”dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat iki kısma ayrılır:

1. Hakiki sıfat

2. Sebebi sıfat

HAKİKİ SIFAT 

1. Müfred olan sıfatlar

2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. MÜFRED OLAN SIFATLAR

Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

الظَّالِم۪ينَ  kelimesi; sülâsî mücerredi  ظلم  olan fiilin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

بَع۪يدٍ  kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

لِيَجْعَلَ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ فِتْنَةً لِلَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ وَالْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْۜ 

 

Ayet, önceki ayetteki  يُحْكِمُ  fiiline müteallik olup sebep bildiren, masdar-ı müevvel cümlesi olduğu için fasılla gelmiştir.

لَ  harfi, sebep bildiren lam-ı ta’lildir. Muzari fiili gizli bir  اَنْ ’le nasb eder. 

Masdar-ı müevvel olan …يَجْعَلَ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

يَجْعَلَ  fiilinin mef’ûlu olan müşterek ism-i mevsûl  مَا nın sılası olan …يُلْقِي الشَّيْطَانُ فِتْنَةً   müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

ل  harf-i ceriyle birlikte, has ism-i mevsûl  لِلَّذ۪ينَ, mefûl olan  فِتْنَةً ’in mahzuf sıfatına mütealliktir. Sılası olan  ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ  cümlesinde, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  ف۪ي قُلُوبِهِمْ, mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Muahhar mübteda olan  مَرَضٌ ’daki tenvin kesret nev ve tahkir ifade eder.

لِيَجْعَلَ ما يُلْقِي الشَّيْطانُ فِتْنَةً  ifadesindeki lâm; terettüp (kaynaklanma) manası için müstear lafızdır.  فالتَقَطَهُ آلُ فِرْعَوْنَ لِيَكُونَ لَهم عَدُوًّا  (Kasas Suresi, 8) ayetindeki lâmda olduğu gibi. (Âşûr)

Münâfıklar hakkındaki bu ayet-i kerîmede  مَرَضٌ  kelimesinde istiare yapılmıştır. 

مَرَضٌ  bedenî bir hastalıktır, kalbî bir hastalık olan nifak için müstear olmuştur. Aralarındaki benzerlik her ikisinin de yakaladıkları şeyi ifsad etmesidir.  مَرَضٌ  bedeni, şeytanın vesvesesi ve nifak kalbi ifsad eder. 

وَالْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ [Kalplerin sert olması] ifadesinde meknî istiare vardır. Müşebbeh yani müstear lafız  قُلُوبِهِمْ dir. Müşebbehün bih (müstearun minh) ve benzetme edatı hazf edilmiştir. İmanın kalplerine tesir etmemesi taştan bir kalbin etkilenmemesine benzetilmiş yani kalpler taşa benzetilmiştir. Dolayısıyla müşebbeh olan kalpler zikredilip, müşebbehün bih olan taşın levazımından olan sertlik zikredildiği için meknî istiare olmuştur.


 وَاِنَّ الظَّالِم۪ينَ لَف۪ي شِقَاقٍ بَع۪يدٍۙ

 

وَ , istînâfiyyedir. İtiraziyye olan (Âşûr) bu cümle, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkarî kelamdır.  اِنَّ  ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiş cümlede, îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur  ف۪ي شِقَاقٍ بَع۪يدٍۙ, mahzuf habere mütealliktir.

الظَّالِم۪ينَ ‘nin zamir makamında zahir isim olarak zikredilmesi, onların zulumde yani inkârlarında bu kadar ileri gitmelerinin sebebine işaret etmek içindir. (Âşûr) 

İsm-i fail veznindeki  الظَّالِم۪ينَ, zamir makamında zahir isim kullanılarak yapılan ıtnâbdır.

بَع۪يدٍۙ  kelimesi,  شِقَاقٍ ’in sıfatıdır. Sıfatla yapılan ıtnâb zem gayesiyle gelmiştir.

Sözü pekiştirme, yanlış anlamayı önleme, tenzih, dua ve tenbih gibi çeşitli gayelere binaen araya girmiş saplama bir cümle olan itiraz cümleleri ıtnâb babındandır. Ana cümlenin anlamına tesiri yoktur.

بَع۪يدٍۙ  kelimesi burada hakikatinde son noktaya ulaşma anlamındadır. Hakikatin orada yayılması, uzak bir mekândaki mesafeye benzetilmiştir. فَذُو دُعاءٍ عَرِيض [Uzun uzun dua eder. (Fussilet Suresi, 51)] sözünde olduğu gibi. (Âşûr)

قُلُوبِ  kelimesinin tekrarında cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. 

Kalplerinde hastalık bulunanlar münafıklar ve imanlarında şüphe olanlardır; kalpleri kaskatı olan kimseler ise yalanlayan müşriklerdir. Bu zalimler derken münafıklarla müşrikleri kastedilmektedir. Aslında “bunlar” demesi yeterliydi, ancak bunların zalim olduklarına hükmetmek için zamir yerine açık isim getirilmiştir. (Keşşâf, Fahreddin er-Râzî)