Nûr Sûresi 12. Ayet

لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْراًۙ وَقَالُوا هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ  ...

Bu iftirayı işittiğiniz zaman, iman eden erkek ve kadınlar, kendi (din kardeş)leri hakkında iyi zan besleyip de, “Bu, apaçık bir iftiradır” deselerdi ya!
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لَوْلَا gerekmez miydi?
2 إِذْ zaman
3 سَمِعْتُمُوهُ onu işittiğiniz س م ع
4 ظَنَّ zanda bulunup ظ ن ن
5 الْمُؤْمِنُونَ inanan erkeklerin ا م ن
6 وَالْمُؤْمِنَاتُ ve inanan kadınların ا م ن
7 بِأَنْفُسِهِمْ kendiliklerinden ن ف س
8 خَيْرًا güzel خ ي ر
9 وَقَالُوا ve demeleri ق و ل
10 هَٰذَا bu
11 إِفْكٌ bir iftiradır ا ف ك
12 مُبِينٌ apaçık ب ي ن
 
Hem Hz. Peygamber’in aile hayatını ve yakınlarıyla ilişkilerini daha iyi anlayıp kavramamızı sağlamak hem de aile hayatına, iffet ve namusa değer veren topluluklarda çokça rastlanan iftira olayı karşısında müminlerin nasıl bir tavır ve yaklaşım içinde olmaları gerektiği konusunda yol göstermek için indirilmiş olan bu âyetler, Hz. Âişe’nin de katıldığı bir yolculuk olayına ve bazı münafıkların bunu fırsat bilerek onun hakkında uydurdukları bir düzmeceye atıfta bulunmaktadır. Müslim’in (“Tevbe”, 56) genişçe rivayet ettiği olayın özeti şöyledir: Hz. Peygamber hicretin 5. yılında (Benî Müstalik diye de anılan) Müreysî‘ seferine çıkarken her zaman yaptığı gibi eşlerinden birini –bu defa Hz. Âişe’yi– yanına almıştı. Daha önce Peygamber eşlerinin başkalarıyla ancak perde arkasından görüşüp konuşmalarıyla ilgili emir gelmiş bulunduğundan (Ahzâb 33/53) Hz. Âişe, deve üzerine kurulmuş çadır benzeri bir yerde (perdeli mahfede) seyahat ediyordu. Dönüşte Medine’ye yaklaşıldığında bir yerde istirahat edilmiş ve gece hareket emri verilmişti. Bu sırada Hz. Âişe ihtiyacını gidermek için biraz uzaklaşmış, yerine geldiğinde değerli bir kolyesinin düşmüş olduğunu farketmiş, aramak için tekrar gitmiş, epeyce aradıktan sonra bulup dönmüştü. Bu arada görevliler Hz. Âişe’nin kapalı mahfesini kaldırıp deveye yüklemişler, onun mahfenin içinde olmadığını anlayamamışlardı. Hz. Âişe dönüp de kafilenin gitmiş olduğunu görünce, “Farkettiklerinde beni burada ararlar veya arkayı toparlayarak gelen kişi beni burada bulur” diyerek olduğu yerde oturmuş, beklemeye koyulmuş, beklerken uyku bastığı için de uyuyakalmıştı. Birliğin arkasını emniyete almak ve toparlamak üzere görevlendirilmiş bulunan Safvân isimli sahâbî konaklama yerinden geçerken bir karartı görmüş, yakınına geldiğinde onun Hz. Âişe olduğunu anlayınca “innâ lillâh...” diye seslenerek uyandırmış, devesini çökertip kendisi biraz uzaklaşmış, Hz. Âişe deveye binmiş, yola koyulmuşlar ve öğle üzeri istirahat etmekte olan kafileye yetişmişlerdi. 
 
 Hadise bundan ibaret olduğu halde başta meşhur münafık Abdullah b. Übey b. Selûl olmak üzere küçük bir grup olayı kötü yorumlayarak çirkin bir iftira ürettiler: Hz. Âişe ile Safvân arasında iffete aykırı bir olay yaşandığını söylediler ve bunu halk içinde yaymaya başladılar. Hz. Âişe Medine’ye gelince hastalanmış, bir ay kadar yatmıştı. Dedikodudan haberdar olamadı, nihayet bir vesile ile iftira onun da kulağına geldi. Beyninden vurulmuşa dönen Âişe üzüntüsü yüzünden yeniden hastalandı, meseleyi ailesinden öğrenmek maksadıyla Hz. Peygamber’den izin alıp baba evine gitti. Annesi, eşi tarafından sevilen, kumaları bulunan her güzel kadın için böyle dedikoduların yapılabileceğini söyleyerek kızını teselli etmeye çalıştıysa da Âişe günlerce ağladı.
 
 Bu arada Hz. Peygamber yakınları ile istişarede bulundu, hepsi Hz. Âişe’nin lehinde konuştular; Hz. Ali de aleyhinde bir şey söylememekle beraber “kadın kıtlığının bulunmadığını” ifade etti ve evin hizmetçisinden tahkik etmesini tavsiye etti. Hizmetçi Hz. Âişe’yi savundu. Yeterince araştırma, soruşturma yaptıktan sonra Hz. Peygamber mescide geldi, minbere çıkarak hem eşi hem de Safvân hakkındaki müsbet kanaatini ifade etti. Baş iftiracıdan şikâyette bulundu, cemaatin görüşüne başvurdu. İftiracıyı cezalandırma konusunda, İslâm öncesinden kalma kabilecilik gayretiyle ileri geri sözler söylendiği için konuşmayı bu noktada kesti. İftira atılalı bir ay geçmiş olmasına rağmen konu hakkında bir vahiy gelmemiş, âdeta bu büyük imtihanın süresi kasıtlı ve hikmetli olarak uzatılmıştı. Bir ayın hitamında Hz. Peygamber eşini görmek üzere kayınpederi Ebû Bekir’in evine geldi, burada aile arasında şu konuşma geçti:
 
 Hz. Peygamber:
 
 – “Âişe, senin hakkında bana şunları, şunları söylediler. Eğer sen mâsum isen Allah bunu ortaya çıkaracak, seni bu iftiradan arındıracaktır. Eğer bir günaha bulaştıysan Allah’tan af dile, tövbe et; çünkü kulu suçunu itiraf ederek Allah’a tövbe ederse O bağışlar.” 
 
 Bu sözleri işitince kendine gelen ve göz yaşları kesilen Hz. Âişe, önce babasının, sonra annesinin cevap vermelerini istedi; onlar “Biz Resûlullah’a karşı ne diyebiliriz?” deyince kendisi şöyle konuştu: “Öyle anlaşılıyor ki siz bunları işittiniz ve inandınız. Allah benim suçsuz ve günahsız olduğumu biliyor, ancak ben size ‘yapmadım’ desem inanmayacaksınız, ‘yaptım’ desem inanacaksınız. Durumumuz Hz. Yûsuf’un babasının durumuna benziyor, o şöyle demişti: “Artık (bana düşen) güzelce sabretmektir. Anlattığınız karşısında, yardım edecek olan ancak Allah’tır” (Yûsuf 12/18). Hz. Âişe bunları söyledikten sonra kırgın olarak yatağına uzandı, arkasını dönüp örtüsünü başına çekti. İşte tam bu sırada vahiy işaretleri belirdi, durumu açıklığa kavuşturan, iftiracıların yüzünü karartan on âyet (11-20) nâzil oldu.
 
 “İftira kandan çetindir” diye bir atasözü vardır. Toplum hayatını dinamitleyen, dostlukları bitiren, aile facialarına yol açan, cinayetlere sebep teşkil eden bu ahlâksızca davranışı engellemek ve müminleri eğitmek üzere söz konusu edilen meşhur iftira olayında büyük ders ve ibretler vardır. Bu âyetlerle iftira edenlere, iftiraya uğrayanlara, iftirayı duyanlara nasıl davranmaları gerektiği konusunda ders ve öğütler verilmiş, İslâm ahlâkının önemli ilkeleri bu vesile ile bir daha hatırlatılmıştır. Bu arada müslümanların içine sızmış bulunan bazı münafıkların perdeleri düşmüş, kötü duygularına mağlûp olan veya dedikoduya kapılan birkaç mümin de büyük bir imtihan geçirmiş, sonra tövbe ederek temizlenmişlerdir. Bazı rivayetlere göre bunlara iftira cezası da uygulanmıştır. Sonuç olarak iftira olayı derin üzüntülere sebep olsa da mânevî getirisi bakımından müminlerin hakkında hayırlı olmuştur. 
 
 19. âyette söz konusu edilen “ahlâksızlığın yaygınlaşması” ifadesi, hem fiilen ahlâka aykırı davranışları hem de bunların dedikodusunun, sohbetinin yapılmasını, tabii bir olaymış gibi kınamadan konuşulmasını kapsamaktadır. Topluluk içinde birçok kötülük, buna karşı zamanında ve yeterli tepki gösterilmemesi sebebiyle yayılmakta ve yerleşmektedir. Erdemli bir toplulukta ancak erdeme uygun davranışlar açıkça ve takdir edilerek konuşulur, sohbet konusu olur; çirkin ve kötü olaylar ise yalnızca gerektiği kadar dile getirilir ve erdem ölçülerine göre değerlendirilir, mahkûm edilir, ıslah çareleri üzerinde durulur. Topluluk içinde erdemsizliğin yaygın hale gelmesi öncelikle yasaklar ve cezalarla değil, toplumun erdem ve erdemsizlik karşısında takındığı tavırla engellenebilir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 58-61
 

لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْراًۙ 


 

لَوْلَٓا  cezmetmeyen şart edatıdır. 

لَوْلَٓا  şart ilişkisi kurar. Şart olan olumsuz durum dolayısıyla cevabın bulunmadığını ifade eder. Türkçeye: olmasaydı, olmamış olsa, …meseydi şeklinde tercüme edilmektedir. Gerçekleşmiş bir fiil ile gerçekleşmemiş bir fiil arasında ayrılmazlık ilişkisi (sebep-sonuç) kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)

اِذْ  zaman zarfı,  ظَنَّ  fiiline mütealliktir. 

إِذْ : Yalnız cümleye muzâf olan zaman zarfıdır.

a) (إِذْ) mef’ûlun fih, mef’ûlun bih, mef’ûlun leh olur.

b) (إِذْ)’den sonra muzari fiil veya isim cümlesi gelirse gelecek zaman ifade eder.

c) (بَيْنَا) ve (بَيْنَمَا)’dan sonra gelirse mufâcee (sürpriz) harfi olur. Bu durumda zarf (zaman bildiren isim) değil harf olur.

d) Sükûn üzere mebnîdir. Burda mef’ûlun fih konumunda gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

سَمِعْتُمُوهُ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

سَمِعْتُمُوهُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُمُ  fail olarak mahallen merfûdur.

Cemi müzekker muhatap mazi fiillere mansub muttasıl zamirler doğrudan doğruya gelmez. Bu fiillerle söz edilen zamir arasına bir  و  harfi getirilir.  سَمِعْتُمُوهُ  fiilinde olduğu gibi. Buna işbâ vavı - işbâ edatı denir. 

Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

ظَنَّ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  الْمُؤْمِنُونَ  fail olup ref alameti و dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.  الْمُؤْمِنَاتُ  atıf harfi  وَ la  الْمُؤْمِنُونَ a matuftur. 

بِاَنْفُسِهِمْ  car mecruru ikinci mef’ûlün bihe müteallıktır.  Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

الْمُؤْمِنَاتُ  ve الْمُؤْمِنُونَ  kelimeleri, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَقَالُوا هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  قَالُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

Mekulü’l-kavli  هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ dir.  قَالُوا  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

İşaret ismi  هٰذَٓا  mübteda olarak mahallen merfûdur. اِفْكٌ  haber olup lafzen merfûdur.

مُب۪ينٌ  kelimesi, اِفْكٌ ün sıfatı olup lafzen merfûdur. 

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat iki kısma ayrılır:

1. Hakiki sıfat

2. Sebebi sıfat

HAKİKİ SIFAT 

1. Müfred olan sıfatlar

2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. MÜFRED OLAN SIFATLAR

Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Not: Gayri akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. CÜMLE OLAN SIFATLAR: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مُب۪ينٌ  kelimesi, sülâsi mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْراًۙ 

 

لَوْلَٓا , tahdîd harfidir. Burada tevbih ve pişmanlığa teşvik için gelmiştir. (Âşûr) 

ظَنَّ  fiiline müteallik olan  اِذْ , maziye dönük zaman zarfıdır.  سَمِعْتُمُوهُ  cümlesine muzâf olmuştur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

سَمِعْتُمُوهُ  fiilindeki  وَ , okumada hafiflik için gelen işbâ vavıdır.

Ayetin başındaki  لَوْلَٓا , burada ‘’değil miydi” anlamında olup kendisinden sonra bir fiil geldiğinde bu manada kullanılması çoktur. Bu mesela,  لَوْلَٓا اَخَّرْتَنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۜ [Bize yakın zamana kadar geciktirmeli değil miydin? (Nisa Suresi, 77)] ve  فَلَوْلَا كَانَتْ قَرْيَةٌ اٰمَنَتْ فَنَفَعَهَٓا ا۪يمَانُهَٓا  [İman edip de bu imanı kendisine fayda vermiş bir memleket bulunsaydı ya! (Yunus Suresi, 98)] ayetlerinde olduğu gibi. Ama bunun peşinden isim geldiğinde, bu manaya gelmez. (Fahreddin er-Râzî)  

İstînâfiyye olarak fasılla gelen ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْراًۙ  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

ظَنَّ , zıt iki anlamı olan fiillerdendir. Hem zannetti hem de kesin olarak bildi demektir. 

سَمِعْتُمُوهُ ’daki muhatap zamirden,  ظَنَّ ’deki gaib zamire iltifat sanatı vardır.

خَيْراًۙ ’daki tenvin kesret ve tekrim içindir. İsm-i tafdil kalıbında gelerek mübalağa ifade etmiştir.

الْمُؤْمِنُونَ - الْمُؤْمِنَاتُ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ  [Onu duyduğunuz zaman müminler hüsnüzanda bulunsalardı.] cümlesindeki II. şahıs kipinden III. şahıs kipine dönüş vardır. Takdiri şöyledir:  لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَنْتُمْ  [Onu işittiğinizde hüsnüzanda bulunsaydınız.] Yüce Allah, daha şiddetli azarlamak ve imanın müminler hakkında hüsnüzanda bulunmayı gerektirdiğini bildirmek için II. şahıs kipinden III. şahsa dönmüştür. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefasir, Âşûr)

لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْراًۙ [Onu işittiğiniz zaman mümin erkekler ve mümin kadınlar içlerinde bir hayır zannedip bu]  kendilerinden olan erkek ve kadın müminler hakkında, Mesela,  وَلَا تَلْمِزُٓوا اَنْفُسَكُمْ [Kendinizi ayıplamayın.] (Hucurat Suresi, 11)  ayetinde olduğu gibi. Hitaptan gaib üsluba geçilmesi daha çok kınamak ve şunu bildirmek içindir ki iman; müminlere hayır düşünmeyi, onlara dil uzatmamayı ve kendi nefislerini müdafaa eder gibi onları da müdafaa etmeyi gerektirir.  لَوْلَٓا  ile fiilinin arasına zarf ile fasıla girmesinin caiz olması, zarfın da ondan sayılmasındandır, çünkü ondan ayrılması caiz değildir. Bunun içindir ki başka şeylerde caiz olmayan onda caiz olur. Zira zarfı zikretmek çok önemlidir. Çünkü teşvik etmek o şeyi duyar duymaz olmalıdır demektir. (Beyzâvî) 

Eğer ayetteki imandan murad, hakiki iman ise mezkûr şeyleri gerektirmesi gayet açık olur ve tevbih müminlere mahsus olur. Yok eğer bu iman, münafıkların da zahiren gösterdikleri imanı da kapsayan mutlak iman ise mezkûr şeyleri gerektirmesi, onların, zahirî iddialarının aksini göstermekten kaçınmaları cihetiyledir. Buna göre tevbih, hepsine yöneltilmiş olur. (Ebüssuûd)


 وَقَالُوا هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ

 

Ayetin son cümlesi,  وَ ’la  ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ  cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

قَالُوا  fiilinin mekulü’l-kavli olan  هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ينٌ , faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İşaret isminde istiare vardır.  هٰذَٓا  ile sözlere işaret edilmiştir. 

İşaret isimleri mahsus şeyleri işaret etmek için kullanılırlar. Buradaki gibi aklî şeyleri işaret etmekte kullanıldıklarında istiare olur. Câmi’ her ikisindeki vücudun tahakkukudur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

Müsnedün ileyhin ism-i işaret olarak gelmesinin amacı; en güzel şekilde temyiz etmek içindir. Böylece muhatabın zihninde müsnedün ileyh daha iyi yerleşir. Muhatap tarif edilen şeyi daha iyi tasavvur eder, daha iyi tanır. Nur Suresi, 12 ve 16. ayetlerde, bu mananın yanında bu müminleri tahkir de vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi) 

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

مُب۪ينٌ  müsned olan  اِفْكٌ  için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı  sanatıdır.