لَا يُحِبُّ اللّٰهُ الْجَهْرَ بِالسُّٓوءِ مِنَ الْقَوْلِ اِلَّا مَنْ ظُلِمَۜ وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعاً عَل۪يماً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لَا |
|
|
2 | يُحِبُّ | sevmez |
|
3 | اللَّهُ | Allah |
|
4 | الْجَهْرَ | açıkça |
|
5 | بِالسُّوءِ | kötü |
|
6 | مِنَ |
|
|
7 | الْقَوْلِ | söz söylenmesini |
|
8 | إِلَّا | dışında |
|
9 | مَنْ | kendisine |
|
10 | ظُلِمَ | haksızlık edilen |
|
11 | وَكَانَ |
|
|
12 | اللَّهُ | doğrusu Allah |
|
13 | سَمِيعًا | işitendir |
|
14 | عَلِيمًا | bilendir |
|
Yaşlandığı için evinde namaz kılmak ve yakınlarına da kıldırmak isteyen birisi Hz. Peygamber’i, bir kere olsun evinde namaz kılması için ve onun kıldığı yeri, evin namazgâhı (mescid) haline getirmek maksadıyla davet etmişti. Kabul buyurdular, namazı kıldıktan sonra ev sahibi ikramda bulundu. Oradakilerden birisi, komşulardan Mâlik b. Duhşüm isimli kişiyi sordu, bir diğeri de “O münafıktır, Allah’ı ve rasûlünü sevmez” dedi. Hz. Peygamber, “Böyle söyleme, görmüyor musun ki o, yönünü Allah’a çevirerek (samimi olarak) lâ ilâhe illallah diyor” buyurdu. Adam, “Allah ve rasûlü daha iyi bilir. Biz onun yönünü münafıklara çevirdiği, onlarla samimiyet kurduğu kanaatinde olduğumuz için böyle söyledik” deyince de “Allah rızâsını dileyerek, samimi olarak ‘lâ ilâhe illallah’ diyen kimseye Allah cehennemi haram kılmıştır (onu cehenneme sokmaz)” buyurdu (Buhârî, “Salât”, 46; “Et‘ime”, 15). İbn Âşûr gibi, bu olayla âyet arasında, haklı olarak ilgi Kur’ânlar olmuştur. Bir kimse hakkında başkalarına kötü, o kişinin aleyhinde, incitici bir söz söylemek kaide olarak câiz değildir. Âyete göre bunun istisnası haksızlığa uğrayan kimsedir; böyle bir kimse uğradığı haksızlığı, kendisine yapılan kötülüğü açıklamak, ilgililere duyurmak mecburiyetindedir.
Aslında bu da “vuran, kıran, çalan, çarpan, yalan söyleyen, sözünde durmayan...” bir kimse hakkında kötü söz söylemektir. Ancak bundan zarar gören kimse için bunları açıkça söylemek, başkalarına duyurmak câiz görülmüş, Allah tarafından izin verilmiştir. Bir kimseye karşı haksızlık yapan ve zarar veren kimsenin yaptığı kötülüğü açıklamak câiz olunca, zulmü ve kötülüğü, bireyi aşarak bir gruba veya topluma zarar veren kimsenin durumunu açıklamak elbette câiz olacaktır. Açıklamanın ötesinde beddua etmenin de câiz olduğu ifade edilmiştir. Daha ileri giderek gıybet, iftira, küfür derecelerine varan aleyhte konuşma ise câiz görülmemiştir.
Kaynak : Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 170
Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
Bir adam:
−Ey Allah’ın! Rasûlü benim bir komşum var ve bana eziyet ediyor! diye şikayet dedi.
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
−“Git, sabret!”
−Adam ikinci veya üçüncü kez şikayete geldiğinde, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) o adama dedi:
−“Git, eşyanı yola çıkar!”
Adam gidip eşyasını çıkardı. Bundan dolayı insanlar çevresine toplandı.
Onlar:
−Senin bu halin nedir? dediler.
O adam da şöyle dedi:
−Benim bir komşum var ve bana eziyet ediyor! (Durumu) Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e anlattım (Bunun üzerine bana) şöyle buyurdu:
−“Git, eşyanı yola çıkar!”
İnsanlar şöyle demeğe başladılar:
Ey Allah’ım! Ona lanet et. Ey Allah’ım! Onu perişan et.
Bu (olup bitenler) ona (kötü komşuya) ulaştı. Komşusuna geldi de şöyle dedi:
−Evine dön! Allah’a yemin ederim ki, sana bir daha eziyet etmeyeceğim!
Ebu Davud 5153, Buhari Edebu’l-Müfred 124
(Ayet ve hadislerle açıklamalı KUR’ÂN-I KERİM MEALİ
PROF. DR. MEHMET YAŞAR KANDEMİR)
Riyazus Salihin, 1565 Nolu Hadis
Ebû Hureyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Birbirine söven iki kişinin söylediklerinin günahı, mazlum olan haddi tecâvüz etmedikçe, sövüşmeyi ilk başlatana yazılır."
Müslim, Birr 68. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 39; Tirmizî, Birr 51
Cehera جهر: Bir nesnenin görme ya da işitme duyusunun algılamasına ifrat derecesinde açık olması ya da açık hale gelmesi anlamında kullanılır. Cevher sözcüğü de bu kökten gelir. Duyunun algılamasına açık olması sebebiyle böyle adlandırılmıştır. (Müfredat) Kur’ân’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 16 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri cehren, cehrî, cevher, mücevher ve cevahirdir. (Kur’ânı Anlayarak Okuma Rehberi)
لَا يُحِبُّ اللّٰهُ الْجَهْرَ بِالسُّٓوءِ مِنَ الْقَوْلِ اِلَّا مَنْ ظُلِمَۜ
Fiil cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. یُحِبُّ merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. الْجَهْرَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
بِالسُّٓوءِ car mecruru الْجَهْرَ kelimesine müteallıktır. مِنَ الْقَوْلِ car mecruru السُّٓوءِ ‘nin mahzuf haline müteallıktır.
اِلَّا istisna harfidir. مَنْ müşterek ism-i mevsûlu, الْجَهْرَ بِالسُّٓوءِ sözünden istisna-i muttasıl olarak mahallen mansubtur. Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri; إلا جهر من ظلم (Zulme uğrayan kişinin açıkça konuşması hariç) şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası ظُلِمَ ‘dir. Îrabtan mahalli yoktur.
ظُلِمَ mebni meçhul mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
يُحِبُّ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’âl babındandır. Sülâsîsi حبب ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعاً عَل۪يماً
وَ istînâfiyyedir. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. اللّٰهُ lafza-i celâli, كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur.
سَم۪يعًا kelimesi كَانَ ’nin haberidir. عَل۪يمًا ise كَانَ ’nin ikinci haberidir.
لَا يُحِبُّ اللّٰهُ الْجَهْرَ بِالسُّٓوءِ مِنَ الْقَوْلِ اِلَّا مَنْ ظُلِمَۜ
Ayet istînafiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnayı bünyesinde barındıran Allah ismiyle gelmesi telezzüz, teberrük ve muhabbet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlenin mütekellimi Allah Teâlâ olması durumunda lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Cümlede müsnedin muzari fiille gelmesi hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Muzari fiilin tecessüm özelliğiyle muhatabın muhayyilesi uyarılarak konuyu daha iyi anlaması sağlanır.
Müstesna olan ism-i mevsulün sılası, mazi fiil sıygasında gelmiş haberî isnaddır. Mevsûlde tevcîh sanatı vardır.
Ayet, haber şeklinde gelmiş bir inşa cümlesidir. Mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Kötü konuşulmasını yasaklar.
لَا يُحِبُّ اللّٰهُ [Allah sevmez] ibaresinde müşâkele vardır. Kinaye de denebilir.
Bu ayetin sebebi nüzulünde deniliyor ki, bir gün Peygamberin huzurunda bir adam Hz Ebû Bekir'in yüzüne karşı küfretmiş, o da birkaç kere sustuktan sonra sonuçta karşılık vermişti. Karşılık verince Peygamberimiz meclisten kalkıverdi. Hz Ebû Bekir: "O bana söverken oturuyordunuz, ben karşılık verince kalktınız" dedi. Resulullah da: "Bir melek senin tarafından cevap veriyordu, sen karşılık verince o melek gitti, şeytan geldi, şeytan gelince ben de oturmadım" buyurdu ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Bir rivayete göre de, bir topluluğa bir misafir gelmiş, yemek vermemişler, şikayet etmiş, şikayetinden dolayı da azarlanmış, bunun üzerine bu ayet inmiş, hakkına riayet edilmeyen misafirin mazlumlar arasında bulunduğu ve şikayete hakkı olduğu açıklanmıştır. (Elmalılı)
Allah Teâlâ'nın bir şeyi sevmemesi ona buğzetmesinden kinayedir. Allah (cc) hiç kimsenin herhangi bir kötü söz söylemesinden hoşlanmaz. Ancak zulme uğrayan kimsenin, zalime beddua etmesine veya kendisine yapılan zulümden yakınmasına ve o zalimin kötülüklerini anlatmasına bir engel yoktur.
Bir diğer görüşe göre de, kendisine hakaret edene hakaretle karşılık vermek bu istisnanın şumûlü içindedir. (Ebüssuûd)
اِلَّا مَنْ ظُلِمَۜ şeklindeki istisnanın hem munkatı’, hem de muttasıl olma ihtimali vardır. Muttasıl olursa; zulme uğrayan kimsenin alenen söylemesi müstesna şeklinde anlaşılır. Munkatı’ olursa; Allah Teâlâ, kötü sözün alenen söylenmesini sevmez ama zulme uğrayan kimse kendisine yapılan zulmü söyleyebilir demektir. (Ebüssûd, Fahreddin er-Râzî)
وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعاً عَل۪يماً
وَ istînâfiyyedir. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün kemal sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi, telezzüz, teberrük ve kalplerde haşyet uyandırmak amacına matuftur
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle اللّٰهُ isminde tecrîd sanatı vardır.
Haber olan iki vasfın arasında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
سَم۪يعًا , عَل۪يمًا sıfatları arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin masdarı olan) ulûhiyet, Allahu Teâlâ'nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd)
Allah Teâlâ kendi vasıflarını كَانَ ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıf olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiç bir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezelî olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden كَانَ bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır. Onun vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Râgıb el-İsfahânî كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığını belirtmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi sayı 41)
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.