بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
لَا يُحِبُّ اللّٰهُ الْجَهْرَ بِالسُّٓوءِ مِنَ الْقَوْلِ اِلَّا مَنْ ظُلِمَۜ وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعاً عَل۪يماً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لَا |
|
|
2 | يُحِبُّ | sevmez |
|
3 | اللَّهُ | Allah |
|
4 | الْجَهْرَ | açıkça |
|
5 | بِالسُّوءِ | kötü |
|
6 | مِنَ |
|
|
7 | الْقَوْلِ | söz söylenmesini |
|
8 | إِلَّا | dışında |
|
9 | مَنْ | kendisine |
|
10 | ظُلِمَ | haksızlık edilen |
|
11 | وَكَانَ |
|
|
12 | اللَّهُ | doğrusu Allah |
|
13 | سَمِيعًا | işitendir |
|
14 | عَلِيمًا | bilendir |
|
Yaşlandığı için evinde namaz kılmak ve yakınlarına da kıldırmak isteyen birisi Hz. Peygamber’i, bir kere olsun evinde namaz kılması için ve onun kıldığı yeri, evin namazgâhı (mescid) haline getirmek maksadıyla davet etmişti. Kabul buyurdular, namazı kıldıktan sonra ev sahibi ikramda bulundu. Oradakilerden birisi, komşulardan Mâlik b. Duhşüm isimli kişiyi sordu, bir diğeri de “O münafıktır, Allah’ı ve rasûlünü sevmez” dedi. Hz. Peygamber, “Böyle söyleme, görmüyor musun ki o, yönünü Allah’a çevirerek (samimi olarak) lâ ilâhe illallah diyor” buyurdu. Adam, “Allah ve rasûlü daha iyi bilir. Biz onun yönünü münafıklara çevirdiği, onlarla samimiyet kurduğu kanaatinde olduğumuz için böyle söyledik” deyince de “Allah rızâsını dileyerek, samimi olarak ‘lâ ilâhe illallah’ diyen kimseye Allah cehennemi haram kılmıştır (onu cehenneme sokmaz)” buyurdu (Buhârî, “Salât”, 46; “Et‘ime”, 15). İbn Âşûr gibi, bu olayla âyet arasında, haklı olarak ilgi Kur’ânlar olmuştur. Bir kimse hakkında başkalarına kötü, o kişinin aleyhinde, incitici bir söz söylemek kaide olarak câiz değildir. Âyete göre bunun istisnası haksızlığa uğrayan kimsedir; böyle bir kimse uğradığı haksızlığı, kendisine yapılan kötülüğü açıklamak, ilgililere duyurmak mecburiyetindedir.
Aslında bu da “vuran, kıran, çalan, çarpan, yalan söyleyen, sözünde durmayan...” bir kimse hakkında kötü söz söylemektir. Ancak bundan zarar gören kimse için bunları açıkça söylemek, başkalarına duyurmak câiz görülmüş, Allah tarafından izin verilmiştir. Bir kimseye karşı haksızlık yapan ve zarar veren kimsenin yaptığı kötülüğü açıklamak câiz olunca, zulmü ve kötülüğü, bireyi aşarak bir gruba veya topluma zarar veren kimsenin durumunu açıklamak elbette câiz olacaktır. Açıklamanın ötesinde beddua etmenin de câiz olduğu ifade edilmiştir. Daha ileri giderek gıybet, iftira, küfür derecelerine varan aleyhte konuşma ise câiz görülmemiştir.
Kaynak : Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 170
Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
Bir adam:
−Ey Allah’ın! Rasûlü benim bir komşum var ve bana eziyet ediyor! diye şikayet dedi.
Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
−“Git, sabret!”
−Adam ikinci veya üçüncü kez şikayete geldiğinde, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) o adama dedi:
−“Git, eşyanı yola çıkar!”
Adam gidip eşyasını çıkardı. Bundan dolayı insanlar çevresine toplandı.
Onlar:
−Senin bu halin nedir? dediler.
O adam da şöyle dedi:
−Benim bir komşum var ve bana eziyet ediyor! (Durumu) Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e anlattım (Bunun üzerine bana) şöyle buyurdu:
−“Git, eşyanı yola çıkar!”
İnsanlar şöyle demeğe başladılar:
Ey Allah’ım! Ona lanet et. Ey Allah’ım! Onu perişan et.
Bu (olup bitenler) ona (kötü komşuya) ulaştı. Komşusuna geldi de şöyle dedi:
−Evine dön! Allah’a yemin ederim ki, sana bir daha eziyet etmeyeceğim!
Ebu Davud 5153, Buhari Edebu’l-Müfred 124
(Ayet ve hadislerle açıklamalı KUR’ÂN-I KERİM MEALİ
PROF. DR. MEHMET YAŞAR KANDEMİR)
Riyazus Salihin, 1565 Nolu Hadis
Ebû Hureyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Birbirine söven iki kişinin söylediklerinin günahı, mazlum olan haddi tecâvüz etmedikçe, sövüşmeyi ilk başlatana yazılır."
Müslim, Birr 68. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 39; Tirmizî, Birr 51
Cehera جهر: Bir nesnenin görme ya da işitme duyusunun algılamasına ifrat derecesinde açık olması ya da açık hale gelmesi anlamında kullanılır. Cevher sözcüğü de bu kökten gelir. Duyunun algılamasına açık olması sebebiyle böyle adlandırılmıştır. (Müfredat) Kur’ân’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 16 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri cehren, cehrî, cevher, mücevher ve cevahirdir. (Kur’ânı Anlayarak Okuma Rehberi)
لَا يُحِبُّ اللّٰهُ الْجَهْرَ بِالسُّٓوءِ مِنَ الْقَوْلِ اِلَّا مَنْ ظُلِمَۜ
Fiil cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. یُحِبُّ merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. الْجَهْرَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
بِالسُّٓوءِ car mecruru الْجَهْرَ kelimesine müteallıktır. مِنَ الْقَوْلِ car mecruru السُّٓوءِ ‘nin mahzuf haline müteallıktır.
اِلَّا istisna harfidir. مَنْ müşterek ism-i mevsûlu, الْجَهْرَ بِالسُّٓوءِ sözünden istisna-i muttasıl olarak mahallen mansubtur. Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri; إلا جهر من ظلم (Zulme uğrayan kişinin açıkça konuşması hariç) şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası ظُلِمَ ‘dir. Îrabtan mahalli yoktur.
ظُلِمَ mebni meçhul mazi fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
يُحِبُّ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’âl babındandır. Sülâsîsi حبب ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعاً عَل۪يماً
وَ istînâfiyyedir. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. اللّٰهُ lafza-i celâli, كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur.
سَم۪يعًا kelimesi كَانَ ’nin haberidir. عَل۪يمًا ise كَانَ ’nin ikinci haberidir.
لَا يُحِبُّ اللّٰهُ الْجَهْرَ بِالسُّٓوءِ مِنَ الْقَوْلِ اِلَّا مَنْ ظُلِمَۜ
Ayet istînafiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnayı bünyesinde barındıran Allah ismiyle gelmesi telezzüz, teberrük ve muhabbet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlenin mütekellimi Allah Teâlâ olması durumunda lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Cümlede müsnedin muzari fiille gelmesi hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Muzari fiilin tecessüm özelliğiyle muhatabın muhayyilesi uyarılarak konuyu daha iyi anlaması sağlanır.
Müstesna olan ism-i mevsulün sılası, mazi fiil sıygasında gelmiş haberî isnaddır. Mevsûlde tevcîh sanatı vardır.
Ayet, haber şeklinde gelmiş bir inşa cümlesidir. Mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Kötü konuşulmasını yasaklar.
لَا يُحِبُّ اللّٰهُ [Allah sevmez] ibaresinde müşâkele vardır. Kinaye de denebilir.
Bu ayetin sebebi nüzulünde deniliyor ki, bir gün Peygamberin huzurunda bir adam Hz Ebû Bekir'in yüzüne karşı küfretmiş, o da birkaç kere sustuktan sonra sonuçta karşılık vermişti. Karşılık verince Peygamberimiz meclisten kalkıverdi. Hz Ebû Bekir: "O bana söverken oturuyordunuz, ben karşılık verince kalktınız" dedi. Resulullah da: "Bir melek senin tarafından cevap veriyordu, sen karşılık verince o melek gitti, şeytan geldi, şeytan gelince ben de oturmadım" buyurdu ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Bir rivayete göre de, bir topluluğa bir misafir gelmiş, yemek vermemişler, şikayet etmiş, şikayetinden dolayı da azarlanmış, bunun üzerine bu ayet inmiş, hakkına riayet edilmeyen misafirin mazlumlar arasında bulunduğu ve şikayete hakkı olduğu açıklanmıştır. (Elmalılı)
Allah Teâlâ'nın bir şeyi sevmemesi ona buğzetmesinden kinayedir. Allah (cc) hiç kimsenin herhangi bir kötü söz söylemesinden hoşlanmaz. Ancak zulme uğrayan kimsenin, zalime beddua etmesine veya kendisine yapılan zulümden yakınmasına ve o zalimin kötülüklerini anlatmasına bir engel yoktur.
Bir diğer görüşe göre de, kendisine hakaret edene hakaretle karşılık vermek bu istisnanın şumûlü içindedir. (Ebüssuûd)
اِلَّا مَنْ ظُلِمَۜ şeklindeki istisnanın hem munkatı’, hem de muttasıl olma ihtimali vardır. Muttasıl olursa; zulme uğrayan kimsenin alenen söylemesi müstesna şeklinde anlaşılır. Munkatı’ olursa; Allah Teâlâ, kötü sözün alenen söylenmesini sevmez ama zulme uğrayan kimse kendisine yapılan zulmü söyleyebilir demektir. (Ebüssûd, Fahreddin er-Râzî)
وَكَانَ اللّٰهُ سَم۪يعاً عَل۪يماً
وَ istînâfiyyedir. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün kemal sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi, telezzüz, teberrük ve kalplerde haşyet uyandırmak amacına matuftur
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle اللّٰهُ isminde tecrîd sanatı vardır.
Haber olan iki vasfın arasında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
سَم۪يعًا , عَل۪يمًا sıfatları arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin masdarı olan) ulûhiyet, Allahu Teâlâ'nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd)
Allah Teâlâ kendi vasıflarını كَانَ ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıf olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiç bir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezelî olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden كَانَ bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır. Onun vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Râgıb el-İsfahânî كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığını belirtmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi sayı 41)
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
اِنْ تُبْدُوا خَيْراً اَوْ تُخْفُوهُ اَوْ تَعْفُوا عَنْ سُٓوءٍ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَفُواًّ قَد۪يراً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنْ | eğer |
|
2 | تُبْدُوا | açığa vurursanız |
|
3 | خَيْرًا | bir iyiliği |
|
4 | أَوْ | veya |
|
5 | تُخْفُوهُ | onu gizlerseniz |
|
6 | أَوْ | yahut |
|
7 | تَعْفُوا | affederseniz |
|
8 | عَنْ |
|
|
9 | سُوءٍ | bir kötülüğü |
|
10 | فَإِنَّ | (bilin ki) şüphesiz |
|
11 | اللَّهَ | Allah da |
|
12 | كَانَ |
|
|
13 | عَفُوًّا | affedicidir |
|
14 | قَدِيرًا | güçlüdür |
|
Kişilere kendilerini koruma, bunun için kötülük yapandan, hakka tecavüz edenden şikâyetçi olma, onun durumunu başkalarına açıklama imkânı verilmekle beraber, bu hukuka uygun davranıştan önce ahlâk ve fazilete daha uygun bulunan bir başka davranış tavsiye edilmektedir: 1. Taraflar için daha hayırlı olacaksa kötülüğü bağışlamak, üstünü örtmek, onu başkalarının duymasına imkân vermemek. 2. Duruma göre iyiliği açıklamak veya gizlemek
(Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 171)
Riyazus Salihin, 557 Nolu Hadis
Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Sadaka vermek malı eksiltmez. Kul başkalarının hatalarını bağışladıkca Allah da onun şerefini arttırır. Kim Allah için alçak gönüllü davranırsa, Allah da onu yükseltir.”
Müslim, Birr 69. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 82
18)
اِنْ تُبْدُوا خَيْراً اَوْ تُخْفُوهُ اَوْ تَعْفُوا عَنْ سُٓوءٍ
اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. تُبْدُوا fiili نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
خَيْرًا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. تُخْفُوهُ cümlesi atıf harfi اَوْ ile تُبْدُوا fiiline matuftur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اَوْ atıf harfidir. تَعْفُوا fiili نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. عَنْ سُٓوءٍ car mecruru تَعْفُوا fiiline müteallıktır.
تُبْدُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi بدو ’dir. İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَفُواًّ قَد۪يراً
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli, اِنَّ ’nin ismi olup mansubtur.
اِنَّ ’nin haberi كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir.
كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
كَانَ ’nin ismi müstetir هو zamiridir ve mahallen merfûdur. عَفُوًّا lafzı كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubtur. غَفُورًا ise ikinci haberdir.
اِنْ تُبْدُوا خَيْراً اَوْ تُخْفُوهُ اَوْ تَعْفُوا عَنْ سُٓوءٍ
Müstenefe olan ayet şart üslubunda haberî isnaddır. تُبْدُوا şart fiili müspet muzari sıygada, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üsluptaki müteakip iki cümle اَوْ atıf harfiyle istînâfa atfedilmiştir. Atıf sebebi ilk cümlede tezat, ikincide tezayüftür.
تُبْدُوا - تُخْفُوهُ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab, سُٓوءٍ - خَيْرًا arasında ise tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
خَيْرًا ‘daki tenvin tazim ve nev ifade eder.
تُبْدُوا خَيْرًا cümlesiyle, تُخْفُوهُ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
Bir suçu affetmek, bir hayrı açıklamaya ve gizlemeye dahil iken ayrıca zikredilmesinin sebebi, asıl amacın o olmasıdır. Hayrı açıklamak ve gizlemek, onun sebepleri olduğu için zikredilmişlerdir. Nitekim "şüphesiz Allah da her zaman fazlasıyla affedicidir" cümlesi de, bunu bildirir. Bu cümlenin, şartın cevabı olarak zikri, asıl umdenin, kudreti olduğu halde affetmek olduğuna delalet eder. Hülâsa Allah Teâlâ, muahaze kudreti olduğu halde ziyadesiyle affedicidir. (Ebüssuûd)
Sayısı çok olmasına rağmen hayırlar, bilhassa şu iki noktada toplanır:
1) Hakka karşı doğru olmak;
2) Halka karşı güzel ahlâklı olmak...
Halka karşı olan hayırlar da bilhassa şu iki noktada toplanmıştır:
a) Halka faydalı olmak.
b) Onlardan zararı gidermek... Buna göre ayetteki, "Eğer bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz" (yani açıktan veya gizli olarak yaparsanız) buyruğu halka faydalı olma hususuna; "yahut fenalığı affederseniz" ifadesi de, onlardan zararı giderme hususuna işarettir. Binaenaleyh bütün hayırlar ve iyi işler bu iki ifadenin içine girmektedir. (Fahreddin er-Râzî)
فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَفُواًّ قَد۪يراً
فَ rabıtadır. فَ ’nin istînâfiyye, şartın cevabının mahzuf olduğu da söylenmiştir.
اِنَّ ile tekid edilmiş sübut ifade eden isim cümlesi, şartın cevabıdır. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet duyguları uyandırma amacına matuftur. Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle, ayetteki lafza-i celâllerde tecrîd sanatı vardır.
Allah Teâlâ kendi vasıflarını كَانَ ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıf olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiç bir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezeli olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden كَانَ bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır.. Onun vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Râgıb el-İsfahânî كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığını belirtmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi sayı 41)
كَانَ عَفُوًّا قَد۪يرًا cümlesi اِنَّ ’nin haberidir.
كَانَ ’nin haberi olan عَفُوًّا قَد۪يرًا kelimeleri mübalağa kalıbındadır. Aralarında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu, teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Aralarında وَ olmaması Allah’a ait bu iki sıfatın her ikisinin birden mevcudiyetine işarettir.
عَفُوًّا - تَعْفُوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ وَيُر۪يدُونَ اَنْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللّٰهِ وَرُسُلِه۪ وَيَقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍۙ وَيُر۪يدُونَ اَنْ يَتَّخِذُوا بَيْنَ ذٰلِكَ سَب۪يلاًۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّ | şüphesiz |
|
2 | الَّذِينَ | okimseler ki |
|
3 | يَكْفُرُونَ | inkar ederler |
|
4 | بِاللَّهِ | Allah’ı |
|
5 | وَرُسُلِهِ | ve elçilerini |
|
6 | وَيُرِيدُونَ | ve isterler |
|
7 | أَنْ |
|
|
8 | يُفَرِّقُوا | ayırmak |
|
9 | بَيْنَ | arasını |
|
10 | اللَّهِ | Allah |
|
11 | وَرُسُلِهِ | ile elçilerinin |
|
12 | وَيَقُولُونَ | ve derler |
|
13 | نُؤْمِنُ | inanırız |
|
14 | بِبَعْضٍ | kimine |
|
15 | وَنَكْفُرُ | ve inkar ederiz |
|
16 | بِبَعْضٍ | kimini |
|
17 | وَيُرِيدُونَ | ve isterler |
|
18 | أَنْ |
|
|
19 | يَتَّخِذُوا | tutmak |
|
20 | بَيْنَ | arasında |
|
21 | ذَٰلِكَ | bunun (ikisinin) |
|
22 | سَبِيلًا | bir yol |
|
İlâhî dinlerin tamamı Allah’ın vahiy yoluyla peygamberlerine gerekli bilgiyi göndermesi, onların da ümmetlerine bunları iletmeleri, uygulamada örneklik etmeleri suretiyle oluşmuştur. Vahiy tek kaynaktan geldiği için bu dinler arasında çelişki bulunması mümkün değildir; farklılıklar ise dinin, dünya hayatını düzenleyen kurallarının, medenî ve zihnî seviyeye uymak durumunda olmasından kaynaklanmıştır. Bu dinlerin her biri, daha önce gelmiş ve peygamberine bildirilmiş bulunan dinleri onaylar, onların da hak dinler olduklarını kabul ederler.
Bu cümleden olarak müslümanlar, Hz. Âdem’den Rasûl-i Ekrem’e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere ve onların getirdikleri kitaplara inanırlar. Yahudilerin ve hıristiyanların da –vahye dayalı, ilâhî dinlerin mensupları oldukları için– böyle davranmaları gerekirken yahudiler Hz. Îsâ’yı ve Hz. Muhammed’i, hıristiyanlar da Hz. Muhammed’i inkâr etmişler, bunların peygamber olduklarına ve getirdikleri kitapların da Allah’tan geldiğine inanmamışlardır. 150. âyetin tamamı, hak dinlerin ve peygamberlerin bir kısmına inanmayanlara yönelik kabul edilirse mâna şudur: Allah’ın gönderdiği peygamberlerin bir kısmına inanırken diğer kısmını inkâr edenler, iman bakımından O’nunla peygamberlerini ayırmaktadırlar. Çünkü kâmil bir iman hem Allah’a hem de O’nun bütün peygamberlerine inanmakla gerçekleşir. Allah’ın bazı peygamberlerine ve bu arada son peygambere inanmayanlar –ellerindeki kitapları bozulduğu ve peygamberleri de vefat etmiş bulunduğu için– doğru bir Allah inancına da sahip olamazlar.
Şu halde bunlar, son peygamberi inkâr etmekle Allah’a iman bakımından da inkâra sapmış, dinli olmakla kâfir olmak arasında bir yol tutmuşlardır. Bir şeye din diye inandıkları için imanlıdırlar, imanları içerik bakımından düzgün ve tam olmadığı için kâfirdirler.
Bazı tefsircilerin yaptıkları gibi âyetin dört parçasının dört ayrı inanç grubunu tanımladığı kabul edilirse mâna şöyle olur: “Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler” müşrikler, ateistler ve benzerleridir; “Allah ile peygamberlerini birbirinden ayıranlar”, Allah’a inanan ama peygamberleri inkâr edenlerdir; “ bir kısmına inanırken bir kısmını inkâr edenler” yahudiler, hıristiyanlar ve benzerleridir; “bunlar arasında bir yol tutanlar” ise münafıklardır. Bunların tamamı inkârcıdırlar, kâfirdirler, Allah Teâlâ’nın murat ettiği, hoşnut olduğu bir dinden, bir inanç düzeninden uzaklaşmışlardır. Muteber, geçerli, kurtarıcı iman, İslâm’ın âmentüsünde ifadesini bulmuş olan imandır, 152. âyette özetlenen inançtır (ayrıca bk. Bakara 2/62).
(Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 172-173)
اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ وَيُر۪يدُونَ اَنْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللّٰهِ وَرُسُلِه۪
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası يَكْفُرُونَ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
يَكْفُرُونَ fiili, نَ harfinin sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِاللّٰهِ car mecruru يَكْفُرُونَ fiiline müteallıktır.
رُسُلِه۪ atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur.
يُر۪يدُونَ اَنْ يُفَرِّقُوا cümlesi sıla cümlesine matuftur. يُر۪يدُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, يُر۪يدُونَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
يُفَرِّقُوا fiili ن ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بَيْنَ mekân zarfı, يُفَرِّقُوا fiiline müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
رُسُلِه۪ atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur.
وَيَقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍۙ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. يَقُولُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ ’dir. نُؤْمِنُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. بِبَعْضٍ car mecruru نُؤْمِنُ fiiline müteallıktır. نَكْفُرُ بِبَعْضٍ cümlesi atıf harfi وَ ’la نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ ’e matuftur.
وَيُر۪يدُونَ اَنْ يَتَّخِذُوا بَيْنَ ذٰلِكَ سَب۪يلاًۙ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. يُر۪يدُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, يُر۪يدُونَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
يَتَّخِذُوا fiili ن ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بَيْنَ mekân zarfı, يَتَّخِذُوا fiilinin mahzuf ikinci mef’ûlune müteallıktır. ذا işaret ismi sükun üzere mebni olup mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
سَب۪يلًا kelimesi birinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Takdiri; أن يتّخذوا مذهبا وسيطا بين الإيمان والكفر (İman ile küfür arasında yol seçmek isterlerse) şeklindedir.اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ وَيُر۪يدُونَ اَنْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللّٰهِ وَرُسُلِه۪
Müstenefe cümlesi olarak fasılla gelen ayet, isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّ ’nin ismi olan has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan …يَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ , müspet muzari fiil cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
وَ ’la sıla cümlesine matuf olan يُر۪يدُونَ cümlesi müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üsluptaki masdar-ı müevvel اَنْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللّٰهِ وَرُسُلِه۪ cümlesi اَنْ ‘le birlikte يُر۪يدُونَ fiilinin mefûlü yerindedir.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle, ayetteki lafza-i celâllerde tecrîd sanatı vardır.
رُسُلِه۪ izafeti, muzâfın şanı içindir. Bu izafetin ve اللّٰهِ isminin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللّٰهِ وَرُسُلِه۪ [Allah ve resulünün arasını ayırırlar] tabirinde temsilî istiare vardır.
وَيَقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍۙ
يُر۪يدُونَ cümlesine matuftur. Atıf sebebi temasüldür. Müspet muzari fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. يَقُولُونَ fiilinin mekulü’l-kavli نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ , faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍۙ cümlesi mekulü’l-kavle tezat sebebiyle atfedilmiştir.
نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ cümlesiyle نَكْفُرُ بِبَعْضٍۙ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
نَكْفُرُ - نُؤْمِنُ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı, بِبَعْضٍۙ kelimeleri arasında ise tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَيُر۪يدُونَ اَنْ يَتَّخِذُوا بَيْنَ ذٰلِكَ سَب۪يلاًۙ
Hükümde ortaklık sebebiyle önceki يُر۪يدُونَ cümlesine atfedilmiştir. İki cümle arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Masdar-ı müevvel olan اَنْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللّٰهِ وَرُسُلِه۪ cümlesi اَنْ ‘le birlikte يُر۪يدُونَ fiilinin mef’ûlü yerindedir.
Küfür ve imanı işaret eden ذٰلِكَ ’de istiare vardır.
Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret ismiyle işaret edilirse, aklî olan hissî olana benzetilmiş olduğundan istiare oluşur. Câmi’, her ikisindeki vücudun tahakkukudur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
سَب۪يلًاۙ ’deki tenvin tahkir ifade eder.
سَب۪يلًاۙ kelimesi tutum, davranış manasında istiare olarak gelmiştir.
‘Bazısına inanırız’ ifadesi hakkında umumi, geniş düşünebiliriz. Peygamberlerin bazıları, kitapların bazıları, bir kitabın bazı yerleri gibi.
Bu gruplar şöyle tarif edilebilir: Allah’ı ve peygamberleri inkâr edenler: müşrikler, kâfirler, ateistler; Allah ile peygamberlerinin aralarını ayırmak isteyenler: deistler; “biz bazısına inanırız, bazısını da inkar ederiz” diyenler: Yahudiler ve Hristiyanlar; bunun arasında bir yol edinmek isteyenler; münafıklar.
Allah Teâlâ, münafıkların yollarından ve metotlarından bahsedince, sözü yahudi ve hristiyanların yollarına ve onların biribirleriyle olan muhalefetlerine getirerek, bu surenin sonunda, bu hususlarda birçok şeyden bahsetmiştir.
Onların batıl yollarından birincisi; peygamberlerin bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmamalarıdır. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler..." buyurmuştur. Çünkü Yahudiler, Hz Musa ile Tevrat'a inanır, Hz İsa ile İncil'i inkâr ederler. Hristiyanlar ise, Hz İsa ile İncil'e inanır, Hazret-i Muhammed ile Kur'an'ı inkâr ederler ve "Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler..." Yani onlar, Allah'a iman ile peygamberlerine imanı biribirinden ayırmak isterler "ve böylece (küfür ile iman) arasında bir yol tutmayı murad ederler." Yani, hepsine birden iman ile hepsini birden inkâr arası orta bir yol tutmayı isterler. O yol da, peygamberlerin bir kısmına iman edip, bir kısmını inkâr etmektir. (Fahreddin er-Râzî)
اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ حَقاًّۚ وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِر۪ينَ عَذَاباً مُه۪يناً
اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ حَقاًّۚ
İsim cümlesidir. اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işareti, mübteda olarak mahallen merfûdur. هُمُ fasıl zamiridir. الْكَافِرُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
حَقًّا mahzuf fiilin mef’ûlu mutlaktır. Takdiri; حق ذلك حقا (Bu gerçek oldu) şeklindedir.
وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِر۪ينَ عَذَاباً مُه۪يناً
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اَعْتَدْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. لِلْكَافِر۪ينَ car mecruru اَعْتَدْنَا fiiline müteallıktır.
لِ harf-i ceri mecruruna tahsis, sahiplik, istihkak, sebep gibi manalar kazandırabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Cemi müzekker salim الْكَافِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir. Cer alameti ی ’dir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
عَذَابًا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. مُه۪ينًا ise عَذَابًا ’in sıfatıdır.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ حَقاًّۚ
Önceki ayetteki اِنَّ ’nin haberi olan cümle fasılla gelmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkarî kelamdır.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi muhatabı ikaz, tahkir ve akıbeti bildirmek içindir. هُمُ tekid ifade eden fasıl zamiridir. حَقًّاۚ mahzuf fiilin mef’ûlü mutlakıdır.
حَقًّاۚ kelimesi; ya cümlenin manasını tekid eder (onların tam kâfir oldukları bir gerçektir), ya da kâfirler kelimesinin masdarı olan küfrün sıfatıdır. (Onlar gerçekten küfre düşmüşlerdir, bu şeksiz şüphesiz sabittir) (Ebüssûd, Fahreddin er-Râzî)
وَاَعْتَدْنَا لِلْكَافِر۪ينَ عَذَاباً مُه۪يناً
وَ istînâfiyyedir. Müspet mazi fiil sıygasında gelen cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اَعْتَدْنَا fiilinde gaibden mütekellime iltifat vardır. Azabın özel olarak hazırlandığını vurgular.
نَا [Biz] azamet zamiridir. Allah Teala yaptığı işin büyüklüğüne dikkat çekmek istediği zaman kendisi için bu zamiri kullanır.
Önceki ayette Allah ismi gelmişti. Burada biz zamiri geldiği için iltifat sanatı olmuştur.
Zamir makamında ‘kâfirler’ kelimesinin zahir olarak kullanılması, onları zemmetmek ve onların vasfını hatırlatmak içindir. Yahut bu zemm ve hatırlatma bütün kâfirler içindir ve onlar da öncelikle buna dahildir. (Ebüssûd)
Azab kelimesi nekre gelerek bilinemeyecek bir azab olduğu ifade edilmiştir. Bu da korkutmayı arttıran bir etkendir.
Sıfat da bu manayı tekid eder.
Hor-hakir eden azap ibaresinde sebebe isnad şeklinde mecaz-ı mürsel vardır.
Burada zamir makamında zahir isim (nankörler) kullanılması bize zımnen şunları bildirir: Bu vasıflara sahip kimse, Allah Teâlâ'nın nimetlerine nankörlük etmiştir. O'nun nimetlerine nankörlük edenler de, cimri davranmak ve nimetleri gizlemek suretiyle nimete ihanet etmiştir. İşte onlar için alçaltıcı bir azap vardır. (Ebüssuûd)
Kâfirler başlıca üç kısımdır.
Birincisi: Ne Allah, ne peygamber tanımayan, hiç birine iman etmeyenler.
İkincisi: İmanda Allah ile peygamberi birbirinden ayıranlar. Yani Allah'a iman iddiasında bulunup da Allah'ın gönderdiği peygamberlere inanmayanlar. Üçüncüsü: Peygamberlerin bazısını tanıyıp da bazısını tanımayanlardır ki, kitap ehlinden yahudi ve hristiyanlar bu kısımdadır. Ve bu ayet doğrudan doğruya bunlar hakkında inmiş, iman ile küfür arasında orta bir derece, bir yol bulunmadığı ve peygamberlerden bazısını tanımamak, hepsini tanımamak ve hepsini tanımamak Allah'ı da tanımamak demek olduğunu göstermiştir. Yani Allah'a ve peygamberlerine küfreden (inkâr eden)ler, fakat bunu açıklayarak değil, fikir ve mezhepleri bu küfrü gerektiren, ve Allah ile peygamberleri arasını imanda ayırdetmek isteyenler, hatta bunu da genel olarak ve umumi şekilde açıklamayıp sözleri bunu gerektiren, biz bazısına inanırız ve bazısına inanmayız diyenler, mesela "Mûsa, Üzeyr filan ve filan peygamberlere ve Tevrat'a inanırız, fakat İsa'ya ve Muhammed'e, İncil'e ve Kur'an'a inanmayız" diyen Yahudiler; aynı şekilde, "Mûsa'ya ve İsa'ya, Tevrat'a ve İncil'e inanırız ama, Kur'ân'a ve Muhammed'e inanmayız" diyen Hristiyanlar ve aynı şekilde yahudiler arasında "Muhammed bir peygamberdir ama, bizim peygamberimiz değildir" diye kaçamak yapan ve bu şekilde iman ile küfür arasında bir yol tutmak isteyenler, işte bütün bunlar muhakkak kâfirdirler ve küfürleri açıkça sabittir. Zira iman ile küfür, hak ile batıl arasında bir mertebe yoktur. Bir peygambere küfretmek, peygamberliğe küfretmektir. Peygamberliğe küfretmek, bütün peygamberlere küfretmektir ve bütün peygamberlere küfretmek, Allah'a küfretmektir. Çünkü Allah'ın bir emrine küfretmek, genel olarak, Allah'a küfretmektir. Biz de üstün kudret ve büyüklüğümüzle bütün kâfirlere alçaltıcı, ihanetli, aşağılatıcı bir azap hazırlamışızdır, sırası gelince tadacaklardır. Şu halde vadedilen af ve mükâfat böyle inkâr ve küfür sahiplerine değildir. (Elmalılı)
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ وَلَمْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْ اُو۬لٰٓئِكَ سَوْفَ يُؤْت۪يهِمْ اُجُورَهُمْۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَالَّذِينَ | ve onlar ki |
|
2 | امَنُوا | inandılar |
|
3 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
4 | وَرُسُلِهِ | ve elçilerine |
|
5 | وَلَمْ | ve |
|
6 | يُفَرِّقُوا | ayırım yapmadılar |
|
7 | بَيْنَ | arasında |
|
8 | أَحَدٍ | hiçbiri |
|
9 | مِنْهُمْ | onlardan |
|
10 | أُولَٰئِكَ | işte (Allah) |
|
11 | سَوْفَ | pek yakında |
|
12 | يُؤْتِيهِمْ | verecektir |
|
13 | أُجُورَهُمْ | onların da mükafatlarını |
|
14 | وَكَانَ | ve |
|
15 | اللَّهُ | Allah |
|
16 | غَفُورًا | çok bağışlayandır |
|
17 | رَحِيمًا | çok esirgeyendir |
|
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ وَلَمْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْ اُو۬لٰٓئِكَ سَوْفَ يُؤْت۪يهِمْ اُجُورَهُمْۜ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا fiili, damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِاللّٰهِ car mecruru اٰمَنُوا fiiline müteallıktır. رُسُلِه۪ atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur.
وَ atıf harfidir. لَمۡ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يُفَرِّقُوا fiili ن ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بَيْنَ mekân zarfı, يُفَرِّقُوا fiiline müteallıktır. اَحَدٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. مِنْهُمْ car mecruru اَحَدٍ ‘in mahzuf sıfatına müteallıktır.
اُو۬لٰٓئِكَ سَوْفَ يُؤْت۪يهِمْ cümlesi الَّذ۪ينَ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i işaret olan اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
سَوْفَ يُؤْت۪يهِمْ cümlesi اُو۬لٰٓئِكَ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. سَوْفَ gelecek zamana işaret eder. Alimler bu edata tesvif -erteleme diye isimlendirmişlerdir. Vaat veya tehdit bulunan, yani istenen veya hoşlanılmayan bir fiile delalet eden bir muzari fiilin başına geldiklerinde tekid /vurgu olurlar.
يُؤْت۪يهِمْ fiili, ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Muttasıl zamir هِمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. اُجُورَهُمْ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurudur.
وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً۟
وَ istînâfiyyedir. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. اللّٰهُ lafza-i celâli, كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur.
غَفُورًا kelimesi كَانَ ’nin haberidir. رَح۪يمًا۟ ise كَانَ ’nin ikinci haberidir.
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرُسُلِه۪ وَلَمْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْ اُو۬لٰٓئِكَ سَوْفَ يُؤْت۪يهِمْ اُجُورَهُمْۜ
Ayet 150. ayetteki istînâfa matuftur. İsim cümlesi formunda faide-i haber inkarî kelamdır.
Mübteda olan has ism-i mevsul الَّذ۪ينَ ’nin sılası …اٰمَنُوا بِاللّٰهِ şeklinde müspet mazi fiil cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
وَ ’la sıla cümlesine matuf olan وَلَمْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْ cümlesi menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Bu cümlede istiare-i temsiliyye vardır. Benzetme heyettedir. Aklî olan bir durum, aklî olan bir duruma benzetilmiştir. Teşbihteki maksat da müşebbehteki bozulmayı ifade etmektir. (Âşûr)
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle, ayetteki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
الَّذ۪ينَ ’nin haberi olan اُو۬لٰٓئِكَ سَوْفَ يُؤْت۪يهِمْ اُجُورَهُمْۜ , sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi, işaret edilenleri tahkir, muhatabı ikaz eder ve akıbeti bildirir. İstikbal harfi سَوْفَ , müsnedi tekid etmiştir.
Müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve istimrar ifade eder. Muzari fiildeki tecessüm özelliği konunun daha iyi kavranmasını sağlar.
اُو۬لٰٓئِكَ سَوْفَ يُؤْت۪يهِمْ اُجُورَهُمْۜ [onlara ecirlerini vereceğiz] sözünde istiare vardır. Allah ve resulüne iman edip aralarını ayırmayanlar, ücretle çalışan işçilere benzetilmiştir. Câmi’, yaptığının karşılığının verilmesidir.
وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً۟
وَ istînâfiyyedir. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâl, telezzüz, teberrük ve kalplerde muhabbet uyandırmak amacına matuftur.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle اللّٰهُ isminde tecrîd sanatı vardır.
Önceki ayetteki azamet zamirinden bu ayette gaib zamire iltifat vardır.
Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin masdarı olan) ulûhiyet, Allah Teâlâ'nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd)
Allah Teâlâ kendi vasıflarını كَانَ ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıf olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiç bir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezelî olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden كَانَ bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır. Onun vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Râgıb el-İsfahânî كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığını belirtmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi sayı 41)
Haber olan iki vasfın, aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
غَفُورًا , رَح۪يمًا۟ sıfatları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Cenab-ı Hakk'ın "Allah, onların mükâfatını kendilerine verecektir" ifadesinin manası, "Her ne kadar geri bırakılmış ise de, Allah'ın vermesi mutlaka tahakkuk edecektir" şeklindedir. Bundan maksat, vaadi tekid edip, onun muhakkak olacağını bildirmektir; yoksa onun sonraya kalacağı hususu değildir.
Daha sonra Cenab-ı Hak, "Allah gafûr ve rahîmdir" buyurmuştur. Bundan murad şudur: Allah Teâlâ onlara, mükâfat vereceğini vadetmiş, bundan sonra da onlara, günahlarından vazgeçip, onları affederek bağışlayacağını haber vermiştir. (Fahreddin er-Râzî)
يَسْـَٔلُكَ اَهْلُ الْكِتَابِ اَنْ تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ كِتَاباً مِنَ السَّمَٓاءِ فَقَدْ سَاَلُوا مُوسٰٓى اَكْبَرَ مِنْ ذٰلِكَ فَقَالُٓوا اَرِنَا اللّٰهَ جَهْرَةً فَاَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ بِظُلْمِهِمْۚ ثُمَّ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ فَعَفَوْنَا عَنْ ذٰلِكَۚ وَاٰتَيْنَا مُوسٰى سُلْطَاناً مُب۪يناً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَسْأَلُكَ | senden istiyorlar |
|
2 | أَهْلُ | ehli |
|
3 | الْكِتَابِ | Kitap |
|
4 | أَنْ |
|
|
5 | تُنَزِّلَ | indirmeni |
|
6 | عَلَيْهِمْ | kendilerine |
|
7 | كِتَابًا | bir Kitap |
|
8 | مِنَ | -ten |
|
9 | السَّمَاءِ | gök- |
|
10 | فَقَدْ | muhakkak |
|
11 | سَأَلُوا | istemişler |
|
12 | مُوسَىٰ | Musa’dan |
|
13 | أَكْبَرَ | daha büyüğünü |
|
14 | مِنْ |
|
|
15 | ذَٰلِكَ | bundan |
|
16 | فَقَالُوا | demişlerdi |
|
17 | أَرِنَا | bize göster |
|
18 | اللَّهَ | Allah’ı |
|
19 | جَهْرَةً | açıkça |
|
20 | فَأَخَذَتْهُمُ | derhal onları yakalamıştı |
|
21 | الصَّاعِقَةُ | yıldırım gürültüsü |
|
22 | بِظُلْمِهِمْ | haksızlıklarından dolayı |
|
23 | ثُمَّ | sonra |
|
24 | اتَّخَذُوا | tutmuşlardı |
|
25 | الْعِجْلَ | buzağıyı (tanrı) |
|
26 | مِنْ |
|
|
27 | بَعْدِ | sonra |
|
28 | مَا |
|
|
29 | جَاءَتْهُمُ | kendilerine geldikken |
|
30 | الْبَيِّنَاتُ | açık deliller |
|
31 | فَعَفَوْنَا | vazgeçtik |
|
32 | عَنْ |
|
|
33 | ذَٰلِكَ | bundan da |
|
34 | وَاتَيْنَا | ve verdik |
|
35 | مُوسَىٰ | Musa’ya |
|
36 | سُلْطَانًا | bir yetki |
|
37 | مُبِينًا | açık |
|
Peygamberleri inkâr edenler, onları yalancılıkla suçlayanlar mûcize istediklerinde genellikle bundan maksatları o mûcizeyi görüp imana gelmek değildir; asıl gayeleri peygamberleri güç duruma düşürmek, mûcize gösterememeleri halinde yalancı olduklarını ortaya çıkarmaktır. Ancak inkârcılara –beklediklerinin aksine– mûcizeler geldiğinde de iman etmek yerine çeşitli bahaneler ileri sürmüşler, mûcizeyi sihir olarak değerlendirmişler ve daima bir başkasını, daha büyüğünü, daha zorunu istemişlerdir. Hz. Peygamber’e en büyük ve en anlamlı mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm gelip dururken gerek müşriklerin (Yûnus 10/20; İsrâ 17/93) ve gerekse burada ifade edildiği üzere Ehl-i kitabın “ona gökten bir kitap gelmesini” istemeleri bu isteklerinde samimi olmadıklarını, inkâr ve inatları sebebiyle böyle davrandıklarını göstermektedir.
(Diyanet Kur’ân Yolu Tefsiri)
يَسْـَٔلُكَ اَهْلُ الْكِتَابِ اَنْ تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ كِتَاباً مِنَ السَّمَٓاءِ
Fiil cümlesidir. يَسْـَٔلُكَ merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اَهْلُ الْكِتَابِ fail olup lafzen merfûdur. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, يَسْـَٔلُكَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
تُنَزِّلَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
عَلَيْهِمْ car mecruru تُنَزِّلَ fiiline müteallıktır. كِتَابًا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. مِنَ السَّمَٓاءِ car mecruru تُنَزِّلَ fiiline müteallıktır.
تُنَزِّلَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi نزل ’dir. Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef‘ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
فَقَدْ سَاَلُوا مُوسٰٓى اَكْبَرَ مِنْ ذٰلِكَ
فَ ta’lîliyyedir. Mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta harfi olması da caizdir. Takdiri; إن استكبرت ما سألوا فقد سألوا موسى (İstedikleri şeyi büyük gördüysen muhakkak ki Musa’dan da…… istediler) şeklindedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
سَاَلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. مُوسٰٓى elif üzere mukadder fetha ile mansubtur.
اَكْبَرَ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. مِنْ ذٰلِكَ car mecruru اَكْبَرَ ’ye müteallıktır. ذا işaret ismi sükun üzere mebni mahallen mecrur, ismi mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
اَكْبَرَ ism-i tafdil kalıbındandır.
فَقَالُٓوا اَرِنَا اللّٰهَ جَهْرَةً فَاَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ بِظُلْمِهِمْۚ
فَ atıf harfidir. قَالُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, اَرِنَا اللّٰهَ جَهْرَةً ’dir. Fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. اَرِنَا illet harfinin hazfıyla mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت ‘dir.
Mütekellim zamiri نَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. اللّٰهَ lafza-i celâli, ikinci mef’ûlun bihi olup fetha ile mansubtur. جَهْرَةً mef’ûlu mutlaktan naibtir.
فَ atıf harfidir. Fiil cümlesidir. اَخَذَتْهُمُ sükun üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir.
Muttasıl zamir هُمُ mukaddem mef‘ûl olarak mahallen mansubtur. الصَّاعِقَةُ fail olup lafzen merfûdur. بِظُلْمِهِمْ car mecruru اَخَذَتْهُمُ fiiline müteallıktır.
Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بِ harf-i ceri sebebiyyedir.
ثُمَّ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ فَعَفَوْنَا عَنْ ذٰلِكَۚ
ثُمَّ atıf harfidir. Hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiş) açısından terahi ifade eder. (Âşûr)
اتَّخَذُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. الْعِجْلَ mef’ûlun bihtir. İkinci mef’ûl mahzuftur. Takdiri إلها şeklindedir. مِنْ بَعْدِ car mecruru اتَّخَذُوا fiiline müteallıktır.
مَا ve masdar-ı müevvel, مِنْ بَعْدِ ’nin muzâfun ileyhi olarak mahallen mecrurdur.
جَاۤءَتۡ fetha üzere mebni mazi fiildir. تۡ te’nis alametidir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. ٱلۡبَیِّنَـٰتُ kelimesi faildir.
فَ atıf harfidir. عَفَوْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
عَنْ ذٰلِكَ car mecruru عَفَوْنَا fiiline müteallıktır. ذا işaret ismi sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
اتَّخَذُوا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi أخذ ’dır. İftiâl babı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut, hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَاٰتَيْنَا مُوسٰى سُلْطَاناً مُب۪يناً
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. اٰتَيْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
مُوسٰى kelimesi mef‘ûlun bih olup elif üzere mukadder fetha ile mansubtur. سُلْطَانًا ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. مُب۪ينًا kelimesi سُلْطَانًا ’in sıfatıdır.
مُب۪ينًا sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir.
يَسْـَٔلُكَ اَهْلُ الْكِتَابِ اَنْ تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ كِتَاباً مِنَ السَّمَٓاءِ
Fasılla gelen ayetin ilk cümlesi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin muzari fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade eder.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki muzari fiil cümlesi تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ كِتَابًا مِنَ السَّمَٓاءِ , masdar teviliyle يَسْـَٔلُكَ fiilinin mef’ûlüdür. Masdar-ı müevvel olan cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كِتَابًا ve الْكِتَابِ kelimeleri arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu ayet, kâfirlerin tutarsız isteklerine cevap veren mantık yollu kelamdır.
Ayetin başında geçen kitabın nekre gelme nedenleri arasında özel bir nev’ ifade etme manası da vardır. Yani, Kur’an’ı beğenmiyor ve kendilerine mahsus özel bir kitap istiyorlar.
"Eğer sen, Allah katından gönderilen bir peygamber isen, tıpkı Musa'nın, levhaları getirdiği gibi, sen de bize gökten bir kitap getir..." Onların şöyle talepte bulundukları da rivayet edilmiştir: Onlar Hz Peygamber (sav)'den, kendilerine, gökten falancaya ve filancaya, kendisinin Allah'ın Resulü olduğuna dair bir kitap indirmesini istemişlerdir. Yine, "İnerken, kendisini bizzat görebileceğimiz bir kitap indir" şeklinde talepte bulundukları da rivayet edilmiştir. Onlar bu tür mucizeleri, Hz Peygamber'i zor durumda bırakmak için istemişlerdir. Çünkü Hz Peygamber'in mucizeleri daha önce tahakkuk etmiş ve gerçekleşmişti. Binaenaleyh fazlasını istemek, işi yokuşa sürmek manasına gelirdi. (Fahreddin er-Râzî)
فَقَدْ سَاَلُوا مُوسٰٓى اَكْبَرَ مِنْ ذٰلِكَ
فَ nehiy için ta’lîliyyedir. Cümle, لا تبال بسؤالهم (Onların isteklerine aldırma) takdirindeki cümle için, beyanî istînaf veya ta’lîliyyedir.
قَدْ tahkik harfiyle tekid edilmiş, mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Hz. Peygamberden istenen şeylere işaret eden, ذٰلِكَ ’de istiare vardır.
Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret ismiyle işaret edilirse aklî olan hissî olana benzetilmiş olduğundan istiare oluşur. Câmi’, her ikisindeki vücudun tahakkukudur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cenab-ı Hak, "Nitekim onlar Musa'dan daha büyüğünü istemişler..." buyurmuştur. Cenab-ı Hak, her ne kadar bu istek Hz. Musa zamanında onların ecdatlarından sâdır olmuşsa da (ki bu talepte bulunanlar yetmiş kişiden meydana gelen temsilciler (nakibler) idiler), bu istekte bulunmayı Hz. Muhammed (sav) zamanında bulunan yahudilere nispet etmiştir. Çünkü bunlar da onların yolundan gidiyor, onların bu tür isteklerini kabulleniyor ve Hz. Muhammed'i güç durumda bırakma hususunda, onların adeta aynı tutumunu takınıyorlardı. Bu ayetten maksat, onların huy edinmiş oldukları, peygamberleri zora sokma, sıkıntıya düçar etme ve hakkı kabul etmeme gibi huylarını ortaya koymaktır. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: Hz. Musa'ya gökten bir kitap inince, onlar bu kadarıyla yetinmemiş, aksine Hz. Musa'dan, bizzat o kitabın inişini görmeyi istemişlerdi. Bu da, onların kendilerine kitap indirilmesini istemelerinin, doğruya ulaşıp hakkı bulmak maksadıyla değil, aksine sırf inatları yüzünden olduğunu gösterir. (Fahreddin er-Râzî)
فَقَالُٓوا اَرِنَا اللّٰهَ جَهْرَةً فَاَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ بِظُلْمِهِمْۚ
فَ atıftır. Muzari fiil sıygasındaki قَالُٓوا cümlesi …فَقَدْ سَاَلُوا ’ye وَ ’la atfedilmiştir.
يَقُولُونَ fiilinin mekulü’l-kavli olan اَرِنَا اللّٰهَ جَهْرَةً cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
فَاَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ بِظُلْمِهِمْۚ cümlesi temasül dolayısıyla فَ ile قَالُٓوا cümlesine atfedilmiştir. Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
بِظُلْمِهِمْۚ ‘deki بِ harfi sebebiyyedir.
فَاَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ [Yıldırım yakaladı] ifadesinde mef’ûle isnad vardır. Yakalayan ve cezalandıran Allah Teâlâ’dır. Mecaz-ı mürseldir.
ثُمَّ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ
Cümle, فَاَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ بِظُلْمِهِمْۚ cümlesine ثُمَّ ile atfedilmiştir. Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzâfun ileyh olan masdar harfini takip eden جَٓاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ cümlesi mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اتَّخَذُوا - اَخَذَتْهُمُ , سَاَلُوا - يَسْـَٔلُكَ kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Buzağıyı değil, buzağı heykelini ilâh edinmişlerdir. Bunun için hazif vardır, yani hükmî mecazdır. Ya da buzağı kelimesi buzağı heykeli manasında kullanılmıştır. İstiare vardır.
Cenab-ı Hak, "Bilahare kendilerine bunca açık ayetler ve deliller geldikten sonra da, buzağıyı (Tanrı) edinmişlerdi" buyurmuştur. Bunun manası onların alabildiğine cahil olduklarını ve küfürde diretip ısrar ettiklerini beyan etmektir. Çünkü onlar, kendilerine Tevrat indirildikten sonra, Allah'ı açıkça görme talebiyle yetinmemiş, bilakis buna buzağıya tapma cürmünü de katmışlardır ki işte bu onların, hakkı ve dini talep etmekten son derece uzak olduklarına delalet eder. (Fahreddin er-Râzî)
فَعَفَوْنَا عَنْ ذٰلِكَۚ وَاٰتَيْنَا مُوسٰى سُلْطَاناً مُب۪يناً
…ثُمَّ اتَّخَذُوا cümlesine فَ ile atfedilen bu cümle de faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üsluptaki müteakip cümle makabline matuftur.
Yahudilerin buzağıyı ilâh edinmelerine işaret eden ذٰلِكَۚ ’de istiare vardır.
Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret ismiyle işaret edilirse aklî olan hissî olana benzetilmiş olduğundan istiare oluşur. Câmi’, her ikisindeki vücudun tahakkukudur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
سُلْطَانًا ’deki tenvin, tazim ve nev ifade eder.
Musa'nın (as) getirdiği delile سُلْطَانًا denmesi; muhatabı boyun eğmeye mecbur bırakması dolayısıyladır.
Cenab-ı Hak, 'Biz onların, buzağıya tapmalarından dolayı köklerini kazımayıp, bilakis onları affettik ve Musa 'ya da apaçık bir hüccet verdik" buyurmuştur. Yani, "Hz Musa'nın kavmi, her ne kadar karşı koymuş ve inatlaşmada ileri gitmişlerse de, biz o Musa'ya yardım ettik ve O'nu kuvvetlendirdik. Böylece Musa'nın nübüvvet davası büyüyüp gelişti, hasmı ise gücünü ve kuvvetini kaybetti" demektir. İşte bu ifadede Hz Peygamber (sav)'e, o kâfirlerin her ne kadar kendisine karşı inat edip direnseler bile sonunda O'nun onlara hükümran olup, onları ezeceğine dikkat çekme ve işaret etme yoluyla bir müjde vardır. (Fahreddin er-Râzî)
وَرَفَعْنَا فَوْقَهُمُ الطُّورَ بِم۪يثَاقِهِمْ وَقُلْنَا لَهُمُ ادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّداً وَقُلْنَا لَهُمْ لَا تَعْدُوا فِي السَّبْتِ وَاَخَذْنَا مِنْهُمْ م۪يثَاقاً غَل۪يظاً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَرَفَعْنَا | ve kaldırdık |
|
2 | فَوْقَهُمُ | üzerlerine |
|
3 | الطُّورَ | Tur’u |
|
4 | بِمِيثَاقِهِمْ | söz vermeleri için |
|
5 | وَقُلْنَا | ve dedik |
|
6 | لَهُمُ | onlara |
|
7 | ادْخُلُوا | girin |
|
8 | الْبَابَ | kapıdan |
|
9 | سُجَّدًا | secde ederek |
|
10 | وَقُلْنَا | ve dedik |
|
11 | لَهُمْ | onlara |
|
12 | لَا |
|
|
13 | تَعْدُوا | çiğnemeyin |
|
14 | فِي |
|
|
15 | السَّبْتِ | cumartesi(yasakları)nı |
|
16 | وَأَخَذْنَا | ve aldık |
|
17 | مِنْهُمْ | onlardan |
|
18 | مِيثَاقًا | bir söz |
|
19 | غَلِيظًا | sağlam |
|
Allah peygamberini teselli etmek üzere İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’ya yaptıklarını hatırlatmaktadır. Onlar peygamberlerinden –gökten kitap gelmesine nisbetle– daha büyük ve imkânsız olan bir şey istemişler, “Allah’ı bize açıkça göster” demişlerdi. İsrâiloğulları’nın bu ve benzeri talepleri, sayısız haksızlıkları, azgınlık, şımarıklık ve taşkınlıkları sebebiyle Allah, onları yola getirmek için birçok mûcize göndermiş, zaman zaman da kendilerini cezalandırmış, yoldan çıkmamaları için yemin ettirip söz (mîsâk) almış, gerektikçe bunu kendilerine hatırlatmıştı, ancak onlar yola gelecek ve doğru yolda ilerleyecek yerde azgınlık, taşkınlık ve sapkınlıklarına devam etmişler, altından bir buzağıyı tanrı yerine koymuşlardı. Allah bu kadar büyük bir mânevî suçu ve günahı da bağışlamış, böylece ıslah olmaları için peygamberine yetki ve delil vermişti. Hz. Mûsâ, geçmişte yaptıklarını ve Allah’ın onlara büyük lutuflarını hatırlatarak davet ve eğitme vazifesine devam etmişti. Şu halde Allah’ın son elçisi de böyle yapmalı, müşriklerin ve Ehl-i kitabın bu saçma sapan istekleri karşısında yılmamalı, vazifesine devam etmeli idi (İsrâiloğulları’nın ardı arkası gelmez istekleri ve bunlara karşı Allah Teâlâ’nın mukabelesiyle onlardan alınan sözün mahiyeti ve Tûr dağının kaldırılmasının mânası için bk. Bakara 2/54-56, 63, 93; A‘râf 7/155).
(Kur’ân Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 175-176)
Ğaleza غلظ: İncelik, zerafet ya da nezaket anlamına gelen rikkat sözcüğünün zıddıdır. Kalınlık, büyüklük, kabalık, sertlik ya da haşinlik anlamlarında kullanılır. إستَغْلَظَ kalın,sert, kaba vs. olmaya hazırlandı ya da bu hale geldi manasında kullanılır. (Müfredat) Kur’ân’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 13 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli galizdir. (Kur’ânı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَرَفَعْنَا فَوْقَهُمُ الطُّورَ بِم۪يثَاقِهِمْ وَقُلْنَا لَهُمُ ادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّداً وَقُلْنَا لَهُمْ لَا تَعْدُوا فِي السَّبْتِ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. رَفَعْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir نَا fail olarak mahallen merfûdur.
فَوْقَهُمُ mekân zarfı رَفَعْنَا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هُمُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الطُّورَ kelimesi mef‘ûlün bihtir. بِم۪يثَاقِهِمْ car mecruru رَفَعْنَا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. بِ harf-i ceri sebebiyyedir. Yani; بسبب نقض ميثاقهم ‘dir.
وَ atıf harfidir. قُلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. لَهُمُ car mecruru قُلْنَا fiiline müteallıktır.
Mekulü’l-kavli, ادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا ’dir. قُلْنَا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. ادْخُلُوا fiili, نَ ’un hazfi ile mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الْبَابَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. سُجَّدًا kelimesi ادْخُلُوا ’deki zamirin hali olup fetha ile mansubtur.
وَ atıf harfidir. قُلْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. لَهُمُ car mecruru قُلْنَا fiiline müteallıktır.
Mekulü’l-kavli, لَا تَعْدُوا فِي السَّبْتِ ’dir. قُلْنَا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَعْدُوا fiili نَ harfinin hazfiyle mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
فِي السَّبْتِ car mecruru تَعْدُوا fiiline müteallıktır.
وَاَخَذْنَا مِنْهُمْ م۪يثَاقاً غَل۪يظاً
وَ atıf harfidir. اَخَذْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. مِنْهُمْ car mecruru اَخَذْنَا fiiline müteallıktır.
م۪يثَاقًا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. غَل۪يظًا ise م۪يثَاقًا ’ın sıfatıdır.
غَل۪يظًا kelimesi sıfat-ı müşebbehedir.
وَرَفَعْنَا فَوْقَهُمُ الطُّورَ بِم۪يثَاقِهِمْ وَقُلْنَا لَهُمُ ادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّداً وَقُلْنَا لَهُمْ لَا تَعْدُوا فِي السَّبْتِ
وَ atıftır. Önceki ayetteki وَاٰتَيْنَا مُوسٰى سُلْطَانًا مُب۪ينًا cümlesine atfedilmiştir. Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
… وَقُلْنَا لَهُمُ cümlesi mâkabline matuftur. Atıf sebebi temasüldür. Mekulü’l-kavl cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Atıfla gelen ikinci قُلْنَا لَهُمْ cümlesinin mekulü’l-kavli nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Bu iki cümle temasül dolayısıyla atfedilmişlerdir. Aralarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
ادْخُلُوا , سُجَّدًا fiilinin failinden haldir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
تَعْدُوا , düşman olmak, koşmak demektir. Haddi aşmak şeklinde bir ortak noktaları olabilir.
الطُّورَ aslında “dağ” demektir, özel bir isim değildir. Galatı meşhur olarak ''Tur Dağı'' denir.
Cumhurun görüşü, dağın gerçekten onların üzerine kalkmış olmasıdır. Mecazî olarak da; dağı şahit tutarak söz almak manasını taşır.
Secde burada boyun eğmek anlamında kullanılmıştır. Yani tevazu ile acziyetinizi bilerek, itaat ederek girin, bu anlaşmanın şartlarını kabul edin, cumartesi günü yasağını aşmayın demektir.
م۪يثَاقِ kelimesi güvenmek anlamındaki وثق fiilinden türemiştir. ‘Güvenilen şey’ demektir. Türkçedeki vesika, misak-ı milli ibareleri bu köktendir.
الْبَابَ kelimesindeki elif-lâm, ahd-i ilmîdir.
Cenâb-ı Hak, onların diğer cahilliklerini ve bâtıl fikirlerindeki ısrarlarını nakletmiştir. Bunların birincisi şudur: Allah Teâlâ, onlardan almış olduğu "ahd" sebebiyle, Tûr'u (dağı) onların üzerine kaldırmıştır. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır.
Bunların ikincisi, Cenab-ı Hakk'ın, , onlara, "o kapıdan, hepiniz secdeye kapanır halde girin" dedik" ifadesidir.
Üçüncüsü ise, O'nun "Cumartesi günü hakkında da, "(Av yaparak) haddi aşmayın" (diye) söylemiş, kendilerinden (bu hususlarda) ağır teminat almıştık" ifadesidir. (Fahreddin er-Râzî)
وَاَخَذْنَا مِنْهُمْ م۪يثَاقاً غَل۪يظاً
Ayetin son cümlesi, وَقُلْنَا لَهُمُ cümlesine matuftur.
م۪يثَاقًا ’daki tenvin tazim içindir. Car mecrurun mef’ûle takdimi söz konusudur.
م۪يثَاقًا , غَل۪يظًا için sıfattır. Sıfatlar anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
م۪يثَاقًا kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Sıfat olarak gelen غَل۪يظًا kelimesi somut şeyler için kullanılan şiddetli, ağır, kaba, sert demektir. Aklî bir mananın sıfatı olduğu için cezanın ağırlığı manasında istiaredir.
Mükellefiyetlerini yerine getirmeleri için onlardan kesin ve ağır bir söz de aldık. Bu söz, Allah Teâlâ'nın, Tevrat'ta kendilerinden aldığı ahittir.
Bir görüşe göre onlar, dinden döndükleri takdirde Allah Teâlâ'nın dilediği gibi kendilerini azaba uğratması konusunda mîsak vermişlerdi. (Ebüssûd)
Şimdi diyorlar ki, küfürlü konuşanlar daha dürüst, daha açık sözlü ve içi dışı birmiş. İnsanlar sevindiklerini, üzüldüklerini ve sinirlendiklerini küfürle ifade eder olmuş. Esprilerin en sağlamı, içinde küfür barındıranmış. Başkalarının hatta kendilerinin sevdiklerine, ebeveynlerine, eşlerine, çocuklarına küfür etmekten çekinmezlermiş.
Dinimizde küfür etmenin yanlış olduğunu öğrenerek büyüdüm. Arkadaşlarımı kibar seçtim. Cümle içinde küfür duyduğumda irkildim. İnternet ortamında cümlelerin devamında küfür varsa, gözlerimle es geçmeye çalıştım. Küfürle kendini ifade edenleri ciddiye alamadım. Sözle ve hareketle küfür eden çocuklara ve bunu komik bulanlara üzüldüm. İç sesimi küfür etmekten men ettim çünkü içimde söylemeye alışıp ağzımdan kaçırmaktan korktum. Davasını küfürle savunanların, kelime dağarcığının yetersiz kaldığını ve neyi savunduğunu net bilmediğini düşündüm. Davası haksa, öyle bir adam tarafından savunulduğuna üzüldüm.
"Bir kişi Hz. Ebubekir'e küfretti. Hz. Ebubekir susarak dinliyordu. Hz. Ebubekir adama karşılık vermeye başlayınca Peygamberimiz ayağa kalkıp yürüdü. Hz. Ebubekir, Peygamberimize 'O bana küfrettiği zaman sen susmuş dinliyordun. Ben ona karşılık verince kalkıp gidiyorsun!' dedi. Hz. Muhammed (s.a.v) ona şöyle cevap verdi: Çünkü sen sustuğun zaman, bir melek senin yerine ona cevap veriyordu. Sen konuştuğun zaman melek gitti, şeytan geldi. Ben, içinde şeytan bulunan bir mecliste oturmam." Ebu Davud
Rabbim; günümüzde her yerde edilen küfürlere gönlümün ve zihnimin alışmasına izin verme. Zamanında iç sesimin ağzından kaçırdığı, hava veya şaka yapayım diye söylediklerimi de affet. Dili yüzünden cehenneme yüz üstü atılanlardan olmaktan koru. Dilim yalnız hakkı söylesin. Yalandan, küfürden, gıybetten, iftiradan, laf taşımadan, bilmişlikten, yapmacıklıktan, kalbimde hissetmediğimi gösteriş için söylemekten koru. Dilimi terbiye etmem için yardım et.
“Gezdim Halep ile Şam’ı,
Eyledim ilim talep,
Meğer ilim bir hiçmiş,
İllâ edep, illâ edep.
Girdim ilim meclisine,
Eyledim kıldım talep,
Dediler ilim geride,
İllâ edep, illâ edep” Yunus Emre
Edepli yaşayanlardan, edepli çalışanlardan ve edepli ölenlerden olmak duasıyla.
Amin.
***
Farklı ortamlarda insanı tanımak için sorulan meşhur bir soru vardır: ‘Kendinizde neyi değiştirmek istersiniz?’ diye. Cevapların arasında, genellikle bedensel ya da karakter özellikleri yer alır.
Belki de, aynı soruyu, bir müslüman zaman zaman kendisine sormalıdır. Nefsini ve hayatını gözden geçirip eksikliklerini farkederek gidermek ya da aşırıya kaçtığı yerleri görerek orta yolu tutturmak için.
Bunları belirledikten sonra harekete geçtiğinden emin olmak ve değişim yollarını hesaplayarak ilk adımı atmak için bir soru daha sormak gerekir. ‘Gerçekten değiştirmeyi istiyor musun?’
Zira, nefse bu tür değişimler zor gelir çünkü mücadele şarttır. Cimrinin malından harcamasını, yemeği sevenin az yemesini ya da dedikoducunun susmasını söylemek uygulamaktan kolaydır.
Derinlerde, insanı beslediğini ya da koruduğunu iddia ederek değişimden kaçan dünyaya düşkün bir taraf bulunur. Dünyalık menfaatleri elinden alınan nefis, küçük bir çocuk gibi ikna edilmelidir.
Bu değişimleri hedefleyen ve Allah’ın rızasını kazanmayı hayatının merkezine oturtmaya çalışan bir müslüman; doğru bilgileri öğrenir, doğru insanlarla konuşur, doğru mekanlarda bulunur ve doğru gereçleri kullanır.
Zira, inanmak için çeşitli şartlar öne sürdükten sonra gelen mucizeleri beğenmeyenlerin bahanelerini, kendi hayatına yansıtınca şunu görür: değişimin anahtarı, kendisinde saklıdır.
Kısacası; Allah için değişmek niyetiyle harekete geçen bir kula, nice kapılar açılır. Zorlandığı zamanlarda, yardım yetişir. Her şeyden öte, doğru değişimin getirdiği tatlı bir huzur gelir ve benliğine yerleşir.
Ey Allahım! Senin katında daha iyi bir kul, yaşadığımız toplumda daha iyi bir insan ve aile-arkadaş ilişkilerinde daha iyi bir yoldaş olmamız için yar ve yardımcımız ol. Bizi, yanlış değişimlere uğratacak yollardan, işlerden ve dostluklardan muhafaza buyur. Bizi, Sana yaklaştıracak doğru değişimlerin farkına varanlardan ve elinden geleni yaparak Senin rızana uygun şekilde değişenlerden eyle. Rahmetin ve kudretin ile niyetlerimizi samimileştirerek, emeklerimizi bereketlendirerek ve işlerimizi kolaylaştırarak; nice hayırlarla hedeflerimize ulaştır ve her şeyin sonunda bizi, Sana kavuştur.
Amin.