Mü'min Sûresi 18. Ayet

وَاَنْذِرْهُمْ يَوْمَ الْاٰزِفَةِ اِذِ الْقُلُوبُ لَدَى الْحَنَاجِرِ كَاظِم۪ينَۜ مَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ حَم۪يمٍ وَلَا شَف۪يعٍ يُطَاعُۜ  ...

Yaklaşmakta olan gün konusunda onları uyar. O gün yürekler gam ve tasa ile dolu, (sanki) gırtlaklara dayanmıştır. Zalimlerin ne sıcak bir dostu, ne de sözü dinlenir bir şefaatçisi vardır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَأَنْذِرْهُمْ ve onları uyar ن ذ ر
2 يَوْمَ güne (karşı) ي و م
3 الْازِفَةِ yaklaşan ا ز ف
4 إِذِ zira
5 الْقُلُوبُ yürekler ق ل ب
6 لَدَى dayanmıştır
7 الْحَنَاجِرِ gırtlaklara ح ن ج ر
8 كَاظِمِينَ yutkunur dururlar ك ظ م
9 مَا yoktur
10 لِلظَّالِمِينَ zalimlerin ظ ل م
11 مِنْ hiçbir
12 حَمِيمٍ dostu ح م م
13 وَلَا ve yoktur
14 شَفِيعٍ bir aracıları ش ف ع
15 يُطَاعُ sözü tutulur ط و ع
 

“Buluşma günü”nde yani âhirette olup biteceklerin bir özeti verilmektedir. Buna göre bütün insanlar, –dünyadayken yaptıkları eylemlerin hiçbiri Allah’a gizli kalmaksızın– yeniden hayat sahnesine çıkacaklar; kendisinden başka hiç kimsenin hükümranlık yetki ve imkânının bulunmadığı, sınırsız otorite sahibi, dolayısıyla tek ve mutlak hâkim olan Allah’ın âdil ve süratli yargılamasının sonunda hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmaksızın herkes dünyada yaptıklarının karşılığını bulacak; cenneti hak edenler cennete, cehennemi hak edenler cehenneme gönderilecektir. 

Bir yoruma göre bütün insanlar mahşerde toplandıklarında bir görevli, 16. âyetteki ifadesiyle “Bugün hükümranlık kimindir?” diye seslenecek; bunun üzerine mahşerde toplananların hepsi bir ağızdan, “Elbette tek ve mutlak hükümran olan Allah’ındır!” diye cevap vereceklerdir. Soru soranın bir melekler topluluğu, cevap verenin de başka bir melekler topluluğu veya soru soranın ve cevap verenin bizzat yüce Allah olacağı yönünde görüşler de vardır (Râzî, XXVII, 46-47). 16. âyette, insanların ya inanmadıkları için hiç hesaba katmadıkları veya inanmakla birlikte gaflet ve ihmalleri yüzünden yeterince dikkate almadıkları âhiret gerçeğiyle yüz yüze gelince hissedecekleri korku ve çaresizliğin, içine düşecekleri yalnızlık halinin veciz ve sarsıcı bir ifadesi yer almaktadır.

 

وَاَنْذِرْهُمْ يَوْمَ الْاٰزِفَةِ اِذِ الْقُلُوبُ لَدَى الْحَنَاجِرِ كَاظِم۪ينَۜ 

 

Fiil cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir. اَنْذِرْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت  ‘dir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

يَوْمَ  zaman zarfı ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  الْاٰزِفَةِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

اِذِ  zaman zarfı  يَوْمَ ‘den bedel olup mahallen mansubdur. 

Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i ba’z, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

الْقُلُوبُ  ile başlayan isim cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. الْقُلُوبُ  mübteda olup lafzen merfûdur.  لَدَى  mekân zarfı olup, mübteda  الْقُلُوبُ ‘nun mahzuf haberine mütealliktir.  الْحَنَاجِرِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

كَاظِم۪ينَ  kelimesi hal olup nasb alameti  ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim). Burada hal müfred hal olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

اَنْذِرْهُمْ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  نذر ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder. 

الْاٰزِفَةِ  kelimesi, sülasi mücerredi  أزف  olan fiilin ism-i failidir. 

كَاظِم۪ينَ  kelimesi, sülasi mücerredi  كظم  olan fiilin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 مَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ حَم۪يمٍ وَلَا شَف۪يعٍ يُطَاعُۜ

 

 مَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ حَم۪يمٍ  cümlesi  يَوْمَ الْاٰزِفَةِ ‘den hal olup mahallen mansubdur. Mukadder rabıtın takdiri, فيه (Orada) şeklindedir.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde  iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).

Burada hal menfi (olumsuz) isim cümlesi olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  لِلظَّالِم۪ينَ  car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir.  مِنْ  harf-i ceri zaiddir.  حَم۪يمٍ  lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. 

وَ  atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz. Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَا  zaid harftir. لَا  nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.  شَف۪يعٍ  atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.  يُطَاع  fiili  شَف۪يعٍ ‘nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur.

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يُطَاعُ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو  ‘dir.  

لظَّالِم۪ينَ  kelimesi, sülasi mücerredi  ظلم  olan fiilin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

شَف۪يعٍ  ve  حَم۪يمٍ  kelimeleri sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.

Sıfat-ı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَاَنْذِرْهُمْ يَوْمَ الْاٰزِفَةِ اِذِ الْقُلُوبُ لَدَى الْحَنَاجِرِ كَاظِم۪ينَۜ

 

وَ , istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Muhatap Hz. Peygamber, mütekellim Allah Teâlâ’dır.

الْاٰزِفَةِ ’ye muzâf olan  يَوْمَ  zaman zarfı,  اَنْذِرْهُمْ  fiiline mütealliktir.

اِذْ  zaman zarfı  يَوْمَ ’den bedeldir. 

Bedel; Arap dilinde bir kelimenin yerine kullanılan başka bir kelimenin atıf yapılmadan ve tefsir maksatlı kullanılmasıyla yapılan ıtnâb sanatıdır. Bedel yapmanın amacı, kapalı olan kelamı açmak, açık olanı ise tekid etmektir. (Ar. Gör. Ömer Kara, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 1 Yıl: 2000)   

Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelam olan  الْقُلُوبُ لَدَى الْحَنَاجِرِ كَاظِم۪ينَۜ  cümlesi  اِذْ ’in muzâfun ileyhi konumundadır. 

الْقُلُوبُ  ve  الْحَنَاجِرِ  kelimelerinin aslı  إذْ قُلُوبُهم لَدى حَناجِرِهِمْ dir.  ألْ  takısı; hazf edilen muzafun ileyhden ivazdır. Çünkü muzâfun ileyh hazf edilince muzâfa elif-lam takısı verilir. (Âşûr) 

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur لَدَى الْحَنَاجِرِ , mahzuf habere mütealliktir. 

كَاظِم۪ينَۜ  kelimesi mübtedanın halidir.  Hal anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır. İsm-i fail vezninde gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.

İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

اٰزِفَةِ ; kıyamet günü, ölüm günü, insanların sevk edildikleri gün veya telâk günü anlamlarına gelmektedir. Bu, kıyamet günü demektir. "Âzife", birşey yaklaşıp geldiğinde kullanılan اَزِفَ الْاَمْرُ (iş yaklaştı-gelip çattı) fiilinin ism-i failidir.

Zeccâc: "Kıyamet hakkında  اٰزِفَةِ  denilmiştir. Çünkü insanlar, onun zamanını uzak görseler de, aslında o yakındır. Zira gelecek olan her şey yakındır" demiştir.

Bil ki  اٰزِفَةِ  kelimesi, mahzûf bir müennes kelimenin sıfatı olup, takdiri,  القِيامَةُ الآزِفَةُ  yahut المُجَاظَاة الآزِفَة şeklindedir. Kaffal şöyle der: Kıyametin isimleri, onlarda bir دَاهِيَةٌ (dehşet) manası bulunduğu için  الحَاقَّة , الطَّامَة ve benzeri isimlerinde olduğu gibi, müennes olarak gelirler (çünkü bunlar mübalağa (ileri derece) ifade ederler.

Âzifet çizgisi, cehennem ehlinin cehenneme girmeye başladıkları çizgidir.

Diğer bir görüşe göre  اٰزِفَةِ , ölüm anıdır. Tıpkı: [Can, boğaza dayandığında…] (Vakıa: 83) ve [Can, köprücük kemiğine dayandığında…] (Kıyamet: 26) ayetlerinde de aynı an anlatıldığı gibi.

Yani yürekler, yerlerinde yukarı çıkıp boğazlarına yapışır ve artık yerlerine geri dönmüyor ki rahatlasınlar ve dışarı da çıkmıyor ki ölüp kurtulsunlar. (Ebüssuûd)

الْقُلُوبُ لَدَى الْحَنَاجِرِ كَاظِم۪ينَ  [Yürekler gırtlaklara dayanmıştı] sözü mecazdır, hakîkî mananın düşünülmemesi için bir karine vardır. Çünkü kalpler boğaza gelmez/dayanmaz.  (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 120)

Bu ayette, âzifet günündeki kalplerin tasviri ile Vâkıa Suresi 83. ayette zikredilen ölüm halindeki kalplerin tasvirini mukayese etmek güzel olur. Vâkıa Suresinde  إِذَا بَلَغَتِ ٱلۡحُلۡقُومَ  buyurulmuştur. Bu sözle ruhun boğaza gelmesi kastedilmektedir. كَاظِم۪ينَ  kelimesi ‘boğaza ulaşıncaya kadar yola düşmek’ demektir ve bunda gecikme, oyalanma, bir vakit alma manası vardır. Halbuki üzerinde çalıştığımız ayetteki “kalpler hançerededir” sözünde sanki kalpler korkudan oraya yapışmış, ne geri dönebiliyor, ne dışarı çıkabiliyor olduğu manası vardır. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 119)

اَنْذِرْهُمْ يَوْمَ الْاٰزِفَةِ  [Yaklaşan günle uyar]  ifadesinde mecazî isnad vardır. Burada yaklaşma fiili, mecaz-ı aklî yoluyla gün kelimesine isnad edilmiştir. Halbuki maksat hakiki fail olan Allah Teâlâ’nın azabıdır. Allah Teâlâ hakiki faildir ama fiili, o gün işlemektedir. Dolayısıyla hakiki fail ile zaman ifade eden kelime arasında bir mülâbeset vardır. Bunun için zamaniyye denilen mecaz-ı aklî ile fiil zamana isnad edilmiştir.

الْاٰزِفَةِ  kelimesinin aslı  السّاعَةُ الآزِفَةُ , veya  القِيامَةُ الآزِفَةُ  şeklindedir. Çok yakın olduğundan dolayı mevsuf hazf edilmiştir. (Âşûr)


 مَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ حَم۪يمٍ وَلَا شَف۪يعٍ يُطَاعُۜ

 

 

Bu cümle kalp sahiplerinin hali olarak fasılla gelmiştir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

Menfi isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır. Nefy harfi  ليس  gibi amel etmiştir.

Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesinde îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatı vardır. لِلظَّالِم۪ينَ  mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مِنْ حَم۪يمٍ  lafzen mecrur, mahallen merfû muahhar mübtedadır.  مِنْ  tekid ifade eden zaid harftir.

مِنْ حَم۪يمٍ  ve ona matuf olan  لَا شَف۪يعٍ ‘deki tenvin, kıllet ve nev ifade eder.  مِنْ  harfi, selbin, umumi olduğunu göstererek kelimeye “hiçbir” anlamı katmıştır. Menfî siyakta nekre, umum ve şümûle işarettir. Yani, zalimler için hiçbir yakın dost ve şefaatçi yok demektir.

لَا شَف۪يعٍ  kelimesi, حَم۪يمٍ ’e tezayüf nedeniyle atfedilmiştir. Nefy harfinin tekrarı, olumsuzluğu tekid içindir.

لِلظَّالِم۪ينَ  ‘deki  الْ  takısı umum ifade eder. Bu konuda söylenebilecek olan en son şey, bu ayet-i kerimenin, kâfirleri kınamak için geldiğidir. Çünkü itibar, sebebin hususiliğine değil de, lafzın umumiliğinedir.

Harf-i tarifte aslolan, onun daha önce geçmiş bilinen ve mâhud olan birisine ait olmasıdır. Bu ayette de, daha önce geçmiş ve mâhud olan kimseler bulunmaktadır, ki bunlar da Allah'ın ayetlerine karşı mücadele eden kâfirlerdir. O halde elif lâm'ın buna yönelik olması gerekir. (Fahreddin er-Râzî)

لِلظَّالِم۪ينَ  ‘deki  الْ  takısı, istiğrak ifade eder. (Âşûr) İsm-i fail vezninde gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  يُطَاعُۜ  cümlesi,  شَف۪يعٍ  için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır. Muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt ve istimrar ifade etmiştir.

يُطَاعُۜ  fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.

شَف۪يعٍ  ve  حَم۪يمٍ  kelimeleri mübalağa ifade eden sıfat-ı müşebbehe kalıbındadırlar. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder. 

شَف۪يعٍ  - حَم۪يمٍ   ve  كَاظِم۪ينَۜ - لظَّالِم۪ينَ  gruplarındaki kelimeler arasında muvazene ve  mürâât-ı nazîr sanatı,  قُلُوبُ  - حَنَاجِر  kelimeleri arasında ise mürâât-ı nazîr sanatı vardır. 

Bu cümle müste’nefe olarak gelmiştir. Şefaatçi bulunma ihtimalini nefyeder ve onların içinde bulunduğu korkunç durumun kesilmeksizin devam edeceğini ifade eder. Müste’nef cümlenin başına nefy harfi gelmiştir. Bu cümlede haber makamında olan car mecrur öne alınmıştır. Mübteda da  حَم۪يمٍ  şeklinde nekre olarak gelmiştir. Dolayısıyla burada bir vurgu vardır. Yani, zalimler için yakın bir dost değil, hiçbir yakın dost yok demektir. Bunların hepsi yerinde manalardır. Bu ayette zalimler sözü ile kâfirler murad edildiğinde ihtisas manası da taşıyabilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 121)

Şefaatçinin vasfı olarak  يُطَاعُ  gelmesi, şefaatin nefyi manasını tekid eder. Çünkü bu sıfat şefaatin nefyi konusunda delil mesabesindedir. Sanki bunun manası şöyledir: Zalimler için hiçbir şefaatçi yoktur, bunun delili de şefaatçiye itaat edilmemesidir. Çünkü şefaatçinin şefaati, ancak kabul olduğu zaman geçerli olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 121)

Mukaddem car mecrurun başına gelen nefy harfi, ihtisas ifade eder. Yani, şefaatin nefyini zalimlere tahsis eder ki bu zalimler, kâfirlerdir. Bu yapı ihtisas değil, hükmü takviye ve tekid de ifade edebilir. Ayrıca bu sözde, zalimlerden başkasına şefaatin olduğuna dair bir delil de yoktur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 121)

مَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ حَم۪يمٍ وَلَا شَف۪يعٍ يُطَاعُۜ  cümlesi  الْقُلُوبُ لَدَى الْحَنَاجِرِ كَاظِم۪ينَۜ  cümlesine bedel-i iştimâl olarak gelmiştir. Çünkü bu durum, Allah katında kendilerine şefaatçi olarak seçtikleri kimselerin şefaatini beklemelerini, başka bir dosta ya da şefaatçiye yönelmemelerini gerektirmektedir. (Âşûr)

مَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ حَم۪يمٍ  Bu sözde ihtisas vardır. Çünkü burada murad, zalimler, yani kâfirlerdir ve özellikle onlara şefaatçi yoktur. Halbuki müminler için şefaatçi vardır. Dolayısıyla bu sözün mefhum-ı muhalifi, yani onlardan başkalarına şefaatçinin olduğu sözü doğrudur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 1, s. 180)

Bu ayet 17. Ve 19. Ayetler arasında itiraziyye cümlesi olarak gelmiştir. (Âşûr)