وَتَرٰيهُمْ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا خَاشِع۪ينَ مِنَ الذُّلِّ يَنْظُرُونَ مِنْ طَرْفٍ خَفِيٍّۜ وَقَالَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ الْخَاسِر۪ينَ الَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَاَهْل۪يهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ اَلَٓا اِنَّ الظَّالِم۪ينَ ف۪ي عَذَابٍ مُق۪يمٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَتَرَاهُمْ | yine onları görürsün |
|
2 | يُعْرَضُونَ | sunulurlarken |
|
3 | عَلَيْهَا | ona (ateşe) |
|
4 | خَاشِعِينَ | başlarını öne eğik |
|
5 | مِنَ |
|
|
6 | الذُّلِّ | aşağılıktan |
|
7 | يَنْظُرُونَ | bakarlar |
|
8 | مِنْ |
|
|
9 | طَرْفٍ | göz ucuyla |
|
10 | خَفِيٍّ | gizli gizli |
|
11 | وَقَالَ | ve demişlerdir |
|
12 | الَّذِينَ |
|
|
13 | امَنُوا | inananlar |
|
14 | إِنَّ | şüphesiz |
|
15 | الْخَاسِرِينَ | asıl ziyana uğrayanlar |
|
16 | الَّذِينَ |
|
|
17 | خَسِرُوا | ziyan edenlerdir |
|
18 | أَنْفُسَهُمْ | kendilerini |
|
19 | وَأَهْلِيهِمْ | ve ailelerini |
|
20 | يَوْمَ | günü |
|
21 | الْقِيَامَةِ | kıyamet |
|
22 | أَلَا | bakın |
|
23 | إِنَّ | gerçekten |
|
24 | الظَّالِمِينَ | zalimler |
|
25 | فِي | içindedirler |
|
26 | عَذَابٍ | bir azab |
|
27 | مُقِيمٍ | sürekli |
|
Gösterilen açık kanıtlara rağmen inkârcılık yolunu seçtikleri için Allah’ın, kendi sapkınlıklarıyla baş başa bıraktığı kimselerin, âhirette bunun kötü sonuçlarıyla karşılaşınca ne hallere düşecekleri ve nasıl bir pişmanlık duyacakları, dünyadaki algılamalarımıza göre korku, gelecek endişesi, başkalarının önünde aşağılanmanın mahcubiyetini duyma gibi motifleri ön plana çıkaran canlı bir anlatım içinde tasvir edilmekte, ardından dönüşü olmayan gün gelmeden önce imanın aydınlık yoluna girilmesi için yeni bir çağrı yapılmakta; sonra Hz. Peygamber’e hitap edilerek, bunun da fayda vermemesi halinde kendisini bu sonucun sorumlusu gibi düşünmemesi istenmekte ve insanoğlunun yaratıcısına karşı bile nankör davranabileceğine işaret edilerek Resûlullah’a teselli verilmektedir.
44. âyette söz konusu edilen kimseler için bir velî, koruyucu bulunmayacağı yönündeki ifade, üstü kapalı biçimde, onların sapkınlıktan ve kötü âkıbetlerinden kurtuluş vesilelerini de yitirmiş olacaklarını belirtmektedir. Çünkü “velî”nin temel özelliklerinden biri, velîsi olduğu kişiye yol göstererek ona yardımcı olmasıdır. Nitekim 46. âyette ve başka bazı sûrelerde bu mâna açık olarak ifade edilmiştir (bk. Ra‘d 13/33; Zümer 39/23, 36; Gāfir 40/33; İbn Âşûr, XXV, 125). Aynı âyette geçen “... göreceksin” şeklindeki hitap, bir bakışa göre, belirli bir kişiye yönelik olmayıp azaba çarptırılacakların durumunu açık biçimde ortaya koymayı ve şaşkınlıklarına işaret etmeyi hedeflemekte, onların halinden ibret alınmasını istemektedir. Diğer bir bakışa göre ise burada Resûlullah’a hitap edilmekte ve gördüğü kötü muameleden, işittiği ağır sözlerden ötürü teselli edilmektedir (İbn Âşûr, XXV, 125).
45. âyetin “göz ucuyla etrafa baktıklarını” şeklinde çevrilen kısmı hakkında yapılan belli başlı açıklamalar şunlardır: a) Yaşadıkları zilletten dolayı kısık gözlerle veya gözlerinin feri kaçmış bir halde baktıklarını,
b) Çok korktuklarından yahut içinde bulundukları kötü durumdan dolayı kaçamak bakışlar yaptıklarını, c) Çektikleri acılar sebebiyle gözlerini iyice açamadıklarını, d) Kör haşredilecekleri için kalpleriyle baktıklarını. Taberî bunlardan birincisini daha isabetli bulur; İbn Atıyye ve Zemahşerî de sonuncu yorumu zorlama bir açıklama olarak nitelerler (Taberî, XXV, 41-42; İbn Atıyye, IV, 41; Zemahşerî, III, 408; Şevkânî, IV, 621).
Müminlerin 45. âyette değinilen sözü dünyadayken söyledikleri de düşünülebilir. O takdirde meâli şu şekilde değiştirmek uygun olur: “Zaten iman edenler de ‘Kıyamet günü gerçek anlamda kayba uğrayanlar, hem kendilerini hem kendilerine uyanları ziyan edenler olacak!’ diyorlardı.” Öte yandan âyete şöyle bir mâna da verilebilir: “İman edenler de kıyamet günü, ‘Gerçek anlamda kayba uğrayanlar, hem kendilerini hem kendilerine uyanları ziyan edenlermiş!’ diyecekler” (Zemahşerî, III, 408). Bazı müfessirlere göre bu sözde geçen “kendilerini ziyan etmeleri”nden maksat bu kimselerin cehennem azabına mâruz kalmaları, “kendilerine uyanları ziyan etmeleri”nden maksat ise şayet uyanlar da cehennemdeyse kendilerine yararlarının dokunmaması, şayet cennetteyse aralarına kesin bir engelin girmesidir (Şevkânî, IV, 621). “Kendilerine uyanlar” diye çevrilen kısımla, dünyadaki yakınları yahut cennete girmiş olsalardı orada beraber olabilecekleri yakınları da kastedilmiş olabilir (İbn Atıyye, IV, 41).
İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu birçok âyet ve hadise dayanarak, –şayet imanlı olarak ölmüşlerse– günahkârların ebedî olarak cehennemde kalmayacağı kanaatine ulaşmışlardır. Bu görüşe katılmayan bazı âlimler 45. âyette yer alan “zalimlerin sürekli bir azap içinde bulunacağı” ifadesini de delil gösterirler. Halbuki burada zalimlerden maksat inkârcılardır; zira Kur’an’da “zalim” kelimesi mutlak olarak kullanıldığında, bununla inkârcılıkta direnenler kastedilir, âyetin önü ve sonu da bu mânayı desteklemektedir (Râzî, XXVII, 182).
46. âyetin “Allah’a karşı” şeklinde çevrilen kısmını “Allah’tan başka” mânasında alarak, “Orada onlara Allah’tan başka destek verecek yardımcılar bulunmaz; bütün söz ve tasarruf yüce Allah’a aittir” şeklinde izah edenler de vardır (Şevkânî, IV, 621); fakat kanaatimizce Nesefî’nin “Allah’ın azabına karşı” şeklindeki açıklaması (V, 417) bağlama daha uygun düşmektedir; bu tercihe göre cümlenin anlamı şu olmaktadır: O’nun azabına karşı durabilecek, onu önleyebilecek hiçbir güç yoktur.
47. âyetin “Allah’ın hükmü gereği geri çevrilemez olan bir gün gelmeden önce” diye çevrilen kısmına, “Onunla ilgili hükmü verdikten sonra Allah’ın geri çevirmeyeceği gün gelmeden önce” gibi mânalar da verilmiştir. Sözü edilen günden maksat ölüm anı veya kıyamet vaktidir (Şevkânî, IV, 621-622). Yine bu âyetin “ne de yaptıklarınızı inkâr edebilirsiniz” diye çevrilen kısmı –burada geçen “nekîr” kelimesi farklı mânalara açık olduğu için– “ne de bir yardımcı bulabilirsiniz”, “ne de başınıza gelen kötü sonucu değiştirmeye gücünüz yeter”, “ne de bir onura sahip olabilirsiniz” gibi mânalarla da açıklanmıştır (Taberî, XXV, 43; Şevkânî, IV, 622).
وَتَرٰيهُمْ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا خَاشِع۪ينَ مِنَ الذُّلِّ يَنْظُرُونَ مِنْ طَرْفٍ خَفِيٍّۜ
Ayet, atıf harfi وَ ‘la önceki ayetteki تَرَى الظَّالِم۪ينَ cümlesine matuftur.
تَرٰيهُمْ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
تَرٰيهُمْ ‘bilmek’ manasında kalp fiillerindendir. Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:
1. Bilmek manasında olanlar.
2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.
3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.
Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُعْرَضُونَ fiili تَرٰيهُمْ ‘deki zamirden hal olarak mahallen mansubdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal muzari fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) muzari fiil cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başında “و ” gelmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُعْرَضُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû, meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı naib-i fail olarak mahallen merfûdur. عَلَيْهَا car mecruru يُعْرَضُونَ fiiline mütealliktir.
خَاشِع۪ينَ kelimesi يُعْرَضُونَ ‘deki naib-i failin hali olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. مِنَ الذُّلِّ car mecruru خَاشِع۪ينَ ‘ye mütealliktir.
يَنْظُرُونَ مِنْ طَرْفٍ cümlesi خَاشِع۪ينَ ‘deki zamirden hal olarak mahallen mansubdur.
يَنْظُرُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. مِنْ طَرْفٍ car mecruru يَنْظُرُونَ fiiline mütealliktir. خَفِيٍّ kelimesi طَرْفٍ ‘nin sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi
خَاشِع۪ينَ kelimesi, sülasi mücerredi خشع olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَقَالَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ الْخَاسِر۪ينَ الَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَاَهْل۪يهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُٓوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
اٰمَنُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli اِنَّ الْخَاسِر۪ينَ ‘dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
خَاسِر۪ينَ kelimesi اِنَّ ‘nin ismi olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl اِنَّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası خَسِرُٓوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
خَسِرُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. اَنْفُسَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَهْل۪يهِمْ atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur.
يَوْمَ zaman zarfı خَسِرُٓوا veya قَالَ fiiline müteallik olup mahallen mansubdur. الْقِيٰمَةِۜ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
يَوْمَ hem cümleye hem de tek kelimeye (müfrede) muzâf olan zarflardandır. Cümleye muzâf olduğunda, muzâfun ileyh cümlesinin başında (اَنْ) bulunmaz. Bu duruma pratikte çok rastlanılmaktadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰمَنُٓوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
خَاسِر۪ينَ kelimesi, sülasi mücerredi خسر olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَلَٓا اِنَّ الظَّالِم۪ينَ ف۪ي عَذَابٍ مُق۪يمٍ
اَلَا tenbih içindir. Konuşmacı dinleyicilerin dikkatini çekmek, onları uyarmak ve konuşacağı sözün önemini belirtmek için konuşmasını bu edatla başlatır. Onun için bu edata istiftah ve tembih edatı denilmiştir. (Arap Dilinde Edatlar, Hasan Akdağ)
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. الظَّالِم۪ينَ kelimesi اِنَّ ‘nin ismi olup nasb alameti ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
ف۪ي عَذَابٍ car mecruru اِنَّ ‘nin mahzuf haberine mütealliktir. مُق۪يمٍ kelimesi عَذَابٍ ‘ın sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الظَّالِم۪ينَ kelimesi, sülasi mücerredi ظلم olan fiilin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مُق۪يمٍ mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.وَتَرٰيهُمْ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا خَاشِع۪ينَ مِنَ الذُّلِّ يَنْظُرُونَ مِنْ طَرْفٍ خَفِيٍّۜ
Ayet, atıf harfi وَ ile önceki ayetteki … تَرَى cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiil teceddüt ve istimrar ifade etmiştir. Ayrıca muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا خَاشِع۪ينَ مِنَ الذُّلِّ cümlesi, تَرٰيهُمْ ‘deki zamirden haldir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. خَاشِع۪ينَ ise يُعْرَضُونَ fiilinin naib-i failinden haldir.
يُعْرَضُونَ fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Kuran-ı Kerim’de tehdit, uyarı ve korkutma manası olan fiiller genellikle meçhul sıyga ile gelir. Meçhul bina, naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Sûret-i İbrahim, s. 127)
يَنْظُرُونَ مِنْ طَرْفٍ خَفِيٍّۜ cümlesi خَاشِع۪ينَ ’deki zamirden haldir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يَنْظُرُونَ ‘nin mef’ûlu umumu kapsadığından mahzuftur. (Âşûr)
مِنْ طَرْفٍ car mecruru يَنْظُرُونَ ’ye mütealliktir. Kelimedeki nekrelik, muayyen olmayan cinse işaret eder.
خَفِيٍّۜ kelimesi طَرْفٍ için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Ayet metninde yer alan طَرْفٍ kelimesi, ‘göz kapağını hareket ettirmek’ demektir. Bu ifadeyle kastedilen bakıştır. Çünkü göz kapağı hareket ediyorsa bundan bakma sonucu çıkar. Buna göre ayetin manası şöyle olur: ‘’Ateşe arz olunurlarken onların zilletten başlarını öne eğerek ateşten korkularından dolayı ona gizli gizli baktıklarını görürsün.’’ (Rûhu-l Beyân)
وَقَالَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ الْخَاسِر۪ينَ الَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَاَهْل۪يهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ
وَ , istînâfiyedir. Müspet mazi fiil cümlesi, faide-i haber ibtidai kelamdır.
Fail konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan اٰمَنُٓوا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, tazim kastının yanında sonraki habere dikkat çekmek içindir.
قَالَ fiilinin mekulü’l- kavli olan اِنَّ الْخَاسِر۪ينَ الَّذ۪ينَ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَاَهْل۪يهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ cümlesi, اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّ ‘nin haberi konumunda olan cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ‘nin sılası olan خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَاَهْل۪يهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtida-i kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve subût ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi sebebiyle çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meân’i İlmi)
الْخَاسِر۪ينَ ‘nin elif lamla marifeliği cins içindir. (Âşûr)
خَاسِر۪ينَ /hüsran kelimesi, sermayenin eksikliği anlamındadır. Bu kelime hem insana hem de fiile nispet olunur. Sağlık, selamet, akıl, iman ve sevap gibi değerli olan şeylere de hüsran nispet olunabilir. Hüsrana uğrayan kişi, Yüce Allah'ın apaçık hüsranı kendisine yazmış olduğu kişidir. Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah'ın zikretmiş olduğu bütün hüsran, bu son manadadır. Yoksa dünyevî işlerde ve insanların birbirleriyle ticaretlerinde uğradıkları hüsran değildir. (Rûhu-l Beyân)
الَّذ۪ينَ ’nin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
خَسِرُٓوا - خَاسِر۪ينَ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayetteki يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ (Kıyamet günü) kelimesi, ya hüsrana uğratmaya taalluk eder, onunla ilgilidir ki bu durumda müminlerin bu sözü dünyada söylenmiş bir söz olur, yahut da "diyeceklerdir" fiiline taalluk eder, yani "müminler, kâfirleri bu halde görünce, Kıyamet günü böyle söylerler" demektir. (Keşşâf)
اَلَٓا اِنَّ الظَّالِم۪ينَ ف۪ي عَذَابٍ مُق۪يمٍ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cümlede mütekellim, Allah Teâlâ’dır.
اَلَٓا , devamında gelecek söze dikkat çekerek, tekid ifade eden tenbih edatıdır. اِنَّ ve اَلَٓا ile tekid edilmiş sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Kafirlerin, zamir makamında zahir isimle الظَّالِم۪ينَ şeklinde zikredilmeleri, küfrün zulüm olduğuna işaret eden ıtnâb sanatıdır.
Kur'an'da mutlak (sıfatsız) olarak geçen zalim kelimesi, kâfir manasındadır. Nitekim Cenab-ı Hak, ["Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir"] (Bakara, 253) buyurmuştur. Bu hususu, Hak Teâlâ'nın bu ayetten sonraki, ["Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur"] ifadesi de tekid eder. (Fahreddin er-Râzî)
الظَّالِم۪ينَ kelimesi اِنَّ ’nin ismidir. ف۪ي عَذَابٍ car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf haberine mütealliktir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. اِنَّ ’nin haberi mahzuftur.
مُق۪يمٍ kelimesi عَذَابٍ için sıfatttır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. Sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
اَلَٓا اِنَّ الظَّالِم۪ينَ ف۪ي عَذَابٍ مُق۪يمٍ cümlesi, öncesindeki وَتَرَى الظَّالِم۪ينَ لَمَّا رَاَوُا الْعَذَابَ (Şura; 44) cümlesi için tezyîldir. Çünkü onların sürekli azabda olma halleri, dünyaya dönme isteğii zillet ve kötü söz işitme hallerinden daha umumidir. (Âşûr)
تَرٰيهُمْ - يَنْظُرُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr, اٰمَنُٓوا - خَسِرُٓوا ve ظَّالِم۪ينَ - اٰمَنُٓوا gruplarındaki kelimeler arasında ise tıbâk-ı hafî sanatları vardır.
عَذَابٍ ’deki tenvin azabın tarifi imkansız bir nev olduğuna işaret eder.
عَذَابٌ ‘in مُق۪يمٍ ile sıfatlanması istiaredir. Azap, orayı mesken edinmiş bir şahsa benzetilmiştir.
مُق۪يمٍ mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
ف۪ي عَذَابٍ مُق۪يمٍ ibaresinde istiare vardır. Burada zarfiye olan ف۪ي harfi, kendi manasında kullanılmamıştır. عَذَابٍ , içine girilmeye müsait bir şey değildir. Fakat azabın korkunçluğunu mübalağalı bir şekilde belirtmek üzere bu harf عَلَيْ yerine kullanılmıştır. Azaba düçar olmak, adeta bir şeyin bir kabın içinde muhafaza edilmesine benzetilmiştir. Azapla insan arasındaki mutlak irtibat, zarf ve mazruf arasındaki mutlak irtibata benzetilmiştir. Câmi’; temekkün (yerleşme, sabit olma)’dür.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ , isim cümlesi ve tenbih edatı sebebiyle birden fazla tekit unsuru taşıyan çok muhkem cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)