اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ فَمَنْ نَكَثَ فَاِنَّمَا يَنْكُثُ عَلٰى نَفْسِه۪ۚ وَمَنْ اَوْفٰى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّٰهَ فَسَيُؤْت۪يهِ اَجْراً عَظ۪يماً۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّ | şüphesiz |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | يُبَايِعُونَكَ | sana bi’at eden(ler) |
|
4 | إِنَّمَا | gerçekte |
|
5 | يُبَايِعُونَ | bi’at etmektedirler |
|
6 | اللَّهَ | Allah’a |
|
7 | يَدُ | eli |
|
8 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
9 | فَوْقَ | üzerindedir |
|
10 | أَيْدِيهِمْ | onların ellerinin |
|
11 | فَمَنْ | o halde kim |
|
12 | نَكَثَ | ahdini bozarsa |
|
13 | فَإِنَّمَا | şüphesiz |
|
14 | يَنْكُثُ | bozmuş olur |
|
15 | عَلَىٰ | aleyhine |
|
16 | نَفْسِهِ | kendi |
|
17 | وَمَنْ | ve kim |
|
18 | أَوْفَىٰ | tutarsa |
|
19 | بِمَا |
|
|
20 | عَاهَدَ | verdiği sözü |
|
21 | عَلَيْهُ | O’na |
|
22 | اللَّهَ | Allah |
|
23 | فَسَيُؤْتِيهِ | ona verecektir |
|
24 | أَجْرًا | bir mükafat |
|
25 | عَظِيمًا | büyük |
|
Hz. Peygamber’in, Câhiliye kültür ortamı içinde yetişmiş olmasına rağmen ortaya koyduğu kişilik ve ahlâk, tebliğ ettiği dinin Allah’tan olduğuna canlı ve güçlü bir tanıktır. Onun eğitim kurallarına uygun uyarıları, müjdeleri, açıklamaları insanları etkilemiş; Allah’a iman ve yalnızca O’na ibadet etmelerine, O’nun dinini desteklemelerine, uğrunda canlarını ve mallarını ortaya koyarak çaba göstermelerine sebep olmuştur.
Bazı tefsirciler, 9. âyetteki zamirlerin kime yönelik bulunduğu konusunda farklı bir anlayış ileri sürmüş, “O’nu tenzih ederek...” kısmındaki “O” zamirinden maksadın Allah olduğunu, diğer iki zamirin ise Peygamber efendimize ait bulunduğunu ifade etmişlerdir. Bu son yoruma göre, “büyüklüğü karşısında eğilesiniz” kısmını “O’na saygı gösteresiniz” diye çevirmek gerekecektir.
18. âyette ek bilgiler de verilerek tekrar değinilecek olan, “yeminle bağlılık sözü”nün Arapça’daki karşılığı biattır (bey‘at). 10. âyetteki ilgili fiil de bu köktendir. Buradaki biattan maksat, meşhur Hudeybiye biatıdır. Hz. Peygamber bu sûrenin 27. âyetinde bahsi gelecek bir rüyası üzerine hicrî 6. yıl Zilkadesinin başında (Mart 628), 1500 kadar sahâbî ile umre ibadeti yapmak üzere yola çıkmış, Mekke’nin 17 km. batısında yer alan Hudeybiye’ye gelip konaklamıştı. Daha önce bilgi almak üzere gönderilen görevliler, Mekkeli müşriklerin müslümanları engelleme kararı aldıkları ve bu maksatla Hâlid b. Velîd’i 200 kişilik bir güçle yola çıkardıkları haberini getirmişlerdi. Hz. Peygamber maksadını açıklamak ve ziyaret izni almak üzere önce Hırâş’ı, onun kötü karşılanması hatta ölüm tehlikesi geçirmesi üzerine, Mekkeliler arasında yakınları ve itibarı bulunan Hz. Osman’ı Mekke’ye elçi olarak gönderdi. Bir müddet sonra onun müşrikler tarafından öldürüldüğü haberi geldi. İşin renginin değiştiğini ve savaş ihtimalinin belirdiğini gören Resûlullah, ashabından biat almayı uygun buldu. Oradaki bir mugaylân veya sakız ağacının (şeceretü’r-rıdvân) altında, teker teker ellerini tutarak 1500 kişi ile biatlaştı; yani her bir sahâbî Peygamberimize bağlılık ve itaat sözü verdi. Bu biatta söz verilirken neyin üstlenildiği konusunda “cihad, itaat, ölüm pahasına sebat ve sabır” gibi ifadeler nakledilmiştir (Müslim, “İmâre”, 41, 42, 80). Bu biatı haber alan Mekkeliler telâşa kapılarak Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyet gönderdiler. Hz. Peygamber düşmanı azaltmak ve güneyi emniyete almak, Mekkeliler ise ticaret yollarını açmak için bir barış istiyorlardı. Tartışmalardan sonra “müslümanların o yıl geri dönüp ertesi yıl umre için gelmeleri, Mekkeli bir kimse kaçıp Medine’ye sığınırsa istendiği takdirde iade edilmesi, aynı şey Medine’den Mekke’ye olursa geri verilmemesi, diğer Arap kabileleri ile tarafların serbestçe antlaşma yapabilmeleri, üçüncü bir tarafla savaş yapılması halinde antlaşmanın ikinci tarafının pasif kalması” üzerinde antlaşma sağlandı ve on yıllık bir antlaşma imzalandı (Muhammed Hamîdullah, “Hudeybiye Antlaşması”, DİA, XVIII, 297-299 ).
Birçok âyette resulüne itaat edenin Allah’a itaat etmiş olacağı ifade buyurulmuştur. 10. âyette de Allah’ın elçisi olan peygambere itaat gibi ona biat da dolaylı olarak Allah’a verilmiş bir bağlılık ve itaat sözü olarak değerlendirilmektedir.
اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl, اِنَّ ‘nin ismi olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası يُبَايِعُونَكَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
يُبَايِعُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اِنَّمَا يُبَايِعُونَ cümlesi اِنَّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.
اِنَّمَا , kâffe ve mekfûfedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا demektir.
اِنَّـمَٓا , kâffe (durduran, engelleyen anlamında ism-i faildir) ve mekfûfe’dir. Usül ve beyan alimlerinin Cumhuruna göre kâffe olan مَٓا harfi, اِنَّ ile birlikte nafiye olur ve bu da hasr için kullanılma sebebidir. Çünkü اِنَّ ispat, مَٓا nefy içindir. Bu ikisinin tek bir şey için kullanılması caiz değildir, çünkü aralarında tenakuz vardır. https://www.arapcadilbilgisi.com/
Cumhura göre إنما hasr ifade eder ve maksûrun aleyh cümlenin sonunda bulunur. https://islamansiklopedisi.org
يُبَايِعُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. اللّٰهَۜ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
يُبَايِعُونَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır.
Sülâsîsi بيع ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ
İsim cümlesidir. يُبَايِعُونَ ‘deki failinden haldir.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl?” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hali sahibu’l hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazf edilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal müspet (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَدُ mübteda olup lafzen merfûdur. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
فَوْقَ mekân zarfı mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. اَيْد۪ي muzâfun ileyh olup ى üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَمَنْ نَكَثَ فَاِنَّمَا يَنْكُثُ عَلٰى نَفْسِه۪ۚ
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَنْ iki muzari fiili cezm eden şart ismi olup mübteda olarak mahallen merfûdur. نَكَثَ şart fiil olup mahallen meczumdur. نَكَثَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اِنَّمَا , kâffe ve mekfûfedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup, buradaki مَا harfidir, اِنَّ harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur. اِنَّ ’nin ameli ise engellenmiştir yani mekfûfedir.
يَنْكُثُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. عَلٰى نَفْسِه car mecruru يَنْكُثُ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَمَنْ اَوْفٰى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّٰهَ فَسَيُؤْت۪يهِ اَجْراً عَظ۪يماً۟
وَ itiraziyyedir. مَنْ iki muzari fiili cezm eden şart ismi olup mübteda olarak mahallen merfûdur.
اَوْفٰى şart fiili olup elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ‘dir. مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur.
مَا müşterek ism-i mevsûl, بِ harf-i ceriyle birlikte اَوْفٰى fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّٰهَ ‘dir. Îrabdan mahalli yoktur.
عَاهَدَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. عَلَيْهُ car mecruru عَاهَدَ fiiline mütealliktir. اللّٰهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. Fiilinin başındaki سَ harfi tekid ifade eden istikbal harfidir. يُؤْت۪ي fiili ى üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هِ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اَجْراً ikinci mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. عَظ۪يماً kelimesi اَجْراً ‘in sıfat olup fetha ile mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَوْفٰى fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi وفى ’dir.
يُؤْت۪ي fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi اتى ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ
Ayet, istînâfiyye olup fasılla gelmiştir. اِنَّ ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّ ’nin isminin ism-i mevsûlle gelmesi, habere dikkat çekmek içindir. Ayrıca müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi muhatabın mevsûlün sılası hakkında bilgisi olduğunu göstermektedir.
Müsnedün ileyh makamındaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan يُبَايِعُونَكَ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اِنَّ ’nin haberi olan اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَ cümlesi kasr edatı اِنَّمَا ile tekid edilmiş muzari fiil sıygasında faide-i haber inkâî kelamdır. اِنَّ ’nin haberinin muzari fiil sıygasında cümle olarak gelmesi, isim cümlesinin anlamına hükmü takviye teceddüt ve istimrar ifadeleri katmıştır.
Kasr, fiil ve mef’ûl arasındadır. يُبَايِعُونَ maksûr/sıfat, اللّٰهَۜ maksûrun aleyh/mevsuf olmak üzere Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.
Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiş olur.
اِنَّمَا ile yapılan kasrlarda muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur, ya da bu konuma konulmuştur. Muhatabın inkâr ettiği durumlarda, inkâr etmiyormuş menzilesine konarak اِنَّمَا ile kasr yapılır. Böylece tariz yoluyla başka bir maksat için gelmiş olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi)
اِنَّـمَٓا , kâffe (durduran, engelleyen anlamında ism-i faildir) ve mekfûfe’dir. Usül ve beyan alimlerinin Cumhuruna göre kâffe olan مَٓا harfi, اِنَّ ile birlikte nafiye olur ve bu da hasr için kullanılma sebebidir. Çünkü اِنَّ ispat, مَٓا nefy içindir. Bu ikisinin tek bir şey için kullanılması caiz değildir, çünkü aralarında tenakuz vardır. https://www.arapcadilbilgisi.com/
Cumhura göre إنما hasr ifade eder ve maksûrun aleyh cümlenin sonunda bulunur. https://islamansiklopedisi.org
Zuhaylî’nin açıklamalarına göre ayet-i kerîmedeki اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَ ifadesi istiâre-i tasrîhiyye-i tebeiyyedir. Canlarıyla cihat etmek üzere söz vermek, ahitleşmek mal karşılığında ücret vermeye teşbih edilmiştir. Müşebbehün bih, müşebbeh için müsteâr olarak kullanılmıştır. يُبَايِعُونَ /biat ediyorlar fiili اَلْبَيْعَ masdarından türemiştir. “Allah yolunda canlarını vermek üzere ahitleşiyorlar, söz veriyorlar” anlamındadır. İki mana arasındaki benzeme yönü ise her ikisinin de mübâdele/değişim manasını kapsamasıdır. Zira اَلْمُبَايَعَةُ veya اَلْبَيْعَ aslında “malı mal karşılığında değiştirmek” demektir. Sonra burada kendilerine cennet sözü verilmesi karşılığında kafirlerle muharebede sebat etmek üzere sözleşmek anlamında kullanılmıştır. Yani Ey Peygamber! Kureyşle savaşmak üzere Hudeybiye’de Rıdvan biatında seninle ahitleşenler ancak Allah’a bîat etmişler, O’na itaat etmişler ve emirlerine riayet etmek üzerine O’nunla ahitleşmişlerdir. Çünkü onlar canlarını cennet karşılığında Allah’a satmışlardır ve Rasule itaat gerçekte Allah’a itaattir.
(Sinan Yıldız, Vehbe Ez-Zuhaylî’nin Et-Tefsîru’l-Münîr adlı Tefsirinde Belâğat İlmi Uygulamaları)
Burada iddiaî kasr vardır. (Âşûr)
يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ cümlesi, يُبَايِعُونَ ‘deki failin halidir. Hal cümleleri anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâzı hazif sanatı vardır. يَدُ اللّٰهِ mübtedadır. Zarf olan فَوْقَ اَيْد۪يهِمْ mahzuf habere mütealliktir.
Müsned ve müsnedün ileyh izafetle gelerek az sözle çok anlam ifade etmiştir.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
يَدُ اللّٰهِ izafeti, muzâf için tazim ifade eder.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, hükmün illetini belirtmek ve teşviki artırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
يَدُ - اَيْد۪يهِمْۚ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْ cümlesinde de istiâre-i mekniyye vardır. Yüce Allah, müminlerin biatlarından haberdar olması ve itaatlarından dolayı onları mükafatlandırmasını, elini, komutanın ve halkının elinin üzerine koymuş olan krala benzetti. Müşebbehün bihi hazf edip ona, levazımından biri olan el ile istiâre-i mekniyye yoluyla işaret etti. (Safvetü’t Tefâsir)
Ayette insanların elleriyle birlikte Allah’ın elinin zikredilmesinde müşakele vardır. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
Burada Allah’ın elinden murad, kuvveti ve zaferidir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
Allah'ın eli onların elleri üzerindedir. Yani sanki biat anında Allah'ın eli onların elleri üzerindedir. Tekidde mübalağa için, benzetme edatı hazf edilmiştir. Burada يَدُ /elin anılması, biat esnasında Müslümanların Hz Peygamber'in elini tutmuş olmalarından dolayıdır. Çünkü Araplar sözleşme ve ahidleşmelerde böyle yaparlardı. (Ruhu’l Beyan, Âşûr)
Akabe gecesinde yetmiş iki erkek ve iki kadın Resulullah'a biat ettiler. Kadınlarla biatta tokalaşılmadı. Onlar elini tutmak isteyince buna mani oldu ve: ”Gidiniz, sizinle biat ettim" dedi.
Bir hadiste: ”Hacer-i esved yer yüzünde Allah'ın sağ elidir, ” buyurulmaktadır.
Diğer bir rivayet şu şekildedir: ”Kâbe'nin rüknü, Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir. Onunla, sizden birinizin kardeşiyle tokalaştığı gibi, kullarıyla tokalaşır. ”
es-Sehâvî şöyle der: ”Hacca ve umreye giden kişi için Hacer-i esvedi öpmek gerekince, o sanki kralın eli gibi olur. En yüce örnek Allah içindir. Aynı şekilde, kral kendisiyle tokalaşana hediye ve ahid verdiği gibi Hacerü'l-esved'e dokunana da Allah katında ahid vardır." (Ruhu’l Beyân, Âşûr)
فَمَنْ نَكَثَ فَاِنَّمَا يَنْكُثُ عَلٰى نَفْسِه۪ۚ
فَ , istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda, haberî isnaddır. Şart cümlesi مَنْ نَكَثَ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şart ismi مَنِ mübteda konumundadır. نَكَثَ , haberdir. Haberin mazi fiil sıygasında cümle olması hükmü takviye, hudûs, sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 2, s. 88.)
فَ karinesiyle gelen şartın فَاِنَّمَا يَنْكُثُ عَلٰى نَفْسِه۪ cevap cümlesi, اِنَّمَا kasr edatıyla tekid edilmiş, , müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümledeki kasr, يَنْكُثُ maksûr/sıfat, عَلٰى نَفْسِه۪ maksûrun aleyh/mevsûf olmak üzere kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.
Burda kasr-ı kalp vardır. (Âşûr)
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
نَكَثَ - يَنْكُثُ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Şart ve cevap cümleleri arasında müzavece sanatı vardır.
نَكَثَ , ‘Ahdi bozmak’ diye tercüme ettiğimiz bu kelime, aslında ip ve benzeri bir şeyi çözmek anlamındadır. Ahdi bozmak anlamında istiare yoluyla kullanılmıştır. Yani: Kim ahdini ve biatını bozar, onun kesinliğini ve sağlamlığını yok ederse zararı kendisine döner. Çünkü ahdi bozan başkası değil, kendisidir. (Ruhu’l Beyân, Âşûr)
وَمَنْ اَوْفٰى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّٰهَ فَسَيُؤْت۪يهِ اَجْراً عَظ۪يماً۟
Cümle atıf harfi وَ ‘la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Şart üslubunda, haberî isnaddır. Şart cümlesi olan مَنْ اَوْفٰى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّٰهَ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Şart ismi مَنِ mübteda konumundadır. اَوْفٰى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّٰهَ cümlesi, haberdir. Haberin mazi fiil sıygasında cümle olması hükmü takviye, hudûs, sebat temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî Tefsir, c. 2, s. 88.)
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَا , başındaki harf-i cerle birlikte اَوْفٰى fiiline mütealliktir. Sılası olan عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّٰهَ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
فَ karinesiyle gelen şartın cevap cümlesi فَسَيُؤْت۪يهِ اَجْراً عَظ۪يماً۟ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Fiilin başındaki سَ harfi tekid içindir.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Mef’ûl olan اَجْراً ’in nekre gelişi, tazim, nev ve kesret ifade eder.
فَسَيُؤْت۪يهِ اَجْراً عَظ۪يماً۟ ifadesinde istiare vardır. Ahdine vefa edenlerin mükafatı, işçiye ödenen ücrete benzetilmiştir.
عَظ۪يماً۟ kelimesi اَجْراً için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
نَكَثَ (ahdini bozdu) - اَوْفٰى ( sözünde durdu) kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
فَمَنْ نَكَثَ فَاِنَّمَا يَنْكُثُ عَلٰى نَفْسِه۪ۚ cümlesiyle, وَمَنْ اَوْفٰى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّٰهَ فَسَيُؤْت۪يهِ اَجْراً عَظ۪يماً۟ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
Cenab-ı Hak فَسَيُؤْت۪يهِ اَجْراً عَظ۪يماً۟ (Allah da ona) büyük bir ecir verir" buyurmuştur. Daha önce, "büyük" sıfatının cisimler için kullanıldığını, cisimde ancak boy, en ve yükseklik gibi hallerin bulunması halinde, onun için bu kelimenin kullanılabileceğini, binâenaleyh yüksek ama dar bir dağ hakkında, "yüksek, yüce dağ" tabirinin kullanılamayacağını, bu yüksekliğinin yanında, dört bir taraftan geniş ve engin olursa ancak o zaman "büyük" denilebileceğini söylemiştik. Mükâfat (ecir) de bunun gibidir. Çünkü cennetin yiyecekleri, en yüce cins ve kalitede olup, son derece boldur, kesintisiz olarak, ebediyen devam eder. Böylece de, cennetin yiyeceklerinde "büyük" sıfatının kullanılabileceği bir özellik vardır. "Büyük (azîm)" kelimesi, Allah hakkında ise, tıpkı cisim hakkında kullanıldığında, onun cihetleri hususundaki mükemmelliğine işaret etmesi gibi, sıfatları hususunda Allah'ın kemâline bir işarettir. (Fahreddin er-Râzî)
عَلَيْهُ ‘daki zamiri Cumhur esreli okurken Hafs ötreli okumuştur. Ötreli okunması lafza-i celâlin heybetini hissettirmek içindir. Ahd gibi önemli bir konuda bu önemlidir. (Alûsî)