يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍۜ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَيُّهَا | ey |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
4 | مَنْ | kim |
|
5 | يَرْتَدَّ | dönerse |
|
6 | مِنْكُمْ | sizden |
|
7 | عَنْ | -nden |
|
8 | دِينِهِ | dini- |
|
9 | فَسَوْفَ | yakında |
|
10 | يَأْتِي | getirecektir |
|
11 | اللَّهُ | Allah |
|
12 | بِقَوْمٍ | bir toplumu |
|
13 | يُحِبُّهُمْ | onları seven |
|
14 | وَيُحِبُّونَهُ | onlar da O’nu severler |
|
15 | أَذِلَّةٍ | alçak gönüllüdürler |
|
16 | عَلَى | karşı |
|
17 | الْمُؤْمِنِينَ | Mü’minlere |
|
18 | أَعِزَّةٍ | onurlu ve şiddetlidirler |
|
19 | عَلَى | karşı |
|
20 | الْكَافِرِينَ | kafirlere |
|
21 | يُجَاهِدُونَ | cihad ederler |
|
22 | فِي |
|
|
23 | سَبِيلِ | yolunda |
|
24 | اللَّهِ | Allah |
|
25 | وَلَا |
|
|
26 | يَخَافُونَ | korkmazlar |
|
27 | لَوْمَةَ | kınamasından |
|
28 | لَائِمٍ | hiçbir kınayıcının |
|
29 | ذَٰلِكَ | bu |
|
30 | فَضْلُ | bir lutfudur |
|
31 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
32 | يُؤْتِيهِ | onu verir |
|
33 | مَنْ | kimseye |
|
34 | يَشَاءُ | dilediği |
|
35 | وَاللَّهُ | Allah’(ın) |
|
36 | وَاسِعٌ | (lutfu) geniştir |
|
37 | عَلِيمٌ | bilendir |
|
İman eden kimselerden dinden dönenlere burada, bu şekilde ve bu bağlamda yöneltilen tehdit, yahudiler ve hristiyanlarla dostluk ile İslâm’dan dönmek arasında bir bağlantı olduğunu gösteriyor. Daha önce, onları dost edinen bir kimsenin, müslüman toplumdan kopup, onlardan biri haline geleceğinin belirtilmiş olması da bunu doğruluyor: “Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur.” Buna göre, ayetlerin akışı içerisinde ikinci çağrı, birinci çağrıyı vurgulamakta ve kesinleştirmektedir. Yine aynı şekilde üçüncü çağrıda da aynı olguya değiniliyor. Burada kafirler ile ehl-i kitap aynı kategoriye sokularak, onlarla dost olunması yasaklanıyor. Ehl-i kitabla dostluk, kafirlerle dostlukla aynı bağlamda değerlendiriliyor. İslâm’ın ehl-i kitab ile kafirleri onlara karşı yapılması gereken muamele bakımından farklı değerlendirmesinin, dostluk meselesiyle bir ilintisi yoktur. Ehl-i kitab ile kafirler arasındaki söz konusu farklılık, dostluk bağlamında değil, daha başka meselelerdedir.
“Ey müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O’nu severler, bunlar müminlere karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.”
Allah’ın mümin grubu seçmesi, yeryüzünde Allah’ın dininin yürürlüğe koyulması bağlamında “takdir-i ilahi”nin gerçekleşmesine vesile olmaları, insanların yaşamlarında Allah’ın otoritesini egemen kılmaları, tavır ve düzenleri O’nun sistemine göre belirlemeleri, her meselede, her sorunda O’nun şeriatını uygulamaları ve de bu sistem bu şeriat sayesinde yeryüzünde kurtuluşu, iyiliği, temizliği :e gelişmeyi sağlamaları içindir. Bunları gerçekleştirmek üzere müminlerin seçilmiş olması, Allah’ın bir lütfu, bir bağışıdır. Bir kişi bu lütfu reddeder ve kendini bundan yoksun kılmayı dilerse, -her kim olursa olsun Allah’ın ne ona ne de bir başkasına ihtiyacı olmadığını unutmamalıdır. Allah kendilerinin bu yüce lütfa layık olduklarını bilen kullarını, elbette ki seçecektir.
Ayet-i Kerime’nin burada çizdiği seçkin topluluğun bu tablosu, karakteristik özellikleri son derece belirgin, çizgileri de oldukça güçlü bir tablodur. Parlak ve çekici olduğu kadar, kalplere de son derece sempatik gelmektedir.
” ..Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O’nu severler.”
Karşılıklı sevgi ve hoşnutluk, onlarla Rableri arasındaki bağı oluşturmaktadır. İşte bu topluluğu şefkatli Rablerine bağlayan bu akıcı, yumuşak, aydınlık yüce ve tatlı duygudur.
Yüce Allah’ın, kullarından birini sevmesi; O’nu, kendisine vasfettiği biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir de bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde, bilincinde ve varlığında hissedenden başka hiçbir idrakin değerini ölçmediği bir şeydir. Evet, bu lütfun gerçek değerini, onu bağışlayanın hakikatını bilen takdir edebilir. Kimdir Allah? Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir? Küçücük bir bedene sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan insanı kim yaratmıştır? Bu yüceliğe, bu güce ve bu birliğe sahip olan kimdir? Kimdir tek başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği kul kimdir? Evet, bunları kavrayan üstün, ulu, daima diri, öncesiz ve sonrasız ilk ve son, açık ve gizli olan Allah’ın yarattığı bu kula bağışladığı nimetin değerini de bilir.
Kulun Rabbini sevmesi de ancak tadına varan birinin algılayabileceği bir nimettir. Yüce Allah’ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur. İnsanı bürüyen bol bir lütuf olduğu gibi, yüce Allah’ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel ve eşsiz lezzeti tattırması da, olağanüstü ve büyük bir nimet, insanı bürüyen bol bir lütuftur.
Yüce Allah’ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin O’na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen bu,topluluğun içinde son derece azdırlar- Rabia el-Adeviye’nin şu beyitleri hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularıma taşımaktadır!
Sen tatlı ol da, koca hayat acılarla dolsun,
Yeter ki sen hoşnut ol da, isterse tüm yaratıklar dargın olsun.
Seninle aramız iyi olduktan sonra
Alemler bozuk olsa ne çıkar.
Senin sevgin olduktan sonra, gerisi boştur.
Çünkü toprağın üstünde olan herşey topraktır.
Ulu Allah’tan, kullarından birine ve bu kuldan, nimetleri veren, lütuf sahibi Allah’a yönelik bu sevgi, varlık alemini bürüyüp koca evrene yayılıyor. Her canlının, herşeyin özüne işliyor. Hava ve gölge gibi varlık alemini seven, sevilen şu kul da somutlaşan insan varlığını bürüyor adeta.
İşte İslâm düşüncesi, müminle Rabbini, bu harikulade ve sevimli bağla birbirine bağlamaktadır. Bir kereye özgü geçici bir duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılı düşüncede yer alan bir öz, bir gerçek ve bir öğedir.
“İman edip salih ameller işleyenlere, Rahman; onlara bir sevgi kılacaktır.” (Meryem Suresi, 96)
“…Kuşkusuz Rabbim merhametlidir, sevendir.” (Hud Suresi, 90) “
O, bağışlayandır, sevendir” (Buruç Suresi, 14)
“Eğer kullarım sana benden sorarlarsa, onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince kabul ederim.” (Bakara Suresi, 186)
“…Müminler en çok Allah’ı severler.” (Bakara Suresi, 165)
“De ki; Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah sizi sevsin.” (Al-i İmran Suresi, 31) Benzeri ayetler çoktur.
Bütün bunları gördükleri halde, “İslâm düşüncesi, kuru ve katı bir düşüncedir. Allah ile insan arasındaki ilişkiyi, baskı, zor, azap, ceza, kabalık ve kopukluk şeklinde tasvir etmektedir. İsa-Mesih’i Allah’ın ve tanrısal unsurlardan biri kabul eden ve böylece sentezle Allah ile insanı birbirine bağlayan düşünce gibi değildir” diyenlere şaşmamak elde değildir.
Kuşkusuz İslâm düşüncesinde, ilahlığın gerçeği ile kulluğun gerçeğinin başkalığına ilişkin netlik, Allah ile kul arasındaki sevimli yumuşaklığı kurutmaz. Bu, adalete dayalı bir ilişki olduğu gibi merhamete dayalı bir ilişkidir. Bu şefkate dayalı ilişkidir, soyutlanmaya dayalı olduğu gibi. Ve o sevgi ilişkisidir, Allah’ı tenzih etmeye dayalı bir ilişki olduğu gibi.
İşte bu, insan bünyesinin alemlerin Rabb’iyle ilişkisinde ihtiyaç duyduğu, herşeyi kapsayan eksiksiz bir düşüncedir.
Bu dine inanmış seçkin müminler topluluğunun sıfatları sıralanırken, şu olağanüstü ifade yer almaktadır!
“Allah onları sevdiği gibi onlar da O’nu severler.”
Bu ifade, ağır yükün altında bükülen mümin gönlün ihtiyaç duyduğu bir hava estiriyor. Artık, mümin nimetleri veren yüce Allah tarafından seçildiğini, kendisine lütfedildiğini ve Rabbine yaklaştırıldığını anlıyor.
Ardından ayetin akışı, müminlerin, karakteristik özelliklerinden geri kalanlarını, sunmaya devam ediyor:
“…Bunlar müminlere karşı alçak gönüllüdürler.”
Bu itaatkarlıktan, uysallık ve yumuşaklıktan kaynaklanan bir sıfattır. Buna göre mümin bir diğer mümine karşı, son derece alçak gönüllüdür. Ona karşı serkeş değildir. Hiçbir zaman zorluk çıkarmaz. Son derece rahat ve uysaldır. Kolaylaştırıcıdır, kardeşinin ihtiyacını karşılamaya büyük özen gösterir. Oldukça hoşgörülü ve şefkatlidir. Müminlere karşı alçak gönüllü olmanın anlamı budur.
Müminlere karşı alçak gönüllü olmada bir alçaklık, bir aşağılanmışlık söz konusu değildir. Bu kardeşliktir. Engellerin ortadan kalkması, zorlukların bertaraf edilmesidir. Gönül gönüle karışır, artık başkasına karşı serkeşlik ve ayrılık duygularına yer kalmamıştır.
Kişiyi inatçı, isyancı ve kardeşine karşı cimri kılan, toplumdan uzak durmanın ve bağları koparmanın doğurduğu bireyselliktir. Ancak gönlünü mümin topluluğun gönülleriyle birleştirince artık, kendisini engelleyen ve isyan oluşturmasına neden olan duygulardan kurtulur. Onlar hakkında başka bir duygu yer edebilir mi ki gönlünde?
Allah için kardeş olup bir araya gelmişler. Allah onları seviyor, onlar da Allah’ı. Bu yüce sevgi aralarında yayılmış, onu paylaşmışlardır.
“…Kafirlere karşı onurlu davranırlar.”
Kafirlere karşı dirençli, yüz vermez ve üstün bir konumdadırlar. Bu özelliklerinin burada ayrı bir yeri vardır. Bu üstünlük kişisel onurdan kaynaklanmıyor. İnsanın kendi üstünlüğünü sağlama amacına da yönelik değildir. Aksine bu, inancın onurudur. Kafirlere karşı, altında birleştikleri sancağın üstünlüğüdür. Bu üstünlük, sahip oldukları inancın tamamen iyilik olduğuna olan güvenlerinden kaynaklanmaktadır. Görevlerinin, sahip oldukları iyiliğe! başkalarının boyun eğmesini sağlamak olduğunu biliyorlar. Başkalarının kendilerine boyun eğmesini sağlamak ya da kendilerinin başkalarına ve sapık inançlarına boyun eğmesine meydan vermek değildir. Sonra bu üstünlük; Allah’ın dininin ihtirasların dinine, Allah’ın gücünün onların gücüne ve Allah’ın hizbinin cahiliye hiziplerine galip geleceğine olan sonsuz güvenlerinden kaynaklanmaktadır. O halde yol boyunca kimi çarpışmalardan bozguna uğramış olsalar bile, her zaman üstündürler.
“…Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler.”
Allah’ın sistemini yeryüzüne yerleştirmek, insanlar üzerinde Allah’ın otoritesini duyurmak ve insanlar adına iyilik, doğruluk ve gelişme sağlamak için, O’nun şeriatını hayata egemen kılmak uğruna yapılan Allah yolunda cihad; onlar aracılığıyla yeryüzünde dilediğini gerçekleştirmek için, yüce Allah’ın seçtiği mümin topluluğun sıfatıdır.
Onlar Allah yolunda cihad ederler. Kendileri, ulusları, ülkeleri ve ırkları uğruna değil, Allah yolunda, O’nun sistemini gerçekleştirmek, O’nun otoritesini yerleştirmek, O’nun şeriatını uygulamak ve bu yolla tüm insanlık adına iyiliği gerçekleştirmek için… Bu işte kendileri için birşey yok. Kendilerine bir pay da çıkarmazlar. Herşey tamamen Allah için ve hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O’nun yolunda yapılmaktadır.
Onlar Allah yolunda cihad ederler, bu yüzden kınayanın kınamasından korkmazlar. Hem sonra insanların kınamasından nasıl korkarlar ki; onlar, insanların Rabbinin sevgisini garantilemişlerdir. Allah’ın kanununa uydukları ve O’nun sistemini hayata egemen kıldıklarına göre, insanların alışkanlıklarını, ulusal geleneklerini ve cahiliyenin genel geçer törelerini dikkate alırlar mı hiç? Hayat ölçülerini ve hükümlerini insanların arzularına dayandıranlar, yardım ve desteği insanlardan bekleyenler, insanların yergisinden çekinirler. Ancak insanların arzularına, ihtiras ve değer yargılarına hakim olması için Allah’ın terazisine, kriter ve değerlerine başvuranları, gücünü ve onurunu Allah’ın gücünden ve O’nun verdiği onurdan alanları, insanların ne söyledikleri ve ne yaptıkları hiç ilgilendirmez. Bu insanların durumu ne olursa olsun, realiteleri ne olursa olsun. Bu insanların uygarlıkları, bilim ve kültürleri ne düzeyde olursa olsun, durum değişmeyecektir.
Biz insanların söylediklerini, yaptıklarını, sahip oldukları üzerinde uzlaşma sağladıkları şeyleri, pratik hayatlarında edindikleri değer ve ölçüleri, her zaman göz önünde bulundururuz. Çünkü biz; ölçü, kriter ve değerlendirme konusunda baş vuracağımız temelden habersiz ya da yanılgı içindeyiz. Bunun Allah’ın sistemi, şeriatı ve hükmü olduğundan haberimiz yok. Oysa sadece O gerçektir. Ona karşıt olan herşey de batıldır, boştur. İsterse milyarların geleneği olsun, onlarca asır boyunca gelip geçen ulusların üzerinde birleştikleri birşey olsun.
Sırf şu anda mevcuttur, realite budur, milyonlarca insan tarafından benimsemektedir. Ona göre yaşamakta ve hayatları için bir temel edinmektedir diye, hiçbir kurum, gelenek ve görenek ya da değer yargısı bir anlam ifade etmez. Bu ölçüyü, İslâm düşüncesi kabul etmez. Herhangi bir durumun, gelenek ve göreneğin veya değer yargısının bir anlam ifade etmesi için, Allah’ın sisteminden bir temele dayanması gerekmektedir. Değer ve ölçülerin alındığı tek kaynak budur.
Bu yüzden, mümin topluluk, Allah yolunda cihad ederken kınayanların kınamasından korkmaz. Bu, seçkin müminlerin karakteristik özellikleridir.
Sonra, Allah tarafından seçilmeleri, O’nunla seçkin müminler arasındaki karşılıklı sevgi, onların özellikleri ve ünvanları haline getirdiği bu karakteristik çizgiler, onların gönlünde yer eden Allah’a güven duygusu, cihada girişirken O’nun yol göstericiliğine göre hareket etmeleri… Evet tüm bunlar Allah’ın lütfudur.
“Bu Allah’ın bağışıdır, onu dilediğine verir.”
Bu lütfundan ve sınırsız bilgisinden verir. Yüce Allah’ın ilminden ve takdirinden dilediği için seçtiği bu bağıştan daha bol ne olabilir ki?
Fizilal-il Kuran/Seyyid Kutub
Peygamber Efendimiz (sav) mü’minlerden
“ kınayanların kınamasından korkmamak” üzere bîat alırdı.
(Buhari ,Ahkam 43;Müslim ,İmâmet 41).
(Ayet ve hadislerle açıklamalı KUR’AN-I KERİM MEALİ
PROF. DR. MEHMET YAŞAR KANDEMİR)
لَوْم Kınanacak bir şey yapması sebebiyle bir kişinin değerini düşürüp kınamaktır. İsmi faili olan لائِم kınanan kişi demektir. Kuran-ı Kerim’de iki defa geçen İf’al babında (ismi fâil olarak) anlamı kınanmayı hak etti şeklindedir. Kuran’da bir defa geçen Tefâul babı ise tarafların birbirini kınamasıdır. Kıyamet/2’de geçen ‘Nefsi Levvâme’ ibaresi hakkında iki görüş mevcuttur: Birinci görüşe göre bu bazı faziletleri kazanıp, bir mekruh/nahoş iş işlediğinde sahibini kınayan nefistir. Bu itibarla mutmain nefsin altındadır. İkinci görüş ise bilakis zatında itmi’nana kavuşmuş ve başkasını te’dib/edeplendirme gücüne sahip nefis budur. Dolayısıyla mutmain nefsin üstündedir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 14 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli levm etmektir. Bu ayette iki farklı kalıpta aynı tamlamada kullanılmıştır ve her iki türevi de sadece bu ayette geçmiştir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ
يَٓا nida harfidir. اَيُّ; münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir. الَّذ۪ينَ münadadan sıfat veya bedeldir.
İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Nidanın cevabı مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ ’dür.
مَنْ şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. يَرْتَدَّ şart fiili olup sükun üzere meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Aynı zamanda mübtedanın haberidir.
مِنْكُمْ car mecruru يَرْتَدَّ ’deki failin mahzuf haline müteallıktır. عَنْ د۪ينِه۪ car mecruru يَرْتَدَّ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. سَوْفَ gelecek zamana işaret eder. Alimler bu edatı tesvif -erteleme diye isimlendirmişlerdir. Vaat veya tehdit bulunan yani istenen veya hoşlanılmayan bir fiile delalet eden bir muzari fiilin başına geldiklerinde tekid-vurgu olurlar.
يَأْتِي fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
بِقَوْمٍ car mecruru يَأْتِي fiiline müteallıktır. يُحِبُّهُمْ fiili قَوْمٍ kelimesinin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. يُحِبُّهُمْ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
يُحِبُّونَهُٓ cümlesi atıf harfi وَ ’la يُحِبُّهُمْ ’e matuftur. اَذِلَّةٍ kelimesi قَوْمٍ kelimesinin sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ car mecruru اَذِلَّةٍ ‘e müteallıktır. اَعِزَّةٍ kelimesi قَوْمٍ kelimesinin ikinci sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
الْمُؤْمِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir.
(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ car mecruru اَعِزَّةٍ ’e müteallıktır. الْكَافِر۪ينَۘ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
يَرْتَدَّ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
Fiil iftial babındadır. Sülâsîsi ردد’dir. İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍۜ
Fiil cümlesidir. يُجَاهِدُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.
ف۪ي سَب۪يلِ car mecruru يُجَاهِدُونَ fiiline müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olarak kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَخَافُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
لَوْمَةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. لَٓائِمٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
يُجَاهِدُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi جهد ’dir. Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ
İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
الْفَضْلُ haber olup lafzen merfûdur. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
يُؤْت۪يهِ fiili mübtedanın ikinci haberidir. يُؤْت۪يهِ fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Muttasıl zamir هِ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ, ikinci mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası يَشَٓاءُ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
يَشَٓاءُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. اللّٰهُ lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur. وَاسِعٌ haber olup lafzen merfûdur. عَل۪يمٌ ise ikinci haberdir.
وَاسِعٌ kelimesi sülâsî mücerred olan وسع fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍۜ
Bundan önce Allah Teâlâ, Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyi nehyetmiş, onları anlatıldığı şekilde dost edinmenin, dinden irtidat sebebi olduğunu ve onları dost edinen münafıkların akıbetini açıklamıştı. Şimdi burada mutlak olarak mürtecilerin halini beyan ediyor. Rivayete göre, on bir fırka İslâm'dan döndü. Bunlardan üçü Resulullah (sav) hayatta iken irtidat ettiler. (Ebüssuûd)
Bu ayet, öncesindeki ve sonrasındaki ayet arasında bir itiraz cümlesidir. (Âşûr)
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nidanın cevap cümlesi olan … مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪, şart üslubunda haberî isnaddır.
İman edenlerin ism-i mevsûlle ifade edilmesi sonraki konuya dikkatleri çekmek ve iman edenlere tazim içindir. Tevcih anlamı ihtiva eden mevsûlün sılası, mazi fiil sıygasında gelmiş, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şartın cevabı فَ karînesiyle gelen … فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ cümlesidir. Muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. İstikbal harfi سَوْفَ cümleyi tekid etmiştir. مَنْ ’in haberi olan, şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber talebî kelamdır.
يُحِبُّهُمْ cümlesi بِقَوْمٍ için sıfattır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üslupta gelen …يُحِبُّونَهُٓ cümlesi بِقَوْمٍ ’in ikinci sıfatıdır. و’la birbirine atfedilen bu sıfat cümlelerinde atıf sebebi temâsüldür. اَذِلَّةٍ - اَعِزَّةٍ kelimeleri kavim için üçüncü ve dördüncü sıfatlardır. Bu kelimeler arasında muvazene ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır.
Birbirine matuf olan يُجَاهِدُونَ ve لَا يَخَافُونَ cümleleri de kavim için diğer sıfatlardır. Sıfatlar arasında atıf sebebi temâsüldür.
بِقَوْمٍ ’deki tenvin tazim ve kesret ifade eder.
ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla Allah’ın yolu, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü Allah yolu hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak Allah’ın emrine uymanın önemini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır.Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
سَب۪يلِ اللّٰهِ izafeti, lafza-i celâle muzâf olması سَب۪يلِ için tazim ve şeref ifade eder.
سَب۪يلِ اللّٰهِ ibaresinde istiare vardır. سَب۪يلِ kelimesi yol demektir. Allah’ın dini anlamında müsteardır. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir.
Lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır. Çünkü ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır.
لَوْمَةَ - لَٓائِمٍ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. لَوْمَةَ ’nin masdar olması mübalağa, لَٓائِمٍۜ ’in tenvinli gelmesi kesret ifade eder.
الْمُؤْمِن۪ينَ - الْكَافِر۪ينَۘ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
يُحِبُّهُمْ - يُحِبُّونَهُٓ ve اٰمَنُوا - الْمُؤْمِن۪ينَ ve يُؤْت۪يهِ - يَأْتِي kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ - اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ ibareleri ve يُحِبُّهُمْ - يُحِبُّونَهُٓ cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا şeklindeki nida üslubu Kur’an-ı Kerim’de iman edenlere önemli bir konunun bildirileceğini haber verir. Bu üslup tekid türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir. Sonra اَيُّ harfi gelmiştir. Bu harf nida ile akabindeki elif-lamlı kelimeyi birbirine bağlar. Müphem bir harftir, takip eden kelimeyle açıklanır. Böylece ibhamdan sonra beyan gelir. Arkadan gelecek olan konu için kişiyi hazırlar ve uyarır. Sonra yine bir tenbih harfi olan هَا gelir. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri’t Ta’bîri’l Kur’anî, s. 43)
Bazı salihler Allah Teâlâ’nın ايَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا [Ey iman edenler] sözünü işitince sanki Allah’ın nidasını işitmiş gibi, لبيك وسعديك “Emret Allah’ım, emrine amadeyim.” der. Böyle söylemek Kur’an’ın edebidir.
Yüce Allah, يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا hitabı ile Kur’an’ın 88 yerinde müminlere hitap etmiştir. “Ey iman edenler” ifadesi hep Medenî surelerde geçmiştir. Bu hitap bir teşriftir. Mekkî surelerde “Ey insanlar” ifadesi vardır. Medine’de emir ve yasaklar fazlalaşmıştır. Mekke'de fazla emir ve yasak yoktur.
Muhataplara “Ey müminler!” diye seslenilmesi onlara, bu iman sahibinin Allah’ın emirlerine güzel bir şekilde sarılması ve itaat etmesi, yasaklarından da sakınması gerektiğini hatırlatır. (Sâbûnî)
Muhatapların iman ile vasıflandırılmaları, onların düşmanlarından farklı olduğunu göstermek suretiyle hallerini kendilerine hatırlatmak ve onda sebatlarını sağlamak içindir. (Ebüssuûd)
İman edenler şöyle olmalıdırlar:
“Müminlere karşı boynu eğik, boynu kıldan ince.
Kafirlere karşı aziz, üstün, sert, zorlu.”
“Allah yolunda cihad etmek” tabiri kapsamına emr-i bil ma’ruf da girer. İnsanları uyarmak vs. bu yolda kınanmaktan kaçınmamak, kimin ne dediğine aldırmamaktır.
Bu ayet-i kerimede Allah’ın sevdiği kimselerin müminlere karşı alçak gönüllü olduğu zikredilmiştir. Eğer peşinden gelen اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ [kafirlere karşı da onurlu ve güçlüdürler.] ifadesi olmasaydı müminlere karşı olan alçak gönüllülüklerinin zayıflık ve güçsüzlükten kaynaklanabileceği intibası ortaya çıkacaktı. Son ifadeyle onların güçlü kimseler olduğu zikredilerek bu intiba ortadan kalkmıştır. Burada “Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar.” kısmında mukabele sanatı da vardır. (Ali Bulut, Kur’an-ı Kerim’de Itnâb Üslûbu)
Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse Allah Teâlâ onları helak ettikten sonra onların yerine öyle bir kavim getirir ki O, onları sever; onların dünyası ve ahireti için hayırlı olanı irade buyurur. Onlar da O’nu severler; O’na itaat eder ve isyandan sakınırlar.”
Bu bahtiyar kavmin kimliği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. (Ebüssuûd)
Allah Teâlâ’nın, mürtecilerin helakından sonra onların yerine getireceği kavim, müminlere karşı gayet yumuşak, merhametli ve mütevazı; kâfirlere karşı ise şedit, zorlu ve galiptir. Yukarıda söz konusu edilen kavmin diğer bir sıfatı da cihada karşı istekli olmaktır. Onlar, Allah Teâlâ yolunda cihadı ve dindeki kararlılığı birleştirmişlerdir. Bu kelam, münafıklara bir tarizdir. Çünkü onlar, Müslüman askerler içinde sefere çıktıkları zaman Yahudi dostlarından korkarak onların kınamasına sebep olacak işler yapmıyorlardı. (Ebüssuûd)
Dinden dönme bir olaya mahsus olmadığı gibi bu kavim de belli bir kavimden ibaret değildir. Dinden dönenlerin zararlarına karşı olmak ve onların terk ettikleri saadet mevkiini işgal etmek üzere kıyamete kadar zaman zaman nöbetle gelecek ve i’lâ-yı kelimetullah (Allah’ın kelimesini yükseltmek) ile İslam’a hizmet edecek birçok toplumlara işarettir ki anılan vasıflar bunların mümeyyiz (ayırıcı) vasıflarını ve birleşme yönlerini teşkil eder. (Elmalılı)
Burada sadece itikat (iman) itibarıyla dinden dönme değil, amel bakımından da dinden dönme bahis konusudur. Vaktiyle Yahudilerin Hristiyanlara, Hristiyanların Müslümanlara mevkii terk ettikleri gibi, İslam nimetinin kadrini bilmeyen nankörler de onun kıymetini bilecek, şükrünü eda edecek yeni bir Müslüman kavme mevkii terk etmeye mecbur olacaklardır. İnsanlık tarihi, İslam tarihi bunun büyük küçük misalleriyle doludur. Fertleri, küçük toplumları bırakalım da en büyük misallerini alalım: Önce Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, bundan sonra Emevilerin son zamanlarında olduğu gibi bu hizmet, Arap’tan Aceme doğru geçmiş, hadis-i şerifin de gösterdiği üzere Fars kavmi maddî ve manevî olarak İslam’a çok büyük hizmetler etmiş, sonra bunlar da aynı hale gelmiş, bu defa da Allah Türkleri göndermiş, Arapların, Farsların kıymetini bilemeyip kaybettikleri İslam devletini ele alarak İstanbul’a ve oradan yeryüzünün her kıtasına yaymışlardır. Şu halde “Ebnâ-i Fâris” hadisinin delaleti ve İstanbul’un fethi ile ilgili hadisin açıklığı ve “Umulur ki Allah, bir fetih ihsan eder ve katından bir emir getirir.” (Maide Suresi, 52) ilâhî vaadinin mutlak oluşu ve işareti ile Türkler de müjdesine girmişlerdir. Demek ki onlar da bu nimetin kadrini, kıymetini bilmez, küfür ve küfrana doğru giderlerse yerlerini Allah’ın göndereceği diğer bir topluma terk etmeye mecbur olacaklardır. Ve kim bilir lütfu geniş ve ilmi çok olan Allah kıyamete kadar daha ne toplumlar gönderecektir. İşte ta yukarıdan “Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın.” hatırlatmasından beri gelen ve daha devam edecek olan açıklamaların geliş ve akışına göre meâlin özeti bu noktada toplanmaktadır. (Elmalılı)
ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin uzağı işaret etmekte kullanılan işaret ismi ile marife olması, dikkatleri işaret edilene yoğunlaştırmak ve onu yüceltmek içindir.
Bu cümle tezyîl cümlesidir. İşaret ismi de zikredilen tüm kemâl sıfatlara işaret eder. (Âşûr)
Burada uzak işareti olan ذٰلِكَ [işte o] kerimesinin kullanılması, işaret edilen vasıfların faziletçe çok yüksek olduğunu zımnen bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
Müsnedin lafza-i celâle muzâf olarak marife olması ise müsnedin tazimi yanında müsnedün ileyhin de şereflendiğini ifade eder.
İşaret isminde istiare vardır. Ayette Allah’ın koyduğu yasaklar işaret edilmiştir. Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücûdun tahakkuku”dur.
Lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُ cümlesi, ikinci haberdir. Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar, tecessüm ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Fiilin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ’in sılası يَشَٓاءُۜ, muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette cem' ma’at-taksim ve tamim sanatı vardır. Şöyle ki [Allah bir kavim getirir.] cümlesi cem’, [Allah onları, onlar Allah’ı sever. Müminlere mütevazi, kâfirlere izzetli, Allah yolunda çalışır, kınayanın kınamasından korkmazlar.] cümlelerinde taksim vardır. [Bu Allah’ın fadlıdır, dilediğine verir.] cümlesinde de tamim vardır. Konu özelden genele dönmüştür. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
Müstenefe cümlesidir. Lafzâ-i celâl mübteda, وَاسِعٌ haber, عَل۪يمٌ ikinci haberdir. İsme isnad olan bu haber cümlesi sübut ifade eder. Cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet hissettirme kastına matuftur.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı, ayetteki tekrarında ise reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Allah’ın عَل۪يمٌ ve وَاسِعٌ sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın, aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır
Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
وَاسِعٌ - لَٓائِمٍ ve عَل۪يمٌ - سَب۪يلِ ve فَضْلُ - قَوْمٍ kelime grupları arasında muvazene sanatı vardır.
Son cümlede zamir makamında zahir ismin zikredilmesi illeti bildirmek ve cümlenin istiklalini tekit etmek içindir. (Ebüssuûd)
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekit için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir
Bu itirazî (ara) cümle, makablini açıklayan bir zeyl mahiyetindedir. (Ebüssuûd, Âşûr)