بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارٰٓى اَوْلِيَٓاءَۢ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَاِنَّهُ مِنْهُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَيُّهَا | ey |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
4 | لَا |
|
|
5 | تَتَّخِذُوا | edinmeyin |
|
6 | الْيَهُودَ | yahudileri |
|
7 | وَالنَّصَارَىٰ | ve hıristiyanları |
|
8 | أَوْلِيَاءَ | veliler |
|
9 | بَعْضُهُمْ | onların bır kısmı |
|
10 | أَوْلِيَاءُ | velileridir |
|
11 | بَعْضٍ | bir kısmının |
|
12 | وَمَنْ | ve kim |
|
13 | يَتَوَلَّهُمْ | onları kendine veli yaparsa |
|
14 | مِنْكُمْ | sizden |
|
15 | فَإِنَّهُ | mukakkak o |
|
16 | مِنْهُمْ | onlardandır |
|
17 | إِنَّ | şüphesiz |
|
18 | اللَّهَ | Allah |
|
19 | لَا |
|
|
20 | يَهْدِي | doğru yola iletmez |
|
21 | الْقَوْمَ | toplumu |
|
22 | الظَّالِمِينَ | zalim |
|
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارٰٓى اَوْلِيَٓاءَۢ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ
يَٓا nida harfidir. اَيُّ münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir. الَّذ۪ينَ münadadan sıfat veya bedeldir.
İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Nidanın cevabı لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارٰٓى ’dır.
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَتَّخِذُوا fiili نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الْيَهُودَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. النَّصَارٰٓى kelimesi atıf harfi وَ ’la الْيَهُودَ’ye matuftur.
اَوْلِيَٓاءَ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
بَعْضُهُمْ mübtedadır. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَوْلِيَٓاءُ haberdir. بَعْضٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَاِنَّهُ مِنْهُمْۜ
وَ atıf harfidir. مَنْ şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. يَتَوَلَّهُمْ şart fiili olup illet harfinin hazfiyle meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Aynı zamanda mübtedanın haberidir.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. مِنْكُمْ car mecruru يَتَوَلَّ ‘deki failin mahzuf haline müteallıktır.
فَ şartın cevabına dahil olmuş rabıta harfidir. إِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هُۥ muttasıl zamiri إِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.
مِنْهُمْ car mecruru إِنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
اللّٰهَ lafza-i celâli, اِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubtur. لَا يَهْدِي fiili اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَهْدِي fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
الْقَوْمَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. الظَّالِم۪ينَ kelimesi الْقَوْمَ ’nin sıfatıdır. الظَّالِم۪ينَۚ cemi müzekker salim olduğu için ي ile nasb olur.
الظَّالِم۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan ظلم fiilinin ism-i failidir.يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارٰٓى اَوْلِيَٓاءَۢ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nidanın cevabı olan لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارٰٓى اَوْلِيَٓاءَۢ cümlesi nehiy üslubunda talebi inşadır.
İman edenlerin ism-i mevsûlle ifade edilmesi sonraki konuya dikkatleri çekmek ve iman edenlere tazim içindir.
Bu insanların iman unvanı ile vasıflandırılmaları, daha baştan onları, hemen arkasından gelen yasaktan uzak durmaya sevk etmek içindir. Zira Müslümanların, Yahudi ve Hristiyanların zıddı bir sıfat (iman) taşıdıklarının hatırlatılması, onları dost edinmekten sakındırmanın en kuvvetli sebeplerindendir. (Ebüssuûd)
الْيَهُودَ - النَّصَارٰٓى kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
اَوْلِيَٓاءُ - بَعْضٍ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
بَعْضٍ lafzındaki tenvin ivaz tenvinidir. Yani أولياء بعضهم demektir. (Âşûr)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا şeklindeki nida üslubu Kur’an-ı Kerim’de iman edenlere önemli bir konunun bildirileceğini haber verir. Bu üslup tekid türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir. Sonra اَيُّ harfi gelmiştir. Bu harf nida ile akabindeki elif-lamlı kelimeyi birbirine bağlar. Müphem bir harftir, takip eden kelimeyle açıklanır. Böylece ibhamdan sonra beyan gelir. Arkadan gelecek olan konu için kişiyi hazırlar ve uyarır. Sonra yine bir tenbih harfi olan هَا gelir. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri’t Ta’bîri’l Kur’ânî, s. 43)
Bazı salihler Allah Teâlâ’nın ايَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا [Ey iman edenler] sözünü işitince sanki Allah’ın nidasını işitmiş gibi لبيك وسعديك “Emret Allah'ım, emrine amadeyim.” der. Böyle söylemek Kur’an’ın edebidir.
Yüce Allah, يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا hitabı ile Kur’an’ın 88 yerinde müminlere hitap etmiştir. “Ey iman edenler” ifadesi hep Medenî surelerde geçmiştir. Bu hitap bir teşriftir. Mekkî surelerde “Ey insanlar” ifadesi vardır. Medine’de emir ve yasaklar fazlalaşmıştır. Mekke’de fazla emir ve yasak yoktur.
Muhataplara “Ey müminler!” diye seslenilmesi onlara, bu iman sahibinin Allah’ın emirlerine güzel bir şekilde sarılması ve itaat etmesi, yasaklarından da sakınması gerektiğini hatırlatır. (Sâbûnî)
Muhatapların iman ile vasıflandırılmaları, onların düşmanlarından farklı olduğunu göstermek suretiyle hallerini kendilerine hatırlatmak ve onda sebatlarını sağlamak içindir. (Ebüssuûd)
Rivayet olunduğuna göre Ubâde İbnu Samit (ra), Hz. Peygambere (sav) gelmiş ve O’nun yanında Yahudilerin dostluğundan teberrî etmiş (yani ilişkisini kestiğini açıklamıştı). Bunun üzerine münafık Abdullah İbni Übeyy, “Ama ben o Yahudilerden uzaklaşmıyorum. Çünkü o zaman başıma belalar gelmesinden korkuyorum.” demişti. İşte bu ayet, bu sebeple nazil olmuştur. (Fahreddin er- Râzî)
Yahudi ve Hristiyanları dostlar edinmeyin, onlara velî olmayınız değil, onları velî tutmayınız, itimat edip de yâr tanımayınız ve yardaklık etmeyiniz, velayetlerine, hükümlerine, yardımlarına müracaat etmek, mühim işlerin başına getirmek şöyle dursun, onlara gerçek bir dost gibi tam bir samimiyetle itimat edip de kendinizi kaptırmayınız. Özetle onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz demektir. Görülüyor ki “Yahudiler ve Hristiyanlara dostlar olmayınız.” buyurulmamış, “Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyiniz.” buyurulmuştur. Çünkü “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez.” (Mümtehine Suresi, 8) buyurulmuştur. Şu halde müminler Yahudi ve Hristiyanlara iyilik etmekten, dostluk yapmaktan, onlara âmir olmaktan yasaklanmış ve men edilmiş değil, onları dost edinmekten, yardaklık etmekten yasaklanmışlardır. Çünkü onlar müminlere yâr olmazlar. Nihayet bazıları bazılarının dostları, birbirlerinin yârânı (dostları)dırlar. Yani Yahudiler birbirinin, Hristiyanlar da birbirinin dostlarıdırlar. Ne Yahudiler kendilerinden olmayana dost olur ne de Hristiyanlar. Bunların dostlukları kendilerine mahsustur. Bu da hepsi arasında değil, bazısı arasındadır. Ve siz müminlerden her kim onları dost tanır, veli edinirse şüphe yok ki o da onlardandır. Onlara benzemiş, onların huyunu kapmıştır. O artık hakka değil, onlara ve isteklerine hizmet eder. Netice itibariyle onlardan sayılır. Ahirette onlarla beraber haşrolur. Çünkü: Allah zalimler güruhunu herhalde doğru yola çıkarmaz. Şu halde Yahudileri ve Hristiyanları dost edinenler de onlardan olur, başlarını kurtaramazlar. (Elmalılı)
وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَاِنَّهُ مِنْهُمْۜ
وَ atıftır. Cümle şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır.
Şart fiili يَتَوَلَّهُمْ müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ karînesiyle gelen cevap, isim cümlesidir, اِنَّ ile tekid edilmiş haberî isnaddır. Sübut ifade eder. Faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. مِنْهُمْ mahzuf habere müteallıktır.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip مَنْ ’in haberidir.
فَاِنَّهُ مِنْهُمْ ibaresinde teşbih-i beliğ vardır.
اَوْلِيَٓاءُ - يَتَوَلَّهُمْ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
مِنْ ِibtidai gaye içindir. Bir şeyin en başı anlamını taşır. مِنْكُمْ - مِنْهُمْۜ arasında terdit vardır. Yani فهو كواحد منهم في استحقاق العذاب [Sanki o azabı hak etme bakımından onlardan biri gibidir.] demektir, teşbihi beliğdir. Teşbih edatı hazf olmuştur. Teşbihi beliğ; hem benzetme yönünün hem de teşbih edatının hazf olduğu teşbihtir. Bu cümlede de كواحد ve في استحقاق العذاب َibareleri hazfolunmuştur. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an, Âşûr)
Bu hüküm, bundan önceki hükmün neticesidir. Çünkü onların dostluklarının kendilerine münhasır olması, onları dost edinenin de onlardan olmasını gerektirir. Çünkü dostluğun temel sebebi din birliğidir. Kim Yahudi ve Hristiyanları dost edinirse o da onlardan olmuş olur.
Bu ilâhî kelam, müminleri, hem gerçekten hem de sûreten onları dost edinmekten şiddetle men eder. (Ebüssuûd)
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ
Fasılla gelen bu son cümle ta’lîliyyedir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
اِنَّ ile tekid edilmiş, haberi menfi muzari fiil olan cümle, faidei haber inkârî kelamdır. Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük ve telezzüz amacına matuftur.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil, tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Son cümlede zamir makamında zalimler kelimesinin zahir olarak zikredilmesi Yahudi ve Hristiyanları dost edinmenin zulüm olduğuna dikkat çekmek içindir. Çünkü bu kendi nefsini ebedi azaba maruz bırakmak, bir şeyi hakkı olmayan bir başka yere koymak demektir. (Ebüssuûd)
الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ izafeti, veciz ifadenin yanında muzâfı tahkir içindir.
الظَّالِم۪ينَ - يَهْدِي kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Cümle, mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.
Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
فَتَرَى الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ يُسَارِعُونَ ف۪يهِمْ يَقُولُونَ نَخْشٰٓى اَنْ تُص۪يبَنَا دَٓائِرَةٌۜ فَعَسَى اللّٰهُ اَنْ يَأْتِيَ بِالْفَتْحِ اَوْ اَمْرٍ مِنْ عِنْدِه۪ فَيُصْبِحُوا عَلٰى مَٓا اَسَرُّوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ نَادِم۪ينَۜ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَتَرَى | görürsün |
|
2 | الَّذِينَ |
|
|
3 | فِي | bulunanların |
|
4 | قُلُوبِهِمْ | kalblerinde |
|
5 | مَرَضٌ | hastalık |
|
6 | يُسَارِعُونَ | koştuklarını |
|
7 | فِيهِمْ | onların arasına |
|
8 | يَقُولُونَ | diyerek |
|
9 | نَخْشَىٰ | korkuyoruz |
|
10 | أَنْ |
|
|
11 | تُصِيبَنَا | bize gelmesinden |
|
12 | دَائِرَةٌ | bir felaket |
|
13 | فَعَسَى | belki |
|
14 | اللَّهُ | Allah |
|
15 | أَنْ |
|
|
16 | يَأْتِيَ | getirir de |
|
17 | بِالْفَتْحِ | fetih |
|
18 | أَوْ | ya da |
|
19 | أَمْرٍ | bir iş |
|
20 | مِنْ |
|
|
21 | عِنْدِهِ | kendi katından |
|
22 | فَيُصْبِحُوا | onlar olurlar |
|
23 | عَلَىٰ | üzerine |
|
24 | مَا | şeyler |
|
25 | أَسَرُّوا | gizledikleri |
|
26 | فِي | içinde |
|
27 | أَنْفُسِهِمْ | nefisleri |
|
28 | نَادِمِينَ | pişmanlık |
|
“Kalplerinde hastalık bulunanlar”dan maksat inanmadıkları halde müslüman görünen münafıklar olup âyette bunların yahudilerle ve hıristiyanlarla olan ilişkilerine değinilmektedir. Câhiliye döneminde Arabistan’daki yahudiler ve hıristiyanlar ekonomik bakımdan putperest Araplar’dan daha ileri seviyede bulunuyorlardı. Medine’de yahudiler en verimli topraklara sahip oldukları gibi ticarete de hâkimdiler. Bu sebeple halkın üzerinde güçlü bir ekonomik baskı oluşturmuşlardı. Bu durum siyasette de ağırlığını hissettiriyordu. Yarımadanın diğer bölgelerinde –özellikle Yemen’de– bulunan hıristiyanlar da ekonomik bakımdan diğerlerinden daha iyi durumda idiler. Hicretin ilk yıllarında müslümanlar Hz. Peygamber’in liderliğinde devlet kurmuş olmakla birlikte putperestlere ve diğer güçlere karşı verdikleri mücadele henüz kesin bir sonuca ulaşmadığı için Medine’deki münafıklar durumlarını netleştirmemişlerdi. Bunlar müslümanların içinde yer almışlardı, ancak mücadele müslümanların yenilgisiyle sonuçlanacak olursa yahudilere ve hıristiyanlara sığınabilmek için ilişkilerini sürdürme konusunda birbirleriyle yarışıyorlardı.
“Kalplerinde hastalık bulunanların, ‘Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz!’ diyerek onların dostluklarını kazanmaya çalıştıklarını görürsün” meâlindeki cümlede, münafıkların ikili oynadıkları ifade edilmektedir. Ancak münafıklar Allah’ın Hz. Peygamber’e yardım edeceğini, ona zaferler, fetihler nasip edebileceğini veya düşmanlarının başına bir felâket getirip de onları yok edebileceğini, bu takdirde ikili oyunlarından pişmanlık duyacaklarını hesaba katmamışlardı. Nitekim münafıkların hesabı tutmadı, yüce Allah vaadini yerine getirerek peygamberine fetihler ve başarılar nasip etti. Böylece münafıklar hayal kırıklığına uğradılar.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 294-295
فَتَرَى الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ يُسَارِعُونَ ف۪يهِمْ يَقُولُونَ نَخْشٰٓى اَنْ تُص۪يبَنَا دَٓائِرَةٌۜ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. تَرَى mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili ise müstetir olup takdiri أنت’dir.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
ف۪ي قُلُوبِهِمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مَرَضٌ muahhar mübtedadır.
يُسَارِعُونَ fiili ism-i mevsûlun hali olarak mahallen mansubtur.
يُسَارِعُونَ fiili نَ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ف۪يهِمْ car mecruru يُسَارِعُونَ fiiline müteallıktır.
يَقُولُونَ fiili يُسَارِعُونَ ’deki failin hali olarak mahallen mansubtur. يَقُولُونَ fiili نَ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, نَخْشٰٓى’dir. يَقُولُونَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahalen mansubtur.
نَخْشٰٓى merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, نَخْشٰٓى fiilinin mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
تُص۪يبَنَا mansub muzari fiildir. Muttasıl zamir نَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. دَٓائِرَةٌ fail olup lafzen merfûdur.
يُسَارِعُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi سرع ’dır. Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
فَعَسَى اللّٰهُ اَنْ يَأْتِيَ بِالْفَتْحِ اَوْ اَمْرٍ مِنْ عِنْدِه۪ فَيُصْبِحُوا عَلٰى مَٓا اَسَرُّوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ نَادِم۪ينَۜ
فَ istînâfiyyedir. عَسَى elif üzere mukadder fetha ile mebni nakıs fiildir. كَانَ gibi ismini ref haberini nasb eder.
اللّٰهُ lafza-i celâli, عَسَى ’nın ismi olup lafzen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, عَسَى ’nın haberi olarak mahallen mansubtur.
يَأْتِيَ mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. بِالْفَتْحِ car mecruru يَأْتِيَ fiiline müteallıktır.
اَمْرٍ kelimesi atıf harfi اَوْ ile بِالْفَتْحِ ’e matuftur. مِنْ عِنْدِه۪ car mecruru اَمْرٍ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mansubtur.
فَ atıf harfidir. يُصْبِحُوا fiili نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı يُصْبِحُوا ’nun ismidir. كَانَ gibi isim cümlesinin başına gelir, ismini ref haberini nasb eder.
مَٓا ve masdar-ı müevvel, عَلٰى harf-i ceriyle birlikte نَادِم۪ينَ ’ye müteallıktır.
اَسَرُّوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ car mecruru اَسَرُّوا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
نَادِم۪ينَ kelimesi يُصْبِحُوا ’nin haberi olarak mahallen mansubtur. Nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
نَادِم۪ينَ kelimesi, sülâsî mücerred olan ندم fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَسَرُّوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi سرر ’dir. İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.فَتَرَى الَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ يُسَارِعُونَ ف۪يهِمْ يَقُولُونَ نَخْشٰٓى اَنْ تُص۪يبَنَا دَٓائِرَةٌۜ
Ayet اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي cümlesine فَ ile atfedilmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mef’ûl konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ’nin sıla cümlesinde îcâz-ı hazif ve tekdim-tehir sanatları vardır. ف۪ي قُلُوبِهِمْ mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Muahhar mübteda olan مَرَضٌ ’daki tenvin kesret, nev ve tahkir ifade eder. Mevsûlde tevcîh sanatı vardır.
Bahsi geçen kişilerin ism-i mevsûlle ifade edilmeleri sonradan gelen habere dikkat çekmenin yanında bu kişileri tahkir ifade eder.
Münafıklar hakkındaki bu ayet-i kerimede مَرَضٌ kelimesinde istiare yapılmıştır. Maraz bedenî bir hastalıktır, kalbî bir hastalık olan nifak için müstear olmuştur. Aralarındaki benzerlik her ikisinin de yakaladıkları şeyi ifsad etmesidir. Maraz bedeni, nifak ve küfür ise kalbi ifsad eder. Bu kelimenin hakiki manasında kullanılmayıp müstear olduğunun delili yani karîne-i mânia ayet-i kerimenin küfürlerini gizleyip Müslüman olduklarını izhar eden münafıkları zem siyâkında olmasıdır. Bedenî hastalıkları değil, kalbî fesatları zemmedilmektedir. Ayette hakiki manadan mecazî manaya geçişin sebebi; nifakın bir hastalık gibi kanlarında dolaşacak kadar etkili hale geldiğini ifade etmektir.
ف۪ي قُلُوبِهِمْ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla kalp içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü kalp hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak bu kimselerin fikirlerindeki yanlışlığı etkili bir şekilde ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Beyân İlmi Kur’ân Işığında Belâğat Dersleri)
ف۪يهِمْ [onların içinde] buyurulması, o insanların, Yahudilerin ve Hristiyanların dostluğuna ziyadesiyle rağbet ettiklerini ve bunun için koşuştuklarını beyan etmek içindir. Burada ف۪ي [içinde] edatının إلي [ona] edatına tercih edilmesi, onların,
Yahudi ve Hristiyanların dostluklarında karar kıldıklarını, dostlukların bazı mertebelerinden diğer bazı mertebelerine koşmakta olduklarını bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
يُسَارِعُونَ ف۪يهِمْ cümlesi mevsûlden haldir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üslupta gelen …يَقُولُونَ cümlesi de aynı kişilerden haldir. و olmadan gelen müekked hal cümleleri, bu hallerin, o kişilerde kalıcı ve sabit bir durum olduğuna işaret eder.
يَقُولُونَ fiilinin mekulü’l-kavli olan …نَخْشٰٓى اَنْ müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede mef’ûl olan masdar-ı müevvel cümlesi faile takdim edilmiştir. Fail olan دَٓائِرَةٌ, ’daki tenvin nev ve kesret ifade eder.
Ayetteki fiillerin muzari sıygada gelmeleri teceddüt ve tecessüm ifade eder.
دَٓائِرَةٌۜ felaket, musibet demektir. دَٓائِرَ; lügat manası olarak dönen, bilinen,devam eden, seyyar şey demektir. Bu kelime çoğu zaman mevsufu hazf edilerek gelir.
دَٓائِرَةٌ, dünyanın baş ucunda dönüp dolaşan felaket ve inkılâb demektir. (Elmalılı)
فَعَسَى اللّٰهُ اَنْ يَأْتِيَ بِالْفَتْحِ اَوْ اَمْرٍ مِنْ عِنْدِه۪ فَيُصْبِحُوا عَلٰى مَٓا اَسَرُّوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ نَادِم۪ينَۜ
Terecci harfi عَسٰٓى’nın dahil olduğu اللّٰهُ اَنْ يَأْتِيَ بِالْفَتْحِ cümlesi gayrı talebî inşâî isnaddır. Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve heybeti artırmak içindir. Masdar-ı müevvel olan اَنْ يَأْتِيَ بِالْفَتْحِ ref mahallinde عَسٰٓى fiilinin haberidir.
…فَيُصْبِحُواعَلٰى مَٓا اَسَرُّوا cümlesi masdar-ı müevvele matuftur. Bu cümle, atfedildiği cümle gibi müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
‘Umulur ki’ manasındaki عَسٰٓى fiili, Allah Teâlâ hakkında kullanıldığında kesin bir vaadi ifade eder. (Ebüssuûd, Mustafa Yıldız ve Mahmut Ustaosmanoğlu). (لعل gibi, o da ل manasında “.. diye, .. olsun diye, .. olması için” şeklinde çevrilmelidir.)
Yahudi ve Hristiyanlar, zalim bir kavimdirler. Kalplerinde manevi hastalık vardır.
Allah tarafından bir fetih veya bir güzellik verildiği zaman kalplerinde gizledikleri şeylerden dolayı pişmanlık duyarlar.
Din düşmanlarına sevgi beslemek bir kalp hastalığıdır.
Bu kelam, onların, geçersiz gerekçelerini reddetmek, boş umutlarını kesmek,
müminlere zafer müjdelemek anlamlarını taşır. Çünkü عَسٰٓى, Allah Teâlâ hakkında kullanıldığında kesin bir vaadi tazammun eder. Kerem sahibi bir insan bile birine ümit verdiğinde mutlaka sözünü yerine getirir. Şu halde kerem sahiblerinin en büyüğü olan Allah Teâlâ hakkında bunun aksi nasıl düşünülebilir? (Ebüssuûd)
قُلُوبِهِمْ ile يَقُولُونَ fiili arasında cinas-ı muzari vardır. ِ ْفَتْحِ - اَمْرٍ arasında muvazene vardır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)وَيَقُولُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْۙ اِنَّهُمْ لَمَعَكُمْۜ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فَاَصْبَحُوا خَاسِر۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَيَقُولُ | ve derler |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
4 | أَهَٰؤُلَاءِ | bunlar mı o |
|
5 | الَّذِينَ | kimseler |
|
6 | أَقْسَمُوا | yemin edenler |
|
7 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
8 | جَهْدَ | güçlü |
|
9 | أَيْمَانِهِمْ | yeminleriyle |
|
10 | إِنَّهُمْ | kesinlikle |
|
11 | لَمَعَكُمْ | sizinle beraber olduklarına |
|
12 | حَبِطَتْ | boşa çıkmıştır |
|
13 | أَعْمَالُهُمْ | bütün çabaları |
|
14 | فَأَصْبَحُوا | olmuşlardır |
|
15 | خَاسِرِينَ | kaybedenlerden |
|
O zaman münafıkların bu ikiyüzlü hallerini gören müminler hayrete düşerek ya yahudilere hitaben veya kendi aralarında “Sizinle beraber olduklarına dair bütün güçleriyle Allah’a yemin edenler bunlar mıydı!” diye sormaya başlarlar. Bu, hayret ifade eden bir sorudur. Kuvvetli ihtimalle münafıklar her iki tarafa da yani hem yahudilere hem de müslümanlara yardım ve destek sözü vermişler ve bunu yeminle pekiştirmişlerdi. “Şayet siz çıkarılacak olursanız, bilin ki biz de sizinle beraber çıkarız, sizin hakkınızda (onlarla olmayın diyen) kimseye asla itaat etmeyiz. Eğer size savaş açılırsa muhakkak yardımınıza koşarız” (Haşr 59/11) diyerek yahudilere teminat vermişlerdi. Bununla beraber her fırsatta Hz. Peygamber’e iman ettiklerini ve müminlerle beraber olduklarını da söylüyorlardı (bk. Bakara 2/14; Nisâ 4/141; Münâfikun 63/1). Fakat samimiyetten yoksun oldukları için mümin görünerek kıldıkları namazlar, tuttukları oruçlar, verdikleri zekâtlar ve yaptıkları diğer ameller boşa gitti ve sonuçsuz kaldı.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 295
وَيَقُولُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْۙ اِنَّهُمْ لَمَعَكُمْۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. يَقُولُ merfû muzari fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُٓوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ ’dir. يَقُولُ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
Hemze istifham içindir. İsm-i işaret olan هٰٓؤُ۬لَٓاءِ mübteda olarak mahallen merfûdur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اَقْسَمُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اَقْسَمُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِاللّٰهِ car mecrurunun müteallakı اَقْسَمُوا’dur. جَهْدَ hal konumunda masdardır. Yani جاهدين manasındadır. اَيْمَانِ hem muzâfun ileyh hem muzâf olarak lafzen mecrurdur. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
إِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هُمْ muttasıl zamiri إِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.
لَ harfi اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. مَعَ mekân zarfı, اِنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.
Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اٰمَنُٓوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir. İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فَاَصْبَحُوا خَاسِر۪ينَ
Fiil cümlesidir. حَبِطَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. اَعْمَالُهُمْ faildir. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. اَصْبَحُوا damme üzere mebni nakıs mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı اَصْبَحُوا ’nun ismidir. كَانَ gibi isim cümlesinin başına gelir, ismini ref haberini nasb eder.
خَاسِر۪ينَ kelimesi اَصْبَحُوا ’nun haberidir.
خَاسِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan خسر fiilinin ism-i failidir.وَيَقُولُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْۙ اِنَّهُمْ لَمَعَكُمْۜ
Bu ibtidaî (evveliyatı ile bağlantılı olmayan) kelâm, zikredilen taifenin kötü akıbetini ortaya koyar. Ayetin başındaki وَ harfi, bir kıraate göre mevcut değildir.
Buna göre bu cümle, geçmişten doğan “O zaman müminler ne diyecekler?” sorusuna cevaptır. (Ebüssuûd)
Müstenefe olan ayetin bu cümlesi müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi, sonradan gelen habere dikkat çekmenin yanında bu kişileri tazim ifade eder.
اٰمَنُٓوا merfû mahaldeki ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılasıdır. Mevsûlde tevcih sanatı vardır. يَقُولُونَ fiilinin mekulü’l- kavli olan اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْۙ cümlesi istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen kınama amacı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Müsnedün ileyhin ism-i işaretle gelmesi işaret edileni tahkir amacına matuftur.
Ayetteki ikinci mevsûl haber konumundadır. müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan اَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْۙ cümlesi mevsûlün sılasıdır.
جَهْدَ hal konumunda masdardır. اَيْمَانِهِمْۙ’e muzâf olmuştur. جَهْدَ اَيْمَانِهِمْۙ; mef’ûlu mutlaktan naib olarak gelmiştir. اَقْسَمُوا fiili dolayısıyla mansub olarak gelmiştir. Tekid ifade eden bir masdardır. أقسموا إقسام جهد (Bütün güçlerini verdikleri bir yeminle yemin ettiler.) demektir.
اِنَّ ’nin dahil olduğu اِنَّهُمْ لَمَعَكُمْۜ cümlesi kasemin cevabıdır. Faide-i haber inkârî kelamdır.
اَقْسَمُوا - اَيْمَانِهِمْۙ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr, الَّذ۪ينَ ’nin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فَاَصْبَحُوا خَاسِر۪ينَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır.
Bu istînafî cümle, onların dostluk iddialarının sevinçli ve kederli günlerinde kendileri ile beraber olacaklarına dair ettikleri yeminlerin geçersizliğini, beyan etmek üzere doğrudan doğruya Allah Teâlâ tarafından ifade buyurulmuştur. (Ebüssuûd)
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üsluptaki müteakip cümle فَ ile bu cümleye atfedilmiştir. Atıf sebebi tezâyüftür.
Fiiller mazi sıygada gelerek sübuta, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. (Âşûr, Mümtehine/6, Vakafat 107)
حَبِطَتْ - اخَاسِر۪ينَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ işaret ismi, münafıkları tahkir, uzaklık ve neticelerinin kötü olacağını haber vermek için gelmiştir.
حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ [Amelleri boşa gitti.] ifadesinde sebep olan ameller zikredilmiş, bu amellerin sevabı kastedilmiştir. Sebep alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır.
اَعْمَالُهُمْ şeklindeki izafet hem muzâfı hem de muzâfun ileyhi tahkir için gelmiştir. Yani kendileri de amelleri de kabule şayan değildir.
فَاَصْبَحُوا خَاسِر۪ينَ ibaresinde kevn-i lâhik alakası ile mecaz-ı mürsel vardır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍۜ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَيُّهَا | ey |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
4 | مَنْ | kim |
|
5 | يَرْتَدَّ | dönerse |
|
6 | مِنْكُمْ | sizden |
|
7 | عَنْ | -nden |
|
8 | دِينِهِ | dini- |
|
9 | فَسَوْفَ | yakında |
|
10 | يَأْتِي | getirecektir |
|
11 | اللَّهُ | Allah |
|
12 | بِقَوْمٍ | bir toplumu |
|
13 | يُحِبُّهُمْ | onları seven |
|
14 | وَيُحِبُّونَهُ | onlar da O’nu severler |
|
15 | أَذِلَّةٍ | alçak gönüllüdürler |
|
16 | عَلَى | karşı |
|
17 | الْمُؤْمِنِينَ | Mü’minlere |
|
18 | أَعِزَّةٍ | onurlu ve şiddetlidirler |
|
19 | عَلَى | karşı |
|
20 | الْكَافِرِينَ | kafirlere |
|
21 | يُجَاهِدُونَ | cihad ederler |
|
22 | فِي |
|
|
23 | سَبِيلِ | yolunda |
|
24 | اللَّهِ | Allah |
|
25 | وَلَا |
|
|
26 | يَخَافُونَ | korkmazlar |
|
27 | لَوْمَةَ | kınamasından |
|
28 | لَائِمٍ | hiçbir kınayıcının |
|
29 | ذَٰلِكَ | bu |
|
30 | فَضْلُ | bir lutfudur |
|
31 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
32 | يُؤْتِيهِ | onu verir |
|
33 | مَنْ | kimseye |
|
34 | يَشَاءُ | dilediği |
|
35 | وَاللَّهُ | Allah’(ın) |
|
36 | وَاسِعٌ | (lutfu) geniştir |
|
37 | عَلِيمٌ | bilendir |
|
İman eden kimselerden dinden dönenlere burada, bu şekilde ve bu bağlamda yöneltilen tehdit, yahudiler ve hristiyanlarla dostluk ile İslâm’dan dönmek arasında bir bağlantı olduğunu gösteriyor. Daha önce, onları dost edinen bir kimsenin, müslüman toplumdan kopup, onlardan biri haline geleceğinin belirtilmiş olması da bunu doğruluyor: “Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur.” Buna göre, ayetlerin akışı içerisinde ikinci çağrı, birinci çağrıyı vurgulamakta ve kesinleştirmektedir. Yine aynı şekilde üçüncü çağrıda da aynı olguya değiniliyor. Burada kafirler ile ehl-i kitap aynı kategoriye sokularak, onlarla dost olunması yasaklanıyor. Ehl-i kitabla dostluk, kafirlerle dostlukla aynı bağlamda değerlendiriliyor. İslâm’ın ehl-i kitab ile kafirleri onlara karşı yapılması gereken muamele bakımından farklı değerlendirmesinin, dostluk meselesiyle bir ilintisi yoktur. Ehl-i kitab ile kafirler arasındaki söz konusu farklılık, dostluk bağlamında değil, daha başka meselelerdedir.
“Ey müminler, içinizden kim dininden dönerse bilsin ki yakında Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O’nu severler, bunlar müminlere karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı onurlu davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın bağışıdır, onu dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir, O herşeyi bilir.”
Allah’ın mümin grubu seçmesi, yeryüzünde Allah’ın dininin yürürlüğe koyulması bağlamında “takdir-i ilahi”nin gerçekleşmesine vesile olmaları, insanların yaşamlarında Allah’ın otoritesini egemen kılmaları, tavır ve düzenleri O’nun sistemine göre belirlemeleri, her meselede, her sorunda O’nun şeriatını uygulamaları ve de bu sistem bu şeriat sayesinde yeryüzünde kurtuluşu, iyiliği, temizliği :e gelişmeyi sağlamaları içindir. Bunları gerçekleştirmek üzere müminlerin seçilmiş olması, Allah’ın bir lütfu, bir bağışıdır. Bir kişi bu lütfu reddeder ve kendini bundan yoksun kılmayı dilerse, -her kim olursa olsun Allah’ın ne ona ne de bir başkasına ihtiyacı olmadığını unutmamalıdır. Allah kendilerinin bu yüce lütfa layık olduklarını bilen kullarını, elbette ki seçecektir.
Ayet-i Kerime’nin burada çizdiği seçkin topluluğun bu tablosu, karakteristik özellikleri son derece belirgin, çizgileri de oldukça güçlü bir tablodur. Parlak ve çekici olduğu kadar, kalplere de son derece sempatik gelmektedir.
” ..Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O’nu severler.”
Karşılıklı sevgi ve hoşnutluk, onlarla Rableri arasındaki bağı oluşturmaktadır. İşte bu topluluğu şefkatli Rablerine bağlayan bu akıcı, yumuşak, aydınlık yüce ve tatlı duygudur.
Yüce Allah’ın, kullarından birini sevmesi; O’nu, kendisine vasfettiği biçimde tanıyan, sıfatlarıyla birlikte bilen, bir de bu sıfatların melodisini; duygusunda, benliğinde, bilincinde ve varlığında hissedenden başka hiçbir idrakin değerini ölçmediği bir şeydir. Evet, bu lütfun gerçek değerini, onu bağışlayanın hakikatını bilen takdir edebilir. Kimdir Allah? Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı kimdir? Küçücük bir bedene sahip olduğu halde koca evrenin bir özeti sayılan insanı kim yaratmıştır? Bu yüceliğe, bu güce ve bu birliğe sahip olan kimdir? Kimdir tek başına egemen olan? Kimdir O ve sevgisinden lütfettiği kul kimdir? Evet, bunları kavrayan üstün, ulu, daima diri, öncesiz ve sonrasız ilk ve son, açık ve gizli olan Allah’ın yarattığı bu kula bağışladığı nimetin değerini de bilir.
Kulun Rabbini sevmesi de ancak tadına varan birinin algılayabileceği bir nimettir. Yüce Allah’ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, olağanüstü ve büyük bir olgudur. İnsanı bürüyen bol bir lütuf olduğu gibi, yüce Allah’ın kuluna doğru yolu göstermesi, kendini sevdirmesi ve hiçbir sevgide eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel ve eşsiz lezzeti tattırması da, olağanüstü ve büyük bir nimet, insanı bürüyen bol bir lütuftur.
Yüce Allah’ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi, ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca; kullarından birinin O’na yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber, ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır. -Ancak bunlar da, tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinden bilinen bu,topluluğun içinde son derece azdırlar- Rabia el-Adeviye’nin şu beyitleri hâlâ o eşsiz sevginin gerçek tadını duygularıma taşımaktadır!
Sen tatlı ol da, koca hayat acılarla dolsun,
Yeter ki sen hoşnut ol da, isterse tüm yaratıklar dargın olsun.
Seninle aramız iyi olduktan sonra
Alemler bozuk olsa ne çıkar.
Senin sevgin olduktan sonra, gerisi boştur.
Çünkü toprağın üstünde olan herşey topraktır.
Ulu Allah’tan, kullarından birine ve bu kuldan, nimetleri veren, lütuf sahibi Allah’a yönelik bu sevgi, varlık alemini bürüyüp koca evrene yayılıyor. Her canlının, herşeyin özüne işliyor. Hava ve gölge gibi varlık alemini seven, sevilen şu kul da somutlaşan insan varlığını bürüyor adeta.
İşte İslâm düşüncesi, müminle Rabbini, bu harikulade ve sevimli bağla birbirine bağlamaktadır. Bir kereye özgü geçici bir duygu değildir bu. Aksine bu sağlam yapılı düşüncede yer alan bir öz, bir gerçek ve bir öğedir.
“İman edip salih ameller işleyenlere, Rahman; onlara bir sevgi kılacaktır.” (Meryem Suresi, 96)
“…Kuşkusuz Rabbim merhametlidir, sevendir.” (Hud Suresi, 90) “
O, bağışlayandır, sevendir” (Buruç Suresi, 14)
“Eğer kullarım sana benden sorarlarsa, onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince kabul ederim.” (Bakara Suresi, 186)
“…Müminler en çok Allah’ı severler.” (Bakara Suresi, 165)
“De ki; Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah sizi sevsin.” (Al-i İmran Suresi, 31) Benzeri ayetler çoktur.
Bütün bunları gördükleri halde, “İslâm düşüncesi, kuru ve katı bir düşüncedir. Allah ile insan arasındaki ilişkiyi, baskı, zor, azap, ceza, kabalık ve kopukluk şeklinde tasvir etmektedir. İsa-Mesih’i Allah’ın ve tanrısal unsurlardan biri kabul eden ve böylece sentezle Allah ile insanı birbirine bağlayan düşünce gibi değildir” diyenlere şaşmamak elde değildir.
Kuşkusuz İslâm düşüncesinde, ilahlığın gerçeği ile kulluğun gerçeğinin başkalığına ilişkin netlik, Allah ile kul arasındaki sevimli yumuşaklığı kurutmaz. Bu, adalete dayalı bir ilişki olduğu gibi merhamete dayalı bir ilişkidir. Bu şefkate dayalı ilişkidir, soyutlanmaya dayalı olduğu gibi. Ve o sevgi ilişkisidir, Allah’ı tenzih etmeye dayalı bir ilişki olduğu gibi.
İşte bu, insan bünyesinin alemlerin Rabb’iyle ilişkisinde ihtiyaç duyduğu, herşeyi kapsayan eksiksiz bir düşüncedir.
Bu dine inanmış seçkin müminler topluluğunun sıfatları sıralanırken, şu olağanüstü ifade yer almaktadır!
“Allah onları sevdiği gibi onlar da O’nu severler.”
Bu ifade, ağır yükün altında bükülen mümin gönlün ihtiyaç duyduğu bir hava estiriyor. Artık, mümin nimetleri veren yüce Allah tarafından seçildiğini, kendisine lütfedildiğini ve Rabbine yaklaştırıldığını anlıyor.
Ardından ayetin akışı, müminlerin, karakteristik özelliklerinden geri kalanlarını, sunmaya devam ediyor:
“…Bunlar müminlere karşı alçak gönüllüdürler.”
Bu itaatkarlıktan, uysallık ve yumuşaklıktan kaynaklanan bir sıfattır. Buna göre mümin bir diğer mümine karşı, son derece alçak gönüllüdür. Ona karşı serkeş değildir. Hiçbir zaman zorluk çıkarmaz. Son derece rahat ve uysaldır. Kolaylaştırıcıdır, kardeşinin ihtiyacını karşılamaya büyük özen gösterir. Oldukça hoşgörülü ve şefkatlidir. Müminlere karşı alçak gönüllü olmanın anlamı budur.
Müminlere karşı alçak gönüllü olmada bir alçaklık, bir aşağılanmışlık söz konusu değildir. Bu kardeşliktir. Engellerin ortadan kalkması, zorlukların bertaraf edilmesidir. Gönül gönüle karışır, artık başkasına karşı serkeşlik ve ayrılık duygularına yer kalmamıştır.
Kişiyi inatçı, isyancı ve kardeşine karşı cimri kılan, toplumdan uzak durmanın ve bağları koparmanın doğurduğu bireyselliktir. Ancak gönlünü mümin topluluğun gönülleriyle birleştirince artık, kendisini engelleyen ve isyan oluşturmasına neden olan duygulardan kurtulur. Onlar hakkında başka bir duygu yer edebilir mi ki gönlünde?
Allah için kardeş olup bir araya gelmişler. Allah onları seviyor, onlar da Allah’ı. Bu yüce sevgi aralarında yayılmış, onu paylaşmışlardır.
“…Kafirlere karşı onurlu davranırlar.”
Kafirlere karşı dirençli, yüz vermez ve üstün bir konumdadırlar. Bu özelliklerinin burada ayrı bir yeri vardır. Bu üstünlük kişisel onurdan kaynaklanmıyor. İnsanın kendi üstünlüğünü sağlama amacına da yönelik değildir. Aksine bu, inancın onurudur. Kafirlere karşı, altında birleştikleri sancağın üstünlüğüdür. Bu üstünlük, sahip oldukları inancın tamamen iyilik olduğuna olan güvenlerinden kaynaklanmaktadır. Görevlerinin, sahip oldukları iyiliğe! başkalarının boyun eğmesini sağlamak olduğunu biliyorlar. Başkalarının kendilerine boyun eğmesini sağlamak ya da kendilerinin başkalarına ve sapık inançlarına boyun eğmesine meydan vermek değildir. Sonra bu üstünlük; Allah’ın dininin ihtirasların dinine, Allah’ın gücünün onların gücüne ve Allah’ın hizbinin cahiliye hiziplerine galip geleceğine olan sonsuz güvenlerinden kaynaklanmaktadır. O halde yol boyunca kimi çarpışmalardan bozguna uğramış olsalar bile, her zaman üstündürler.
“…Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından çekinmezler.”
Allah’ın sistemini yeryüzüne yerleştirmek, insanlar üzerinde Allah’ın otoritesini duyurmak ve insanlar adına iyilik, doğruluk ve gelişme sağlamak için, O’nun şeriatını hayata egemen kılmak uğruna yapılan Allah yolunda cihad; onlar aracılığıyla yeryüzünde dilediğini gerçekleştirmek için, yüce Allah’ın seçtiği mümin topluluğun sıfatıdır.
Onlar Allah yolunda cihad ederler. Kendileri, ulusları, ülkeleri ve ırkları uğruna değil, Allah yolunda, O’nun sistemini gerçekleştirmek, O’nun otoritesini yerleştirmek, O’nun şeriatını uygulamak ve bu yolla tüm insanlık adına iyiliği gerçekleştirmek için… Bu işte kendileri için birşey yok. Kendilerine bir pay da çıkarmazlar. Herşey tamamen Allah için ve hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O’nun yolunda yapılmaktadır.
Onlar Allah yolunda cihad ederler, bu yüzden kınayanın kınamasından korkmazlar. Hem sonra insanların kınamasından nasıl korkarlar ki; onlar, insanların Rabbinin sevgisini garantilemişlerdir. Allah’ın kanununa uydukları ve O’nun sistemini hayata egemen kıldıklarına göre, insanların alışkanlıklarını, ulusal geleneklerini ve cahiliyenin genel geçer törelerini dikkate alırlar mı hiç? Hayat ölçülerini ve hükümlerini insanların arzularına dayandıranlar, yardım ve desteği insanlardan bekleyenler, insanların yergisinden çekinirler. Ancak insanların arzularına, ihtiras ve değer yargılarına hakim olması için Allah’ın terazisine, kriter ve değerlerine başvuranları, gücünü ve onurunu Allah’ın gücünden ve O’nun verdiği onurdan alanları, insanların ne söyledikleri ve ne yaptıkları hiç ilgilendirmez. Bu insanların durumu ne olursa olsun, realiteleri ne olursa olsun. Bu insanların uygarlıkları, bilim ve kültürleri ne düzeyde olursa olsun, durum değişmeyecektir.
Biz insanların söylediklerini, yaptıklarını, sahip oldukları üzerinde uzlaşma sağladıkları şeyleri, pratik hayatlarında edindikleri değer ve ölçüleri, her zaman göz önünde bulundururuz. Çünkü biz; ölçü, kriter ve değerlendirme konusunda baş vuracağımız temelden habersiz ya da yanılgı içindeyiz. Bunun Allah’ın sistemi, şeriatı ve hükmü olduğundan haberimiz yok. Oysa sadece O gerçektir. Ona karşıt olan herşey de batıldır, boştur. İsterse milyarların geleneği olsun, onlarca asır boyunca gelip geçen ulusların üzerinde birleştikleri birşey olsun.
Sırf şu anda mevcuttur, realite budur, milyonlarca insan tarafından benimsemektedir. Ona göre yaşamakta ve hayatları için bir temel edinmektedir diye, hiçbir kurum, gelenek ve görenek ya da değer yargısı bir anlam ifade etmez. Bu ölçüyü, İslâm düşüncesi kabul etmez. Herhangi bir durumun, gelenek ve göreneğin veya değer yargısının bir anlam ifade etmesi için, Allah’ın sisteminden bir temele dayanması gerekmektedir. Değer ve ölçülerin alındığı tek kaynak budur.
Bu yüzden, mümin topluluk, Allah yolunda cihad ederken kınayanların kınamasından korkmaz. Bu, seçkin müminlerin karakteristik özellikleridir.
Sonra, Allah tarafından seçilmeleri, O’nunla seçkin müminler arasındaki karşılıklı sevgi, onların özellikleri ve ünvanları haline getirdiği bu karakteristik çizgiler, onların gönlünde yer eden Allah’a güven duygusu, cihada girişirken O’nun yol göstericiliğine göre hareket etmeleri… Evet tüm bunlar Allah’ın lütfudur.
“Bu Allah’ın bağışıdır, onu dilediğine verir.”
Bu lütfundan ve sınırsız bilgisinden verir. Yüce Allah’ın ilminden ve takdirinden dilediği için seçtiği bu bağıştan daha bol ne olabilir ki?
Fizilal-il Kuran/Seyyid Kutub
Peygamber Efendimiz (sav) mü’minlerden
“ kınayanların kınamasından korkmamak” üzere bîat alırdı.
(Buhari ,Ahkam 43;Müslim ,İmâmet 41).
(Ayet ve hadislerle açıklamalı KUR’AN-I KERİM MEALİ
PROF. DR. MEHMET YAŞAR KANDEMİR)
لَوْم Kınanacak bir şey yapması sebebiyle bir kişinin değerini düşürüp kınamaktır. İsmi faili olan لائِم kınanan kişi demektir. Kuran-ı Kerim’de iki defa geçen İf’al babında (ismi fâil olarak) anlamı kınanmayı hak etti şeklindedir. Kuran’da bir defa geçen Tefâul babı ise tarafların birbirini kınamasıdır. Kıyamet/2’de geçen ‘Nefsi Levvâme’ ibaresi hakkında iki görüş mevcuttur: Birinci görüşe göre bu bazı faziletleri kazanıp, bir mekruh/nahoş iş işlediğinde sahibini kınayan nefistir. Bu itibarla mutmain nefsin altındadır. İkinci görüş ise bilakis zatında itmi’nana kavuşmuş ve başkasını te’dib/edeplendirme gücüne sahip nefis budur. Dolayısıyla mutmain nefsin üstündedir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 14 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli levm etmektir. Bu ayette iki farklı kalıpta aynı tamlamada kullanılmıştır ve her iki türevi de sadece bu ayette geçmiştir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ
يَٓا nida harfidir. اَيُّ; münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir. الَّذ۪ينَ münadadan sıfat veya bedeldir.
İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Nidanın cevabı مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ ’dür.
مَنْ şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. يَرْتَدَّ şart fiili olup sükun üzere meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Aynı zamanda mübtedanın haberidir.
مِنْكُمْ car mecruru يَرْتَدَّ ’deki failin mahzuf haline müteallıktır. عَنْ د۪ينِه۪ car mecruru يَرْتَدَّ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. سَوْفَ gelecek zamana işaret eder. Alimler bu edatı tesvif -erteleme diye isimlendirmişlerdir. Vaat veya tehdit bulunan yani istenen veya hoşlanılmayan bir fiile delalet eden bir muzari fiilin başına geldiklerinde tekid-vurgu olurlar.
يَأْتِي fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
بِقَوْمٍ car mecruru يَأْتِي fiiline müteallıktır. يُحِبُّهُمْ fiili قَوْمٍ kelimesinin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. يُحِبُّهُمْ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
يُحِبُّونَهُٓ cümlesi atıf harfi وَ ’la يُحِبُّهُمْ ’e matuftur. اَذِلَّةٍ kelimesi قَوْمٍ kelimesinin sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ car mecruru اَذِلَّةٍ ‘e müteallıktır. اَعِزَّةٍ kelimesi قَوْمٍ kelimesinin ikinci sıfatı olup kesra ile mecrurdur.
الْمُؤْمِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir.
(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ car mecruru اَعِزَّةٍ ’e müteallıktır. الْكَافِر۪ينَۘ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
يَرْتَدَّ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
Fiil iftial babındadır. Sülâsîsi ردد’dir. İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍۜ
Fiil cümlesidir. يُجَاهِدُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.
ف۪ي سَب۪يلِ car mecruru يُجَاهِدُونَ fiiline müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olarak kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَخَافُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
لَوْمَةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. لَٓائِمٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
يُجَاهِدُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi جهد ’dir. Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ
İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
الْفَضْلُ haber olup lafzen merfûdur. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
يُؤْت۪يهِ fiili mübtedanın ikinci haberidir. يُؤْت۪يهِ fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
Muttasıl zamir هِ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ, ikinci mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası يَشَٓاءُ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
يَشَٓاءُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. اللّٰهُ lafza-i celâli, mübteda olup lafzen merfûdur. وَاسِعٌ haber olup lafzen merfûdur. عَل۪يمٌ ise ikinci haberdir.
وَاسِعٌ kelimesi sülâsî mücerred olan وسع fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍۜ
Bundan önce Allah Teâlâ, Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyi nehyetmiş, onları anlatıldığı şekilde dost edinmenin, dinden irtidat sebebi olduğunu ve onları dost edinen münafıkların akıbetini açıklamıştı. Şimdi burada mutlak olarak mürtecilerin halini beyan ediyor. Rivayete göre, on bir fırka İslâm'dan döndü. Bunlardan üçü Resulullah (sav) hayatta iken irtidat ettiler. (Ebüssuûd)
Bu ayet, öncesindeki ve sonrasındaki ayet arasında bir itiraz cümlesidir. (Âşûr)
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Nidanın cevap cümlesi olan … مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪, şart üslubunda haberî isnaddır.
İman edenlerin ism-i mevsûlle ifade edilmesi sonraki konuya dikkatleri çekmek ve iman edenlere tazim içindir. Tevcih anlamı ihtiva eden mevsûlün sılası, mazi fiil sıygasında gelmiş, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şartın cevabı فَ karînesiyle gelen … فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ cümlesidir. Muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. İstikbal harfi سَوْفَ cümleyi tekid etmiştir. مَنْ ’in haberi olan, şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber talebî kelamdır.
يُحِبُّهُمْ cümlesi بِقَوْمٍ için sıfattır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üslupta gelen …يُحِبُّونَهُٓ cümlesi بِقَوْمٍ ’in ikinci sıfatıdır. و’la birbirine atfedilen bu sıfat cümlelerinde atıf sebebi temâsüldür. اَذِلَّةٍ - اَعِزَّةٍ kelimeleri kavim için üçüncü ve dördüncü sıfatlardır. Bu kelimeler arasında muvazene ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır.
Birbirine matuf olan يُجَاهِدُونَ ve لَا يَخَافُونَ cümleleri de kavim için diğer sıfatlardır. Sıfatlar arasında atıf sebebi temâsüldür.
بِقَوْمٍ ’deki tenvin tazim ve kesret ifade eder.
ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla Allah’ın yolu, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü Allah yolu hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak Allah’ın emrine uymanın önemini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır.Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
سَب۪يلِ اللّٰهِ izafeti, lafza-i celâle muzâf olması سَب۪يلِ için tazim ve şeref ifade eder.
سَب۪يلِ اللّٰهِ ibaresinde istiare vardır. سَب۪يلِ kelimesi yol demektir. Allah’ın dini anlamında müsteardır. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir.
Lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır. Çünkü ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır.
لَوْمَةَ - لَٓائِمٍ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. لَوْمَةَ ’nin masdar olması mübalağa, لَٓائِمٍۜ ’in tenvinli gelmesi kesret ifade eder.
الْمُؤْمِن۪ينَ - الْكَافِر۪ينَۘ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
يُحِبُّهُمْ - يُحِبُّونَهُٓ ve اٰمَنُوا - الْمُؤْمِن۪ينَ ve يُؤْت۪يهِ - يَأْتِي kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ - اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ ibareleri ve يُحِبُّهُمْ - يُحِبُّونَهُٓ cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا şeklindeki nida üslubu Kur’an-ı Kerim’de iman edenlere önemli bir konunun bildirileceğini haber verir. Bu üslup tekid türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir. Sonra اَيُّ harfi gelmiştir. Bu harf nida ile akabindeki elif-lamlı kelimeyi birbirine bağlar. Müphem bir harftir, takip eden kelimeyle açıklanır. Böylece ibhamdan sonra beyan gelir. Arkadan gelecek olan konu için kişiyi hazırlar ve uyarır. Sonra yine bir tenbih harfi olan هَا gelir. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri’t Ta’bîri’l Kur’anî, s. 43)
Bazı salihler Allah Teâlâ’nın ايَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا [Ey iman edenler] sözünü işitince sanki Allah’ın nidasını işitmiş gibi, لبيك وسعديك “Emret Allah’ım, emrine amadeyim.” der. Böyle söylemek Kur’an’ın edebidir.
Yüce Allah, يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا hitabı ile Kur’an’ın 88 yerinde müminlere hitap etmiştir. “Ey iman edenler” ifadesi hep Medenî surelerde geçmiştir. Bu hitap bir teşriftir. Mekkî surelerde “Ey insanlar” ifadesi vardır. Medine’de emir ve yasaklar fazlalaşmıştır. Mekke'de fazla emir ve yasak yoktur.
Muhataplara “Ey müminler!” diye seslenilmesi onlara, bu iman sahibinin Allah’ın emirlerine güzel bir şekilde sarılması ve itaat etmesi, yasaklarından da sakınması gerektiğini hatırlatır. (Sâbûnî)
Muhatapların iman ile vasıflandırılmaları, onların düşmanlarından farklı olduğunu göstermek suretiyle hallerini kendilerine hatırlatmak ve onda sebatlarını sağlamak içindir. (Ebüssuûd)
İman edenler şöyle olmalıdırlar:
“Müminlere karşı boynu eğik, boynu kıldan ince.
Kafirlere karşı aziz, üstün, sert, zorlu.”
“Allah yolunda cihad etmek” tabiri kapsamına emr-i bil ma’ruf da girer. İnsanları uyarmak vs. bu yolda kınanmaktan kaçınmamak, kimin ne dediğine aldırmamaktır.
Bu ayet-i kerimede Allah’ın sevdiği kimselerin müminlere karşı alçak gönüllü olduğu zikredilmiştir. Eğer peşinden gelen اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ [kafirlere karşı da onurlu ve güçlüdürler.] ifadesi olmasaydı müminlere karşı olan alçak gönüllülüklerinin zayıflık ve güçsüzlükten kaynaklanabileceği intibası ortaya çıkacaktı. Son ifadeyle onların güçlü kimseler olduğu zikredilerek bu intiba ortadan kalkmıştır. Burada “Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar.” kısmında mukabele sanatı da vardır. (Ali Bulut, Kur’an-ı Kerim’de Itnâb Üslûbu)
Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse Allah Teâlâ onları helak ettikten sonra onların yerine öyle bir kavim getirir ki O, onları sever; onların dünyası ve ahireti için hayırlı olanı irade buyurur. Onlar da O’nu severler; O’na itaat eder ve isyandan sakınırlar.”
Bu bahtiyar kavmin kimliği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. (Ebüssuûd)
Allah Teâlâ’nın, mürtecilerin helakından sonra onların yerine getireceği kavim, müminlere karşı gayet yumuşak, merhametli ve mütevazı; kâfirlere karşı ise şedit, zorlu ve galiptir. Yukarıda söz konusu edilen kavmin diğer bir sıfatı da cihada karşı istekli olmaktır. Onlar, Allah Teâlâ yolunda cihadı ve dindeki kararlılığı birleştirmişlerdir. Bu kelam, münafıklara bir tarizdir. Çünkü onlar, Müslüman askerler içinde sefere çıktıkları zaman Yahudi dostlarından korkarak onların kınamasına sebep olacak işler yapmıyorlardı. (Ebüssuûd)
Dinden dönme bir olaya mahsus olmadığı gibi bu kavim de belli bir kavimden ibaret değildir. Dinden dönenlerin zararlarına karşı olmak ve onların terk ettikleri saadet mevkiini işgal etmek üzere kıyamete kadar zaman zaman nöbetle gelecek ve i’lâ-yı kelimetullah (Allah’ın kelimesini yükseltmek) ile İslam’a hizmet edecek birçok toplumlara işarettir ki anılan vasıflar bunların mümeyyiz (ayırıcı) vasıflarını ve birleşme yönlerini teşkil eder. (Elmalılı)
Burada sadece itikat (iman) itibarıyla dinden dönme değil, amel bakımından da dinden dönme bahis konusudur. Vaktiyle Yahudilerin Hristiyanlara, Hristiyanların Müslümanlara mevkii terk ettikleri gibi, İslam nimetinin kadrini bilmeyen nankörler de onun kıymetini bilecek, şükrünü eda edecek yeni bir Müslüman kavme mevkii terk etmeye mecbur olacaklardır. İnsanlık tarihi, İslam tarihi bunun büyük küçük misalleriyle doludur. Fertleri, küçük toplumları bırakalım da en büyük misallerini alalım: Önce Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, bundan sonra Emevilerin son zamanlarında olduğu gibi bu hizmet, Arap’tan Aceme doğru geçmiş, hadis-i şerifin de gösterdiği üzere Fars kavmi maddî ve manevî olarak İslam’a çok büyük hizmetler etmiş, sonra bunlar da aynı hale gelmiş, bu defa da Allah Türkleri göndermiş, Arapların, Farsların kıymetini bilemeyip kaybettikleri İslam devletini ele alarak İstanbul’a ve oradan yeryüzünün her kıtasına yaymışlardır. Şu halde “Ebnâ-i Fâris” hadisinin delaleti ve İstanbul’un fethi ile ilgili hadisin açıklığı ve “Umulur ki Allah, bir fetih ihsan eder ve katından bir emir getirir.” (Maide Suresi, 52) ilâhî vaadinin mutlak oluşu ve işareti ile Türkler de müjdesine girmişlerdir. Demek ki onlar da bu nimetin kadrini, kıymetini bilmez, küfür ve küfrana doğru giderlerse yerlerini Allah’ın göndereceği diğer bir topluma terk etmeye mecbur olacaklardır. Ve kim bilir lütfu geniş ve ilmi çok olan Allah kıyamete kadar daha ne toplumlar gönderecektir. İşte ta yukarıdan “Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın.” hatırlatmasından beri gelen ve daha devam edecek olan açıklamaların geliş ve akışına göre meâlin özeti bu noktada toplanmaktadır. (Elmalılı)
ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin uzağı işaret etmekte kullanılan işaret ismi ile marife olması, dikkatleri işaret edilene yoğunlaştırmak ve onu yüceltmek içindir.
Bu cümle tezyîl cümlesidir. İşaret ismi de zikredilen tüm kemâl sıfatlara işaret eder. (Âşûr)
Burada uzak işareti olan ذٰلِكَ [işte o] kerimesinin kullanılması, işaret edilen vasıfların faziletçe çok yüksek olduğunu zımnen bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
Müsnedin lafza-i celâle muzâf olarak marife olması ise müsnedin tazimi yanında müsnedün ileyhin de şereflendiğini ifade eder.
İşaret isminde istiare vardır. Ayette Allah’ın koyduğu yasaklar işaret edilmiştir. Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücûdun tahakkuku”dur.
Lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُ cümlesi, ikinci haberdir. Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar, tecessüm ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Fiilin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ’in sılası يَشَٓاءُۜ, muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette cem' ma’at-taksim ve tamim sanatı vardır. Şöyle ki [Allah bir kavim getirir.] cümlesi cem’, [Allah onları, onlar Allah’ı sever. Müminlere mütevazi, kâfirlere izzetli, Allah yolunda çalışır, kınayanın kınamasından korkmazlar.] cümlelerinde taksim vardır. [Bu Allah’ın fadlıdır, dilediğine verir.] cümlesinde de tamim vardır. Konu özelden genele dönmüştür. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
Müstenefe cümlesidir. Lafzâ-i celâl mübteda, وَاسِعٌ haber, عَل۪يمٌ ikinci haberdir. İsme isnad olan bu haber cümlesi sübut ifade eder. Cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet hissettirme kastına matuftur.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı, ayetteki tekrarında ise reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Allah’ın عَل۪يمٌ ve وَاسِعٌ sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın, aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır
Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
وَاسِعٌ - لَٓائِمٍ ve عَل۪يمٌ - سَب۪يلِ ve فَضْلُ - قَوْمٍ kelime grupları arasında muvazene sanatı vardır.
Son cümlede zamir makamında zahir ismin zikredilmesi illeti bildirmek ve cümlenin istiklalini tekit etmek içindir. (Ebüssuûd)
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekit için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir
Bu itirazî (ara) cümle, makablini açıklayan bir zeyl mahiyetindedir. (Ebüssuûd, Âşûr)
اِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا الَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّمَا | ancak |
|
2 | وَلِيُّكُمُ | sizin veliniz |
|
3 | اللَّهُ | Allah(tır) |
|
4 | وَرَسُولُهُ | ve Elçisi(dir) |
|
5 | وَالَّذِينَ |
|
|
6 | امَنُوا | ve mü’minlerdir |
|
7 | الَّذِينَ | öyle ki |
|
8 | يُقِيمُونَ | kılan |
|
9 | الصَّلَاةَ | namazlarını |
|
10 | وَيُؤْتُونَ | ve veren |
|
11 | الزَّكَاةَ | zekatlarını |
|
12 | وَهُمْ | ve onlar |
|
13 | رَاكِعُونَ | rüku’a varan |
|
Yüce Allah, iman sıfatına uygun düşen tek dostluk yönünü de müminlere göstererek, dost olacakları kimseleri açıklamaktadır:
“Sizin dostunuz ancak Allah, O’nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren, rukua varan müminlerdir.”
Ayet bu şekilde kesin ifadelidir. Bir demogojiye ve tevile imkan bırakmamaktadır. İslâmî hareketin ya da İslâm düşüncesinin cıvıklaştırılmasına fırsat vermemektedir.
Gerçekte işin böyle olması zorunludur da. Çünkü sorun -dediğimiz gibi özünde inanç sorunudur, bu inanca göre hareket etme sorunudur. Dostluğun bütünüyle Allah’a özgü olması için, mutlak anlamda O’na güvenilmesi için, “din” olarak İslâm’ın benimsenmesi için, sorunun müslüman saf ile İslâm’ı din edinmeyen, onu hayat düzeni olarak benimsemeyen, diğer sıfatların ayrılığı sorunu olarak algılanması için ve İslâmî hareket, ciddiyet ve düzen bulunması için. Biricik önderlikten ve yegane sancaktan başka kimsenin dostluğu söz konusu değildir. Mümin topluluktan başkasıyla yardımlaşma mümkün değildir. Çünkü İslâm’ın hayat düzeninde işbirliği, inançtan kaynaklanmaktadır.
İslâm’ın sırf isimden ibaret olmaması, bir arma ve sembol olarak kalmaması, dille söylenen bir kelimeden, nesilden nesile geçen bir kültür mirasından ya da herhangi bir bölgede oturanlara özgü bir sıfattan ibaret olmaması için, ayetin akışı müminlerin belli başlı karakteristik özelliklerini açıklamaktadır: v
“…Namaz kılan, zekat veren, rukua varan müminler..”
Onların belirgin sıfatlarından biri namaz kılmaktır. -Sırf eda etmek değil namaz kılmaktan, eksiksiz eda edilmesi kastedilmektedir. Bu şekilde kılmaktan, yüce Allah’ın şu ayette belirlediği sonuçlar doğmaktadır:
“Kuşkusuz namaz, insanı kötülükten ve çirkin şeyleri yapmaktan alıkoyar.” (Ankebut Suresi, 45)
Kıldığı namaz kişiyi kötülükten ve çirkin şeyleri yapmaktan alıkoymuyorsa bu, namaz dosdoğru kılınmamış demektir. Çünkü şayet Allah’ın söylediği şekilde kılınmış olsaydı, kuşkusuz onu bunlardan alıkoyardı.
Bir diğer sıfatları da zekat vermektir. Yani gönül hoşnutluğu ve isteğiyle Allah’ın emrine itaat etmek ve O’na yaklaşmak amacıyla malın hakkını vermektir. Kuşkusuz zekat yalnızca mâli bir vergi değildir. O, aynı zamanda ibrettir de. Ya da ibadettir. Bu da bir tarzda değişik hedefleri gözeten İslâm düzeninin belirgin bir özelliğidir. Bir hedefi gerçekleştirirken, birkaç hedefi göz ardı eden yeryüzü düzenlerinin hiçbiri böyle değildir.
Toplumun durumunu düzeltmek için, uygar anlamda ve malın vergisini toplamak veya devlet adına, ya da halk adına yahut herhangi bir yeryüzü mercii adına zenginlerden alıp fakirlere vermek yeterli değildir. Bu haliyle sadece bir tek hedef gerçekleştirilmiş olur; ihtiyaç sahiplerine mal ulaştırmak.
Zekat ise; ismi ve anlamı, amacını belirlemektir. Herşeyden önce zekat, temizlik ve gelişmedir. Allah’a yönelik bir kulluk şekli olmakla ve beraberinde fakir kardeşlerine karşı insana güzel duygular ilham ettirmekle, vicdan temizliğini sağlamaktadır. Allah için açılan bir kulluk olmasından dolayı, bu eylemi gerçekleştirende ahirette güzel bir mükafat alma ümidini doğurmaktadır. Bereketle ve bereketli ekonomik düzenle, malının dünya hayatında artacağını ummasını sağladığı gibi. Sonra, zekatı alan fakirlerin gönüllerinde güzel duygular uyandırır. Zenginlerin mallarında kendileri için bir hak belirlemekle yüce Allah’ın, kendilerine lütfettiğini anlarlar. Artık zengin kardeşlerine karşı kin ve çekemezlik duygularına kapılamazlar. -Bununla beraber İslâm düzeninde zenginlerin helal yollarla mal kazandığını, maldan paylarına düşeni toplarken hiç kimseye haksızlık etmediklerini de hatırlatalım. Son olarak bu hoşnut, iyi, güzel atmosferde; zekat, temizlik ve gelişme atmosferinde malî bir vergiyi de yerine getirmiş oluyor.
Zekat vermek, müminlerin hayatî işlerde Allah’ın şeriatına uyduklarını gösteren en belirgin özelliklerinden biridir. Bu, aynı zamanda her işlerinde, yüce Allah’ın otoritesini kabul ettiklerini de göstermektedir. İşte İslâm budur.
“…Rukua varan müminler..”
Bu onların karakteristik durumudur. Sanki sürekli olarak asıl durumları budur. Bu nedenle, “namaz kılanlar” sıfatıyla yekinilmemektedir. Bu yeni özellik, daha genel ve daha kapsayıcı bir özelliktir. Çünkü bu gönüllerde sürekli durumları buymuş gibi bir düşünce uyandırıyor. Onların en belirgin özellikleri ve onunla tanındıkları bu özelliktir.
Bu tür münasebetlerle, Kur’an’ın ifade tarzının uyandırdığı ilhamlar, ne kadar da etkileyicidir.
Yüce Allah, kendisine güvenmelerine, O’na sığınmalarına, sırasıyla yalnızca O’na, peygamberine ve müminlere dost olmalarına ve tamamen Allah için oluşmuş saffın dışında tüm saflardan bütünüyle ayrılmalarına karşılık, müminlere yardım ve galibiyet vaad etmektedir.
Fizilal-il Kuran/Seyyid Kutub
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav), din kardeşliğinin akrabalıktan öte bir yakınlık olduğunu belirtmiş , Müslüman olmayan akrabalarıyla aralarındaki ilginin mâhiyetini şöyle açıklamıştır:
Riyazus Salihin, 332 Nolu Hadis
Ebû Abdullah Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i gizli değil açıkca şöyle buyururken dinledim:
“(Akrabam olan) Falan oğulları ailesi benim dostlarım değildir. Benim dostlarım Allah Teâlâ ile iyi mü’minlerdir. Fakat ötekilerle aramızda akrabalık bağı bulunduğu için kendileriyle ilgimi kesmeyeceğim.” Buhârî, Edeb 14; Müslim, Îmân 366
Riyazus Salihin, 367 Nolu Hadis
Ebû Said el-Hudrî radıyallahu anh’den Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Mü’minden başkasını dost tutma, yemeğini müttakîlerden başkasına tattırma!”
Ebû Dâvûd, Edeb 16; Tirmizî, Zühd 56
اِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا الَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ
اِنَّمَا kâffe ve mekfûfedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup, buradaki ma-i kâffeden kasıt اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا ismidir.
وَلِيُّكُمُ mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كُمُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, haber olup lafzen merfûdur. رَسُولُهُ atıf harfi وَ ‘la lafza-i celâle matuftur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuf olup mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, birinci ism-i mevsûlun bedeli veya sıfatıdır. İsm-i mevsûlun sılası يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يُق۪يمُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olup mahallen merfûdur.
الصَّلٰوةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَ atıf harfidir. يُؤْتُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olup mahallen merfûdur.
الزَّكٰوةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. رَاكِعُونَ haber olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
رَاكِعُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan ركع fiilinin ism-i failidir.اِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا الَّذ۪ينَ يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Kasr edatı اِنَّمَا ile tekid edilen ilk cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Lafza-i celâl müsneddir.
اِنَّمَا ile yapılan kasr, kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. Veli olmak Allah’a kasredilmiştir.
اِنَّمَا ile yapılan kasrlarda muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. Muhataba konunun bilindiği tenbih edilir. اِنَّمَا edatı; siyâkında açıkça veya zımnen bir sorunun olduğu ayetlerde cevap olarak gelir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi)
Veli (dost) müteaddit olduğu halde veli kelimesinin tekil olarak zikredilmesi, dostluğun yalnız ve asaleten Allah Teâlâ’ya mahsus, Peygamber ve müminlere karşı dostluğun, ancak Allah Teâlâ’ya nispetle olduğunu zımnen bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
Lafza-i celâle matuf olan رَسُولُهُ izafeti, muzâfın şanı içindir.
İsm-i mevsûl الَّذ۪ينَ de, lafza-i celâle matuftur. Sılası اٰمَنُوا , mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır
İkinci mevsûl, birinci için sıfat veya ondan bedeldir. Sılası muzari fiil sıygasında gelmiştir. وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ muzari fiil cümlesi ikinci mevsûlün sılasına, tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir.
Ayetin وَ ’la gelen son cümlesi وَهُمْ رَاكِعُونَ hal cümlesidir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ ifadesinden sonra هُمْ رَاكِعُونَ cümlesinin zikredilmesi umumdan sonra hususun zikri babında ıtnâb sanatıdır.
وَهُمْ رَاكِعُونَ ifadesinde وَ hal içindir yani namazlarını kıldıklarında, zekâtlarını verdiklerinde yaptıklarını rukû -yani Allah’a karşı huşû, ihbât/samimiyet ve tevazu- halinde yaparlar, demektir. (Keşşâf)
الصَّلٰوةَ - الزَّكٰوةَ - رَاكِعُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Namaz ve zekat muzari fiille ifade edilmiş, vakitleri geldikçe edasına ve devam etmesine işaret edilmiştir.
Rukû ise isim cümlesi olarak gelmiş, sübut ve devam ifade etmiştir. Çünkü bu kelimeden maksat nafile ibadetler ve Allah’ın bütün emir ve yasaklarına boyun eğmektir.
Ayet-i kerimede cem’ sanatı vardır. Dostluk üç noktada cem’ edilmiştir: 1. Allah dostluğu, 2. Resulün dostluğu, 3. Müminlerin dostluğu.
Konu dallandırılarak anlatılmıştır. Itnâbdan tefri’ dir.
İman edenlerin vasıflarının, düzgün namaz kılan, zekat veren, rukû edenler şeklinde sayılması, tetmim ve ihtiras itnabıdır.
Rivâyete göre, bu âyet Ali (ra) hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki:
"Ali, namazda rükûda iken biri ondan yardım istemiş; o da ona yüzüğünü atmış."
Bir rivayete göre رَاكِعُ kelimesinin رَاكِعُونَ şeklinde çoğul olarak kullanılması, insanları Ali’nin (ra) fiiline teşvik içindir. (Ebüssuûd)
Namazın içinde rukû zaten yer alır. Bu nedenle rükunun ayrıca zikredilmesi tecrîd ve itaate dikkat çekilen bir tekiddir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
Ayette müminlerin dostunun Allah, resulü ve diğer müminler olduğu belirtilmiş, tek bir varlıktan değil topluluktan söz edilmiştir. Muktezâ-i zâhire göre kelime أوليائكم şeklinde çoğul gelmesi gerekirken neden وَلِيُّكُمُ şeklinde tekil formda gelmiştir? Bunun cevabını Zemahşerî’nin ifadeleriyle aktaralım: Burada sözün aslı اِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّٰهُ ifadesidir yani dostluk asaleten Allah’a nispet edilmiştir. Dostluğun Resule ve müminlere nispeti ise Allah’a nispetini takibendir. Eğer zahiren gerektiği gibi ayet اِنَّمَا اَوْلِيَاءِكُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا şeklinde olsaydı dostlukta asalet ve tebeiyyet ilişkisi kalmaz, müminlere dost olma noktasında Allah Teâlâ, resulü ve diğer müminlerle aynı konumda olurdu. (Nida Sultan Çelikkaya, Haber Üslubu ve Haberin Mukteza-i Zahire Uygun Gelmemesi Durumu)
وَمَنْ يَتَوَلَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فَاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَمَنْ | ve kim |
|
2 | يَتَوَلَّ | dost tutarsa |
|
3 | اللَّهَ | Allah’ı |
|
4 | وَرَسُولَهُ | ve Elçisini |
|
5 | وَالَّذِينَ | ve kimseleri |
|
6 | امَنُوا | mü’minleri |
|
7 | فَإِنَّ | yalnız |
|
8 | حِزْبَ | taraftarlarıdır |
|
9 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
10 | هُمُ | onlardır |
|
11 | الْغَالِبُونَ | galib gelecek olanlar |
|
Bu galibiyet sözü, imandan kaynaklanan bir kuralın açıklanmasından sonra yer almaktadır. Bu kural Allah’a, peygamberine ve müminlere yönelik dostluktur. Ayrıca bu, yahudi ve hristiyanları dost edinmemeye, bunun müslüman saftan ayrılıp yahudi ve hristiyanların safına katılmak olduğuna, aynı zamanda dinden dönmek anlamına geldiğine ilişkin bir uyarıdır.
Burada Kur’an’ın genel bir yaklaşımı göze çarpmaktadır. Yüce Allah, sadece İslâm daha iyidir diye teslim olmalarını istemektedir müslümanlardan. İleride galip geleceği, yeryüzüne egemen olacağı için değil. Bunlar zamanı gelince gerçekleşecek sonuçlardır. Sadece yüce Allah’ın, bu dini yerleştirmesine ilişkin takdirini gerçekleştirmek için meydana gelirler, insanları bu dine girmeye teşvik etmek için değil. Müslümanların galip gelmelerinde kendileri için herhangi birşey söz konusu değildir. Ne benlikleri ne de kişilikleri için bir pay çıkarmazlar. Bu, sadece onların eliyle gerçekleşen Allah’ın kaderidir. Bunu, akideleri için bahşetmiştir yüce Allah, şahıslardan dolayı değil. Elbette bu uğurda sarf ettikleri çabanın mükafatını alacaklardır. Bu dinin yeryüzüne yerleşmesinin ve bu yerleşmeden dolayı yeryüzünün ıslah olmasının doğurduğu sonuçların sevabını alacaklardır.
Aynı şekilde yüce Allah, kalplerini sağlamlaştırmak, onları karşılarına çıkan red engellerden kurtarmak için, müslümanlara galibiyet vaad etmektedir. -Bunlar çoğu zaman son derece çürük engellerdir- Sonuçtan emin olunca, sıkıntıları aşma ve zorlukları atlama konusunda kalpleri daha bir güçlenir. Allah’ın müslüman ümmete vaadettiği galibiyetin, kendi elleriyle gerçekleşmesini isterler. Böylece bu uğurda yaptıkları cihadın, Allah’ın dinini yeryüzüne yerleştirmenin ve bu yerleştirmenin doğurduğu sonuçların mükafatını hakketmiş olurlar.
Bu ayetin burada yer alması, o günkü müslüman kitlenin durumunu ve Allah’ın taraftarlarının oluşturduğu grubun galip geleceğine ilişkin kuralın hatırlatılması gibi müjdelere ne kadar ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Bunu da sûrenin bu bölümünün indiriliş tarihine ilişkin tercih ettiğimiz görüşten anlıyoruz.
Sonuçta zaman ve mekanla bir ilişkisi bulunmayan şu kuralı öğrenmiş oluyoruz. Bu kuralın, Allah’ın değişmez yasalarından biri olmasıyla güven duyuyoruz. Kimi çarpışmalarda ve bazı konumlarda mümin topluluk bozguna uğramış olsa da, durum değişmeyecektir. Hiçbir zaman değişmeyen yasa; Allah’ın hizbini (taraftarlarını) oluşturanların galip olacaklarıdır. Kuşkusuz Allah’ın kesin vaadi, yolun kimi aşamalarında beliren durumlardan daha doğrudur. Allah’ı, peygamberi ve müminleri dost edinmek, yolun sonunda Allah’ın vaadinin yerine gelmesine bir araç konumundadır.
Sonra… Kur’an’ın sunuş tarzı, müminleri inançlarına karşı çıkan Kitap Ehli ve müşriklerin dostluğundan alıkoymak ve bu imana dayalı kuralı, vicdanlarına, duygu ve akıllarına yerleştirmek için, İslâm düşüncesinde ve İslâmî harekette, bu kuralın önemine işaret eden çeşitli yöntemlere başvurmuştu.
Birinci çağrıda; doğrudan yasaklama ve yüce Allah’ın katından bir fetih veya olayla münafıkları ortaya çıkarması şeklindeki korkutma yöntemine başvurmuştu. İkinci çağrıda; Allah’ın, peygamberinin ve müminlerin düşmanlarını dost edinmek suretiyle dinden dönmekten (irtidat) sakındırma ve Allah tarafından sevilen ve Allah’ı sevenlerin oluşturduğu seçkinler topluluğundan olmalarını teşvik etmek ve Allah’ın her zaman galip hizbine yardım vaad etme yöntemlerine başvurmuştu.
Fizilal-il Kuran/Seyyid Kutub
وَمَنْ يَتَوَلَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فَاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ۟
وَ atıf harfidir. مَنْ şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. يَتَوَلَّ şart fiili olup illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Aynı zamanda mübtedanın haberidir.
اللّٰهَ lafza-i celâli, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. رَسُولَهُ atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuf olup mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
حِزْبَ kelimesi اِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubtur. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. هُمُ fasıl zamiridir.
الْغَالِبُونَ۟ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
الْغَالِبُونَ۟ kelimesi sülâsî mücerred olan غلب fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَتَوَلَّ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi ولي’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.وَمَنْ يَتَوَلَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا فَاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ۟
وَ atıftır. Cümle şart üslubunda faide-i haber talebî kelamdır.
Şart cümlesi يَتَوَلَّ اللّٰهَ müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
مَنْ şart edatı ref mahallinde müsnedün ileyhdir. Müsned ve şart fiili يَتَوَلَّ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin muzari fiille gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade eder.
İsm-i mevsûl الَّذ۪ينَ ve رَسُولَهُ izafeti lafza-i celâle atfedilmiştir. Atıf sebebi temâsüldür.
Az sözle çok anlam ifade eden رَسُولَهُ izafetinde, lafza-i celâle ait zamire muzâf olması رَسُولَ’e şan ve şeref kazandırmıştır.
Allah, Resulü ve iman edenlerin, zamir (onlar) makamında zahir olarak zikredilmeleri, yukarıda geçen, dostluğun asaleten Allah Teâlâ’ya mahsus olduğunu beyan etmek içindir. “Galip gelecek olanlar da onlardır.” cümlesi de bunu bildirir. (Ebüssuûd)
Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması dolayısıyla Allah lafzında tecrîd sanatı vardır. Müsnedün ileyhin tüm esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafza-i celâlle marife olması tazim, telezzüz ve teberrük içindir. (Ebüssuûd)
فَ karînesiyle gelen cevap cümlesi isme isnad edilmiş, اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesidir. Şartın cevabı isim cümlesi olarak geldiği için başına rabıta ifade eden فَ harfi gelmiştir. Sübut ifade eder. Faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّ ’nin ismi olan حِزْبَ اللّٰهِ izafetinde, lafza-i celâle muzâf olması حِزْبَ’ye şan ve şeref kazandırmıştır.
Fasıl zamiri هُمُ cümleyi tekid etmiştir. اِنَّ ’nin haberi الْغَالِبُونَ۟, ism-i fail kalıbında gelerek bu özelliğin müsnedin ayrılmaz bir parçası olduğuna işaret etmiştir.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, مَن ’in haberidir.
يَتَوَلَّ , ‘yüz çevirdi, işini üstlendi’ gibi iki zıt manayı taşıyabilir.
Önceki cümlede geçen Allah Resulü ve iman edenler tekrar zikredildiği için reddü’l-acüz ale’s-sadr vardır.
Bu ifadede حِزْب, hassaten Allah Teâlâ’ya izafe ve zamir makamında zahir olarak zikredilmiştir. Allah Teâlâ’nın dostları, tazim ve istidlal yoluyla galibiyetlerini ispat için Allah Teâlâ’nın hizbi olarak tavsif edilmişlerdir. (Ebüssuûd)
Arapça’da hizb kelimesi, kişinin kendi görüşünde olan arkadaşlarının meydana getirdiği topluluktur. Bunlar, kendilerine zor gelen bir işten dolayı bir araya gelmiş topluluktur. Müfessirler bu tabiri çeşitli şekillerde tefsir etmişlerdir. Mesela Hasan el-Basri, “Allah’ın ordusu”; Ebu Revk, “Allah’ın velileri”; Ebu'l Âliye, “Allah’ın taraftarları” manalarını vermişlerdir. Bazıları da bu tabire, “Allah’ın yardımcıları” anlamını vermişlerdir. Ahfeş, “Hizbullah, ‘Allah’ın dinini din olarak benimseyen, O’na itaat eden ve Allah’ın da kendilerine yardım etmiş olduğu kimselerdir.’ demiştir.” (Fahreddin er- Râzî)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا د۪ينَكُمْ هُزُواً وَلَعِباً مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَالْكُفَّارَ اَوْلِيَٓاءَۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَيُّهَا | ey |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
4 | لَا |
|
|
5 | تَتَّخِذُوا | edinmeyin |
|
6 | الَّذِينَ | kimseleri |
|
7 | اتَّخَذُوا | edinen(leri) |
|
8 | دِينَكُمْ | dininizi |
|
9 | هُزُوًا | eğlence |
|
10 | وَلَعِبًا | ve oyun |
|
11 | مِنَ |
|
|
12 | الَّذِينَ | kimselerden |
|
13 | أُوتُوا | verilenler(den) |
|
14 | الْكِتَابَ | Kitap |
|
15 | مِنْ |
|
|
16 | قَبْلِكُمْ | sizden önce |
|
17 | وَالْكُفَّارَ | ve kafirlerden |
|
18 | أَوْلِيَاءَ | dost |
|
19 | وَاتَّقُوا | ve korkun |
|
20 | اللَّهَ | Allah’tan |
|
21 | إِنْ | eğer |
|
22 | كُنْتُمْ | iseniz |
|
23 | مُؤْمِنِينَ | inanıyor |
|
Bu, kendisinde müminin hamiyeti bulunan herkesi etkileyen bir durumdur. Dini alaya alındığında ibadet ve namazı eğlence konusu yapıldığında, Rabbinin huzurunda durduğu an, oyun ve eğlence konusu yapıldığında, tüm onurunun kırıldığını gören müminin… Müminlerle, bu tür çirkin bir davranışı yapanlarla, akılsızlıklarından ötürü böyle bir suçu işleyenlerle dostluk yapmak mümkün müdür? Allah’ın dinini ve müminlerin Allah’a yönelik ibadetlerini, aklı başında bir insan alaya alamaz. Çünkü akıl, -sağlıklı ve doğru olduğu zaman- çevresindeki her şeyde Allah’a inanmanın işaretlerini görür. Ancak bozulup sapıttığı an, bu işaretleri göremez olur. Çünkü böyle bir durumda, onunla varlıklar arasındaki ilişki bozulmuştur. Oysa tüm varlıklar, kulluk ve ululanmayı hakkeden bir ilahın varlığına işaret etmektedir. Aynı zamanda akıl, sağlıklı, doğru olduğu zaman, evrenin ilahına yönelik kulluğun güzelliğini ve üstünlüğünü algılayacaktır. Eğer sağlıklı ve tutarlı ise, Allah’a yönelik kulluğu oyun ve eğlence konusu yapmayacaktır.
Bu alaya alma ve eğlence konusu yapma, Kur’an-ı Kerim’in peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) kalbine o günkü müslüman kitle için indiği dönemde, kafirlerden, Ehli Kitap’tan da özellikle yahudilerden kaynaklanıyordu. Peygamberimizin hayatında hristiyanlardan böyle bir davranışın meydana geldiğine ilişkin bir belgeye rastlamıyoruz. Ancak, yüce Allah, müslüman kitle için düşünce ve hayat sistemini dayandıracağı sürekli bir kural belirliyor. Kuşkusuz yüce Allah, tarih boyunca, müslüman nesillerin karşılaşacakları durumları biliyordu. İşte biz, sayıca tüm kafirlerden, yahudilerden daha fazla olan ve kendilerine hristiyan diyenlerden oluşan, bu dinin ve müslüman cemaatin düşmanlarını gördük, görüyoruz. Bunlar da -onlar gibi- İslâm’a düşmanlıkta paylarını almışlardır. Ardarda geçen asırlar boyu İslâm’a, tuzaklar kurmuşlardır. Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Hz. Ömer (r.a) döneminde İslâm’ın Roma Devleti ile çarpışmasından beri kesintisiz bir savaşa tutuşmuşlardır, İslâm’a karşı. Bir süre “Haçlı seferleri, ardından hilafeti ortadan kaldırmak için Haçlı devletlerinin yeryüzünün her tarafından saldırıya geçtikleri “Doğu sorunu” şeklinde sürdü bu savaş. Bir ara, Haçlıların içlerinde gizledikleri ancak, kimi zaman ağızlarından kaçırdıkları sömürgeciliğe zemin hazırlayan ve ona dayanan “Misyonerlik” şeklinde sürdü. Sonra bu kızgın savaş, yeryüzünün hangi bölgesinde olursa olsun ortaya çıkan İslâmî diriliş hareketlerine karşı sürmektedir. Bu saldırıların tümünde yahudiler, hristiyanlar, kafir ve putperestler birlikte hareket etmişlerdir.
Bu Kur’an, kıyamete kadar müslümanların yol gösterici kitabı olması için gelmiştir. İtikadî düşüncelerini kurduğu gibi, toplumsal düzenlerini de kurmaktadır bu kitap. Aynı zamanda hareket stratejilerini de belirlemektedir. İşte bakın, Allah’tan, O’nun peygamberinden ve müminlerden başkasını dost edinmemelerini öğretmektedir. Yahudi, hristiyan ve kafirlerle dostluk kurmalarını yasaklamaktadır. Bu sorun karşısında, en kesin tavrı takınmaktadır. Çeşitli yöntemlere başvurarak, bu derece genişçe ele almaktadır.
Kuşkusuz bu din, taraftarlarına hoşgörülü olmayı, Ehli Kitap’la, özellikle kendilerine hristiyan diyenlerle ilişkilerinde, iyi davranmalarını emretmektedir. Ancak bunlarla dostluk kurmalarını yasaklar. Çünkü hoşgörü ve iyi ilişkiler, ahlâk ve yaşam tarzı sorunudur. Dostluk, yardım demektir. iki grubun yardımlaşması demektir. Müslümanlarla Kitap Ehli -diğer tüm kafirlerde olduğu gibi- arasında işbirliğinin bulunmasıdır. Daha önce de değindiğimiz gibi, müslümanın hayatında yardımlaşma, din için ve onun sisteminin ve düzeninin insanların hayatında kurulmasını sağlamak amacıyla yapılan cihad için geçerlidir. Bu konuda, müslümanlarla müslüman olmayanlar arasında bir işbirliği olabilir mi? Nasıl olabilsin ki?
Bu, kesin ve net bir sorundur, cıvıklığı kabul etmez. Bu konuda yüce Allah, kesin bir ciddiyetten, müslümanın dini konusunda takınması gereken tavra yakışır bir ciddiyetten başkasını kabul etmez.
Fizilal-il Kuran/Seyyid Kutub
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا د۪ينَكُمْ هُزُواً وَلَعِباً مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَالْكُفَّارَ اَوْلِيَٓاءَۚ
يَٓا nida harfidir. اَيُّ münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir. الَّذ۪ينَ münadadan sıfat veya bedeldir.
İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Nidanın cevabı لَا تَتَّخِذُوا الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا ’dır.
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَتَّخِذُوا fiili نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası اتَّخَذُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اتَّخَذُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
د۪ينَكُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
هُزُوًا kelimesi ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. لَعِبًا kelimesi atıf harfi وَ’la هُزُوًا ’e matuftur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, مِنَ harf-i ceriyle birlikte اتَّخَذُوا ’deki failin mahzuf haline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası اُو۫تُوا الْكِتَابَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
اُو۫تُوا damme üzere meçhul mazi fiildir.Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
الْكِتَابَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
مِنْ قَبْلِكُمْ car mecruru اُو۫تُوا fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اتَّخَذُوا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftial babındadır. Sülâsîsi أخذ ’dır. İftiâl babı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
الْكُفَّارَ kelimesi atıf harfi وَ ’la ikinci mevsûle matuftur. اَوْلِيَٓاءَ ikinci mef’ûlun bihtir. Sonunda - اء - yani elif-i memdude olan isimlerdendir.
وَاتَّقُوا اللّٰهَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
وَ atıf harfidir. اتَّقُوا fiili نَ ’un hazfiyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اللّٰهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. كُنتُم ’un dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir. تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.
Şartın cevap cümlesi öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. Takdiri, فاتّقوا الله şeklindedir. مُؤْمِن۪ينَ kelimesi كان ’nin haberidir. Nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
مُؤْمِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir. Sülâsîsi أمن fiilidir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا د۪ينَكُمْ هُزُواً وَلَعِباً مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَالْكُفَّارَ اَوْلِيَٓاءَۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Bu suredeki 9. يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا [Ey iman edenler] nidasıdır.
Nidanın cevabı olan ...لَا تَتَّخِذُوا cümlesi nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, münadadan bedeldir. İman edenlerin ism-i mevsûlle ifade edilmesi sonraki konuya dikkatleri çekmek ve iman edenlere tazim içindir. Sılası ءَامَنُوا۟ şeklinde mazi fiil sıygasında faidei-i haber ibtidai kelamdır.
لَا تَتَّخِذُوا fiilinin mefûlü olan ikinci ism-i mevsûlün sılası اتَّخَذُوا da aynı üslupta gelmiştir.
هُزُوًا ve لَعِبًا kelimelerindeki tenvin tahkir, kesret ve nev ifade eder. Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazir sanatı vardır.
Onların din ile oynamalarının ve istihza etmelerinin manası, kalben küfürde ısrar ettikleri halde, dilleriyle İslam olmuş görünmeleridir. (Fahreddin er- Râzî)
Üçüncü ism-i mevsûl mecrur mahalde, mahzuf hale müteallıktır. Sılası olan اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَالْكُفَّارَ, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اَوْلِيَٓاءَۚ iki fiile müteaddi olan لَا تَتَّخِذُوا fiilinin ikinci mef’ûlüdür.
Farklı grupları bildiren mevsûller arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İsm-i mevsûller muhakkak herkesin bildiği bir grup varsa kullanılır. Burada bu iman edenler Peygamber Efendimiz ve sahabe tarafından bilinen insanlardı. Böyle bir grup yoksa ism-i mevsûl gelmez. İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
لَا تَتَّخِذُوا-اتَّخَذُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اٰمَنُوا - الْكُفَّارَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا şeklindeki nida üslubu Kur’anı Kerim’de iman edenlere önemli bir konunun bildirileceğini haber verir. Bu üslup tekit türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekit unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi, söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri’t Ta’bîri’l Kur’anî, s. 43)
Bazı salihler Allah Teâlâ’nın, ايَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا [Ey iman edenler] sözünü işitince sanki Allah’ın nidasını işitmiş gibi, لبيك وسعديك (Emret Allah’ım, emrine amadeyim.) der. Böyle söylemek Kur’an’ın edebidir.
Yüce Allah, يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا hitabıyla Kur’an’ın 88 yerinde müminlere hitap etmiştir. Muhataplara “Ey müminler!” diye seslenilmesi, onlara, bu iman sahibinin Allah’ın emirlerine güzel bir şekilde sarılması ve itaat etmesi, yasaklarından da sakınması gerektiğini hatırlatır. (Sâbûnî)
مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ [kendilerine kitap verilenlerden] ifadesinin kullanılması, onların şenaat ve dalaletlerini beyan etmek içindir. Çünkü onlara kitap verilmiş olması, onların kitabını tasdik eden bir kitap üzerine kurulmuş din ile alay etmelerini yasaklama anlamını taşır. (Ebüssuûd)
Bil ki Allah Teâlâ, önceki ayette Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyi yasaklamış ve bu sözü de bunu izah için sevk etmiştir. Daha sonra da burada bütün kâfirleri dost edinmeyi yasaklayan umumî bir nehiy zikretmiştir ki işte bu da bu ayettir. (Fahreddin er- Râzî)
وَاتَّقُوا اللّٰهَ cümlesi nidanın cevabı matuftur. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Rivâyete göre Rufaa b. Zeyd ve Süveyde b. Haris, Müslüman olduklarını açıkladıktan sonra münafıklık yoluna saptılar ve bazı müminler de bunları dost edinmişlerdi. İşte onlar nifaka saptıktan sonra müminler, onların dostluğundan nehyolundular. Ancak bu nehyin amacı onları ve başkalarını kapsayan bir sonuca ulaştırılması,hükmü tamim etmek (genelleştirmek),hükmün illetine dikkat çekmek, bu vasfı taşıyan kimselerin, dostluğa değil düşmanlığa layık olduklarını bildirmek içindir. (Ebüssuûd)
Görülüyor ki önceki yasak umumi şekilde yalnız Yahudi ve Hristiyanlara mahsus idi. Burada ise yasak bütün kâfirlere genelleştirilmiştir. Ve aynı zamanda bu yasak, kitap ehlinin İslam dinini alaya alan ve küçük görenlerine tahsis olunmuştur. (Elmalılı)
اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Tefsiriyye veya istînâfiyye olarak fasılla gelen son cümle, şart üslubunda talebî inşaî isnaddır. Şart cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sübut ifade eden isim cümlesidir.
Takdiri, إن كنتم مؤمنين فاتقوا الله [Eğer müminseniz, Allah’a ittika edin.] olan terkipte, öncesinin delaletiyle cevap cümlesi hazfedilmiştir. Dolayısıyla cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
Eğer şartın öncesinde cevabın anlaşılmasını sağlayan bir ifade yer alırsa cevap hazfedilir. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an)
اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ [Eğer müminler iseniz] cümlesi Müslümanları Allah’ın uygun bulmadığı kimseleri dost edinmemeye teşvik eder.
Ayeti kerime اٰمَنُوا ile başlamış مُؤْمِن۪ينَ ile bitmiştir. Teşâbüh-i etrâf vardır.İnsan, değerli bir varlıktır. Ancak, insan haddini bilmelidir. Çünkü ne Allah katında ve ne de insanlar katında vazgeçilmez değildir. İnsan, ulaşabileceği potansiyelin farkına varmalıdır. Ama değerine güvenip, geçici heveslere kapılmamalıdır. Çünkü ne göklerde ve ne de yeryüzünde en değerli değildir. İnsan hakiki değeri kazanır ancak Rabbine itaat ederse. Aksi takdirde, dünyalıklarla beslenen değerinin ömrü kısadır. Örümcek evi gibi dayanıksızdır, bir el darbesiyle dağılır gider.
Ey alemlerin Rabbi olan Allahım! İki cihanda da, bize göz aydınlığı olacak dostluklar kurmamızı ve bizimde başkalarına karşı böyle dostlar olmamızı nasip et. Ey lütfu geniş olan Rabbim! Şüphesiz bizim velimiz Sensin, Rasulullah (sav) ve salih ameller işleyen müminlerdir.
Allah’ı sevenlerden ve Allah’ın sevdiklerinden. Dini alay ve eğlence edinenlerin yanından kalkanlardan. Neye güldüğü ve ne konuştuğu dahil, her işinde bilinçli hareket edenlerden. Müminlere karşı alçakgönüllü davrananlardan. Kafirlere karşı ağırbaşlı olanlardan. Allah yolunda cihad edenlerden. Allah’a itaatte kınanma endişesinden uzak bir şekilde kendinden emin olanlardan. Allah katında ve insanlar arasında, hakiki değerini kazananlardan ve o değere son nefesi de dahil, her nefesinde sahip çıkanlardan olmak duasıyla.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji