وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكاًّ وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقاًۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَمَّا | ne zaman ki |
|
2 | جَاءَ | gelip de |
|
3 | مُوسَىٰ | Musa |
|
4 | لِمِيقَاتِنَا | tayin ettiğimiz vakitte |
|
5 | وَكَلَّمَهُ | ve ona konuşunca |
|
6 | رَبُّهُ | Rabbi |
|
7 | قَالَ | dedi |
|
8 | رَبِّ | Rabbim |
|
9 | أَرِنِي | bana görün |
|
10 | أَنْظُرْ | bakayım |
|
11 | إِلَيْكَ | sana |
|
12 | قَالَ | dedi ki |
|
13 | لَنْ |
|
|
14 | تَرَانِي | sen beni göremezsin |
|
15 | وَلَٰكِنِ | fakat |
|
16 | انْظُرْ | bak |
|
17 | إِلَى |
|
|
18 | الْجَبَلِ | dağa |
|
19 | فَإِنِ | eğer |
|
20 | اسْتَقَرَّ | durursa |
|
21 | مَكَانَهُ | yerinde |
|
22 | فَسَوْفَ | o zaman |
|
23 | تَرَانِي | sen de beni göreceksin |
|
24 | فَلَمَّا | ne zaman ki |
|
25 | تَجَلَّىٰ | görününce |
|
26 | رَبُّهُ | Rabbi |
|
27 | لِلْجَبَلِ | dağa |
|
28 | جَعَلَهُ | onu etti |
|
29 | دَكًّا | darmadağın |
|
30 | وَخَرَّ | ve bayılarak |
|
31 | مُوسَىٰ | Musa |
|
32 | صَعِقًا | düştü |
|
33 | فَلَمَّا | ne zaman ki |
|
34 | أَفَاقَ | ayılınca |
|
35 | قَالَ | dedi |
|
36 | سُبْحَانَكَ | Sen yücesin |
|
37 | تُبْتُ | tevbe ettim |
|
38 | إِلَيْكَ | sana |
|
39 | وَأَنَا | ve ben |
|
40 | أَوَّلُ | ilkiyim |
|
41 | الْمُؤْمِنِينَ | inananların |
|
Hz. Mûsâ, Tûr’daki bu olağan üstü buluşma sırasında, üç vahiy şeklinden biri olan vasıtasız vahiy ile yüce Allah’ın kelâmını alırken, aynı zamanda, kendisiyle konuşma lutfunda bulunan Allah’ı müşahede etmeyi, O’nu beden gözüyle görmeyi de diledi. Allah Teâlâ’nın, kullarına âhirette yüce zâtını göstereceği sahih hadislerle sabit olmakla birlikte (aş. bk.), Hz. Mûsâ bunun dünyada da mümkün olduğunu zannederek böyle bir dilekte bulundu. Fakat Allah, “Beni asla göremezsin” buyurarak bunun (dünyada) imkânsız olduğuna işaret buyurdu.
Âyette, itikadî mezhepler arasındaki önemli tartışmalara sebep olan kelâm (Allah’ın konuşması) ve rü’yetullah (Allah’ın beden gözüyle görülmesi) söz konusu edilmiş; Allah’ın Mûsâ’ya konuştuğu; Mûsâ’nın O’nu görmek istemesi üzerine bunun asla mümkün olmadığı belirtilmiştir. Buna göre Allah konuşur ve O’nun seçkin kulları (peygamberler) bu konuşmayı işitebilir; fakat Allah asla görülmez. Âyetten çıkan bu açık bilgiye rağmen İslâm âlimleri hem kelâm sıfatını hem de rü’yet konusunu uzun uzun tartışmışlardır. Selef diye anılan ilk kelâmcılar ve onları takip eden sonraki Selefîler Allah’ın, –insanların kullandıklarına benzemeyen– harflerle ve sesle konuştuğunu ileri sürerken diğer kelâmcılar O’nun harfler ve sesler gibi konuşma araçlarına muhtaç olmadan konuştuğunu savunmuşlardır. Öte yandan, bütün İslâm bilginleri Allah’ın dünyada görülmesinin mümkün olmadığını kabul ederler. Sünnî âlimler, bir şeyin görülebilir olmasını onun var olma şartına bağlayarak varlığında şüphe bulunmayan Allah’ın âhirette görülmesinin aklen mümkün olduğunu ve mümin kullarına görüneceğini kabul ederken Mu‘tezile âlimleri aksini savunurlar (konu hakkındaki kelâmî tartışmalarla ilgili geniş bilgi için bk. Râzî, XIV, 229-234).
İbn Atıyye, “Rabbi onunla konuştu” ifadesini “Yani Allah Mûsâ’da bir idrak yarattı ve o bu idrakle Allah’ın zâtî bir sıfatı olan kelâmını işitti” şeklinde yorumlar. Kanaatimize göre bu, Allah’ın kelâmına ilişkin oldukça mâkul bir açıklamadır. Zira yine İbn Atıyye’nin belirttiği üzere, Allah’ın kelâmı hiçbir şekilde yaratılmışların sıfatına, yaratılmışlık özellikleri taşıyan hiçbir kelâma benzemez (ayrıca bk. Bakara 2/253).
Aynı müfessir Allah’ın görülmesiyle ilgili Ehl-i sünnet görüşünü de şöyle özetler: Allah’ın görülmesi aklen câizdir; çünkü O’nun, var olması itibariyle görülmesi mümkündür. Bir varlığın görülebilir olmasının yegâne şartı var olmaktır. Ancak dinî kaynaklar O’nun dünyada değil, âhirette görüleceğini bildirmiştir. Sonuç olarak Mûsâ, “Rabbim! Bana görün, sana bakayım” derken imkânsız olanı değil, câiz olanı istemiştir. Böyle olunca da, “Sen beni asla göremezsin” şeklindeki ilâhî cevap, mutlak olarak imkânsız olan bir isteği red anlamı taşımayıp, sadece Allah’ın dünyada görülemeyeceğini bildirir. Buna karşılık birçok hadiste Allah’ın âhirette mümin kulları tarafından görüleceği haber verilmiştir (Buhârî, “Mevâkıt”, 16, 26; “Ezân”, 129; “Tefsîr”, 50/2; “Rikåk”, 52; “Tevhîd”, 24; Müslim, “Fiten”, 95; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 20; Tirmizî, “Cennet”, 16; Müsned, III, 16; IV, 11, 12).
Allah’ın dağa tecelli etmesiyle ilgili olarak tefsirlerde farklı açıklamalar yapılmıştır (bk. İbn Atıyye, VII, 154-156). Sözlükte tecellî “perdenin veya örtünün açılması üzerine bir şeyin bütün gerçekliğiyle ortaya çıkması” demektir. İbn Âşûr’a göre (IX, 93) âyetteki bu kısım mecazi bir ifade olup muhtemelen bununla, dünya varlıkları ile aşkın güçler arasına Allah tarafından konulmuş bulunan perdelerin kaldırılması kastedilmiştir. Bu perdeler veya engeller kalkınca rabbânî güç ile dağ arasında bir ilişki doğmuş ve dağ paramparça olmuş; Allah’ın bir şekilde kendisini göstermesi veya kendisinden bir görüntüyü dağa yansıtması şeklinde cereyan eden bu olağanüstü olayı gören Hz. Mûsâ dehşete kapılarak kendinden geçip yere yığılmıştır. Ayılınca anlamıştır ki böyle bir tecelli kendisini bu kadar sarstığına göre, bu dünyanın şartları içinde, bu bedenî, hissî ve psikolojik yapısıyla Allah’ı görmeye asla tahammül edemeyecekti. Ayrıca, dağın bir bakıma denek olarak kullanıldığı bu tecrübe kendisi üzerinde gerçekleşseydi mahvolacaktı. Sonuç olarak Allah’tan, genel anlamda mümkün, fakat bu dünyada imkânsız olan bir şeyi istediği için tövbe etti ve kendi halkı veya o dönemdeki insanlar içinde ilk mümin kişinin kendisi olduğunu belirterek bir kez daha imanını Allah’a arzetti.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 586-588
وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ
وَ atıf harfidir. لَمَّا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
جَٓاءَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. مُوسٰى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
لِم۪يقَاتِنَا car mecruru جَٓاءَ fiiline müteallıkır. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
كَلَّمَهُ رَبُّهُ cümlesi atıf harfi وَ ’la جَٓاءَ fiiline matuftur. كَلَّمَهُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
رَبُّهُ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
كَلَّمَهُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
Tef’il babındandır. Sülâsîsi كلم ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ
Cümle şartın cevabıdır. Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Mekulü’l-kavli, nida cümlesi ve cevabıdır. قَالَ fiilinin mef‘ûlün bihi olarak mahallen mansubtur. Nida harfi ve muzâfun ileyh mahzuftur. رَبِّ kelimesinin sonundaki esre, mütekellim zamirinden ivazdır.
Nidanın cevabı اَرِن۪ٓي ‘dir. اَرِن۪ٓي illet harfinin hazfi ile mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت ‘dir. Sonundaki ن۪ vikayedir. Mütekellim zamiri ي ise mef’ûlun bih olup mahallen mansubtur.
اَنْظُرْ اِلَيْكَ cümlesi mukadder şartın cevabıdır. Takdiri; فإن فعلت أو تمّ ذلك أنظر إليك (Bunu yaparsan veya tamamlarsan sana bakayım.) şeklindedir. اَنْظُرْ meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri انا ’dir.
اِلَيْكَ car mecruru اَنْظُرْ fiiline müteallıktır.
اَرِن۪ٓي fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi رأي ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Mekulü’l-kavli, لَنْ تَرٰين۪ي ‘dır. قَالَ fiilinin mef‘ûlün bihi olarak mahallen mansubtur.
لَنْ muzariyi nasb ederek manasını olumsuz müstakbele çeviren harftir. Tekid ifade eder. تَرٰين۪ي elif üzere mukadder fetha ile mansub muzari fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت ‘dir. Sonundaki ن۪ vikayedir. Mütekellim zamiri ي mef’ûlun bih olup mahallen mansubtur.
وَ atıf harfidir. لٰكِنِ istidrak harfidir. انْظُرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir zamir أنت ‘dir.
اِلَى الْجَبَلِ car mecruru انْظُرْ fiiline müteallıktır. فَ atıf harfidir. اِنِ şart harfi iki muzari fiili cezm eder.
اسْتَقَرَّ şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. مَكَانَهُ mekân zarfı, اسْتَقَرَّ fiiline müteallıktır.
Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. سَوْفَ gelecek zamana işaret eder. Alimler bu edatı tesvif -erteleme diye isimlendirmişlerdir. Vaat veya tehdit bulunan yani istenen veya hoşlanılmayan bir fiile delalet eden bir muzari fiilin başına geldiklerinde tekid-vurgu olurlar.
تَرٰين۪ي elif üzere mukadder fetha ile mansub muzari fiildir. Faili müstetir zamir أنت ‘dir. Sonundaki ن۪ vikayedir. Mütekellim zamiri ي mef’ûlun bih olup mahallen mansubtur.
اسْتَقَرَّ fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil istif’âl babındandır. Sülâsîsi قرر ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكاًّ وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقاًۚ
فَ atıf harfidir. لَمَّا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
تَجَلّٰى ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. تَجَلّٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. رَبُّهُ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لِلْجَبَلِ car mecruru تَجَلّٰى fiiline müteallıktır.
Şartın cevabı جَعَلَهُ دَكاًّ ‘dır. جَعَلَهُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. دَكاًّ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَ atıf harfidir. خَرَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. مُوسٰى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. Gayri munsariftir.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayrİ munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
صَعِقاً hal olup fetha ile mansubtur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ
فَ atıf harfidir. لَمَّا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
اَفَاقَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَفَاقَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Şartın cevabı قَالَ سُبْحَانَكَ ‘dir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
سُبْحَانَكَ mahzuf bir fiilin mef'ûlu mutlakı olarak mansubtur. Takdiri, نسبّح şeklindedir. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Mekulü’l-kavli, تُبْتُ اِلَيْكَ ‘dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. تُبْتُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُ fail olarak mahallen merfûdur.
اِلَيْكَ car mecruru تُبْتُ fiiline müteallıktır.
وَ atıf harfidir. Munfasıl zamir اَنَا۬ mübteda olarak mahallen merfûdur.
اَوَّلُ haber olup lafzen merfûdur. الْمُؤْمِن۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُؤْمِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ
و atıf harfidir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Muzâfun ileyh olan şart cümlesi ...جَٓاءَ , müspet mazi fiil cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cevap cümlesi ...قَالَ , faide-i haber ibtidaî kelam olan fiil cümlesidir. قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli ise nida üslubunda talebî inşaî isnaddır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Nida harfi ve muzâfun ileyhin hazfi, mütekellimin, münadaya yakın olma isteğine işarettir.
Aynı üslupla gelen وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ cümlesi جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا cümlesine matuftur.
Nidanın cevabı olan اَرِن۪ٓي, emir üslubunda talebî inşaî isnaddır. Emir üslubunda gelmiş olmasına rağmen dua manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Meczum muzari fiil sıygasında gelen اَنْظُرْ اِلَيْكَ cümlesi, talebin cevabıdır. Mahzuf şartın cevabı olması da caizdir.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
رَبِّ izafeti, muzâfun ileyhin şanı içindir.
لِم۪يقَاتِنَا ’daki azamet zamirinden, كَلَّمَهُ رَبُّهُۙ ’da gaib zamire iltifat edilmiştir.
لِم۪يقَاتِنَا ’daki lam, ihtisas anlamı verir; adeta “Hususi olarak bizim belirlediğimiz vakitte geldi” denilmiş olmaktadır. رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ [Bana göster de Sana bakayım.] ifadesinde اَرِي fiilinin ikinci mef‘ûlü mahzuftur; “Bana kendini göster de Sana bakayım.” anlamındadır. (Keşşâf)
قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli menfi muzari fiil cümlesi faide-i haber talebî kelamdır. لَنْ cümleyi tekid etmiştir.
İstidrak harfi لٰكِنِ ’in dahil olduğu انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ cümlesi وَ ’la mekulü’l-kavle atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşaî isnaddır.
[Sana bakayım] sözüne karşılık, ‘Bana bakamazsın’ değil de [Beni asla göremezsin] demiştir? [Kendini bana göster] ifadesi “Bana tecellî ederek, beni Seni görebilir, algılayabilir kıl!” anlamında olduğu için talep edilen şeyin, idrakin söz konusu olmadığı bir bakış değil, [idraki içeren] görme olduğu anlaşılmış olmaktadır. Bu yüzden, “Bana bakamazsın” yerine [Beni göremezsin.] denilmiştir. لَنْ (asla) edatının anlamı, لا ’nın verdiği olumsuzluk anlamının tekid edilmesidir. Zira لا, gelecek zamanda bir işin olmayacağı anlamına gelir. Mesela, لاافعل غدا (yarın yapmayacağım) dersin, bu cümledeki olumsuzluğu tekid ettiğin zaman ise لن افعل غدا (yarın asla yapmayacağım) dersin. Bu durumda mana, “Bunu yapmak bana aykırıdır.” şeklinde olur. Nitekim ُ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَاباً وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُۜ [Allah’tan başka taptığınız şeyler bir araya gelse asla bir sinek bile yaratamazlar. (Hac Suresi, 73)] ayetinde de لَنْ edatı bu manada kullanılmıştır. لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ [Gözler onu idrak edemez. (Enam Suresi, 103)] ayeti, Allah’ın görülmesinin gelecekte söz konusu olmayacağının ifadesi, لَنْ تَرٰين۪ي “Beni asla göremezsin!” ise bunun tekid ve beyanıdır. Çünkü olumsuzlanan şey [yani görülme] Yüce Allah’ın sıfatlarına aykırıdır. (Keşşâf)
لَنْ تَرٰين۪ي [Sen beni asla göremezsin] sözü Musa’nın Allah Teâlâyı görebilecek bir istidadı olmadığını gösterir. (Ebüssuûd)
فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ
فَ atıf harfidir. Cümle mekulü’l-kavle dahildir. Şart üslubunda haberî isnaddır. فَ karînesiyle gelen şartın cevabı فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ, muzari fiil sıygasında faide-i haber, talebî kelamdır. Vaat siyakında gelen istikbal harfi سَوْفَ, tekid ifade etmiştir.
[Şayet olduğu yerde kalırsa] yani daha önce olduğu gibi sabit kalırsa dört bir tarafıyla aynı yerde kalmaya devam ederse “Sen de Beni göreceksin.” Bu ifadede, “görülme” dağın -Allah onu un ufak edip yerle bir ettiği sırada- yerinde durabilmesine yani vaki olmayan bir şeye bağlanmıştır. Bu, muhteşem bir üslupla ve harika bir tarzla söylenmiş son derece mütenasip bir ifadedir. Dikkat edersen, Allah Teâlâ “ama” buyurarak [zatına] “bakma”dan dağa “bakma”ya geçmiş; sonra “zatına] bakma” talepleri yüzünden zangır zangır sarsılacaklarına yönelik tehdidini, “görmenin varlığının kendisine bağlandığı şey”in üzerine kurmuştur. “Dağ yerinde durursa sen de beni göreceksin.” ifadesini kastediyorum. (Keşşâf)
“Vaktaki Musa, kardeşini yerine halef bırakıp mîkatımıza, tayin ettiğimiz özel vakitte geldi ve Rabbi kelamıyla onu muradına erdirdi. Meleklere olan kelamı gibi aracısız fakat perde arkasından ona söz söyledi, onu, özel konuşmak için yaklaştırdık.” (Meryem Suresi, 52) ilâhî sözü delalet eder ki bu kelam “necvâ” idi. Musa (as) ilâhî kelamı her cihetten işitiyordu, diye bir rivayet vardır. Bu da gösterir ki Allah’ın kelamını işitmek, mahlukatın kelamını işitmek gibi değildir. Rabbi onu, doğrudan doğruya fakat perde arkasından kelamıyla mutlu edip kelîm kılınca Allah kelamının şevk ve neşesiyle Musa’da Allah’ı görme arzusu uyandı ve galeyana geldi de “Ey Rabbim, bana göster kendini, bakıp göreyim Seni!” dedi. Yani “Perdeyi kaldır, bana bizzat tecelli et de didarını görmeyi nasip eyle.” diye yalvardı. Rabbi ona dedi ki: “Beni katiyen göremeyeceksin, velakin dağa bak, eğer yerinde durabilirse sen de Beni göreceksin.’’ Bunun üzerine Rabbi, dağa tecelli edince ki bu bir izafî tecellidir yani zatındaki bütün azamet ve kudret-i mutlakası ile değil, azamet ve kudretinden bir lemha zuhur, emir ve iradesinden bir parçasının dağa çarpmasıyla onu hurdahaş eyledi, unufak yapıp yerle bir etti. Hamze, Kisaî, Halef-i Âşir kıraatlerinde okunduğuna göre “dümdüz ediverdi” yani dağ gidip yeri dümdüz oluverdi, hörgüçsüz bir deve gibi oluverdi.
دَكاًّ : Bir şeyi ezip un ufak etmek manasına masdar olup bunun ismi mef’ûlü olan مدكوك manasına da gelir ki burada mana böyledir, hörgüçsüz deve veya tepe ve sırt demektir. Birinci manaya göre dağ hiç kalmamış, ikincisine göre de küçük bir sırt, küçücük bir tepe haline gelmiş demek olur. Meşhur olan kavle göre bu dağ Tûr-ı Sina idi, fakat diğer bir dağ olduğu da nakledilmiştir. Bunun Zebiyr Dağı veya Medyen'deki Erriyn Dağı veya büsbütün yok olup gitmiş olan bir başka dağ olduğu da söylenmiştir ki Hz Musa’nın üzerinde bulunduğu dağ değil, karşıdan baktığı bir dağ demek olur.
Hasılı Rabbinin tecellisine dağ dayanamadı دَكاًّ oldu, Musa da şiddetle baygın düştü. Söz konusu bu tecelli ile iki olay meydana geldi: Biri dağın parçalanıp ufalanması, diğeri de Musa’nın bayılıp yere düşmesi. Demek ki Musa, dağ dolayısıyla olan bir izafi tecelliye bile dayanamayıp bayıldı, tam ve mutlak bir zatî tecelli olsaydı, bütün dünya ve muhtemelen bütün kâinat bir anda yok olacaktı. İşte “Sen Beni katiyen göremeyeceksin.” buyurulmasının esas hikmeti de bu idi. Yoksa haddizatında Allah tecelliden kaçınmış ve lütufta cimrilik etmiş değildir, hâşâ, O’nda buhul ve cimrilik yoktur, mesele tecelliye tahammüldedir. Bu fena âleminde O’nu görmeye tahammül olunamaz. O halde bu ilâhî kelamdan, ölüm ve fena âleminin sona erdiği beka âleminde yani ahirette dahi Allah’ı görmenin mümkün olmadığını anlamaya kalkışmak doğru değildir. (Elmalılı)
فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكاًّ وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقاًۚ
Cümle önceki şart cümlesine فَ ile atfedilmiştir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Muzâfun ileyh olan şart cümlesi ...تَجَلّٰى, müspet mazi fiil cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ karînesi olmadan gelen cevap cümlesi جَعَلَهُ دَكاًّ, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
دَكاًّ ’deki tenvin nev ve tazim ifade eder.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
رَبُّهُ izafetinde Rabb ismine muzâf olması Musa’ya (a.s.) zamire şan ve şeref kazandırmıştır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقاًۚ cümlesi وَ ’la makabline atfedilmiştir.
صَعِقاًۚ haldir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ
Cümle önceki şart cümlesine فَ ile atfedilmiştir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Muzâfun ileyh olan şart cümlesi ...اَفَاقَ, müspet mazi fiil cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cevap cümlesi ...قَالَ, faide-i haber ibtidaî kelam olan fiil cümlesidir. قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan تُبْتُ اِلَيْكَ, mazi fiil sıygasında gelerek sebat ve temekküne işaret etmiştir.
Fiille mef’ûlü arasına giren itiraz cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. سُبْحَانَكَ mahzuf fiilin mef’ûl-ü mutlakından naibdir. İtiraz cümleleri ıtnâb sanatı babındandır. Araya girmiş bir cümle olan itirâziyye cümlesinin ana cümlenin anlamına tesiri yoktur.
سُبْحَانَ [münezzeh] kelimesi mastardır, bu kelimenin fiili yoktur, mahzuftur. Kelamın aslı اَسُبْحَا سُبْحَانَكَ (Sübhan’ı tesbih et) şeklindedir. Tesbih’in manası “takdis ve tenzih etmek”tir. O'nun azametini, rububiyetinin izzetini ve uluhiyetinin celâlini canlandırmadıkça kulluk olmaz. Kalpte bu manaların canlandırılması, kulun Rabbi hakkındaki marifetinin derecesine ve yakınlığına göredir. Dolayısıyla ne kadar insan varsa o kadar da farklı mana söz konusudur.
[Ayılınca] yani baygınlığı geçince [dedi ki]: Senin hakkında caiz olmayan görme ve benzeri şeylerden [Seni tenzih ederim!] Senin görülmez ve hiçbir duyu ile idrak edilmez olduğuna [inananların ilki olarak] Seni görme talebimden dolayı [Sana tövbe ediyorum.] (Keşşâf)
اَرِن۪ٓي - تَرٰين۪ي kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَرِن۪ٓي - لَنْ تَرٰين۪ي arasında tıbak-ı selb sanatı vardır.
خَرَّ - اَفَاقَ arasında tıbakı hafî vardır.
اَرِن۪ٓي - اَنْظُرْ arasında mürâât-ı nazîr vardır.
تَجَلّٰى - لِلْجَبَلِ - جَعَلَهُ arasında cinas vardır.
“Vasat” kelimesinin iki manası vardır. Biri ilk akla gelen orta manası diğeri de hayırlı manasıdır. Burada ikinci mana kastedilmiştir. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedii İlmi)
رَبِّ - فَلَمَّٓا kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
“Senin iznin olmadan seni görme isteğinden tövbe edip Sana yöneldim, Senin, dünyada iken görülmeyeceğine inanıp iman edenlerin ilki benim” veya “Senin iznin olmadan senden bir şey istemenin uygun olmadığına inananların ilki benim.” demektir. (Fahreddin er- Râzî)