بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَجَاوَزْنَا بِبَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ الْبَحْرَ فَاَتَوْا عَلٰى قَوْمٍ يَعْكُفُونَ عَلٰٓى اَصْنَامٍ لَهُمْۚ قَالُوا يَا مُوسَى اجْعَلْ لَـنَٓا اِلٰهاً كَمَا لَهُمْ اٰلِهَةٌۜ قَالَ اِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَجَاوَزْنَا | ve geçirdik |
|
2 | بِبَنِي | oğullarını |
|
3 | إِسْرَائِيلَ | İsrail |
|
4 | الْبَحْرَ | denizden |
|
5 | فَأَتَوْا | rastladılar |
|
6 | عَلَىٰ | üzerine |
|
7 | قَوْمٍ | bir kavim |
|
8 | يَعْكُفُونَ | tapan |
|
9 | عَلَىٰ |
|
|
10 | أَصْنَامٍ | putlara |
|
11 | لَهُمْ | kendilerine |
|
12 | قَالُوا | dediler |
|
13 | يَا مُوسَى | Musa |
|
14 | اجْعَلْ | yap |
|
15 | لَنَا | bize de |
|
16 | إِلَٰهًا | bir tanrı |
|
17 | كَمَا | gibi |
|
18 | لَهُمْ | bunların |
|
19 | الِهَةٌ | tanrıları |
|
20 | قَالَ | dedi |
|
21 | إِنَّكُمْ | siz gerçekten |
|
22 | قَوْمٌ | bir toplumsunuz |
|
23 | تَجْهَلُونَ | cahil |
|
Müfessirler, 138. âyette sözü edilen putperest toplumun kimliği konusunda farklı bilgiler vermişlerdir. Bir görüşe göre bu toplum, Lahm kabilesinin bir boyu olup sığır heykellerine taparlardı. Diğer bir görüşe göre bunlar, Araplar’ın Amâlika dedikleri ve Baal (sahip, efendi) adlı boğa heykeline tapan Ken‘ânîler’dir. İsrâiloğulları da zaman zaman Baal’e tapmışlardır (meselâ bk. Hâkimler, 2/11-13; I. Krallar, 16/30-33). Mevdûdî ise söz konusu putperest toplumun, Sînâ yarımadasında, Mafka denilen askerî bir garnizonda yaşayan Mısırlılar olması ihtimali üzerinde durmuştur. Mafka’ya yakın başka bir yerde Sâmî kavimlerinin inancındaki ay tanrısına tahsis edilmiş başka bir tapınak bulunuyordu. Belki de İsrâiloğulları’nın ilgisini çeken topluluk bu tapınaktaki putlara tapıyordu (II, 85).
Hz. Mûsâ kavmini Kızıldeniz’den sağ salim geçirince karşılaştıkları bu toplumun putperestlik uygulamaları İsrâiloğulları’nın hoşlarına gitti ve Mûsâ’dan, kendi dinlerinde de böyle bir gelenek başlatmasını istediler. İbn Atıyye onların bu isteklerinin, Allah’ı inkâr ederek O’nun yerine bu putları tanrı tanımaları anlamına gelmediğini, sadece Allah’a yakınlaşmak için putları aracı olarak kullanma maksadı taşıdığını belirtir (VII, 149). Fahreddin er-Râzî de, onların bu tutumlarını “cehalet” ve “irtidad” olarak değerlendirdikten sonra, İbn Atıyye’nin görüşünü tekrar eder. Râzî ayrıca, Allah’tan başka bir varlığa tapmanın, –ister o varlığı evrenin yaratıcısı kabul ederek olsun, isterse ona ibadet etmenin Allah’a yaklaştıracağı düşüncesiyle olsun– Allah’tan başka mâbudlar ve putlar ihdas etmenin küfür olduğunu ifade eder. Çünkü ibadet en büyük saygıdır ve böyle bir saygı ancak, en büyük nimet ve lutufların sahibi Allah’a yapılır (XIV, 222-223). Bu sebeple Hz. Mûsâ, böyle bir teklifte bulunanları “Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz!” diyerek suçlamış; ayrıca özendikleri kavmin bu temelsiz din ve inançlarının, bütün benzerleri gibi yıkılmaya mahkûm olduğunu, kezâ dinî ibadet ve uygulamalarının da asılsız ve geçersiz olduğunu ifade ederek böyle bir kavme özenmenin cahillikten başka bir şey olmadığını bildirmiştir.
Şu halde takarrub (Allah’a yakınlaşma) maksadıyla da olsa, putlar türetip onlara tapanlar, zamanla bu önemsiz varlıkları gerçek tanrı yerine koyup Allah’ı unutacak ve inkâr edeceklerdir. Nitekim tarihteki birçok benzerleri gibi Câhiliye Arapları da “Biz putlara, sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” (Zümer 39/3) demelerine rağmen gerçekte Allah’ı unutmuşlar, O’nun yerine putları koymuşlardı. Bazı gelişmemiş toplumlarda görülen ve cismanî olmayan varlığı somutlaştırarak algılama eğiliminin bir neticesi olan inkârcılık ve müşriklik şeklindeki bu tür sapmalara, farklı biçimlerde de olsa, günümüzün gelişmiş toplumlarında bile rastlanabilmektedir.
İsrâiloğulları’nın, tevhid inancının hâkim olduğu İbrâhim milletine mensup olmalarına rağmen, böyle bir teklifte bulunmalarının, yüzyıllar boyunca putperest bir dinî geleneğin hüküm sürdüğü Mısır kültürüyle dejenere olmalarından kaynaklandığı düşünülebilir. Nitekim Kitâb-ı Mukaddes’te de bu duruma işaret edilmektedir (Yeşû, 24/14-15). Burada Hz. Mûsâ’nın ilk halefi olan Yeşû (Yûşa‘), İsrâiloğulları’na Allah’tan korkmalarını ve yalnız O’na kulluk etmelerini, “ırmağın öte tarafında ve Mısır’da” atalarının taptığı ilâhları bırakmalarını emretmekte; “… Kime kulluk edeceğinizi bugün seçin; fakat ben ve evim halkı, biz rabbe kulluk edeceğiz” demektedir. İlginçtir ki, Yûşa‘ peygamber bu konuşmayı Mısır’dan çıkıştan yetmiş yıl sonra yapmıştır ve bu konuşma, İsrâiloğulları’nın “ırmağın ötesindeki” putperest tesirlerden, yetmiş yıl sonra bile hâlâ kurtulamadıklarını göstermektedir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 581-582
جوز Ceveze : جاوَزَ fiili yolun ortasını geçmek demektir. جَوْزُ الطَّرِيقِ yolun ortası, جَوْزُ السَّماءِ. semanın ortasıdır. مَجازٌ Mecaz sözcüğü ise temelde kendisi için va’z edilmiş olan manayı aşıp ötesine geçen tecavüz anlamına gelir. Zıddı olan حَقِيقَةٌ hakikat ise kendisi için konulmuş manayı asmamış olan demektir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de iki mezid fiil kalıbında toplam 5 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri cevâz, câiz, mecaz, mütecâviz, icaz, icâzet ve tecavüzdür. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
عكف Akefe : عُكُوفٌ Bir şeye yönelmek, sıkıca yapışmak ve tazim yollu ona kendini hasretmektir. İtikaf إعْتِكافٌ sözcüğü şer’i literatürde Allah’a yaklaşma maksadıyla kendini mescide kapatmak anlamına gelir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 9 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri Âkif vr i’tikâftır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَجَاوَزْنَا بِبَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ الْبَحْرَ فَاَتَوْا عَلٰى قَوْمٍ يَعْكُفُونَ عَلٰٓى اَصْنَامٍ لَهُمْۚ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. جَاوَزْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
بِبَن۪ٓي car mecruru جَاوَزْنَا fiiline müteallıktır. بَن۪ٓي kelimesi cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için cer alameti ى ’dir. اِسْرَٓاء۪يلَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayrİ munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْبَحْرَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
فَ atıf harfidir. اَتَوْا mahzuf elif üzere mukadder damme ile mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَلٰى قَوْمٍ car mecruru اَتَوْا fiiline müteallıktır.
يَعْكُفُونَ fiili قَوْمٍ kelimesinin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. يَعْكُفُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَلٰٓى اَصْنَامٍ car mecruru يَعْكُفُونَ fiiline müteallıktır. لَهُمْ car mecruru اَصْنَامٍ ‘in mahzuf sıfatına müteallıktır.
جَاوَزْنَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi جوز ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
قَالُوا يَا مُوسَى اجْعَلْ لَـنَٓا اِلٰهاً كَمَا لَهُمْ اٰلِهَةٌۜ
Fiil cümlesidir. قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, يَا مُوسٰٓى ’dır. قَالُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
يَا nida harfi, مُوسٰٓى münadadır. Müfred alem olup damme üzere gelmiş mahallen mansubtur.
Nidanın cevabı اجْعَلْ لَـنَٓا اِلٰهاً ‘dir. اجْعَلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili ise müstetir olup takdiri أنت’dir.
لَـنَٓا car mecruru اجْعَلْ fiiline müteallıktır. اِلٰهاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
كَ harf-i cerdir. مَا müşterek ism-i mevsûlü, كَ harf-i ceriyle birlikte اِلٰهاً ‘in mahzuf sıfatına müteallıktır.
لَهُمْ car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır. İbn-i Hişam‘a göre bu car mecrur mahzuf mübtedanın haberine müteallıktır. Takdiri; الأصنام kelimesine ait olan هي zamiridir. (Mahmud Safi)
اٰلِهَةٌ kelimesi mahzuf sılanın bedelidir.
قَالَ اِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Mekulü’l-kavli, اِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ ‘dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. كُمْ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.
قَوْمٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. تَجْهَلُونَ fiili قَوْمٌ ‘un sıfatı olarak mahallen merfûdur.
تَجْهَلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.وَجَاوَزْنَا بِبَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ الْبَحْرَ فَاَتَوْا عَلٰى قَوْمٍ يَعْكُفُونَ عَلٰٓى اَصْنَامٍ لَهُمْۚ
وَ istînâfiyyedir. Müspet mazi fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Burada deniz için اليم değil الْبَحْرَ kelimesi kullanılmıştır. Bu; başka bir deniz ve kavim de denize الْبَحْرَ diyen bir kavimdir.
الْبَحْرَ lafzındaki marife ahd-i hudûrî içindir. (Âşûr)
Yine mazi fiil sıygasında faide-i ibtidaî kelam olan cümlesi makabline فَ ile atfedilmiştir.
قَوْمٍ için sıfat olan يَعْكُفُونَ عَلٰٓى اَصْنَامٍ لَهُمْۚ cümlesi, muzari fiil sıgasında gelerek hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَوْمٍ ’deki tenvin ‘herhangi bir’ anlamındadır.
اَتَى fiili ‘gelmek’ manasındadır. Bu ayette olduğu gibi عَلٰى harfiyle kullanıldığında karşılaşmak anlamına gelir. Fiilin harf-i cerle yeni bir anlam kazanması, tazmin sanatıdır.
عكف ; kendini ibadete adamak demektir. إعتكاف sözü de bu kökten gelir.
اَصْنَامٍ ; putlar demektir, tekili صنم kelimesidir.
Burada İsrâiloğullarının Firavunun hakimiyetinden kurtulduktan sonra Allah'a karşı verdikleri sözü nasıl nakzettikleri, oysa onların şükrü gerektiren Allah'ın ne büyük nimetlerine mazhar oldukları anlatılıyor ve aynı zamanda bir yandan Resulullah (sav) teselli edilirken diğer yandan da müminler nefis muhasebesinden ve davranış murakabesinden gafil olmamaları için ikaz ediliyor.
جَاوَزَ kelimesi lügatte ‘mesafe katetmek, geçmek’ anlamına gelir. جَاوَزْنَا fiili, "onlar için denizi kat ettik" manasına teşdîd ile جَوَّزْنَا şeklinde de okunmuştur.
Rivâyete göre Allah Teâlâ aşûra günü Musa (as) ile kavmini denizden geçirdi; Firavun ile maiyetini de helak etti. (Ebüssuûd)
يَعْكُفُونَ kelimesine Zeccâc, "Putlara tapmaya devam ediyorlar ve bunu hiç bırakmıyorlar" manasını vermiştir. Mescidden ayrılmayan kimseye de "mu'tekif" adının verilmesi bundandır. Katâde ise şöyle demektedir: "Bu topluluk, Lahm kabilesinden idi ve köyde oturuyorlardı." İbn Cüreyc de, o putların sığır şeklinde olduklarını söylemiştir. Bu, buzağı kıssasının ilk defa beyan edildiği yerdir. (Fahreddin er Râzî)
قَالُوا يَا مُوسَى اجْعَلْ لَـنَٓا اِلٰهاً كَمَا لَهُمْ اٰلِهَةٌۜ
Fasılla gelen cümle beyanî istînâftır. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالُوا۟ fiilinin mekulü’l-kavli ise nida üslubunda talebî inşaî isnaddır.
Nidanın cevabı olan …اجْعَلْ لَـنَٓا , emir üslubunda talebî inşaî isnaddır.
Teşbih harfi كَ nedeniyle mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl اِلٰهاً , مَا ‘in mahzuf sıfatına müteallıktır. Sılası mahzuftur. لَهُمْ اٰلِهَةٌۜ , bu mahzuf sılaya müteallıktır. Bu hazifler, îcâz-ı hazif sanatıdır. Mevsûlde, müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
Ayette teşbih sanatı vardır. Teşbih edatı zikredildiği için mürsel, benzetme yönü hazfedildiği için de mücmel teşbihdir.
اِلٰهاً - اٰلِهَةٌۜ arasında iştikak cinası ve reddü'l-acüz ale's-sadr vardır.
[Nasıl bunların birtakım tanrıları varsa] tapındıkları putları varsa, [bize de bir tanrı] yani put [yap] da ona tapalım. Buradaki مَا ismi كَ harfinin amelini engelleyen mâ-i kâffe’dir, bu yüzden cümle onun devamında gelmiştir. (Keşşâf)
اَصْنَامٍ - يَعْكُفُونَ - اِلٰهاً kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Cenab-ı Hak, o İsrailoğullarının, "Ey Musa, onların nasıl putları varsa, sen de bize öyle bir tanrı yap" dediklerini nakletmiştir. Bil ki bir kimsenin, Hz. Musa'ya "Onların nasıl putları varsa, sen de bize öyle bir tanrı, yaratıcı ve bir müdebbir yap!" demesi imkânsızdır. Bunun böyle olduğu hususunda şüphe eden kimsenin aklı tam olamaz. Halbuki bu hususta doğruya en yakın olan şudur: Onlar Hz. Musa'dan, dua ve ibadetlerinde karşılarına alacakları, birtakım putlar ve heykeller belirlemesini, tespit etmesini istemişlerdir. İşte bu söz, Allah Teâlâ'nın, putperestlerden nakletmiş olduğu sözün aynısıdır. Çünkü onlar: "Biz, bunlara sırf bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zumer. 3) demişlerdi. (Fahreddin er Râzî)
قَالَ اِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ
Fasılla gelen cümle beyanî istînâftır. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli ise اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
تَجْهَلُونَ cümlesi قَوْمٌ için sıfattır. Muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Sıfatlar ıtnâb sanatıdır.
Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için kullanılan bir açıklama biçimidir. Sıfatın kullanılmasının, metbusunun daha iyi tanınması, övülmesi, yerilmesi, pekiştirilmesi, acındırılması, kapalılığının giderilmesi, tahsis edilmesi gibi maksatları vardır. Itnâb, bazen de sıfatlar vasıtasıyla yapılmaktadır. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: İtnâb-Îcâz (I) Kur’ân Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)
تَجْهَلُونَ ; muzari fiil olarak gelmiş, ‘’hep yapıyordunuz, hala da yapıyorsunuz’’ manasını ifade etmiştir. (Bahrul Muhit-Sabuni)
Musa’nın kavmine olan bu sözü bizzat yaşadıkları mucizelerden sonraki bu taleplerine hayret ve şaşma ifade eder.
اِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ [Siz gerçekten cahil bir topluluksunuz!] Bu, onların, içlerinde en büyük mucize de olmak üzere o kadar büyük mucizeler gördükten sonra söyledikleri bu söz karşısında duyulan hayretin ifadesidir. Musa Aleyhisselâm onları mutlak manada cahillikle nitelemiş ve bunu tekitli, vurgulu bir şekilde söylemiştir. Çünkü onun onlardan gördüğü bu davranıştan daha büyük ve çirkin bir cehalet yoktur. (Keşşâf)
Bu ifadede bahsedilen "cehalet"in izahı şu husustur: İbadet, tazimin en son noktasıdır. Dolayısıyla ibadet, ancak kendisinden en büyük in'am ve nimetlerin sadır olduğu kimseye uygun düşer. Bu en büyük in'am da maddenin, hayatın, şehvetin, kudretin, aklın ve istifade edilen her türlü nimetin yaratılmasıyla olur. Halbuki bu tür şeylere kādir olan, ancak Allah Teâlâ'dır. Öyleyse ibadetin de ancak O'na yapılması yakışır. (Fahreddin er Râzî)
قَالَ - قَالُوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
قَوْمٌ kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ مُتَبَّرٌ مَا هُمْ ف۪يهِ وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ مُتَبَّرٌ مَا هُمْ ف۪يهِ وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ işaret ismi, اِنَّ ‘nin ismi olarak mahallen mansubtur. مُتَبَّرٌ kelimesi اِنَّ ‘nin haberi olup lafzen merfûdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَا , ism-i mef’ûl olan مُتَبَّرٌ ‘un naib-i faili olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası هُمْ ف۪يهِ ‘dir. Îrabtan mahalli yoktur.
İsm-i mef’ûlün fiil gibi amel şartları şunlardır:
1. Harfi tarifli (ال) olmalıdır.
2. Haber olmalıdır.
3. Sıfat olmalıdır.
4. Hal olmalıdır.
5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır.
6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.
Not: Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir.
İsm-i mef’ûl, türediği fiilin meçhulü gibi amel eder. Yani kendisinden sonra naib-i fail alır. Ondan sonra gelenler de mef’ûl olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. ف۪يهِ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.
بَاطِلٌ kelimesi atıf harfi وَ ’la مُتَبَّرٌ ‘e matuftur.
مَا ve masdar-ı müevvel, ism-i fail olan بَاطِلٌ ‘un faili olarak mahallen merfûdur.
İsm-i failin fiil gibi amel şartları şunlardır:
1. Harfi tarifli (ال) olmalıdır.
2. Haber olmalıdır.
3. Sıfat olmalıdır.
4. Hal olmalıdır.
5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır.
6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.
Not: Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir. Bu amel şartlarından birini taşıyan ism-i fail kendisinden sonra fail ve mef’ûl alabilir. Bu fail veya mef’ûl bazen ism-i failin muzâfun ileyhi konumunda da gelebilir. İsm-i fail tercüme edilirken umumiyetle muzari manası verir. Nadiren mazi manası da olabilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَانُوا ; isim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. Damme üzere mebni nakıs fiildir.
كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur.
يَعْمَلُونَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubtur.
يَعْمَلُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مُتَبَّرٌ kelimesi sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i mef’ûludur.
بَاطِلٌ kelimesi sülâsî mücerred olan بطل fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ مُتَبَّرٌ مَا هُمْ ف۪يهِ وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Ta’lil manasında istînâfiyye olan ayet fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi habere dikkat çekmenin yanında işaret edilene tahkir anlamı taşır.
Müşterek ism-i mevsûl مُتَبَّرٌ , مَا ’un naib-i failidir. İsm-i mef’ûl kalıbındaki مُتَبَّرٌ ’un haber konumunda olması, naib-i fail almasını mümkün kılmıştır.
Leys şöyle demiştir: تبار kelimesi, helak olmak demektir. تتبير kelimesi ise imha etmek, yok etmek anlamındadır. Yine, külçe altına da تِبر denilmektedir. (Fahreddin er Râzî)
مُتَبَّرٌ halin fesat olması manasında müstear lafızdır. (Âşûr)
Mevsûlü her zaman takip eden sıla cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. Sübut ifade eden isim cümlesinde ف۪يهِ car mecruru هُمْ ‘un mahzuf haberine müteallıktır.
اِنَّ , بَاطِلٌ ’nin haberine matuftur.
"Butlan", "bir şeyin, ya zatının yok olması, yahut da fayda ve maksadının yok olması sebebiyle, yok olmasıdır" şeklinde tarif edilmiştir. Onların amellerinin batıl olmasından murad ise "Onlara bu amellerinden, ne bir faydanın, ne de bir zararı def etme imkânının hasıl olmamasıdır." (Fahreddin er Râzî)
Masdar harfi مَا ve akabindeki isim cümlesi كَانُوا يَعْمَلُونَ , masdar teviliyle بَاطِلٌ ’un failidir. İsm-i fail kalıbındaki بَاطِلٌ ’un haber olması, fail almasına olanak sağlamıştır.
Haberin, muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
كان ‘nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi sayı 41)
هٰٓؤُ۬لَٓاءِ ifadesinin اِنَّ ’nin ismi olarak gelmesi ve اِنَّ ’nin haberi olan cümle içerisinde mübtedanın haberin önüne geçmiş olmasıyla, putlara kulluk edenler ‘yok edilmeye mahkum kimseler’ olarak damgalanmakta, bu durumun onlar için kaçınılmaz olduğu bildirilmektedir. Böylece İsrailoğulları, istedikleri şeyin sonu bildirilerek uyarılmış; sevdikleri şey kendilerine kötü gösterilmiştir. (Keşşâf)
Farklı görevdeki مَا kelimeleri arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.قَالَ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪يكُمْ اِلٰهاً وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ
Bir görüşe göre İsrâiloğulları’nın “âlemlere üstün kılınması” içlerinden birçok peygamber çıkmasından ileri geliyordu (İbn Atıyye, VII, 151; Râzî, XIV, 225; İbn Âşûr, IX, 84). Daha ağırlıklı olan başka bir yoruma göre ise buradaki üstünlük, İsrâiloğulları’nın peygamberlerine ve onların tebliği olan hak dine inanıp düzgün ve erdemli bir yaşayışa sahip oldukları dönemlerde küfür ve dalâlet içinde yaşayan milletlere karşı sahip oldukları üstünlüktür. Buna karşılık, yine Kur’an’ın açıklamasına göre anılan özelliklerini kaybettikleri dönemlerde “alçaklık ve âcizlikle damgalanmışlar”; türlü yıkımlara mâruz kalmışlardır (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/61; İsrâ 17/4-8). Esasen konumuz olan âyette de dolaylı olarak onlara, üstünlüklerinin tevhid geleneğine sahip olmalarından ileri geldiğine, eğer putperestlik gibi bâtıl inançlara saparlarsa bu üstünlüklerini kaybedeceklerine bir işaret vardır. Nitekim Kur’an’da müslümanlar için “en hayırlı ümmet” tabiri kullanıldığı halde (Âl-i İmrân 3/110), bunun da onların –ne yaparlarsa yapsınlar– hiç değişmeden hep böyle değerli sayılacakları anlamına gelmediğini gösteren yüzlerce âyet ve hadis vardır.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 582-583
قَالَ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪يكُمْ اِلٰهاً وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Hemze istifham harfidir. غَيْرَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Aynı zamanda istisna harfidir. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Mekulü’l-kavli, اَبْغ۪يكُمْ اِلٰهاً ’dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
اَبْغ۪يكُمْ fiili, ى üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri انا ’dir.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. اِلٰهاً temyiz olup fetha ile mansubtur.
Temyiz; kendisinden önce geçen müphem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani; çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan” soruları sorulur.
Temyiz ikiye ayrılır:
1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.
2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülemeyen mümeyyez.
Melhûz Mümeyyez: Burada temyiz cümledeki kapalılığı giderir. Manası kapalı olup da temyiz sayesinde açıklığa, netliğe kavuşan bu tür cümlelere melhûz mümeyyez denir. Melhûz mümeyyez daha çok şu cümlelerde olur: a) İsm-i tafdil kalıbının kullanıldığı bazı cümleler, b) Anlatılmak istenen anlamı ifadede tek başına yetersiz kalan “artmak-eksilmek, çoğalmak-azalmak, yükselmek-alçalmak, güzel ve çirkin olmak, büyük veya küçük olmak” gibi fiillerin kullanıldığı cümleler, c) İçinde “ كَفَى بِ ” terkibi bulunan cümleler, d) Kem-i istifhamiyye (soru için olan كَمْ ) ve kem-i haberiyye (çokluk bildiren كَمْ) ile kurulan cümleler. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
فَضَّلَكُمْ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
فَضَّلَكُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
عَلَى الْعَالَم۪ينَ car mecruru فَضَّلَكُمْ fiiline müteallıktır. الْعَالَم۪ينَ ’nin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَضَّلَكُمْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi فضل ‘dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
قَالَ اَغَيْرَ اللّٰهِ اَبْغ۪يكُمْ اِلٰهاً وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlenin mekulü’l-kavli
istifham üslubunda gelmiş talebî inşâî isnaddır.
Cümle istifham üslubunda geldiği halde gerçek manada soru olmayıp inkâr manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Takrirde muhatabın bildiği bir şey soru şeklinde dile getirilir ve ondan bunu tasdik etmesi istenir. Bunda ikna edici, inandırıcı bir delil vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meani İlmi)
Burada ibadetin yalnız Allah'a tahsisi gerektiği beyan edildikten sonra onların istedikleri şeye ibadetin kesinlikle batıl olduğu bildiriliyor ve bu gerçek bir inkârî istifham ile vurgulanıyor. Bu inkârî istifham hem hayret ve ibret (ta'cib), hem de kınama (tevbih) ihtiva ediyor. (Ebüssuûd)
غَيْرَ اللّٰهِ izafeti, veciz ifade kastı yanında gayrının tahkiri içindir. Ayrıca mef’ûl konumundaki bu izafet, amili olan اَبْغ۪يكُمْ ’a önemine binaen takdim edilmiştir.
اِلٰهاً ’deki tenvin tahkir ifade eder.
عَلَى الْعَالَم۪ينَ “çok büyük insan topluluklarına” demektir. (Keşşâf)
وَ ’la gelen وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَم۪ينَ cümlesi, lafza-i celâlden haldir. Hal, ıtnâb sanatıdır.
Cümlenin müsnedi mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara delalet eder. (Vakafat, S. 107)
اللّٰهِ - اِلٰهاً kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Allah her peygamber ümmetini, yaşadığı çağa üstün kılmıştır.
Bundan maksat, "Allah Teâlâ onları, kendi zamanlarındaki âlemlere üstün kılmıştır" şeklindedir.
Allah Teâlâ, bu kesin mucizeleri onlara mahsus kılmıştır. Her ne kadar başkalarına başka hasletler tahsis ederek onları yüceltmiş ise de, böylesi mucizeler başka hiç kimse için meydana gelmemiştir. (Fahreddin er Râzî)
وَاِذْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِۚ يُقَتِّلُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْۜ وَف۪ي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظ۪يمٌ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِذْ | ve hani |
|
2 | أَنْجَيْنَاكُمْ | biz sizi kurtarmıştık |
|
3 | مِنْ | -nden |
|
4 | الِ | ailesi- |
|
5 | فِرْعَوْنَ | Fir’avn |
|
6 | يَسُومُونَكُمْ | onlar size yapıyorlardı |
|
7 | سُوءَ | en kötüsünü |
|
8 | الْعَذَابِ | azabın |
|
9 | يُقَتِّلُونَ | öldürüyorlardı |
|
10 | أَبْنَاءَكُمْ | oğullarınızı |
|
11 | وَيَسْتَحْيُونَ | ve sağ bırakıyorlardı |
|
12 | نِسَاءَكُمْ | kadınlarınızı |
|
13 | وَفِي | ve vardı |
|
14 | ذَٰلِكُمْ | bunda size |
|
15 | بَلَاءٌ | bir imtihan |
|
16 | مِنْ | tarafından |
|
17 | رَبِّكُمْ | Rabbiniz |
|
18 | عَظِيمٌ | büyük bir |
|
Firavun yönetimi İsrâiloğulları’nı çok çeşitli sıkıntılara mâruz bırakmakla birlikte, erkek çocukların öldürülüp kız çocukların sağ bırakılması şeklindeki zulümleri âyette özellikle zikredilmiştir (aynı bilgiler Tevrat’ta da verilmektedir, bk. Çıkış, 1/16). Zira İsrâiloğulları bu suretle hem bir tür katliamla hem de nesillerinin tüketilmesini hedefleyen korkunç bir planla karşı karşıya kalmışlardır. Âyette, Allah Teâlâ’nın onları, bu son derece tehlikeli planla yok edilmekten kurtardığı hatırlatılarak bunu şükürle karşılayacakları yerde başları selâmete çıkar çıkmaz putperestliğe özenmelerinin ağır bir suç ve nankörlük olduğuna işaret edilmektedir (“nisâ” kelimesinin “kadınlar” yerine “kızlar” şeklinde çevrilmesi hakkında bk. 127. âyetin tefsiri).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 583
وَاِذْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِۚ
وَ atıf harfidir. اِذْ zaman zarfı, takdiri اذكروا olan mahzuf fiile müteallıktır. اَنْجَيْنَاكُمْ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَنْجَيْنَاكُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
مِنْ اٰلِ car mecruru اَنْجَيْنَاكُمْ fiiline müteallıktır. فِرْعَوْنَ kelimesi muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayrİ munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَسُومُونَكُمْ fiili فِرْعَوْنَ kelimesinin hali olarak mahallen mansubtur.
يَسُومُونَكُمْ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir كُمْ mef‘ûl olarak mahallen mansubtur. سُٓوءَ ikinci mef‘ûlun bihtir. الْعَذَابِ muzâfun ileyhtir.
اَنْجَيْنَاكُمْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi نجو ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
يُقَتِّلُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْۜ
يُقَتِّلُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ cümlesi bedel olarak mahallen mansubtur. يُقَتِّلُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَبْنَٓاءَكُمْ kelimesi mef‘ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْ cümlesi atıf harfi وَ ile يُقَتِّلُونَ ‘ye atfedilmiştir. يَسْتَحْيُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
نِسَٓاءَكُمْۜ kelimesi mef‘ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Cemi kıllet kipi ile gelen اَبْنَٓاءَ kelimesi yirmi iki ayette, cemi müzekker salim kipi ile gelen بَنُونَ kelimesi de yetmiş üç ayette bulunmaktadır. (Abdurrahman Güney, Arap Dili Ve Belâgatı Açısından Kur’an’da Sözcüklerin Çoğul Halleri)
يَسْتَحْيُونَ fiili sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil istif’âl babındadır. Sülâsîsi حيي ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamları katar.
وَف۪ي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظ۪يمٌ۟
وَ istînâfiyyedir. ف۪ي ذٰلِكُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
بَلَٓاءٌ kelimesi ise muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. مِنْ رَبِّكُمْ car mecruru بَلَٓاءٌ ‘a müteallıktır. عَظ۪يمٌ kelimesi بَلَٓاءٌ ‘un sıfatıdır.
وَاِذْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِۚ يُقَتِّلُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَٓاءَكُمْۜ وَف۪ي ذٰلِكُمْ بَلَٓاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظ۪يمٌ۟
وَ istinafiyyedir. Ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır. Zaman zarfı اِذْ , takdiri اذكروا olan mahzuf bir fiile müteallıktır. Mahzufla birlikte cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
اِذْ ’in muzâfun ileyhi olan اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اَنْجَيْنَاكُمْ fiili ifâl babından olup zorluktan ve sıkıntıdan kurtarma konusunda hızlı olunması gereken durumlarda kullanılır. Aynı kökten türeyen نَجَّي fiili ise tefîl babındandır ve çoğunlukla kurtarma fiilinde bir müddet bekleme ve ona zaman tanımanın sözkonusu olduğu yerlerde kullanılır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Kur’ân Kelimelerinin Sırlı Dünyası, S. 113)
Zaman ismi olan اِذْ ‘in masdara değil de fiil cümlesine muzâf olmasıyla bu vaktin tazimi anlaşılır. Fiil teceddüde ve şimdiki zamana delalet eder. (Âşûr, Hac/26)
Muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, tecedddüt ve tecessüm ifade eden يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِۚ cümlesi, اٰلِ فِرْعَوْنَ ’den haldir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal cümleleri anlamı genişleten ıtnâb sanatıdır.
Burada önce Firavun’un İsrailoğullarına yapmış olduğu işkenceden kapalı bir şekilde bahsedilmiş, ardından bu işkencenin erkek çocuklarını kesmek olduğu ifade edilerek bu kapalılık giderilmiştir. Eğer araya atıf harfi girseydi cümle bu anlamı vermezdi. O takdirde يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِ işkencenin bir türü olurken يُقَتِّلُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ başka bir türü olurdu.
ُسؤء kelimesi ile “çirkin” anlamı kastedilir. سؤء العذاب ifadesindeki سؤء kelimesi ise azabın en şiddetlisi ve fenasıdır. Sanki azap dışındaki şeylere nispetle çirkin olduğu ifade edilmiştir.
يَسُومُونَكُمْ سُٓوءَ الْعَذَابِ [Sizi azaba tabi tutuyorlardı.] demektir. Buradaki يَسُومُونَ fiili, satış için malı arz etmek manasına olup müstear olarak kullanılmıştır. Yüce Allah bu azabı "erkek çocuklarınızı kesiyor, kız çocuklarınızı da diri bırakıyorlardı" şeklinde açıklamıştır. Bu cümle bir öncekinin tefsiri olup onun üzerine atfedilmiş, eklenmiş bir cümle değildir. (Safvetü't Tefâsir, Sâbûnî)
يُقَتِّلُونَ اَبْنَٓاءَكُمْ cümlesiyle, یَسۡتَحۡیُونَ نِسَاۤءَكُمۡۚ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
اَنْجَيْنَاكُمْ - يُقَتِّلُونَ ve يُقَتِّلُونَ - يَسْتَحْيُونَ kelime grupları arasında tıbâk-ı îcab, اَبْنَٓاءَكُمْ - نِسَٓاءَكُمْۜ kelimeleri arasında ise tıbâk-ı hafî ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
الْعَذَابِۚ - بَلَٓاءٌ - سُٓوءَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Kızlar için nisa kelimesinin kullanılması kevn-i lâhik alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
Ayette leff ve neşr vardır.
Bu sanatta önce zikredilen leff’te nefis, daha sonra zikredilecek şeylere bir nevi hazırlanmış olur. Böylece zikredilen hükümler nefiste daha iyi yerleşir. Dolayısıyla belâgattaki amaç olan en iyi etki sağlanmış olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Bedii İlmi)
أنجاء (kurtarma)da ya da su-i azapta Rabbiniz katından gelen bir büyük bela (sınama), nimet veya mihnet vardır. Nimet de nikmet (azap) de O'nun emri cümlesindendir. O'nun kudretinin sonu yoktur. (Fahreddin er Râzî)
وَوٰعَدْنَا مُوسٰى ثَلٰث۪ينَ لَيْلَةً وَاَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ م۪يقَاتُ رَبِّه۪ٓ اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةًۚ وَقَالَ مُوسٰى لِاَخ۪يهِ هٰرُونَ اخْلُفْن۪ي ف۪ي قَوْم۪ي وَاَصْلِحْ وَلَا تَتَّبِـعْ سَب۪يلَ الْمُفْسِد۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَوَاعَدْنَا | ve sözleştik |
|
2 | مُوسَىٰ | Musa ile |
|
3 | ثَلَاثِينَ | otuz |
|
4 | لَيْلَةً | gece |
|
5 | وَأَتْمَمْنَاهَا | ve buna kattık |
|
6 | بِعَشْرٍ | on (gece daha) |
|
7 | فَتَمَّ | böylece tamamlandı |
|
8 | مِيقَاتُ | tayin ettiği vakit |
|
9 | رَبِّهِ | Rabbinin |
|
10 | أَرْبَعِينَ | kırk |
|
11 | لَيْلَةً | geceye |
|
12 | وَقَالَ | dedi ki |
|
13 | مُوسَىٰ | Musa |
|
14 | لِأَخِيهِ | kardeşi |
|
15 | هَارُونَ | Harun’a |
|
16 | اخْلُفْنِي | benim yerime geç |
|
17 | فِي | içinde |
|
18 | قَوْمِي | kavmim |
|
19 | وَأَصْلِحْ | ve ıslah et |
|
20 | وَلَا | ve |
|
21 | تَتَّبِعْ | uyma |
|
22 | سَبِيلَ | yoluna |
|
23 | الْمُفْسِدِينَ | bozguncuların |
|
İsrâil halkı, Mısır esaretinden kurtulup Sînâ çölüne geçtikten sonra bu çölde kırk yıl boyunca evsiz barksız dolaştılar. Bu yüzden Sînâ çölü “şaşkın vaziyette dolaşmak” anlamına gelen Tîh adıyla da anılır. Tûrisînâ, bu çölün ve yarımadanın güneyinde bulunmaktadır. Yüce Allah, esaretten kurtulan kavme şeriatını bildirmek üzere Mûsâ’ya Tûrisînâ’ya gelmesini emretti. Mûsâ, yerine kardeşi Hârûn’u bırakarak ondan sulh ve sükûnu korumasını, bozgunculuk çıkarabileceklere karşı dikkatli olmasını istedi. Bu tedbirleri aldıktan sonra Allah’ın emrine uyarak Tûr’a gitti.
Araplar genellikle gün yerine gece kelimesini kullandıklarından; ayrıca ibadet, zikir, dua gibi dinî faaliyetler için gündüze nisbetle gecenin sükûneti daha elverişli olduğundan âyette Mûsâ’nın Tûr’da geçirdiği süre hakkında gün yerine gece kelimesi zikredilmiştir. Bakara sûresinde (2/51) bu buluşma süresi sadece “kırk gece” kaydıyla anılırken burada söz konusu sürenin otuz ve on gece olarak iki bölümde anılması ve böylece Bakara sûresindeki âyete bir ayrıntı ilâve edilmesi çeşitli şekillerde yorumlanmış olup (bk. İbn Atıyye, VII, 152-153; Râzî, XIV, 226), muhtemelen bu iki farklı süre, Hz. Mûsâ’nın kırk gece içinde kaydettiği iki ruhî ve mânevî gelişmeye işaret etmektedir. Otuz gecenin ibadet süresi, on gecenin ise Tevrat’ın inzâl edildiği süre olduğu da düşünülebilir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 585-586
وَوٰعَدْنَا مُوسٰى ثَلٰث۪ينَ لَيْلَةً وَاَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ م۪يقَاتُ رَبِّه۪ٓ اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةًۚ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. وٰعَدْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
مُوسٰى mef’ûlun bih olup elif üzere mukadder fetha ile mansubtur. Gayri munsariftir.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayrİ munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثَلٰث۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler, ي ile nasb olurlar. Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri; تمام ثلاثين şeklindedir.
لَيْلَةً temyiz olup fetha ile mansubtur.
Temyiz; kendisinden önce geçen mübhem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani; çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harfi cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. Temyiz Türkçeye “bakımından, …yönünden” şeklinde tercüme edilebilir. Temyizi bulmak için “ne bakımdan, hangi açıdan” soruları sorulur.
Temyiz ikiye ayrılır:
1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.
2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülemeyen mümeyyez.
Melhûz Mümeyyez: Burada temyiz cümledeki kapalılığı giderir. Manası kapalı olup da temyiz sayesinde açıklığa, netliğe kavuşan bu tür cümlelere melhûz mümeyyez denir. Melhûz mümeyyez daha çok şu cümlelerde olur: a) İsm-i tafdil kalıbının kullanıldığı bazı cümleler, b) Anlatılmak istenen anlamı ifadede tek başına yetersiz kalan “artmak-eksilmek, çoğalmak-azalmak, yükselmek-alçalmak, güzel ve çirkin olmak, büyük veya küçük olmak” gibi fiillerin kullanıldığı cümleler, c) İçinde “ كَفَى بِ ” terkibi bulunan cümleler, d) Kem-i istifhamiyye (soru için olan كَمْ ) ve kem-i haberiyye (çokluk bildiren كَمْ) ile kurulan cümleler.
(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ atıf harfidir. اَتْمَمْنَاهَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
بِعَشْرٍ car mecruru اَتْمَمْنَاهَا fiiline müteallıktır.
فَ atıf harfidir. تَمَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. م۪يقَاتُ fail olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. رَبِّه۪ٓ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Muttasıl zamir ه۪ٓ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَرْبَع۪ينَ hal olup nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
لَيْلَةًۚ temyiz olup fetha ile mansubtur.
وٰعَدْنَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi وعد ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
اَتْمَمْنَاهَا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi تمم ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَقَالَ مُوسٰى لِاَخ۪يهِ هٰرُونَ اخْلُفْن۪ي ف۪ي قَوْم۪ي وَاَصْلِحْ وَلَا تَتَّبِـعْ سَب۪يلَ الْمُفْسِد۪ينَ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. مُوسٰى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
لِاَخ۪يهِ car mecruru قَالَ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Harfle îrab olan beş isimden biridir. Cer alameti ى harfidir.
هٰرُونَ kelimesi لِاَخ۪يهِ ‘den bedel veya atı beyandır. Gayri munsarif olduğu için esre almamıştır. Cer alameti fethadır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayrİ munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Mekulü’l-kavl cümlesi اخْلُفْن۪ي ف۪ي قَوْم۪ي ‘dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
اخْلُفْن۪ي sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
Sonundaki ن۪ vikayedir. Mütekellim zamiri ي ise mef’ûlun bih olup mahallen mansubtur.
ف۪ي قَوْم۪ي car mecruru اخْلُفْن۪ي fiiline müteallıktır. Mütekellim zamiri ی muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. اَصْلِحْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
وَ atıf harfidir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَتَّبِعْ meczum muzari fiildir. Faili ise müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
سَب۪يلَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. الْمُفْسِد۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُفْسِد۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babından ism-i faildir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَتَّبِـعْ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İftiâl babındadır. Sülâsîsi تبع ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَوٰعَدْنَا مُوسٰى ثَلٰث۪ينَ لَيْلَةً وَاَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ م۪يقَاتُ رَبِّه۪ٓ اَرْبَع۪ينَ لَيْلَةًۚ
وَ istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Aynı üsluptaki وَاَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ cümlesiyle …فَتَمَّ م۪يقَاتُ cümlesi, temâsül nedeniyle …وَوٰعَدْنَا مُوسٰى cümlesine atfedilmiştir.
م۪يقَاتُ رَبِّه۪ٓ izafetinde Rabb ismine muzâfun ileyh olması ه۪ٓ zamirine, yine Rabb ismine muzâf olması م۪يقَاتُ ’ye şan ve şeref kazandırmıştır.
Mîkat ile vakt arasındaki fark şudur: "Mîkat, içinde herhangi bir işin yapılmasının belirlenmiş olduğu muayyen vakittir, randevudur. Vakit ise ta baştan bir kimsenin bir şey için bir zaman tayin etmesi işidir.." (Fahreddin er Râzî)
Ayeti kerimede gündüz yerine önemi ve faziletine binaen gece zikredilmiştir. Burada gece ön plandadır, ibadette gecenin önemi vardır. Efendimize de gece namazı farz idi.
Bir hadis-i şerifte gece namazının Allah’a yaklaştırdığı, günahlara kefaret olduğu, günahlardan uzaklaştırdığı ve bedendeki hastalıklara şifa olduğu buyurulmuştur.
Rivayet olunduğuna göre, Musa (as) Mısır'da iken İsrailoğullarına, Allah düşmanlarını helak ederse kendilerine bir kitap getireceğini vadetmiş ve Firavun helak olunca Musa, o vadolunan kitabı Allah'tan niyaz eylemiş, Allah Teâlâ da otuz gün oruç tutmasını emreylemiş idi ki o ay Zilkade idi ve Zilhicce'den tutulacak on günle kırk güne erişiyordu. Öyle anlaşılıyor ki ilk otuz gün tutulan oruçla ve daha başka Allah'a yaklaştırıcı ibadetlerle bir özel arınma ve bir riyazet olmuş ve sonraki o günde de Tevrat'ın nüzulü ve kelam olayı meydana gelmiştir. Bu kırkın gündüzleri de mîkate dahil bulunduğu halde, yalnızca gecenin zikri, gök ayının geceden başlaması ve bundan dolayı da kırk gece hesabıyla tamam olması hikmetine bağlı olduğunu tefsir alimleri beyan etmişlerdir. Bundan özellikle şunu anlayabiliriz ki, Allah ehlinin büyük bir aydınlığa ve tecelli sabahına erebilmeleri için geceler kadar karanlık ıstırap saatleri ile çile doldurmaları gerekmektedir. İlâhi feyizler daha ziyade geceleri vaki olur. Ve bütün başarı sabahları, ıstırap gecelerinin seherlerini izleyerek meydana çıkar. Hz Musa'nın bu çilesinde kırk sanki tek başına tam bir gece, son on da onun seher vakti gibidir. Bazı rivayetlerde dahi yer aldığı üzere bu seherin fecr-i sadık (doğru sabah) saatlerini andıran sonlarına doğru Hz Musa, Allah Teâlâ'nın kelamına mazhar olmuştur. (Elmalılı)
اَتْمَمْنَاهَا - فَتَمَّ arasında iştikak cinası ve reddü'l-acüz ale's-sadr vardır.
وَقَالَ مُوسٰى لِاَخ۪يهِ هٰرُونَ اخْلُفْن۪ي ف۪ي قَوْم۪ي وَاَصْلِحْ وَلَا تَتَّبِـعْ سَب۪يلَ الْمُفْسِد۪ينَ
وَ istinafiyyedir. Cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli اخْلُفْن۪ي ف۪ي قَوْم۪ي , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Aynı üsluptaki وَاَصْلِحْ cümlesi, mekulü’l-kavle atfedilmiştir. Atıf sebebi tezâyüftür.
Yine mekulü’l-kavle atfedilmiş olan وَلَا تَتَّبِـعْ سَب۪يلَ الْمُفْسِد۪ينَ cümlesi, nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Musa (as)’ın kardeşinden istediklerinin, “bana halife ol, ıslah et ve müfsitlere uyma” şeklinde sayılması taksim sanatıdır.
"Onların içinde, benim halefim ve halifem ol!"; ifadesi de, "ıslah edici ol" veya "İsrailoğullarının içlerinden, ıslah edilmesi gerekenleri ıslah et ve onlardan, seni fesatçılığa çağıran kimselere uyma ve onlara itaat etme!" anlamındadır. (Fahreddin er- Râzî)
سَب۪يلَ الْمُفْسِد۪ينَ ifadesinde istiare vardır. Müfsidlerin dini manasında kullanılmıştır. سَبِیلِ kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstear leh) hazfedilmiş, müşebbehün bih (müstear minh) olan yol zikredilmiştir.
لِاَخ۪يهِ ’den bedel veya atf-ı beyan olan هٰرُونَ kelimesiyle ıtnâb yapılmıştır.
اَرْبَع۪ينَ - ثَلٰث۪ينَ - بِعَشْرٍ kelimeleri ve مُوسٰى - هٰرُونَ isimleri arasında mürâât-ı nazîr vardır.
لَيْلَةًۚ , مُوسٰى kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكاًّ وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقاًۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَمَّا | ne zaman ki |
|
2 | جَاءَ | gelip de |
|
3 | مُوسَىٰ | Musa |
|
4 | لِمِيقَاتِنَا | tayin ettiğimiz vakitte |
|
5 | وَكَلَّمَهُ | ve ona konuşunca |
|
6 | رَبُّهُ | Rabbi |
|
7 | قَالَ | dedi |
|
8 | رَبِّ | Rabbim |
|
9 | أَرِنِي | bana görün |
|
10 | أَنْظُرْ | bakayım |
|
11 | إِلَيْكَ | sana |
|
12 | قَالَ | dedi ki |
|
13 | لَنْ |
|
|
14 | تَرَانِي | sen beni göremezsin |
|
15 | وَلَٰكِنِ | fakat |
|
16 | انْظُرْ | bak |
|
17 | إِلَى |
|
|
18 | الْجَبَلِ | dağa |
|
19 | فَإِنِ | eğer |
|
20 | اسْتَقَرَّ | durursa |
|
21 | مَكَانَهُ | yerinde |
|
22 | فَسَوْفَ | o zaman |
|
23 | تَرَانِي | sen de beni göreceksin |
|
24 | فَلَمَّا | ne zaman ki |
|
25 | تَجَلَّىٰ | görününce |
|
26 | رَبُّهُ | Rabbi |
|
27 | لِلْجَبَلِ | dağa |
|
28 | جَعَلَهُ | onu etti |
|
29 | دَكًّا | darmadağın |
|
30 | وَخَرَّ | ve bayılarak |
|
31 | مُوسَىٰ | Musa |
|
32 | صَعِقًا | düştü |
|
33 | فَلَمَّا | ne zaman ki |
|
34 | أَفَاقَ | ayılınca |
|
35 | قَالَ | dedi |
|
36 | سُبْحَانَكَ | Sen yücesin |
|
37 | تُبْتُ | tevbe ettim |
|
38 | إِلَيْكَ | sana |
|
39 | وَأَنَا | ve ben |
|
40 | أَوَّلُ | ilkiyim |
|
41 | الْمُؤْمِنِينَ | inananların |
|
Hz. Mûsâ, Tûr’daki bu olağan üstü buluşma sırasında, üç vahiy şeklinden biri olan vasıtasız vahiy ile yüce Allah’ın kelâmını alırken, aynı zamanda, kendisiyle konuşma lutfunda bulunan Allah’ı müşahede etmeyi, O’nu beden gözüyle görmeyi de diledi. Allah Teâlâ’nın, kullarına âhirette yüce zâtını göstereceği sahih hadislerle sabit olmakla birlikte (aş. bk.), Hz. Mûsâ bunun dünyada da mümkün olduğunu zannederek böyle bir dilekte bulundu. Fakat Allah, “Beni asla göremezsin” buyurarak bunun (dünyada) imkânsız olduğuna işaret buyurdu.
Âyette, itikadî mezhepler arasındaki önemli tartışmalara sebep olan kelâm (Allah’ın konuşması) ve rü’yetullah (Allah’ın beden gözüyle görülmesi) söz konusu edilmiş; Allah’ın Mûsâ’ya konuştuğu; Mûsâ’nın O’nu görmek istemesi üzerine bunun asla mümkün olmadığı belirtilmiştir. Buna göre Allah konuşur ve O’nun seçkin kulları (peygamberler) bu konuşmayı işitebilir; fakat Allah asla görülmez. Âyetten çıkan bu açık bilgiye rağmen İslâm âlimleri hem kelâm sıfatını hem de rü’yet konusunu uzun uzun tartışmışlardır. Selef diye anılan ilk kelâmcılar ve onları takip eden sonraki Selefîler Allah’ın, –insanların kullandıklarına benzemeyen– harflerle ve sesle konuştuğunu ileri sürerken diğer kelâmcılar O’nun harfler ve sesler gibi konuşma araçlarına muhtaç olmadan konuştuğunu savunmuşlardır. Öte yandan, bütün İslâm bilginleri Allah’ın dünyada görülmesinin mümkün olmadığını kabul ederler. Sünnî âlimler, bir şeyin görülebilir olmasını onun var olma şartına bağlayarak varlığında şüphe bulunmayan Allah’ın âhirette görülmesinin aklen mümkün olduğunu ve mümin kullarına görüneceğini kabul ederken Mu‘tezile âlimleri aksini savunurlar (konu hakkındaki kelâmî tartışmalarla ilgili geniş bilgi için bk. Râzî, XIV, 229-234).
İbn Atıyye, “Rabbi onunla konuştu” ifadesini “Yani Allah Mûsâ’da bir idrak yarattı ve o bu idrakle Allah’ın zâtî bir sıfatı olan kelâmını işitti” şeklinde yorumlar. Kanaatimize göre bu, Allah’ın kelâmına ilişkin oldukça mâkul bir açıklamadır. Zira yine İbn Atıyye’nin belirttiği üzere, Allah’ın kelâmı hiçbir şekilde yaratılmışların sıfatına, yaratılmışlık özellikleri taşıyan hiçbir kelâma benzemez (ayrıca bk. Bakara 2/253).
Aynı müfessir Allah’ın görülmesiyle ilgili Ehl-i sünnet görüşünü de şöyle özetler: Allah’ın görülmesi aklen câizdir; çünkü O’nun, var olması itibariyle görülmesi mümkündür. Bir varlığın görülebilir olmasının yegâne şartı var olmaktır. Ancak dinî kaynaklar O’nun dünyada değil, âhirette görüleceğini bildirmiştir. Sonuç olarak Mûsâ, “Rabbim! Bana görün, sana bakayım” derken imkânsız olanı değil, câiz olanı istemiştir. Böyle olunca da, “Sen beni asla göremezsin” şeklindeki ilâhî cevap, mutlak olarak imkânsız olan bir isteği red anlamı taşımayıp, sadece Allah’ın dünyada görülemeyeceğini bildirir. Buna karşılık birçok hadiste Allah’ın âhirette mümin kulları tarafından görüleceği haber verilmiştir (Buhârî, “Mevâkıt”, 16, 26; “Ezân”, 129; “Tefsîr”, 50/2; “Rikåk”, 52; “Tevhîd”, 24; Müslim, “Fiten”, 95; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 20; Tirmizî, “Cennet”, 16; Müsned, III, 16; IV, 11, 12).
Allah’ın dağa tecelli etmesiyle ilgili olarak tefsirlerde farklı açıklamalar yapılmıştır (bk. İbn Atıyye, VII, 154-156). Sözlükte tecellî “perdenin veya örtünün açılması üzerine bir şeyin bütün gerçekliğiyle ortaya çıkması” demektir. İbn Âşûr’a göre (IX, 93) âyetteki bu kısım mecazi bir ifade olup muhtemelen bununla, dünya varlıkları ile aşkın güçler arasına Allah tarafından konulmuş bulunan perdelerin kaldırılması kastedilmiştir. Bu perdeler veya engeller kalkınca rabbânî güç ile dağ arasında bir ilişki doğmuş ve dağ paramparça olmuş; Allah’ın bir şekilde kendisini göstermesi veya kendisinden bir görüntüyü dağa yansıtması şeklinde cereyan eden bu olağanüstü olayı gören Hz. Mûsâ dehşete kapılarak kendinden geçip yere yığılmıştır. Ayılınca anlamıştır ki böyle bir tecelli kendisini bu kadar sarstığına göre, bu dünyanın şartları içinde, bu bedenî, hissî ve psikolojik yapısıyla Allah’ı görmeye asla tahammül edemeyecekti. Ayrıca, dağın bir bakıma denek olarak kullanıldığı bu tecrübe kendisi üzerinde gerçekleşseydi mahvolacaktı. Sonuç olarak Allah’tan, genel anlamda mümkün, fakat bu dünyada imkânsız olan bir şeyi istediği için tövbe etti ve kendi halkı veya o dönemdeki insanlar içinde ilk mümin kişinin kendisi olduğunu belirterek bir kez daha imanını Allah’a arzetti.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 586-588
وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ
وَ atıf harfidir. لَمَّا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
جَٓاءَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. مُوسٰى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
لِم۪يقَاتِنَا car mecruru جَٓاءَ fiiline müteallıkır. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
كَلَّمَهُ رَبُّهُ cümlesi atıf harfi وَ ’la جَٓاءَ fiiline matuftur. كَلَّمَهُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
رَبُّهُ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
كَلَّمَهُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
Tef’il babındandır. Sülâsîsi كلم ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ
Cümle şartın cevabıdır. Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Mekulü’l-kavli, nida cümlesi ve cevabıdır. قَالَ fiilinin mef‘ûlün bihi olarak mahallen mansubtur. Nida harfi ve muzâfun ileyh mahzuftur. رَبِّ kelimesinin sonundaki esre, mütekellim zamirinden ivazdır.
Nidanın cevabı اَرِن۪ٓي ‘dir. اَرِن۪ٓي illet harfinin hazfi ile mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت ‘dir. Sonundaki ن۪ vikayedir. Mütekellim zamiri ي ise mef’ûlun bih olup mahallen mansubtur.
اَنْظُرْ اِلَيْكَ cümlesi mukadder şartın cevabıdır. Takdiri; فإن فعلت أو تمّ ذلك أنظر إليك (Bunu yaparsan veya tamamlarsan sana bakayım.) şeklindedir. اَنْظُرْ meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri انا ’dir.
اِلَيْكَ car mecruru اَنْظُرْ fiiline müteallıktır.
اَرِن۪ٓي fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
İf’al babındandır. Sülâsîsi رأي ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Mekulü’l-kavli, لَنْ تَرٰين۪ي ‘dır. قَالَ fiilinin mef‘ûlün bihi olarak mahallen mansubtur.
لَنْ muzariyi nasb ederek manasını olumsuz müstakbele çeviren harftir. Tekid ifade eder. تَرٰين۪ي elif üzere mukadder fetha ile mansub muzari fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت ‘dir. Sonundaki ن۪ vikayedir. Mütekellim zamiri ي mef’ûlun bih olup mahallen mansubtur.
وَ atıf harfidir. لٰكِنِ istidrak harfidir. انْظُرْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir zamir أنت ‘dir.
اِلَى الْجَبَلِ car mecruru انْظُرْ fiiline müteallıktır. فَ atıf harfidir. اِنِ şart harfi iki muzari fiili cezm eder.
اسْتَقَرَّ şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. مَكَانَهُ mekân zarfı, اسْتَقَرَّ fiiline müteallıktır.
Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. سَوْفَ gelecek zamana işaret eder. Alimler bu edatı tesvif -erteleme diye isimlendirmişlerdir. Vaat veya tehdit bulunan yani istenen veya hoşlanılmayan bir fiile delalet eden bir muzari fiilin başına geldiklerinde tekid-vurgu olurlar.
تَرٰين۪ي elif üzere mukadder fetha ile mansub muzari fiildir. Faili müstetir zamir أنت ‘dir. Sonundaki ن۪ vikayedir. Mütekellim zamiri ي mef’ûlun bih olup mahallen mansubtur.
اسْتَقَرَّ fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil istif’âl babındandır. Sülâsîsi قرر ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكاًّ وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقاًۚ
فَ atıf harfidir. لَمَّا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
تَجَلّٰى ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. تَجَلّٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. رَبُّهُ fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لِلْجَبَلِ car mecruru تَجَلّٰى fiiline müteallıktır.
Şartın cevabı جَعَلَهُ دَكاًّ ‘dır. جَعَلَهُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. دَكاًّ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
وَ atıf harfidir. خَرَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. مُوسٰى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. Gayri munsariftir.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayrİ munsarif kısma girer. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
صَعِقاً hal olup fetha ile mansubtur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ
فَ atıf harfidir. لَمَّا kelimesi حين (...dığı zaman) manasında şart anlamı taşıyan zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur.
اَفَاقَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَفَاقَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Şartın cevabı قَالَ سُبْحَانَكَ ‘dir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
سُبْحَانَكَ mahzuf bir fiilin mef'ûlu mutlakı olarak mansubtur. Takdiri, نسبّح şeklindedir. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Mekulü’l-kavli, تُبْتُ اِلَيْكَ ‘dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. تُبْتُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُ fail olarak mahallen merfûdur.
اِلَيْكَ car mecruru تُبْتُ fiiline müteallıktır.
وَ atıf harfidir. Munfasıl zamir اَنَا۬ mübteda olarak mahallen merfûdur.
اَوَّلُ haber olup lafzen merfûdur. الْمُؤْمِن۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُؤْمِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ
و atıf harfidir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Muzâfun ileyh olan şart cümlesi ...جَٓاءَ , müspet mazi fiil cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cevap cümlesi ...قَالَ , faide-i haber ibtidaî kelam olan fiil cümlesidir. قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli ise nida üslubunda talebî inşaî isnaddır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Nida harfi ve muzâfun ileyhin hazfi, mütekellimin, münadaya yakın olma isteğine işarettir.
Aynı üslupla gelen وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ cümlesi جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا cümlesine matuftur.
Nidanın cevabı olan اَرِن۪ٓي, emir üslubunda talebî inşaî isnaddır. Emir üslubunda gelmiş olmasına rağmen dua manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Meczum muzari fiil sıygasında gelen اَنْظُرْ اِلَيْكَ cümlesi, talebin cevabıdır. Mahzuf şartın cevabı olması da caizdir.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
رَبِّ izafeti, muzâfun ileyhin şanı içindir.
لِم۪يقَاتِنَا ’daki azamet zamirinden, كَلَّمَهُ رَبُّهُۙ ’da gaib zamire iltifat edilmiştir.
لِم۪يقَاتِنَا ’daki lam, ihtisas anlamı verir; adeta “Hususi olarak bizim belirlediğimiz vakitte geldi” denilmiş olmaktadır. رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ [Bana göster de Sana bakayım.] ifadesinde اَرِي fiilinin ikinci mef‘ûlü mahzuftur; “Bana kendini göster de Sana bakayım.” anlamındadır. (Keşşâf)
قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli menfi muzari fiil cümlesi faide-i haber talebî kelamdır. لَنْ cümleyi tekid etmiştir.
İstidrak harfi لٰكِنِ ’in dahil olduğu انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ cümlesi وَ ’la mekulü’l-kavle atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşaî isnaddır.
[Sana bakayım] sözüne karşılık, ‘Bana bakamazsın’ değil de [Beni asla göremezsin] demiştir? [Kendini bana göster] ifadesi “Bana tecellî ederek, beni Seni görebilir, algılayabilir kıl!” anlamında olduğu için talep edilen şeyin, idrakin söz konusu olmadığı bir bakış değil, [idraki içeren] görme olduğu anlaşılmış olmaktadır. Bu yüzden, “Bana bakamazsın” yerine [Beni göremezsin.] denilmiştir. لَنْ (asla) edatının anlamı, لا ’nın verdiği olumsuzluk anlamının tekid edilmesidir. Zira لا, gelecek zamanda bir işin olmayacağı anlamına gelir. Mesela, لاافعل غدا (yarın yapmayacağım) dersin, bu cümledeki olumsuzluğu tekid ettiğin zaman ise لن افعل غدا (yarın asla yapmayacağım) dersin. Bu durumda mana, “Bunu yapmak bana aykırıdır.” şeklinde olur. Nitekim ُ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَاباً وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُۜ [Allah’tan başka taptığınız şeyler bir araya gelse asla bir sinek bile yaratamazlar. (Hac Suresi, 73)] ayetinde de لَنْ edatı bu manada kullanılmıştır. لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ [Gözler onu idrak edemez. (Enam Suresi, 103)] ayeti, Allah’ın görülmesinin gelecekte söz konusu olmayacağının ifadesi, لَنْ تَرٰين۪ي “Beni asla göremezsin!” ise bunun tekid ve beyanıdır. Çünkü olumsuzlanan şey [yani görülme] Yüce Allah’ın sıfatlarına aykırıdır. (Keşşâf)
لَنْ تَرٰين۪ي [Sen beni asla göremezsin] sözü Musa’nın Allah Teâlâyı görebilecek bir istidadı olmadığını gösterir. (Ebüssuûd)
فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ
فَ atıf harfidir. Cümle mekulü’l-kavle dahildir. Şart üslubunda haberî isnaddır. فَ karînesiyle gelen şartın cevabı فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ, muzari fiil sıygasında faide-i haber, talebî kelamdır. Vaat siyakında gelen istikbal harfi سَوْفَ, tekid ifade etmiştir.
[Şayet olduğu yerde kalırsa] yani daha önce olduğu gibi sabit kalırsa dört bir tarafıyla aynı yerde kalmaya devam ederse “Sen de Beni göreceksin.” Bu ifadede, “görülme” dağın -Allah onu un ufak edip yerle bir ettiği sırada- yerinde durabilmesine yani vaki olmayan bir şeye bağlanmıştır. Bu, muhteşem bir üslupla ve harika bir tarzla söylenmiş son derece mütenasip bir ifadedir. Dikkat edersen, Allah Teâlâ “ama” buyurarak [zatına] “bakma”dan dağa “bakma”ya geçmiş; sonra “zatına] bakma” talepleri yüzünden zangır zangır sarsılacaklarına yönelik tehdidini, “görmenin varlığının kendisine bağlandığı şey”in üzerine kurmuştur. “Dağ yerinde durursa sen de beni göreceksin.” ifadesini kastediyorum. (Keşşâf)
“Vaktaki Musa, kardeşini yerine halef bırakıp mîkatımıza, tayin ettiğimiz özel vakitte geldi ve Rabbi kelamıyla onu muradına erdirdi. Meleklere olan kelamı gibi aracısız fakat perde arkasından ona söz söyledi, onu, özel konuşmak için yaklaştırdık.” (Meryem Suresi, 52) ilâhî sözü delalet eder ki bu kelam “necvâ” idi. Musa (as) ilâhî kelamı her cihetten işitiyordu, diye bir rivayet vardır. Bu da gösterir ki Allah’ın kelamını işitmek, mahlukatın kelamını işitmek gibi değildir. Rabbi onu, doğrudan doğruya fakat perde arkasından kelamıyla mutlu edip kelîm kılınca Allah kelamının şevk ve neşesiyle Musa’da Allah’ı görme arzusu uyandı ve galeyana geldi de “Ey Rabbim, bana göster kendini, bakıp göreyim Seni!” dedi. Yani “Perdeyi kaldır, bana bizzat tecelli et de didarını görmeyi nasip eyle.” diye yalvardı. Rabbi ona dedi ki: “Beni katiyen göremeyeceksin, velakin dağa bak, eğer yerinde durabilirse sen de Beni göreceksin.’’ Bunun üzerine Rabbi, dağa tecelli edince ki bu bir izafî tecellidir yani zatındaki bütün azamet ve kudret-i mutlakası ile değil, azamet ve kudretinden bir lemha zuhur, emir ve iradesinden bir parçasının dağa çarpmasıyla onu hurdahaş eyledi, unufak yapıp yerle bir etti. Hamze, Kisaî, Halef-i Âşir kıraatlerinde okunduğuna göre “dümdüz ediverdi” yani dağ gidip yeri dümdüz oluverdi, hörgüçsüz bir deve gibi oluverdi.
دَكاًّ : Bir şeyi ezip un ufak etmek manasına masdar olup bunun ismi mef’ûlü olan مدكوك manasına da gelir ki burada mana böyledir, hörgüçsüz deve veya tepe ve sırt demektir. Birinci manaya göre dağ hiç kalmamış, ikincisine göre de küçük bir sırt, küçücük bir tepe haline gelmiş demek olur. Meşhur olan kavle göre bu dağ Tûr-ı Sina idi, fakat diğer bir dağ olduğu da nakledilmiştir. Bunun Zebiyr Dağı veya Medyen'deki Erriyn Dağı veya büsbütün yok olup gitmiş olan bir başka dağ olduğu da söylenmiştir ki Hz Musa’nın üzerinde bulunduğu dağ değil, karşıdan baktığı bir dağ demek olur.
Hasılı Rabbinin tecellisine dağ dayanamadı دَكاًّ oldu, Musa da şiddetle baygın düştü. Söz konusu bu tecelli ile iki olay meydana geldi: Biri dağın parçalanıp ufalanması, diğeri de Musa’nın bayılıp yere düşmesi. Demek ki Musa, dağ dolayısıyla olan bir izafi tecelliye bile dayanamayıp bayıldı, tam ve mutlak bir zatî tecelli olsaydı, bütün dünya ve muhtemelen bütün kâinat bir anda yok olacaktı. İşte “Sen Beni katiyen göremeyeceksin.” buyurulmasının esas hikmeti de bu idi. Yoksa haddizatında Allah tecelliden kaçınmış ve lütufta cimrilik etmiş değildir, hâşâ, O’nda buhul ve cimrilik yoktur, mesele tecelliye tahammüldedir. Bu fena âleminde O’nu görmeye tahammül olunamaz. O halde bu ilâhî kelamdan, ölüm ve fena âleminin sona erdiği beka âleminde yani ahirette dahi Allah’ı görmenin mümkün olmadığını anlamaya kalkışmak doğru değildir. (Elmalılı)
فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكاًّ وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقاًۚ
Cümle önceki şart cümlesine فَ ile atfedilmiştir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Muzâfun ileyh olan şart cümlesi ...تَجَلّٰى, müspet mazi fiil cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ karînesi olmadan gelen cevap cümlesi جَعَلَهُ دَكاًّ, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
دَكاًّ ’deki tenvin nev ve tazim ifade eder.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
رَبُّهُ izafetinde Rabb ismine muzâf olması Musa’ya (a.s.) zamire şan ve şeref kazandırmıştır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقاًۚ cümlesi وَ ’la makabline atfedilmiştir.
صَعِقاًۚ haldir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ
Cümle önceki şart cümlesine فَ ile atfedilmiştir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Muzâfun ileyh olan şart cümlesi ...اَفَاقَ, müspet mazi fiil cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cevap cümlesi ...قَالَ, faide-i haber ibtidaî kelam olan fiil cümlesidir. قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan تُبْتُ اِلَيْكَ, mazi fiil sıygasında gelerek sebat ve temekküne işaret etmiştir.
Fiille mef’ûlü arasına giren itiraz cümlesinde îcâz-ı hazif sanatı vardır. سُبْحَانَكَ mahzuf fiilin mef’ûl-ü mutlakından naibdir. İtiraz cümleleri ıtnâb sanatı babındandır. Araya girmiş bir cümle olan itirâziyye cümlesinin ana cümlenin anlamına tesiri yoktur.
سُبْحَانَ [münezzeh] kelimesi mastardır, bu kelimenin fiili yoktur, mahzuftur. Kelamın aslı اَسُبْحَا سُبْحَانَكَ (Sübhan’ı tesbih et) şeklindedir. Tesbih’in manası “takdis ve tenzih etmek”tir. O'nun azametini, rububiyetinin izzetini ve uluhiyetinin celâlini canlandırmadıkça kulluk olmaz. Kalpte bu manaların canlandırılması, kulun Rabbi hakkındaki marifetinin derecesine ve yakınlığına göredir. Dolayısıyla ne kadar insan varsa o kadar da farklı mana söz konusudur.
[Ayılınca] yani baygınlığı geçince [dedi ki]: Senin hakkında caiz olmayan görme ve benzeri şeylerden [Seni tenzih ederim!] Senin görülmez ve hiçbir duyu ile idrak edilmez olduğuna [inananların ilki olarak] Seni görme talebimden dolayı [Sana tövbe ediyorum.] (Keşşâf)
اَرِن۪ٓي - تَرٰين۪ي kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اَرِن۪ٓي - لَنْ تَرٰين۪ي arasında tıbak-ı selb sanatı vardır.
خَرَّ - اَفَاقَ arasında tıbakı hafî vardır.
اَرِن۪ٓي - اَنْظُرْ arasında mürâât-ı nazîr vardır.
تَجَلّٰى - لِلْجَبَلِ - جَعَلَهُ arasında cinas vardır.
“Vasat” kelimesinin iki manası vardır. Biri ilk akla gelen orta manası diğeri de hayırlı manasıdır. Burada ikinci mana kastedilmiştir. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedii İlmi)
رَبِّ - فَلَمَّٓا kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
“Senin iznin olmadan seni görme isteğinden tövbe edip Sana yöneldim, Senin, dünyada iken görülmeyeceğine inanıp iman edenlerin ilki benim” veya “Senin iznin olmadan senden bir şey istemenin uygun olmadığına inananların ilki benim.” demektir. (Fahreddin er- Râzî)
Hayat; bir kitabı, üzerine notlar alarak okumak gibidir. Kiminin kitabı kısa sürede biter, kiminin ki yıllarca sürer. Kimi kitabın kalınlığını görünce, kim bilir neler var dersin ama açıp baksan, verimsiz boşa gitmiş bir hayat serilir gözlerinin önüne. Kiminin ki dışarıdan bakıldığında ince durur, hemen bitiririm diye düşünürsün ama öyle şeylerle doludur ki aynı kelimeyi defalarca okursun, bitmek bilmez. Kimi kitabı okuduğunda okumasam olurmuş dersin. Kimisini okuduğunda ise kalbini öyle derinden etkiler ki bitirdiğinde aklın takılı kalır, günlerce.
Her uyandığımız gün yeni bir sayfa açmak gibidir. Bazı günler gelir, hiç düzenin bozulmadan çevirirsin sayfaları, sahip olduğun düzene şükür etmek gelmez bile aklına. Bazı günler gelir, olacakları bilmeden bambaşka hayal ve düşüncelerle açarsın gözlerini. Ve o gün yaşadıkların, sıradaki sayfaların akışını tamamen değiştirir. Zamanında şükür etmediklerinin değerini anlarsın. Allah’a teslim olmanın ve tevekkül etmenin lezzetine kavuştuğun gün, sayfalarının akışı tekrar değişir.
Rabbim yar ve yardımcımız olsun.
Her güne Allah’ın adıyla başlayıp bitirenlerden,
Hayatı okumaya değer olanlardan,
Kitabını hayırlarla dolduranlardan,
Kaybetmeden şükredenlerden,
Yanlışlarından vazgeçenlerden,
Rabbine tevekkül edenlerden,
Her an O’na teslim olanlardan ve kurtuluşa erenlerden olmak duasıyla.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji