قَاتِلُوا الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَد۪ينُونَ د۪ينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ حَتّٰى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَاتِلُوا | savaşın |
|
2 | الَّذِينَ | kimselerle |
|
3 | لَا |
|
|
4 | يُؤْمِنُونَ | inanmayan |
|
5 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
6 | وَلَا | ve |
|
7 | بِالْيَوْمِ | gününe |
|
8 | الْاخِرِ | ahiret |
|
9 | وَلَا | ve |
|
10 | يُحَرِّمُونَ | haram saymayanlarla |
|
11 | مَا | ne ki |
|
12 | حَرَّمَ | haram kıldı |
|
13 | اللَّهُ | Allah |
|
14 | وَرَسُولُهُ | ve Elçisi |
|
15 | وَلَا |
|
|
16 | يَدِينُونَ | ve din edinmeyenlerle |
|
17 | دِينَ | dini |
|
18 | الْحَقِّ | gerçek |
|
19 | مِنَ |
|
|
20 | الَّذِينَ | kendilerine |
|
21 | أُوتُوا | verilenlerden |
|
22 | الْكِتَابَ | Kitap |
|
23 | حَتَّىٰ | zamana kadar |
|
24 | يُعْطُوا | verecekleri |
|
25 | الْجِزْيَةَ | cizye |
|
26 | عَنْ |
|
|
27 | يَدٍ | elleriyle |
|
28 | وَهُمْ | onlar |
|
29 | صَاغِرُونَ | küçülerek (boyun eğerek) |
|
Bu âyetin yahudi kabileleri olan Kurayza ve Benî Nadîr hakkında indiğine dair rivayet, âyetin Mekke’nin fethinden sonra indiği bilgisiyle bağdaşmadığı için isabetli bulunmamıştır. Çünkü Hz. Peygamber tarafından bu kabilelerden ilkinin cezalandırılması ve diğerinin sürgün edilmesi hicrî 3 veya 5. yılda gerçekleşmiştir. Taberî’nin, bu âyetin inmesini, önceki âyette müşriklere getirilen yasağın müslümanlarda geçim kaygısına yol açması, Allah’ın da onlara cizye elde etmek üzere Tebük Seferi’ne çıkmalarını emretmesiyle izah eden yorumu da (X, 106), her şeyden önce cizyenin amacına ilişkin İslâmî öğretilerle bağdaşmadığı için eleştirilmiştir. Ayrıca bu yorum gerek bu seferde cizye alınmadığı yönündeki tarihî bilgilerle gerekse cizyeden kimlerin yararlanabileceğine ilişkin hükümlerle de çelişmektedir (Derveze, XII, 109-110).
Resûlullah’ın hayatına dair eserler incelendiğinde, bu âyetin geldiği dönemde, Bizans hâkimiyetindeki Suriye bölgesinde ve bu yol üzerinde bulunan gerek yahudi gerekse hıristiyan topluluklar ile müslümanlar arasında hicrî 5-6. yıldan beri süregelen gerginliklerin varlığını koruduğu ve bu taraflar arasında devletlerarası hukuk bakımından hasmane münasebetlerin hâkim olduğu görülür. Bu âyetin devamında hem yahudilere hem de hıristiyanlara açık bir biçimde temas edilmesi ve onların insanlık yolunu aydınlatan meşaleyi söndürme niyet ve çabası içinde olduklarının bildirilmesi bu tesbiti doğrulamaktadır. İşte bu durum ve İslâm tebliğinin geldiği nokta dikkate alındığında, bu kesime karşı da güçlü bir cihad çağrısının yapılmasının sebebi kolayca anlaşılabilmektedir. Buradaki “resulünün yasakladığını” ifadesini Hz. Muhammed’in haram kıldığını şeklinde açıklayanlar olduğu gibi, kendi peygamberlerinin ve kitaplarının haram saydığını şeklinde anlayanlar da olmuştur. “Hak dine uymayan kimseler” ifadesini de bazı müfessirler İslâm dinini benimsemeyenler şeklinde anlarken, bazıları da Allah’a tam mânasıyla itaat etmeyenler veya hak ehline yaraşır bir biçimde itaat etmeyenler şeklinde yorumlamışlardır. Bu yorumların bazılarından, âyetin müslümanları, Hz. Muhammed’in yasak olduğunu bildirdiği şeyleri yasak saymayan ve İslâm dinini benimsemeyen bütün Ehl-i kitap mensuplarına karşı savaşmakla yükümlü kıldığı anlamı çıkabilmektedir. Fakat bu anlayış, meselâ Nisâ sûresinin 90-91, Mümtehine sûresinin 8-9. âyetlerinde ifadesini bulan temel Kur’an ilkeleriyle ve Resûlullah’ın savaş halinde bile muharip olmayan kadın, çocuk, yaşlı ve din adamlarının öldürülmemesi buyruğuyla bağdaşmaz. Âyette “Ehl-i kitap’tan” ifadesi kullanılarak onlardan bir kısmına işaret edildiği anlaşıldığı gibi, “Allah’a ve âhiret gününe inanmayanlar” nitelemesinin yapılmış olması da bu anlayışı desteklemektedir. Zira bu niteleme ister o günkü ister günümüzdeki Ehl-i kitabın tamamına uyan bir ifade değildir (Derveze, XII, 110-114).
Ehl-i kitap’tan olanlar Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseler olarak bilindiği halde, âyette “Ehl-i kitap’tan Allah’a ve âhiret gününe inanmayanlar” ifadesinin kullanılmış olmasını, bazı müfessirler, yahudilerin ve hıristiyanların bir kısmında görülen itikadî bozukluklarla açıklamaya çalışmışlardır. Bu izahları şöyle özetlemek mümkündür: Bazı yahudi ve hıristiyanlar Allah inancına şirk unsurları katmışlar, âhiret inancını da (meselâ Âl-i İmrân sûresinin 24. âyetinde belirtildiği şekilde) âhiret hayatının özüne ters düşen kayıtlara bağlamışlardır; dolayısıyla gerçek mânada Allah’a ve âhiret gününe inanmış sayılmadıklarından böyle nitelendirilmişlerdir (İbn Atıyye, III, 21; Zemahşerî, II, 147; Râzî, XVI, 28-29; İbn Âşûr, X, 163). İbn Âşûr bunların hepsinin zorlama yorumlar olduğunu belirtir ve kendi kanaatini şöyle açıklar: Burada esas maksat hıristiyanlarla savaş konusudur; fakat sırf onlarla savaşılacağı ve müşriklerle savaştan vazgeçileceği sonucunun çıkarılmaması için arada “Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve resulünün yasakladığını yasak saymayan” şeklinde müşriklerin vasıflarına yer verilmiştir. Ehl-i kitap dahil bütün bu kesimleri kapsayan nitelik ise “hak dine uymayan kimseler” olmalarıdır (X, 163-166). Biz İbn Âşûr’un bu mütalaasını kuvvetli bulmakla beraber, şu anlayıştan hareketle meâlde lafza bağlı kalmayı tercih ettik: Âyetin nüzûlü zamanında yaşayan Ehl-i kitap mensupları genellikle hak dinlerin aslında mevcut gerçek ve sahih bir Allah ve âhiret inancından, yine bu dinlerin getirdiği hayat ve ahlâk düzeninden uzaklaşmış bulunuyorlardı. Eldeki bilgi ve belgelerine dayanarak kendi dinlerinin aslına dönmeleri de mümkün değildi. Bu sebeple İslâm’a girmeleri teşvik edilmeli ve girmedikleri takdirde müslümanlara zarar vermemeleri için kontrol altına alınmaları gerekli idi.
Cizye, İslâm devletindeki gayri müslim tebaanın erkeklerinden alınan baş vergisinin adıdır. İslâm ülkesinde zimmî (gayri müslim vatandaş) statüsünde bulunan kişilerden kendilerine din hürriyeti, can ve mal güvenliği sağlanması karşılığında alınan bu verginin Kur’an’daki dayanağı tefsir etmekte olduğumuz âyettir. Müslümanlardan alınan zekât bir yönüyle vergi niteliğinde olmakla beraber bir yönüyle de dinî vecîbe (ibadet) olduğu için gayri müslimlerden zekât alınmaz; onlar bunun yerine cizye öderler. Âyetin “yenilmiş olarak” diye çevirdiğimiz kısmı için değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar arasında, cizye mükelleflerinin küçük düşürülmesi anlamına ağırlık veren yorumlar bulunmakla beraber, bu anlayış birçok İslâm âlimi tarafından eleştirilmiş, gerek Resûlullah’ın tâlimat ve uygulamalarına gerekse Kur’an’ın ilkelerine aykırı bulunmuştur. Sağlam bilgi kaynakları da, müslümanların bu ilkeler ışığında gayri müslimlere ne kadar insanî muamele yaptıklarını ve onların da müslümanların bu âlicenap tavırlarına karşı duydukları hayranlığı ortaya koyan rivayetlerle doludur. Bazı Ehl-i kitap mensuplarıyla yapılan antlaşmalara Hz. Ömer tarafından onları tahkir edici hükümler konulduğuna dair rivayetler ise zayıf olup, Resûlullah’ın tatbikatı ve Kur’an’ın ilkeleriyle örtüşmemektedir (Derveze, XII, 114-118). İmam Şâfiî âyetin bu kısmını “hükme bağlanma ve boyun eğmeleri” şeklinde anlamıştır (Mehmet Erkal, “Cizye”, DİA, VIII, 42). Kanaatimizce âyetin bağlamı ve Hz. Peygamber’in tatbikatı ışığında Şâfiî’nin bu görüşünü şöyle açmak mümkündür: Burada vergi veren tarafın uyrukluğu kabul etmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Bir başka anlatımla, bu vergiyi ödeyen gayri müslimler kendilerini sadece düşmana karşı koruma antlaşması yapmış, bir anlamda müslümanları parayla istihdam eden taraf gibi görmeyecekler, aynı ülkeyi paylaşıyorlarsa karşılıklı hak ve vecîbe anlayışı içinde ülkenin yasal düzenine tâbi olduklarını kabul edecekler, kendi ülkelerinde müslümanlarla bu antlaşmayı yapmışlarsa, düşmana karşı, onların egemenliğini kabul etmiş olmanın icaplarına uyacaklardır.
Resûlullah’ın ve ilk halifelerin uygulamaları da dikkate alınarak âyet üzerinde yapılan yorumlar neticesinde kimlerden cizye alınabileceği hususunda farklı kanaatlere ulaşılmıştır. Şâfiî hukukçuları sadece yahudi, hıristiyan ve Mecûsîler’den cizye alınabileceği görüşündedirler. Hanefîler Arap olmayan müşriklerden, Mâlikîler ise bütün müşriklerden cizye alınabileceğini, dolayısıyla bunların da zimmî statüsü içinde mütalaa edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Hanefîler’e göre İslâm devleti sınırları içinde bir yıldan fazla ikamet eden gayri müslimlerden de (müste’men) bu verginin tahsil edilmesi gerekir.
Cizyenin miktarı ve yükümlüsünde aranacak şartlar konusunda Resûlullah’tan ve ilk halifelerden nakledilmiş açık ve kesin ifadeler bulunmamaktadır. Hz. Peygamber’in ve halifelerinin miktar konusundaki uygulamaları zamana, alındığı bölgeye ve bireysel veya toplu oluşuna göre farklılık göstermektedir. İslâm hukukçularının da bu miktarları belirlerken kendi bölgelerindeki uygulamalardan etkilendikleri anlaşılmaktadır. Fakat bu hususun yapılan zimmet sözleşmesi sırasında belirlenmiş ve taraflarca kabul edilmiş olması esastır. Bu konuda bir fikir vermek üzere kişi başına cizye miktarıyla ilgili olarak şu bilgilere işaret edilebilir: Hanefîler zengin, orta halli ve fakirler için olmak üzere 48, 24 ve 12 dirhemlik üç ayrı cizye miktarı belirlemişlerdir; Mâlikîler’e göre cizyenin üst sınırı altın paranın hâkim olduğu yerlerde 4 dinar, gümüş paranın hâkim olduğu yerlerde 40 dirhemdir; Şâfiîler’e ve Hanbelîler’deki bir görüşe göre cizyenin en düşük miktarı 1 dinardır. Bu bilgiler ışığında günümüz değerleri ile, kişi başına cizye miktarının en az 4,5, en çok 20 gram civarında altına tekabül ettiği söylenebilir. Gerek Resûlullah döneminde gerekse sonrasında cizye tahsilinin hem nakit hem de aynî olarak yapıldığı görülmektedir. Kadınlar ve çocuklarla hali vakti müsait olmayan din adamları, âmâ, kötürüm ve yaşlılar cizyeden muaf tutulmuşlardır. Tarih ve kamu maliyesiyle ilgili ilk dönem kaynaklarında, Kur’an’daki bu hükmün ruhuna nüfuz etmiş olan halifeler ve müslüman yöneticilerin bunu katı bir biçimde uygulama yönüne gitmeyip gerekli hallerde büyük bir tolerans gösterdiklerine ve gayri müslim tebaa tarafından şükranla ve hatta hayranlıkla karşılanan uygulamalar yaptıklarına dair birçok olay zikredilir. Cizye gelirlerinin nereye harcanacağı Kur’an’da bildirilmemiştir. Bunun sebebi, muhtemelen, âyetin henüz tahakkuk etmemiş bir gelirden söz etmiş olmasıdır. İslâm hukukçuları Resûlullah’ın uygulamalarını göz önüne alarak bunu fey grubuna giren bir vergi olarak kabul etmişlerdir. Buna göre cizye gelirlerinin belirli yerlere harcanması zorunlu değildir; kamu yararına uygun olarak ihtiyaç duyulan alanlara harcanabilir (geniş bilgi için bk. Mehmet Erkal, “Cizye”, DİA, VIII, 42-45; Derveze, XII, 119-123; Osmanlı’da cizye uygulaması için bk. Halil İnalcık, “Cizye”, DİA, VIII, 45-48).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 2 Sayfa: 751-755
قَاتِلُوا الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ
Fiil cümlesidir. قَاتِلُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası لَا يُؤْمِنُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُؤْمِنُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِاللّٰهِ car mecruru يُؤْمِنُونَ fiiline müteallıktır.
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. بِالْيَوْمِ car mecruru بِاللّٰهِ ’ye matuftur. الْاٰخِرِ kelimesi اَلْيَوْمِ ’nin sıfatıdır.
قَاتِلُٓوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi قتل ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُحَرِّمُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. Îrabtan mahalli yoktur.
حَرَّمَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olarak mahallen merfûdur. رَسُولُهُ atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur.
Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
حَرَّمَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi حرم’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef'ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَلَا يَد۪ينُونَ د۪ينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ حَتّٰى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ۟
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يَد۪ينُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
د۪ينَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. الْحَقِّ muzâfun ileyh olup fetha ile mansubtur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, مِنَ harf-i ceriyle birlikte يَد۪ينُونَ ’deki failin mahzuf haline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası اُو۫تُوا الْكِتَابَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
اُو۫تُوا damme üzere mebni, meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
الْكِتَابَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
حَتّٰى gaye bildiren cer harfidir. يُعْطُوا muzari fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek anlamını masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, cer mahallinde قَاتِلُوا fiiline müteallıktır. يُعْطُوا fiili ن ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-I cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْجِزْيَةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. عَنْ يَدٍ car mecruru يُعْطُوا ’deki failin mahzuf haline müteallıktır. Takdiri, منقادين (Boyun eğerek) şeklindedir.
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. صَاغِرُونَ۟ haber olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
صَاغِرُونَ۟ kelimesi sülâsî mücerred olan صغر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَاتِلُوا الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ
Müstenefe olan ayet, fasılla gelmiş emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. قَاتِلُوا fiilinin mef’ûlü konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Nefy harfinin tekrarı tekid ifade etmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikri tecrîd sanatıdır.
وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ cümlesi sıla cümlesine tezâyüf nedeniyle atfedilmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لَا يُحَرِّمُونَ fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَٓا ’nın sılası حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَلَا يَد۪ينُونَ د۪ينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ حَتّٰى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ۟
Yine الَّذ۪ينَ ’nin sılasına matuf olan cümle, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ başındaki harf-i cerle birlikte لَا يَد۪ينُونَ ’ye müteallıktır. Sılası اُو۫تُوا الْكِتَابَ, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
Gaye bildiren harf-i cer حَتّٰى’nın gizli أنْ ‘le masdar yaptığı يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ cümlesi , mecrur mahalde قَاتِلُوا fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesi وَهُمْ صَاغِرُونَ۟, haldir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Allah, resulü, ahiret günü, hak dini din edinmek; tabirlerinin hepsinin başında olumsuzluk harfinin tekrar edilmesi her birinin olumsuzluğu tek başına da olsa hükmü yerine getirmeye yeterli olduğunu gösterir.
يَدٍ (el) kelimesi; insanların yaptıkları işlerin çoğunu elleriyle yapmaları hasebiyle zikredilmiş, bütün azalar kastedilmiştir. Onların cizye vermelerinin sebebi sizin gücünüz kuvvetinizdir. Bu sebeple karşınızda boyun eğip itaat ederler. El de kuvvetin sebebi ve aletidir. Sebebiyet veya aliyet alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
عَنْ يَدٍ ibaresinde istiare olduğu da söylenebilir. Çünkü burada kastedilen “cizyeyi; itaat, tevazu, boyun eğme ve teslimiyetle verinceye kadar” kadar manasıdır. Bu, (birisi) boyun eğerek ve teslimiyetle verdiği zaman أعطى فُلَان بيده (Falanca eliyle verdi) sözüne benzer. Bu konuda حتي يُعْطُها عنْ يدٍ مِنْكم ifadesinin, عنْ نِعْمَة مِنْكم şeklinde tevili de söz konusu edilmiştir. (Bunun) anlamı da şöyledir: “Onların kanlarını bağışlayıp cizye kabul etmenizin karşılığı olarak, onlar üzerinde bulunan (bu) nimetiniz (iyiliğiniz) sebebiyle size cizyeyi vermelerine kadar…” Bu ifade, bazılarının rivayet ettiği şekilde tevil edilirse, onunla “zımminin cizyeyi kendinden alacak olan kimseye eliyle teslim etmesi” kastedilmiş olur. Bu tevile göre söz istiare kapsamı dışına çıkmaktadır. (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları)
عَنْ يَدٍ (elden/elle) tabiri, tevazu ve teslimiyet anlamında kinayedir.
Ayetteki عَنْ يَدٍ ifadesi iki anlama gelmektedir. Birincisi ve yakın anlamı “elden”, ikincisi ise “zilletle, tam bir itaatle” şeklindedir. İfadenin öncesindeki “ يُعْطُوا الْجِزْيَةَ /cizye vermek” fiili ilk anlamı çağrıştırmaktadır. Zeccâc ve İbni Manzûr’a göre ifade “zilletle” manasına gelmektedir. İkinci anlama göre ayetin meali şöyledir: “…zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar.” Bu durumda tevriye vardır. (Ali Bulut, Kur’an’ın Anlaşılmasında Belâgatın Rolü)
يَد۪ينُونَ - د۪ينَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لَا يُحَرِّمُونَ - حَرَّمَ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, iştikak cinası ve reddü'l-acüz ale's-sadr vardır.
Farklı grupları temsil eden الَّذ۪ينَ ’ler arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
يُعْطُوا ile اُو۫تُوا arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu kelimeler yakın mana ifade etse de aralarında farklar vardır.
1. آتَى fiili, اَعْطَى fiilinden daha geniş ve kapsamlıdır, önemli şeyler için kullanılır. اَعْطَى ise hem az, hem de çok şeyler için kullanılır.
2. آتَى fiili, اَعْطَى fiilinin kullanılmasının güzel olmadığı yerlerde kullanılır.
3. اَعْطَى mülk edinme manasını taşır, bu mana آتَى fiilinde yoktur.
4. آتَى fiiliyle verilen şey geri alınabilir, halbuki اَعْطَى fiili böyle değildir. Çünkü onda mülk edinme manası vardır.
5. Madem ki اَعْطَى fiili sahiplik olma manasını taşıyor, o halde bu, ihtisas sebebi olur. Çünkü bir kişi sahibi olduğu şeyde istediği gibi tasarruf edebilir, onu isterse yanında tutar isterse dilediğine verir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 1, s. 107-108)