ثُمَّ يَتُوبُ اللّٰهُ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
ثُمَّ يَتُوبُ اللّٰهُ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُۜ
ثُمَّ hem zaman açısından hem de rütbe (bir mertebeden bir mertebeye geçiştir.) açısından terahi ifade eder. (Âşûr)
Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
ثُمَّ : Matuf ve matufun aleyh arasında hem sıra olduğunu hem de fiillerin meydana gelişi arasında uzun bir sürenin bulunduğunu gösterir. Süre bakımından فَ harfinin zıttıdır. ثُمَّ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَتُوبُ merfû muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
مِنْ بَعْدِ car mecruru يَتُوبُ fiiline müteallıktır. ذا işaret ismi olup sükun üzere mebni mahallen mecrur, muzâfun ileyhtir. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
مَنْ müşterek ism-i mevsûlu, عَلٰى harf-i ceriyle birlikte يَتُوبُ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası يَشَٓاءُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
يَشَٓاءُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. غَفُورٌ haber olup lafzen merfûdur. رَح۪يمٌ ikinci haber olup lafzen merfûdur.
غَفُورٌ - رَح۪يمٌ isimleri mübalağa sıygasındadır. “Son derece affeden ve son derece merhamet eden” demektir.
Mübalağalı ism-i fail kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ثُمَّ يَتُوبُ اللّٰهُ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ عَلٰى مَنْ يَشَٓاءُۜ
ثُمَّ atıf harfi istînâfiyye içindir. (Mahmut Sâfî)
Ayet, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikri tecrîd sanatıdır.
بَعْدِ ’nin muzâfun ileyhi olan ذٰلِكَۜ ile duruma işaret edilmesi konunun önemini vurgulamak içindir.
Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
Mecrur mahaldeki مَنْ müşterek ism-i mevsûlu, عَلٰى harf-i ceriyle birlikte يَتُوبُ fiiline müteallıktır. Sılası يَشَٓاءُ, muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt ve tecessüme işaret etmiştir.
Genel olarak شَٓاءُ fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazfedilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhâtabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garîb birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
يَتُوبُ اللّٰهُ sözü mazi fiille değil, muzari fiille getirilmiştir. Çünkü hem Hevazin’in hem de başkalarının tövbesini ifade eder. Tövbenin Hevazin'e özel değil, Allah'a tövbe eden herkes için yenilenerek yapıldığına işaret eder. Müslümanlar ise Hevazin’in tövbesini bilirler. (Âşûr)
وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ cümlesi, mağfiretin Cenab-ı Hakk’ın şanından olduğunu ifade eden tezyîl cümlesidir. O'na tövbe eder ve şirk koşmayı bırakırlarsa Cenab-ı Hakk kullarına merhametlidir. (Âşûr)
وَ istînâfiyyedir. Cümle ta’lil hükmündedir. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz ve teberrük içindir.
Allah'ın غَفُورٌ ve رَح۪يمٌ sıfatlarının tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder.
Haber olan iki vasfın aralarında و olmaması, Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin masdarı olan) ulûhiyet, Allah Teâlâ'nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd)
غَفُورٌ - رَح۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak, ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلَا يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هٰذَاۚ وَاِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْن۪يكُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ٓ اِنْ شَٓاءَۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَيُّهَا | ey |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
4 | إِنَّمَا | şüphesiz |
|
5 | الْمُشْرِكُونَ | ortak koşanlar |
|
6 | نَجَسٌ | pisliktir |
|
7 | فَلَا | artık |
|
8 | يَقْرَبُوا | yaklaşmasınlar |
|
9 | الْمَسْجِدَ | Mescid-i |
|
10 | الْحَرَامَ | Haram’a |
|
11 | بَعْدَ | sonra |
|
12 | عَامِهِمْ | yıllarından |
|
13 | هَٰذَا | bu |
|
14 | وَإِنْ | ve eğer |
|
15 | خِفْتُمْ | korkarsanız |
|
16 | عَيْلَةً | yoksulluğa düşmekten |
|
17 | فَسَوْفَ | yakında |
|
18 | يُغْنِيكُمُ | sizi zengin edecektir |
|
19 | اللَّهُ | Allah |
|
20 | مِنْ | -ndan |
|
21 | فَضْلِهِ | kendi lutfu- |
|
22 | إِنْ | eğer |
|
23 | شَاءَ | dilerse |
|
24 | إِنَّ | şüphesiz |
|
25 | اللَّهَ | Allah |
|
26 | عَلِيمٌ | bilendir |
|
27 | حَكِيمٌ | hikmet sahibidir |
|
5. âyetin tefsirinde belirtildiği üzere, bu sûrenin başındaki ve bu âyetteki bildirim İslâm’ın tebliği açısından bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Zira artık Mekke’nin fethi gerçekleşmiş, Kâbe’deki putlar yıkılmış ve Hicaz bölgesinin en güçlü kabileleri İslâmiyet’i kabul etmişlerdir. Bu aşamada Kâbe çevresindeki müşriklere sınırsız bir inanç özgürlüğü tanıyarak burada kalmalarına izin vermek, son tahlilde müslümanların bu kutsal mekânını, bölgeden yeni temizlenen putperestliğe açık bırakmak anlamına gelirdi. Kur’an’ın müslüman olmayanlarla ilişkiler konusundaki âyetleri birlikte değerlendirildiğinde, bu âyetin getirdiği düzenlemede insan hakları açısından yadırganacak bir durum olmadığı kolayca görülür. Zira burada, kültür değişimiyle sıkı irtibatı olan dinî bir düzenleme söz konusudur. Köklü kültür değişimlerinde, bu gibi zaman ve mekâna özel veya geçici tedbirler zorunlu hale gelebilmektedir.
Âyetteki hükmün ekonomik açıdan bazı olumsuz sonuçları da beraberinde getireceği ihtimaline karşı, muhatapları bu ihtimalin olumsuz etkilerinden kurtaracak bir açıklamada bulunulmuştur. Gerçekten, böyle bir düzenlemenin Kâbe’nin o güne kadar süregelen misyonu ile yakından ilişkili olan ticarî potansiyeli olumsuz yönde etkilemesi tabii idi. Fakat yüce Allah, maddî sıkıntı kaygısıyla bu buyruğun buruk karşılanmaması için bir uyarıda bulunmuş, o çevredeki müslümanların herhangi bir mahrumiyet endişesi duymadan ilâhî buyruğa teslim olmalarını istemiş ve kendisi dilediğinde başka sebepler meydana getirerek onları zengin kılabileceğini bildirmiştir.
Âyette müşrikler için yapılan niteleme, onlara yasaklanan bölge ve yasağın kimleri kapsadığı hakkında değişik yorumlar yapılmıştır. Putperestlerin “neces” (pis, kirli) olmaları, âlimlerin çoğunluğuna göre mânevî anlamdadır. Müşrikler, başta Allah’a ortak koşma yönündeki inançları olmak üzere, Kâbe’yi çıplak tavaf etme, murdar et yeme, babasının eşiyle evlenme gibi çirkin davranışları sebebiyle böyle nitelendirilmişlerdir (Zemahşerî, II, 146). Âyette, müşrikler hakkındaki nitelemenin hasr ifadesi içinde yani “onlar ancak şöyledirler” şeklinde tercüme edilebilecek bir cümlede yer alması, bu hususta tereddüt edilmemesi gerektiğini belirtmek içindir (İbn Âşûr, X, 160); bu anlam meâle “biliniz ki” şeklinde yansıtılmıştır. Âlimlerin ekseriyetine göre âyetteki Mescid-i Harâm tamlamasından maksat Harem bölgesidir, dolayısıyla yasaklanan yer Harem diye anılan mıntıkadır. Âyetin devamındaki ifade de bu anlayışı destekleyici niteliktedir (Râzî, XVI, 26). Bazı âlimlere göre ise yasaklanan yer Mescid-i Harâm ile sınırlıdır, müşriklerin Harem bölgesinin diğer yerlerine girmelerine engel olunmaması gerekir (Şevkânî, II, 398). Bu yasağın yahudileri ve hıristiyanları kapsayıp kapsamadığı hususunda farklı rivayetler bulunmakla beraber, günümüze kadar uygulanagelen kural, müslüman olmayanların bu bölgeye sokulmaması yönündedir. Kur’an’da bu iki din mensuplarının “kâfir” olarak nitelendirilmesi ve bu kesimden bir kısmının şirk (Allah’a ortak koşma) sayılacak inançlarına yöneltilen eleştirilerle Hz. Peygamber’in Arap yarımadasında ikamet ile ilgili bazı hadisleri onların da bu kapsamda kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur (Derveze, XII, 105-107). Fakat –uygulamaya ilişkin izahlar böyle olmakla beraber– âyette özel bir kelime seçimi yapılarak “müşrikler”den söz edildiği ve Kur’an’da Ehl-i kitabın müşrik olarak nitelenmediği dikkate alınırsa, –özel şartlarda ve âyetin getirdiği düzenlemenin amacına hizmet eden durumlarda yapılabilecek istisnaî uygulamalar dışında– kural olarak Ehl-i kitabın bu yasak kapsamında düşünülmemesi Kur’an’ın ruhuna daha uygun düşer. Öte yandan, Derveze’nin, Kur’an tefsiri alanına önemli bir katkı sağlayan değerli eserine, Arap milliyetçiliği bulaştırarak buradaki ulvî amacı “İslâm’ın sancağını taşıyan Arap ırkının vatanı olması”yla irtibatlandırması (XII, 107) gerek burada yer alan düzenlemenin hedefiyle gerekse Kur’an’ın diğer âyetlerindeki ruh ile bağdaşmaz.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 2 Sayfa: 749-750
نجس Necese : نَجَسٌ Murdar, kirli ya da pis olmak veya o hale gelmek demektir ve bu da iki çeşittir: Bir kısmı duyu organlarıyla diğer kısmı ise basiret gözüyle algılanır ki bu ayeti kerimede Allah-u Teala müşrikleri bu ikinci kısım kapsamında nitelemiştir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de sadece 1 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri necis ve necâsettir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
عيل Ayele : Adam fakir ya da muhtaç idi veya o hale geldi anlamında عالَ – يَعِيلُ fiili kullanılır. Mastarı عَيْلَةٌ, ismi faili ise عائِلٌ şeklinde gelir. Türkçede de kullandığımız iyal (إعالٌ) kelimesinin kökü de bu fiilin if’al babına dönüşmesinden elde edilir ki manası da iyali çoğaldı demektir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de 2 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri âile ve iyaldir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلَا يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هٰذَاۚ
يَٓا nida harfidir. اَيُّ münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir. الَّذ۪ينَ münadadan sıfat veya bedeldir.
İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Nidanın cevabı اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ ’dir.
اِنَّمَا kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki مَا harfidir, اِنَّ harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur. اِنَّ ’nin ameli ise engellenmiştir, yani mekfûfedir.
الْمُشْرِكُونَ mübteda olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır. نَجَسٌ haber olup lafzen merfûdur. Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri, ذوو نجس şeklindedir.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إذا عزموا زيارة مكّة فلا يقربوا المسجد الحرام (Mekke’yi ziyarete karar verdiklerinde Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar) şeklindedir.
نَجَسٌ sıfat-ı müşebbehedir. (Âşûr)
Sıfat-ı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
(Pis olmak anlamına gelen) نَجَسٌ kelimesinin hem tekili hem çoğulu, hem müennesi hem de müzekkeri aynı gelir. Tesniyesi ve çoğulu yoktur, çünkü masdardır. ن harfi esreli, ج harfi de sakin olmak üzere نِجْس ise ancak onunla beraber رِجْس kelimesi kullanılırsa kullanılır. Tek başına kullanılacak olursa ن harfi üstün ve ج harfi esreli نَجِس yahut da ج harfi ötreli olmak üzere نَجُس denilir. (Kurtubî)
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. يَقْرَبُوا fiili نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
الْمَسْجِدَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. الْحَرَامَ kelimesi الْمَسْجِدَ ’nin sıfatıdır.
بَعْدَ zaman zarfı, لَا يَقْرَبُوا fiiline müteallıktır. عَامِهِمْ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
هٰذَٓا işaret ismi, عَامِهِمْ’in atf-ı beyanı veya onun bedeli olarak mahallen mecrurdur.
الْمُشْرِكُونَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْن۪يكُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ٓ اِنْ شَٓاءَۜ
وَ atıf harfidir. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. خِفْتُمْ şart fiili olarak mahallen meczumdur.
Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
عَيْلَةً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. سَوْفَ gelecek zamana işaret eder. Alimler bu edatı tesvif/erteleme diye isimlendirmişlerdir. Vaat veya tehdit bulunan yani istenen veya hoşlanılmayan bir fiile delalet eden bir muzari fiilin başına geldiklerinde tekid/vurgu olurlar.
يُغْن۪يكُمُ fiili ی üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir كُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
مِنْ فَضْلِه۪ٓ car mecruru يُغْن۪يكُمُ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. شَٓاءَ şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Şartın cevabı mahzuftur. Takdiri, فعل (Yapar) şeklindedir.
يُغْن۪يكُمُ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi غني ’dır.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat) tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
اللّٰهَ lafza-i celâli اِنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubtur. عَل۪يمٌ haber olup lafzen merfûdur. حَك۪يمٌ ise ikinci haberdir.
عَل۪يمٌ - حَك۪يمٌ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah (cc) için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İman edenlerin ism-i mevsûlle ifade edilmesi sonraki konuya dikkatleri çekmek içindir. Mevsûlün sılası اٰمَنُٓوا, müspet mazi fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Nida üslubu Kur’an-ı Kerim’de iman edenlere önemli bir konunun bildirileceğini haber verir. Bu üslup tekid türlerini barındırmaktadır.
Bazı salihler Allah Teâlâ’nın, ايَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا [Ey iman edenler] sözünü işitince sanki Allah’ın nidasını işitmiş gibi لبيك وسعديك “Emret Allah’ım, emrine amadeyim.” der. Böyle söylemek Kur’an’ın edebidir.
Yüce Allah, يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا hitabıyla Kur’an’ın 88 yerinde müminlere hitap etmiştir. Muhataplara “Ey müminler!” diye seslenilmesi, onlara, bu iman sahibinin Allah’ın emirlerine güzel bir şekilde sarılması ve itaat etmesi, yasaklarından da sakınması gerektiğini hatırlatır. (Safvetu't Tefasir)
Kur’an-ı Kerim’de يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا hitabından sonra gelen konular genellikle imanı iyice yerleştirmeye yönelik meselelerdir. (Taberî)
يَٓا : uzaktakine hitap eden nida harfidir. Ama Allah bize çok yakındır. Yani bu mecazi bir kullanımdır. Amaç bizim dikkatimizi çekmektir. Çünkü biz uzaktaki bir kişiye dikkatini çekmek için nida ediyoruz. Dolayısıyla Allah bize yakın olmasına rağmen, bizim O’ndan uzak olmamız ve O’nu düşünmememiz nedeniyle böyle nida ediyor. Hem dikkatimizi çeker hem de arkadan gelecek olan şeylerin Allah katında bir değeri olduğuna işaret eder.
Sonra اَيُّ gelmiştir. Bu da nida harfidir. Elif-lamlı kelime ile nida harfini birbirine bağlayan bir kelimedir. Müphem bir harftir, arkadan gelen kelime ile açıklanır. Buna ibhamdan sonra beyan denir. Dikkati artırır, arkadan emir mi, nehiy mi yoksa bir hüküm mü gelecek, onu dinlemeye hazırlar.
Sonra da هَا gelir. O da tenbih (uyarı) harfidir. Yani bu hitapta üç tane tenbih (dikkat çekme) harfi vardır. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri’t Ta’bîri’l Kur’anî, s. 43)
Bu ayet-i kerimede Allah Teâlâ müminlere seslenirken hem yakın hem de uzak için kullanılan يَٓا nida edatını kullanmıştır. ( Muhammed Fatih Ergen, Tevbe Suresi’nin Meânî İlmi Açısından Tahlili)
Nidanın cevabı اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ cümlesi, اِنَّمَا kasr edatıyla tekid edilmiş isim cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Kasr, mübteda ve haber arasındadır.
الْمُشْرِكُونَ mevsuf ve maksûr, نَجَسٌ sıfat ve maksûrun aleyhtir. Kasr-ı mevsuf ale’s sıfattır.
Mevsuf yani müşriklere; sıfat yani pisliğe tahsis edilmiştir ama mevsûfun pislikten başka özellikleri de vardır. Dolayısıyla izâfîdir.
Lafızda teşbih-i beliğ vardır. Yani, onlar içlerinin ve itikatlarının bozukluğu hususunda pislik gibidirler. Burada teşbih edatı ile vech-i şebeh hazfedilmiş böylece teşbih-i beliğ olmuştur. (Safvetu’t Tefasir)
Hakk Teâlâ'nın, اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ [ Müşrikler ancak bir necistir.] buyruğu, bu görüşün yanlış olduğunu delalet eder. Çünkü اِنَّمَا kelimesi hasr (sadece) manası ifade eder. Bu da müşriğin sadece necis olduğunu gösterir. Binaenaleyh abdestsiz kimsenin uzuvlarının (manen) necis olduğunu söylemek, bu nassa terstir. Şaşarım! Bu nas müşriğin pis olduğu, müminin ise böyle olmadığı hususunda sarîh bir ifadedir. Buna rağmen bazıları bu hükmü tersyüz ederek müşriğin temiz, müminin ise eğer abdestsiz ve cünüp ise pis olduğunu söylerler ve müşriklerin uzuvlarını (el-yüzlerini) temizlemek için kullandıkları suyun temiz ve temizleyici olarak devam ettiğini, en büyük peygamberlerin bile (abdest almak için) uzuvlarında kullandıkları suyun necaset-i galizâ olduğunu (pislendiğini) iddia ederler. İşte bu şaşılacak şeylerdendir. (Fahreddin er-Râzî)
اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ sözündeki hasr sıygası, onların necis oldukları hususundaki tereddütleri ortadan kaldırmak için kullanılmıştır. Necaset tavsifindeki (nitelendirmesindeki) bu mübalağa, onların neredeyse necasetten başka bir vasfa sahip olmadıklarını (tek vasıflarının necaset olduğunu) ifade eder.(Âşûr)
فَلَا يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هٰذَاۚ
فَ, sebebi müsebbebe bağlayan rabıtadır. Cümle mukadder sorunun cevabı olarak gelen beyânî istînâf cümlesine atfedilmiştir. Takdiri şöyle olabilir: تنبّهوا فلا يقرب المشركون المسجد الحرام (Dikkat edin! Müşrikler Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar)
Nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Mescid-i Harâm’dan maksat harem bölgesidir. Mescit kelimesinde cüz-kül alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Beyân ilmi)
فَلَا يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ [Mescide yaklaşmasınlar] tabirinde mübalağa ifade etmek için “girmeyin” yerine “yaklaşmayın” tabiri kullanılmıştır. (Safvetu’t Tefasir, Beyzâvî)
بَعْدَ عَامِهِمْ هٰذَاۚ [Onun için bu yıllarından sonra] yani bu yıl yapacakları hacdan sonra لَا يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ [Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar]. (Keşşâf)
هٰذَاۚ ile zamana işaret edilmesi konunun önemini vurgulamak içindir.
Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
عَامِ kelimesinin هِمْ zamirine izafe edilmesi, bu yıl verilen korkutucu hükmün onlara mahsus olduğu manasını kuvvetlendirmek içindir. (Âşûr)
وَاِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْن۪يكُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ٓ
وَ ’la gelen cümle nidanın cevabına matuftur. Şart üslubunda haberî isnaddır. خِفْتُمْ عَيْلَةً müspet mazi sıygada gelmiş şart cümlesidir. فَ karinesiyle gelen, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelam olan فَسَوْفَ يُغْن۪يكُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ٓ cümlesi şartın cevabıdır. Cümle istikbal harfi سَوْفَ ile tekid edilmiştir.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda, faide-i haber talebî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikri tecrîd sanatıdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve itaate teşvik içindir.
فَضْلِه۪ٓ izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan فَضْلِ, şan ve şeref kazanmıştır.
اٰمَنُٓوا - الْمُشْرِكُونَ ve عَيْلَةً - يُغْن۪يكُمُ kelime grupları arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
اِنْ شَٓاءَۜ
İtiraziyye olarak fasılla gelen cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Şart üslubundaki cümlede takdiri فعل olan cevap mahzuftur. شَٓاءَ şart fiilidir. Mef’ûlü mahzuftur.
Genel olarak شَٓاءُ fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazfedilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garîb birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Mahzufla birlikte cümle şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İtiraz cümleleri ıtnâb babındandır.
اِنْ شَٓاءَ kaydının zikredilmesi, umutların her şeyden kesilip yalnız Allah Teâlâ'ya bağlanması içindir. (Ebüssuûd, Âşûr)
اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ
Ayetin son cümlesi ta’lil hükmünde istînâfiyyedir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ ve isim cümlesi olmak üzere iki tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün, illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin masdarı olan) ulûhiyet, Allah Teâlâ'nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd)
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır.
Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Allah'ın عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğu, bu sıfatların bir benzerinin olmadığı anlamına gelir. Aralarında وَ olmaması, Allah Teâlâ’da ikisinin de birlikte mevcudiyetini gösterir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)
Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Her ikisi de mübalağa kalıplarındandır. Aralarında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır.
Çoğu yerde حَك۪يمٌ kelimesinin iki manası vardır:
1. Hükmetmek,
2. Bir işi hikmetli olarak yapmak.
قَاتِلُوا الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَد۪ينُونَ د۪ينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ حَتّٰى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَاتِلُوا | savaşın |
|
2 | الَّذِينَ | kimselerle |
|
3 | لَا |
|
|
4 | يُؤْمِنُونَ | inanmayan |
|
5 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
6 | وَلَا | ve |
|
7 | بِالْيَوْمِ | gününe |
|
8 | الْاخِرِ | ahiret |
|
9 | وَلَا | ve |
|
10 | يُحَرِّمُونَ | haram saymayanlarla |
|
11 | مَا | ne ki |
|
12 | حَرَّمَ | haram kıldı |
|
13 | اللَّهُ | Allah |
|
14 | وَرَسُولُهُ | ve Elçisi |
|
15 | وَلَا |
|
|
16 | يَدِينُونَ | ve din edinmeyenlerle |
|
17 | دِينَ | dini |
|
18 | الْحَقِّ | gerçek |
|
19 | مِنَ |
|
|
20 | الَّذِينَ | kendilerine |
|
21 | أُوتُوا | verilenlerden |
|
22 | الْكِتَابَ | Kitap |
|
23 | حَتَّىٰ | zamana kadar |
|
24 | يُعْطُوا | verecekleri |
|
25 | الْجِزْيَةَ | cizye |
|
26 | عَنْ |
|
|
27 | يَدٍ | elleriyle |
|
28 | وَهُمْ | onlar |
|
29 | صَاغِرُونَ | küçülerek (boyun eğerek) |
|
Bu âyetin yahudi kabileleri olan Kurayza ve Benî Nadîr hakkında indiğine dair rivayet, âyetin Mekke’nin fethinden sonra indiği bilgisiyle bağdaşmadığı için isabetli bulunmamıştır. Çünkü Hz. Peygamber tarafından bu kabilelerden ilkinin cezalandırılması ve diğerinin sürgün edilmesi hicrî 3 veya 5. yılda gerçekleşmiştir. Taberî’nin, bu âyetin inmesini, önceki âyette müşriklere getirilen yasağın müslümanlarda geçim kaygısına yol açması, Allah’ın da onlara cizye elde etmek üzere Tebük Seferi’ne çıkmalarını emretmesiyle izah eden yorumu da (X, 106), her şeyden önce cizyenin amacına ilişkin İslâmî öğretilerle bağdaşmadığı için eleştirilmiştir. Ayrıca bu yorum gerek bu seferde cizye alınmadığı yönündeki tarihî bilgilerle gerekse cizyeden kimlerin yararlanabileceğine ilişkin hükümlerle de çelişmektedir (Derveze, XII, 109-110).
Resûlullah’ın hayatına dair eserler incelendiğinde, bu âyetin geldiği dönemde, Bizans hâkimiyetindeki Suriye bölgesinde ve bu yol üzerinde bulunan gerek yahudi gerekse hıristiyan topluluklar ile müslümanlar arasında hicrî 5-6. yıldan beri süregelen gerginliklerin varlığını koruduğu ve bu taraflar arasında devletlerarası hukuk bakımından hasmane münasebetlerin hâkim olduğu görülür. Bu âyetin devamında hem yahudilere hem de hıristiyanlara açık bir biçimde temas edilmesi ve onların insanlık yolunu aydınlatan meşaleyi söndürme niyet ve çabası içinde olduklarının bildirilmesi bu tesbiti doğrulamaktadır. İşte bu durum ve İslâm tebliğinin geldiği nokta dikkate alındığında, bu kesime karşı da güçlü bir cihad çağrısının yapılmasının sebebi kolayca anlaşılabilmektedir. Buradaki “resulünün yasakladığını” ifadesini Hz. Muhammed’in haram kıldığını şeklinde açıklayanlar olduğu gibi, kendi peygamberlerinin ve kitaplarının haram saydığını şeklinde anlayanlar da olmuştur. “Hak dine uymayan kimseler” ifadesini de bazı müfessirler İslâm dinini benimsemeyenler şeklinde anlarken, bazıları da Allah’a tam mânasıyla itaat etmeyenler veya hak ehline yaraşır bir biçimde itaat etmeyenler şeklinde yorumlamışlardır. Bu yorumların bazılarından, âyetin müslümanları, Hz. Muhammed’in yasak olduğunu bildirdiği şeyleri yasak saymayan ve İslâm dinini benimsemeyen bütün Ehl-i kitap mensuplarına karşı savaşmakla yükümlü kıldığı anlamı çıkabilmektedir. Fakat bu anlayış, meselâ Nisâ sûresinin 90-91, Mümtehine sûresinin 8-9. âyetlerinde ifadesini bulan temel Kur’an ilkeleriyle ve Resûlullah’ın savaş halinde bile muharip olmayan kadın, çocuk, yaşlı ve din adamlarının öldürülmemesi buyruğuyla bağdaşmaz. Âyette “Ehl-i kitap’tan” ifadesi kullanılarak onlardan bir kısmına işaret edildiği anlaşıldığı gibi, “Allah’a ve âhiret gününe inanmayanlar” nitelemesinin yapılmış olması da bu anlayışı desteklemektedir. Zira bu niteleme ister o günkü ister günümüzdeki Ehl-i kitabın tamamına uyan bir ifade değildir (Derveze, XII, 110-114).
Ehl-i kitap’tan olanlar Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseler olarak bilindiği halde, âyette “Ehl-i kitap’tan Allah’a ve âhiret gününe inanmayanlar” ifadesinin kullanılmış olmasını, bazı müfessirler, yahudilerin ve hıristiyanların bir kısmında görülen itikadî bozukluklarla açıklamaya çalışmışlardır. Bu izahları şöyle özetlemek mümkündür: Bazı yahudi ve hıristiyanlar Allah inancına şirk unsurları katmışlar, âhiret inancını da (meselâ Âl-i İmrân sûresinin 24. âyetinde belirtildiği şekilde) âhiret hayatının özüne ters düşen kayıtlara bağlamışlardır; dolayısıyla gerçek mânada Allah’a ve âhiret gününe inanmış sayılmadıklarından böyle nitelendirilmişlerdir (İbn Atıyye, III, 21; Zemahşerî, II, 147; Râzî, XVI, 28-29; İbn Âşûr, X, 163). İbn Âşûr bunların hepsinin zorlama yorumlar olduğunu belirtir ve kendi kanaatini şöyle açıklar: Burada esas maksat hıristiyanlarla savaş konusudur; fakat sırf onlarla savaşılacağı ve müşriklerle savaştan vazgeçileceği sonucunun çıkarılmaması için arada “Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve resulünün yasakladığını yasak saymayan” şeklinde müşriklerin vasıflarına yer verilmiştir. Ehl-i kitap dahil bütün bu kesimleri kapsayan nitelik ise “hak dine uymayan kimseler” olmalarıdır (X, 163-166). Biz İbn Âşûr’un bu mütalaasını kuvvetli bulmakla beraber, şu anlayıştan hareketle meâlde lafza bağlı kalmayı tercih ettik: Âyetin nüzûlü zamanında yaşayan Ehl-i kitap mensupları genellikle hak dinlerin aslında mevcut gerçek ve sahih bir Allah ve âhiret inancından, yine bu dinlerin getirdiği hayat ve ahlâk düzeninden uzaklaşmış bulunuyorlardı. Eldeki bilgi ve belgelerine dayanarak kendi dinlerinin aslına dönmeleri de mümkün değildi. Bu sebeple İslâm’a girmeleri teşvik edilmeli ve girmedikleri takdirde müslümanlara zarar vermemeleri için kontrol altına alınmaları gerekli idi.
Cizye, İslâm devletindeki gayri müslim tebaanın erkeklerinden alınan baş vergisinin adıdır. İslâm ülkesinde zimmî (gayri müslim vatandaş) statüsünde bulunan kişilerden kendilerine din hürriyeti, can ve mal güvenliği sağlanması karşılığında alınan bu verginin Kur’an’daki dayanağı tefsir etmekte olduğumuz âyettir. Müslümanlardan alınan zekât bir yönüyle vergi niteliğinde olmakla beraber bir yönüyle de dinî vecîbe (ibadet) olduğu için gayri müslimlerden zekât alınmaz; onlar bunun yerine cizye öderler. Âyetin “yenilmiş olarak” diye çevirdiğimiz kısmı için değişik yorumlar yapılmıştır. Bunlar arasında, cizye mükelleflerinin küçük düşürülmesi anlamına ağırlık veren yorumlar bulunmakla beraber, bu anlayış birçok İslâm âlimi tarafından eleştirilmiş, gerek Resûlullah’ın tâlimat ve uygulamalarına gerekse Kur’an’ın ilkelerine aykırı bulunmuştur. Sağlam bilgi kaynakları da, müslümanların bu ilkeler ışığında gayri müslimlere ne kadar insanî muamele yaptıklarını ve onların da müslümanların bu âlicenap tavırlarına karşı duydukları hayranlığı ortaya koyan rivayetlerle doludur. Bazı Ehl-i kitap mensuplarıyla yapılan antlaşmalara Hz. Ömer tarafından onları tahkir edici hükümler konulduğuna dair rivayetler ise zayıf olup, Resûlullah’ın tatbikatı ve Kur’an’ın ilkeleriyle örtüşmemektedir (Derveze, XII, 114-118). İmam Şâfiî âyetin bu kısmını “hükme bağlanma ve boyun eğmeleri” şeklinde anlamıştır (Mehmet Erkal, “Cizye”, DİA, VIII, 42). Kanaatimizce âyetin bağlamı ve Hz. Peygamber’in tatbikatı ışığında Şâfiî’nin bu görüşünü şöyle açmak mümkündür: Burada vergi veren tarafın uyrukluğu kabul etmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Bir başka anlatımla, bu vergiyi ödeyen gayri müslimler kendilerini sadece düşmana karşı koruma antlaşması yapmış, bir anlamda müslümanları parayla istihdam eden taraf gibi görmeyecekler, aynı ülkeyi paylaşıyorlarsa karşılıklı hak ve vecîbe anlayışı içinde ülkenin yasal düzenine tâbi olduklarını kabul edecekler, kendi ülkelerinde müslümanlarla bu antlaşmayı yapmışlarsa, düşmana karşı, onların egemenliğini kabul etmiş olmanın icaplarına uyacaklardır.
Resûlullah’ın ve ilk halifelerin uygulamaları da dikkate alınarak âyet üzerinde yapılan yorumlar neticesinde kimlerden cizye alınabileceği hususunda farklı kanaatlere ulaşılmıştır. Şâfiî hukukçuları sadece yahudi, hıristiyan ve Mecûsîler’den cizye alınabileceği görüşündedirler. Hanefîler Arap olmayan müşriklerden, Mâlikîler ise bütün müşriklerden cizye alınabileceğini, dolayısıyla bunların da zimmî statüsü içinde mütalaa edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Hanefîler’e göre İslâm devleti sınırları içinde bir yıldan fazla ikamet eden gayri müslimlerden de (müste’men) bu verginin tahsil edilmesi gerekir.
Cizyenin miktarı ve yükümlüsünde aranacak şartlar konusunda Resûlullah’tan ve ilk halifelerden nakledilmiş açık ve kesin ifadeler bulunmamaktadır. Hz. Peygamber’in ve halifelerinin miktar konusundaki uygulamaları zamana, alındığı bölgeye ve bireysel veya toplu oluşuna göre farklılık göstermektedir. İslâm hukukçularının da bu miktarları belirlerken kendi bölgelerindeki uygulamalardan etkilendikleri anlaşılmaktadır. Fakat bu hususun yapılan zimmet sözleşmesi sırasında belirlenmiş ve taraflarca kabul edilmiş olması esastır. Bu konuda bir fikir vermek üzere kişi başına cizye miktarıyla ilgili olarak şu bilgilere işaret edilebilir: Hanefîler zengin, orta halli ve fakirler için olmak üzere 48, 24 ve 12 dirhemlik üç ayrı cizye miktarı belirlemişlerdir; Mâlikîler’e göre cizyenin üst sınırı altın paranın hâkim olduğu yerlerde 4 dinar, gümüş paranın hâkim olduğu yerlerde 40 dirhemdir; Şâfiîler’e ve Hanbelîler’deki bir görüşe göre cizyenin en düşük miktarı 1 dinardır. Bu bilgiler ışığında günümüz değerleri ile, kişi başına cizye miktarının en az 4,5, en çok 20 gram civarında altına tekabül ettiği söylenebilir. Gerek Resûlullah döneminde gerekse sonrasında cizye tahsilinin hem nakit hem de aynî olarak yapıldığı görülmektedir. Kadınlar ve çocuklarla hali vakti müsait olmayan din adamları, âmâ, kötürüm ve yaşlılar cizyeden muaf tutulmuşlardır. Tarih ve kamu maliyesiyle ilgili ilk dönem kaynaklarında, Kur’an’daki bu hükmün ruhuna nüfuz etmiş olan halifeler ve müslüman yöneticilerin bunu katı bir biçimde uygulama yönüne gitmeyip gerekli hallerde büyük bir tolerans gösterdiklerine ve gayri müslim tebaa tarafından şükranla ve hatta hayranlıkla karşılanan uygulamalar yaptıklarına dair birçok olay zikredilir. Cizye gelirlerinin nereye harcanacağı Kur’an’da bildirilmemiştir. Bunun sebebi, muhtemelen, âyetin henüz tahakkuk etmemiş bir gelirden söz etmiş olmasıdır. İslâm hukukçuları Resûlullah’ın uygulamalarını göz önüne alarak bunu fey grubuna giren bir vergi olarak kabul etmişlerdir. Buna göre cizye gelirlerinin belirli yerlere harcanması zorunlu değildir; kamu yararına uygun olarak ihtiyaç duyulan alanlara harcanabilir (geniş bilgi için bk. Mehmet Erkal, “Cizye”, DİA, VIII, 42-45; Derveze, XII, 119-123; Osmanlı’da cizye uygulaması için bk. Halil İnalcık, “Cizye”, DİA, VIII, 45-48).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 2 Sayfa: 751-755
قَاتِلُوا الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ
Fiil cümlesidir. قَاتِلُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası لَا يُؤْمِنُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُؤْمِنُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِاللّٰهِ car mecruru يُؤْمِنُونَ fiiline müteallıktır.
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. بِالْيَوْمِ car mecruru بِاللّٰهِ ’ye matuftur. الْاٰخِرِ kelimesi اَلْيَوْمِ ’nin sıfatıdır.
قَاتِلُٓوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi قتل ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُحَرِّمُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. Îrabtan mahalli yoktur.
حَرَّمَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olarak mahallen merfûdur. رَسُولُهُ atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur.
Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
حَرَّمَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi حرم’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef'ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَلَا يَد۪ينُونَ د۪ينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ حَتّٰى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ۟
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
يَد۪ينُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
د۪ينَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. الْحَقِّ muzâfun ileyh olup fetha ile mansubtur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, مِنَ harf-i ceriyle birlikte يَد۪ينُونَ ’deki failin mahzuf haline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası اُو۫تُوا الْكِتَابَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
اُو۫تُوا damme üzere mebni, meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
الْكِتَابَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
حَتّٰى gaye bildiren cer harfidir. يُعْطُوا muzari fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek anlamını masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, cer mahallinde قَاتِلُوا fiiline müteallıktır. يُعْطُوا fiili ن ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-I cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْجِزْيَةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. عَنْ يَدٍ car mecruru يُعْطُوا ’deki failin mahzuf haline müteallıktır. Takdiri, منقادين (Boyun eğerek) şeklindedir.
وَ haliyyedir. Munfasıl zamir هُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. صَاغِرُونَ۟ haber olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
صَاغِرُونَ۟ kelimesi sülâsî mücerred olan صغر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَاتِلُوا الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ
Müstenefe olan ayet, fasılla gelmiş emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. قَاتِلُوا fiilinin mef’ûlü konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Nefy harfinin tekrarı tekid ifade etmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikri tecrîd sanatıdır.
وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ cümlesi sıla cümlesine tezâyüf nedeniyle atfedilmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لَا يُحَرِّمُونَ fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَٓا ’nın sılası حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَلَا يَد۪ينُونَ د۪ينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ حَتّٰى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ۟
Yine الَّذ۪ينَ ’nin sılasına matuf olan cümle, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ başındaki harf-i cerle birlikte لَا يَد۪ينُونَ ’ye müteallıktır. Sılası اُو۫تُوا الْكِتَابَ, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
Gaye bildiren harf-i cer حَتّٰى’nın gizli أنْ ‘le masdar yaptığı يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ cümlesi , mecrur mahalde قَاتِلُوا fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesi وَهُمْ صَاغِرُونَ۟, haldir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Allah, resulü, ahiret günü, hak dini din edinmek; tabirlerinin hepsinin başında olumsuzluk harfinin tekrar edilmesi her birinin olumsuzluğu tek başına da olsa hükmü yerine getirmeye yeterli olduğunu gösterir.
يَدٍ (el) kelimesi; insanların yaptıkları işlerin çoğunu elleriyle yapmaları hasebiyle zikredilmiş, bütün azalar kastedilmiştir. Onların cizye vermelerinin sebebi sizin gücünüz kuvvetinizdir. Bu sebeple karşınızda boyun eğip itaat ederler. El de kuvvetin sebebi ve aletidir. Sebebiyet veya aliyet alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
عَنْ يَدٍ ibaresinde istiare olduğu da söylenebilir. Çünkü burada kastedilen “cizyeyi; itaat, tevazu, boyun eğme ve teslimiyetle verinceye kadar” kadar manasıdır. Bu, (birisi) boyun eğerek ve teslimiyetle verdiği zaman أعطى فُلَان بيده (Falanca eliyle verdi) sözüne benzer. Bu konuda حتي يُعْطُها عنْ يدٍ مِنْكم ifadesinin, عنْ نِعْمَة مِنْكم şeklinde tevili de söz konusu edilmiştir. (Bunun) anlamı da şöyledir: “Onların kanlarını bağışlayıp cizye kabul etmenizin karşılığı olarak, onlar üzerinde bulunan (bu) nimetiniz (iyiliğiniz) sebebiyle size cizyeyi vermelerine kadar…” Bu ifade, bazılarının rivayet ettiği şekilde tevil edilirse, onunla “zımminin cizyeyi kendinden alacak olan kimseye eliyle teslim etmesi” kastedilmiş olur. Bu tevile göre söz istiare kapsamı dışına çıkmaktadır. (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları)
عَنْ يَدٍ (elden/elle) tabiri, tevazu ve teslimiyet anlamında kinayedir.
Ayetteki عَنْ يَدٍ ifadesi iki anlama gelmektedir. Birincisi ve yakın anlamı “elden”, ikincisi ise “zilletle, tam bir itaatle” şeklindedir. İfadenin öncesindeki “ يُعْطُوا الْجِزْيَةَ /cizye vermek” fiili ilk anlamı çağrıştırmaktadır. Zeccâc ve İbni Manzûr’a göre ifade “zilletle” manasına gelmektedir. İkinci anlama göre ayetin meali şöyledir: “…zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar.” Bu durumda tevriye vardır. (Ali Bulut, Kur’an’ın Anlaşılmasında Belâgatın Rolü)
يَد۪ينُونَ - د۪ينَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لَا يُحَرِّمُونَ - حَرَّمَ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb, iştikak cinası ve reddü'l-acüz ale's-sadr vardır.
Farklı grupları temsil eden الَّذ۪ينَ ’ler arasında tam cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
يُعْطُوا ile اُو۫تُوا arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu kelimeler yakın mana ifade etse de aralarında farklar vardır.
1. آتَى fiili, اَعْطَى fiilinden daha geniş ve kapsamlıdır, önemli şeyler için kullanılır. اَعْطَى ise hem az, hem de çok şeyler için kullanılır.
2. آتَى fiili, اَعْطَى fiilinin kullanılmasının güzel olmadığı yerlerde kullanılır.
3. اَعْطَى mülk edinme manasını taşır, bu mana آتَى fiilinde yoktur.
4. آتَى fiiliyle verilen şey geri alınabilir, halbuki اَعْطَى fiili böyle değildir. Çünkü onda mülk edinme manası vardır.
5. Madem ki اَعْطَى fiili sahiplik olma manasını taşıyor, o halde bu, ihtisas sebebi olur. Çünkü bir kişi sahibi olduğu şeyde istediği gibi tasarruf edebilir, onu isterse yanında tutar isterse dilediğine verir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 1, s. 107-108)
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَقَالَتِ | ve dediler ki |
|
2 | الْيَهُودُ | Yahudiler |
|
3 | عُزَيْرٌ | Uzeyr |
|
4 | ابْنُ | oğludur |
|
5 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
6 | وَقَالَتِ | ve dediler |
|
7 | النَّصَارَى | Hıristiyanlar |
|
8 | الْمَسِيحُ | Mesih |
|
9 | ابْنُ | oğludur |
|
10 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
11 | ذَٰلِكَ | bu |
|
12 | قَوْلُهُمْ | onların sözleridir |
|
13 | بِأَفْوَاهِهِمْ | ağızlarıyla (geveledikleri) |
|
14 | يُضَاهِئُونَ | benzetiyorlar |
|
15 | قَوْلَ | sözlerine |
|
16 | الَّذِينَ | kimselerin |
|
17 | كَفَرُوا | inkar edenlerin |
|
18 | مِنْ |
|
|
19 | قَبْلُ | önceden |
|
20 | قَاتَلَهُمُ | onları kahretsin |
|
21 | اللَّهُ | Allah |
|
22 | أَنَّىٰ | nasıl da |
|
23 | يُؤْفَكُونَ | çevriliyorlar |
|
Üzeyir adı Kur’an’da sadece bu âyette geçmektedir ve hakkında özel bir açıklama bulunmadığı için peygamber olup olmadığı tartışılmıştır. Bu ismin Arapça olduğunu ileri sürenler varsa da çoğunluğa göre İbrânîce asıllı olup Arapçalaşmıştır. İbrânîce’deki aslı Ezrâ’dır ve “yardım” (Tanrı’nın yardımı) anlamına gelmektedir. Eski Ahid’in Grekçe ve Latince tercümelerinde onun ismi Esdras olarak geçer. Kitâb-ı Mukaddes’te kendi adını taşıyan bir bölüm de bulunan Üzeyir, burada “kâhin, yazıcı, Rabb’in emirlerinin ve İsrail’e olan kanunlarının sözlerinin yazıcısı, İsrail’in Allah’ı Rabb’in vermiş olduğu Mûsâ’nın şeriatında zeyrek bir yazıcı, gökler Allah’ının şeriatının yazıcısı, Allah’ı Rabb’in eli üzerinde olan, Allah’ın inâyet eli üzerinde olan” ifadeleriyle anılır (Ezrâ, 7/1-12). Fars kralı Artahşaşta (Artaxerxes) zamanında (m.ö. 465-424) yaşamış olup, soyu Hârun’a kadar çıkmaktadır. Anılan kral tarafından, yahudi cemaatinin durumuyla ilgili araştırma yapmak, onlara Allah’ın şeriatına riayet etmelerini öğütlemek ve mâbedin hizmeti için gerekli malzemeyi sağlamak üzere Yeruşalim’e (Kudüs) gönderilmiştir.
Üzeyir’in Tevrat’ın yeniden ihyası hususundaki çaba ve faaliyeti, yahudi ve hıristiyanların yanı sıra Kitâb-ı Mukaddes’le ilgili bilimsel eleştiri faaliyetlerine katkı sağlayan araştırmacılar tarafından da kabul edilmektedir. Tevrat’ın ilâhî şeriat olarak Yahudilik’te özel bir önemi haiz olması, onun redaksiyonunu yapıp ilân eden Üzeyir’in de mevkiini yükseltmiştir.
İslâmî kaynaklarda, yahudilerce –henüz kendisi hayatta iken– Üzeyir’in Allah’ın oğlu olarak nitelenmesi konusunda başlıca iki rivayetle karşılaşılmaktadır. Bunlardan birine göre, önceleri Tevrat’a bağlı olan İsrâiloğulları, zamanla Tevrat’a göre yaşamayı terkeder olmuşlar, bunun sonucu olarak ilâhî bir ceza olmak üzere Tevrat hâfızalardan silinmiş, onun muhafaza edildiği Tabut da (ahid sandığı) ellerinden alınmıştı. Buna çok üzülen Üzeyir, kendisine Tevrat’ı yeniden öğretmesi için Allah’a yalvarıyordu. Yine böyle bir dua esnasında Tanrı onun hâfızasına Tevrat’ı tekrar yerleştirdi. Çok bilgili bir kimse olarak tanınan Üzeyir Tevrat’ı kavmine de öğretince onlar nezdinde daha bir itibar kazandı. Bazıları “Üzeyir Allah’ın oğludur” diyecek kadar ileri gittiler.
Diğer rivayete göre ise, Amâlika kavmi yahudilere saldırarak bir kısmını öldürmüş ve ellerindeki Tevrat’ı almıştı. Geride kalanlar, Tevrat kitaplarını dağlara gömüp o bölgeyi terkettiler. O sıralarda henüz genç olan ve dağlarda ibadetle meşgul bulunan Üzeyir’in Tevrat’ı en iyi bilen kişi olduğu anlaşılınca, o, mevcudu olmayan Tevrat’ı kaleme aldı. Ülkeyi terkeden bilginler geri dönüp de gömdükleri Tevrat’ı Üzeyir’in kaleme aldığı ile karşılaştırdıklarında arada hiçbir fark bulunmadığını görünce “Allah bunu sana ancak O’nun oğlu olduğun için verdi” dediler.
Bunlar, Üzeyir’in yaşadığı dönemle ilgili rivayetlerdir. Bir de, bu sözün yahudilerden bir kişi veya bir topluluk tarafından Hz. Peygamber’le yaptıkları bir konuşma sırasında söylendiğini belirten rivayetler bulunmaktadır.
Yahudiler Kur’an’daki bu ifadenin kendilerine ait olmadığını ileri sürerler. Esasen İslâmî kaynaklarda da bu sözün bütün yahudiler tarafından benimsenmiş olmayıp, içlerinden sadece bir kişi veya grup tarafından söylendiği belirtilmektedir (Taberî, VI/10, 110-111; Ömer Faruk Harman, “Üzeyir”, İFAV Ans., IV, 409-411).
Eski Ahid Üzeyir’in Allah’ın oğlu olduğu fikrinden hiçbir şekilde söz etmemekle beraber, Üzeyir’in yahudi geleneğinde oldukça önemli bir şahsiyet olduğu dikkate alınınca, gelenek içerisinde, en azından belli bir yerde, belli bir zamanda ilâhlık mertebesine yükseltilmiş olması uzak bir ihtimal sayılmaz; İbn Hazm’ın Yemen yahudilerinin Üzeyir’e Allah’ın oğlu dedikleri yönündeki rivayeti de bu ihtimali desteklemektedir (Mehmet Paçacı, “Kur’ân-ı Kerîm’in Işığında Vahiy Geleneğine–Kitab-ı Mukaddes Bağlamında– Bir Bakış”, İslâmî Araştırmalar, Ankara1991, V/ 3, s. 191).
Bu bilgi ve ihtimallerin doğruluk derecesi bir yana, İslâmî kaynaklarda Üzeyir dönemiyle ilgili olarak yer alan rivayetlerin asıl kaynağının Medine yahudileri olduğu dikkate alınırsa (Derveze, XII, 124), âyetin açıklanmasında, Hz. Peygamber’le yaptıkları bir görüşme esnasında bazı yahudilerin bu sözü söylemiş oldukları rivayetinin esas alınması daha uygun görünmektedir (Kur’an’da yüzyıl uyuyup tekrar uyandığı bildirilen kişinin Üzeyir olabileceği rivayeti hakkında bk. Bakara 2/259).
Hıristiyanların Hz. Îsâ’yı Allah’ın oğlu olarak nitelemeleri ise sadece Resûlullah döneminde karşılaşılan bir durum değildir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden itibaren Hz. Îsâ Tanrı’nın oğlu olarak kabul ediliyordu ve günümüzde de Hıristiyanlık’ta hâkim anlayış onun teslîs inancının bir ögesini oluşturduğu yönündedir (bu konuda bk. Âl-i İmrân 3/45; Mâide5/17, 72).
Müfessirler, yahudi ve hıristiyanların, kendilerine benzedikleri önceki inkârcıların kimler olduğu hakkında değişik yorumlar aktarırlar. Ancak âyetteki ifade akışına daha uygun görünen yoruma göre, gerek yahudiler gerekse hıristiyanlar âyette belirtilen tutumlarıyla, melekleri Allah’ın kızları olarak niteleyen veya putları Allah’a ortak koşan inkârcılara benzemiş olmaktadırlar (Taberî, X, 112-113; İbn Atıyye, III, 25).
“Allah onları kahretsin!” şeklinde çevirdiğimiz cümle bir beddua ve lânetleme ifadesidir. Arap dilinde bu cümle çok iyi veya çok kötü bir durum karşısında duyulan hayreti belirtmek için de kullanılır (Taberî, X, 113; İbn Atıyye, III, 25; Şevkânî, II, 403). Âyette bu anlamın kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre, anılan inanç gruplarının böylesine önemli bir konuda ne kadar basiretsizce davrandıklarına ve gelişigüzel sözler söylediklerine dikkat çekilmiş olur. Bir insan kendi elinden bir şey gelmediği için haksız ve kötü davranışından ötürü birilerini Allah’a havale etmek istediğinde bu cümleyi kullanırsa, buna “Allah’ından bulsun!” şeklinde de mâna verilebilir; bazı meâllerde de, belirtilen cümle böyle tercüme edilmiştir; fakat burada sözü söyleyenin yüce Allah olduğu dikkate alınırsa bu tercümenin isabetli olmadığı anlaşılır.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri
Cilt: 2 Sayfa: 757-759
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. قَالَتِ fetha üzere mebni mazi fiildir. تِ te’nis alametidir. الْيَهُودُ fail olup lafzen merfûdur.
Mekulü’l-kavli, عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ’dir. قَالَتِ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
عُزَيْرٌ mübteda olup lafzen merfûdur. ابْنُ haber olup lafzen merfûdur. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Âsım, Kisâî ve Yakûb tenvinle عزيْرٌ okumuşlardır. Bunu da Arapça kabul etmişler ve ابْنُ 'le sıfatlamamışlardır. Öteki okuyuşta tenvinin atılması ya ucmelik ve marifelikten dolayı gayri munsarif olduğu içindir ya da iki sakin cem’ olduğu içindir, bunda da ن harfi yumuşak harflere benzetilmiştir ya da ابْنُ sıfattır, haber de mahzuftur. Mesela: معبودنا yahut صاحبنا gibi. Bu da batıldır, çünkü nesebi kabul etmeye ve takdir edilen haberi inkâr etmeye götürür. (Beyzâvî)
وَ atıf harfidir. قَالَتِ fetha üzere mebni mazi fiildir. تِ te’nis alametidir. النَّصَارَى fail olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
Mekulü’l-kavli, الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِ ’dir. قَالَتِ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
الْمَس۪يحُ mübteda olup lafzen merfûdur. ابْنُ haber olup lafzen merfûdur. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ
İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
قَوْلُهُمْ haber olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِاَفْوَاهِهِمْ car mecruru قَوْلُهُمْ ’un mahzuf haline müteallıktır. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ
Fiil cümlesidir. يُضَاهِؤُ۫نَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و’ı fail olup mahallen merfûdur.
قَوْلَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا مِنْ قَبْلُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
مِنْ قَبْلُ car mecruru كَفَرُوا fiiline mütellıktır. قَبْلُ cer mahallinde muzâftır. Kelimenin merfû oluşu muzâfun ileyhin mahzuf olduğunun işaretidir. Ötre muzâfun ileyhten ivazdır.
قَبْلَ ve بَعْدَ muzâfun ileyhleri hazfedilince damme üzere mebni olurlar: Bu durumdaki izafete izafetten munkatı’ zarflar (izafetten kesilen zarflar) denir. قَبْلَ zarfı hem cümleye hem de tek kelimeye (müfrede) muzâf olanlar grubundandır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُضَاهِؤُ۫نَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi ضهأ ’dir.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
Fiil cümlesidir. قَاتَلَهُمُ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
اَنّٰى istifham ismi, يُؤْفَكُونَ fiilinin hali olarak mahallen mansubtur. يُؤْفَكُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
قَاتَلَهُمُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi قتل ’dur.
Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌۨ ابْنُ اللّٰهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَس۪يحُ ابْنُ اللّٰهِۜ
وَ, istînâfiyyedir. Ayetin ilk cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. قَالَتِ fiilinin mekulü’l-kavli olan عُزَيْرٌ ابْنُ اللّٰهِ, faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesidir.
Aynı üslupta gelen müteakip cümle …قَالَتِ الْيَهُودُ cümlesine matuftur.
قَالَتِ - ابْنُ - اللّٰهِ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْيَهُودُ - النَّصَارَى ve عُزَيْرٌ - الْمَس۪يحُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ابْنُ اللّٰهِ izafeti muzâfı tazim içindir.
Üzeyr, yüz yıl ölüp dirilen kişidir.
ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُۜ
Müstenefe olarak fasılla gelmiş isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi işaret edileni tahkir ifade eder.
ذٰلِكَ ’de istiare vardır. Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret ismiyle işaret edilirse aklî olan hissî olana benzetilmiş olduğundan istiare oluşur. Câmi’ her ikisindeki vücudun tahakkukudur.
Sözler zaten ağızla söylendiği halde بِاَفْوَاهِهِمْۚ kelimesinin zikri tahkiri artırmak içindir.
Yahudilerin ve Hristiyanların sözleri ayrı ayrı zikredildikten sonra ذٰلِكَ diyerek birleştirilmiştir. Cem' ma’at-taksim vardır.
ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْۚ sözünde mahsus şeyler için kulanılan işaret ismi, istiare yoluyla aklî bir şey için kullanılmıştır.
ذٰلِكَ قَوْلُهُمْ بِاَفْوَاهِهِمْ [Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri sözdür.] Bu da ya bu sözün onlara nispetini tekittir ya da caiz olmasını reddir ya da bunun delilsiz söylenmiş olmasındandır. Ağızdan düşünülmeden çıkan ve gerçekte karşılığı olmayan söze benzetilmiştir. (Beyzâvî)
و olmaksızın gelen hal cümlesi … يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzâfun ileyh konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan كَفَرُوا مِنْ قَبْلُ, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.
يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا (Kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar) yani يضاهي قولهم قول الذين كفروا (Sözleri kâfirlerin sözlerine benzemektedir); muzâf hazfedilmiş, muzâfun ileyh onun yerine geçirilmiştir. (Beyzâvî)
قَالَتِ - قَوْلَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ
İtiraziyye olarak fasılla gelen cümle müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidai kelamdır. Haberî formda geldiği halde cümle haber manasından çıkarak beddua manası kazanmıştır. Muktezâ-i zâhirin hilafına durum oluşması nedeniyle mecaz-ı mürsel mürekkebtir.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması, mehabeti artırmak, kalplere Allah korkusunu sokmak, tehditte mübalağa içindir.
Beddua kastıyla gelen itiraz cümlesi ıtnâb sanatıdır.
اَنّٰى يُؤْفَكُونَ cümlesi قَاتَلَهُمُ fiilinin mef’ûlünden haldir.
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüp ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
يُؤْفَكُونَ fiilinin meçhul bina edilmesi, dikkatleri faile değil mef’ûle yöneltmiştir.
قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ اَنّٰى يُؤْفَكُونَ ibaresinde onlar, sözlerinin çirkinliğinden duyulan hayret nedeniyle قَاتَلَهُمُ اللّٰهُۘ ifadesine muhatap olmaya evleviyetle layıktırlar. Bu, çirkin eylemler işlemeyi alışkanlık haline getirmiş bir topluluğa, ”Allah onları kahretsin ne acayip fiiller işliyorlar onlar” demek gibidir. (Keşşâf II, 252)
اِتَّخَذُٓوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَاباً مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَالْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَۚ وَمَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُٓوا اِلٰهاً وَاحِداًۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | اتَّخَذُوا | edindiler |
|
2 | أَحْبَارَهُمْ | hahamlarını |
|
3 | وَرُهْبَانَهُمْ | ve rahiplerini |
|
4 | أَرْبَابًا | rabler |
|
5 | مِنْ |
|
|
6 | دُونِ | ayrı |
|
7 | اللَّهِ | Allah’tan |
|
8 | وَالْمَسِيحَ | ve Mesih’i de |
|
9 | ابْنَ | oğlu |
|
10 | مَرْيَمَ | Meryem |
|
11 | وَمَا |
|
|
12 | أُمِرُوا | oysa emredilmemişti |
|
13 | إِلَّا | dışında |
|
14 | لِيَعْبُدُوا | ibadet etmeleri |
|
15 | إِلَٰهًا | bir ilaha |
|
16 | وَاحِدًا | tek olan |
|
17 | لَا | yoktur |
|
18 | إِلَٰهَ | tanrı |
|
19 | إِلَّا | başka |
|
20 | هُوَ | O’ndan |
|
21 | سُبْحَانَهُ | O münezzehtir |
|
22 | عَمَّا | şeylerden |
|
23 | يُشْرِكُونَ | ortak koştukları |
|
Burada yahudi ve hıristiyanların Allah’ı bırakıp da insanları rab edinmeleri eleştirilmektedir. Yahudiler bakımından bu kimseler onların din bilginleridir (yahudi din âlimleri hakkında kullanılan “ahbâr” kelimesinin açıklaması için bk. Mâide 5/44). Hıristiyanlar bakımından ise bu kimseler onların rahipleri ve özellikle Hz. Îsâ’dır. Âl-i İmrân (3/64, 80) ve Yûsuf (12/39) sûrelerinde olduğu gibi burada da hem “ulûhiyyet birliği” hem de “rubûbiyyet birliği”, yani Tanrı ve rab olarak tek bir varlığa inanıp bağlanmanın kaçınılmazlığı üzerinde durulmaktadır (bk. Âl-i İmrân 3/64). Bir başka anlatımla, “Rab edinme” ifadesini içeren bu âyetlerde yahudilerin ve hıristiyanların din âlimlerini ve din adamlarını Tanrı edindikleri yani onlara taptıkları değil Tanrı benzeri bir otorite tanıdıkları ifade edilmiş olmaktadır. Nitekim Adî b. Hâtim ile Hz. Peygamber arasında bu âyet hakkında şöyle bir konuşma geçtiği rivayet olunmuştur:
– “Yâ Resûlellah! Biz onlara kulluk etmiyorduk ki!
– “Peki, onlar size istediklerini helâl, istediklerini haram kılıyorlar ve siz de onlara uyuyor değil miydiniz?”
– “Evet!”
– “İşte burada söylenen de odur” (Zemahşerî, II, 149; Râzî, XVI, 37).
Ruhbân rahip kelimesinin çoğuludur. Rahip sözlükte “korkan” anlamına gelir. “Allah korkusu içine yerleşmiş ve dışına vurmuş, kendini Allah’a kulluk etmeye hasretmiş kişi” anlamında olmak üzere Hıristiyan din adamlarına bu ad verilmiştir (Râzî, XVI, 37; İbn Âşûr, X, 170). Hıristiyanlık’ta kutsal ruhbanlık sakramenti, hıristiyan tebliğinin Îsâ tarafından havârilere devredilmesi geleneğine kadar çıkarılır. Ruhbanlık sırrının Yeni Ahid’deki zeminine delil olarak Mesîh’in insan ve Tanrı arasında ara bulucu konumu gösterilir. Kilisenin başı olan Mesîh yetkilerini havârilere, havâriler de din adamlarına aktarır. Mesîh’in temsilcisi olarak seçilen din görevlileri üç rütbe altında toplanabilir: Piskopos, rahip (veya papaz), diyakos (papaz yardımcısı). Bunların atanmasında belirli kural ve usuller vardır. Kardinal adı verilen din adamları grubu yüksek dereceli piskoposlardan oluşur ve bir anlamda kilisenin en üst düzeydeki genel kurulunun temsilcileridirler. Piskoposların üzerinde yer alan papalık kurumu, temel bir hiyerarşi olmaktan çok, idarî bir görev mahiyetindedir. Papa bütün Katolikler’in başı, Îsâ’nın Petrus aracılığıyla vekili ve Roma piskoposudur. Ortodokslar arasında yetkileri en geniş piskoposlara ise patrik ve metropolit unvanları verilir. Özellikle reform kaynaklı bazı kiliseler ibadet için özel din adamlarının varlığını gerekli görmezken, çoğu kiliseler, kökenini Yeni Ahid’e çıkardıkları din görevlilerini kilisenin varlığı için zorunlu sayar. Katolik ve Ortodoks kiliselerine göre din adamlarının görevleri ve hiyerarşisi ilk havârilerden günüışı ve bu kavramın peygamber olmayan kişilerin ilâhî yetkilerle donatılmış gibi gösterilmesine alet edilmesi tasvip edilmez. Nitekim bu âyette ruhbanlarca istismar edilen dinî otoritenin hıristiyan toplumu üzerindeki olumsuz etkilerine işaret edilerek yahudilerin rabbileri kutsallaştırması gibi hıristiyanların da zamanla Îsâ’yı ve rahipleri kutsallaştırdıkları belirtilmiştir. Ayrıca Kur’an’da, ruhbanlığın aslında Hıristiyanlık’ta bulunmayıp sonradan ihdas edildiğine işaret edilmiş, fakat Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için bazı hıristiyanlarca başlatılan bu hareketin gereğinin yerine getirilmediğine dikkat çekilmiştir (Hadîd, 57/27; Mustafa Sinanoğlu, “Hıristiyanlık”, DİA, XVII, 365).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsir
Cilt: 2 Sayfa: 759-761
Peygambermiz bu ayeti şöyle açıklamıştır:” Onlar hahamlarına ve rahiplerine ibadet etmediler. Fakat hahamları ve rahipleri bir şeyi onlara helal kılınca helal sayıyor, haram kılınca da haram sayıyorlardı.
( Tirmizi, Tefsir 9/10).
(Ayet ve hadislerle açıklamalı KUR’AN-I KERİM MEALİ
PROF. DR. MEHMET YAŞAR KANDEMİR)
اِتَّخَذُٓوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَاباً مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَالْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَۚ
Fiil cümlesidir. اِتَّخَذُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اَحْبَارَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَرُهْبَانَهُمْ kelimesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَرْبَاباً ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:
1. Bilmek manasında olanlar,
2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek gibi manalara gelir.
3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.
Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir.
Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen اَنَّ ’li ve اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazif olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir.
Bu ayette اتَّخَذُوا fiili değiştirme manasına gelen fiillerdendir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْ دُونِ car mecruru اَرْبَاباً ’in mahzuf sıfatına müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
الْمَس۪يحَ kelimesi atıf harfi اَحْبَارَهُمْ ’e matuftur. ابْنَ kelimesi ise الْمَس۪يحَ ’nın sıfatı veya bedelidir. مَرْيَمَ muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır.
Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.
Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اتَّخَذُوا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi أخذ ’dır.
İftiâl babı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek anlamları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
وَمَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُٓوا اِلٰهاً وَاحِداًۚ
وَ haliyyedir. مَٓا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اُمِرُٓوا damme üzere mebni, meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
اِلَّا hasr edatıdır.
لِ harfi, يَعْبُدُٓوا fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (وَ)’den sonra, 6) Sebep fe (فَ)’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte اُمِرُٓوا fiiline müteallıktır.
يَعْبُدُٓوا fiili, نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اِلٰهاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. وَاحِداً kelimesi اِلٰهاً ’in sıfatıdır.
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ cümlesi اِلٰهاً وَاحِداً ’in ikinci sıfatıdır. (Âşûr)
لَٓا cinsi nefyeden olumsuzluk harfidir. اِلٰهَ kelimesi لَٓا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir. اِلَّا istisna harfidir. لَٓا ’nın haberi mahzuftur. Takdiri, موجود (vardır) şeklindedir.
Munfasıl zamir هُوَ mahzuf haberin zamirinden bedeldir.
سُبْحَانَهُ mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri, نسبح (tesbih ederiz) şeklindedir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مَا müşterek ism-i mevsûlu, عَنْ harf-i ceriyle birlikte يُشْرِكُونَ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası يُشْرِكُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
يُشْرِكُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
يُشْرِكُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındandır. Sülâsîsi شرك ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.اِتَّخَذُٓوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَاباً مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَالْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَۚ
Önceki bahsin ta’lili hükmündeki ayet fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
اِتَّخَذُٓوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَاباً [Hahamlarını ve rahiplerini rabler edindiler.] cümlesi mana olarak 28. Ayetteki اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ ifadesine benzer. Yani “Helal ve haram kılma ve itaat ve emirlerine sarılma konularında rabler kabul ettiler.” demektir. (Safvetu’t Tefasir)
اَحْبَارَ kelimesi “alimler” demektir. Mürekkep manasındaki حبر kelimesinin türevidir. Çok mürekkep yalamış kişileri ifade eder.
اَحْبَارَهُمْ - رُهْبَانَهُمْ - الْمَس۪يحَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
دُونِ اللّٰهِ izafeti, gayrının tahkiri içindir.
مِنْ دُونِ اللّٰهِ tabirinin, Allah'tan gayrı ve Allah'la beraber olmak üzere iki manası vardır. (Medine Balcı, Dergâhu’l Kur’an, c. 8, s. 723)
اَرْبَاباً ’deki tenvin, nev ve tahkir ifade eder.
Rabb edinmenin yalnız İsa'ya tahsisi Yahudilerin, Üzeyr'i rab edinmediklerine işarettir. İsa'nın annesi Meryem'e nispet edilmesi, onun annesi tarafından beslenip büyütüldüğüne delalet eder. Bu da onun ilâh olmayacağını gösterir. (Ebüssuûd)
Rahip, kalbinde korku ve haşyet yerleşmiş olan, korkunun izi yüzünde ve elbisesinde görünen kimsedir. Örfte ahbâr, Hazreti Harun’un (a.s.) çocuklarından itibaren Yahudi alimleri manasına; ruhban ise manastırlarda kalan Hristiyan alimleri manasına kullanılmıştır. (Fahreddin er-Râzî)
اَحْبَارَ kelimesi Yahudi alimi manasındaki حَبْرٍ’ın çoğuludur. (Âşûr)
مَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُٓوا اِلٰهاً وَاحِداًۚ
وَ haliye, مَٓا nafiyedir. Cümle menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيَعْبُدُٓوا اِلٰهاً وَاحِداًۚ cümlesi , mecrur mahalde اُمِرُٓوا fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Nefiy harfi مَٓا ve اِلَّا istisna harfiyle oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Kasr fiille, car-mecrur arasındadır. Hakiki kasrdır.
Bu durumda kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması caizdir. Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil başka mef'ûllere değil zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir. O mef'ûlde vâki olan başka fiiller vardır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اِلٰهاً ’deki tenvin tazim ifade eder.
اِلٰهاً - اَرْبَاباً - لِيَعْبُدُٓوا ve اِلٰهاً - اللّٰهِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayetin bu kısmının sonunda vakfetmek yani durmak caizdir. Çünkü bundan sonra gelen cümle başlı başına bağımsız bir cümle olarak değerlendirilmeye uygun olabildiği gibi, bu cümlenin aynı zamanda وَاحِداً kelimesinin sıfatı olması da caizdir. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl Ve Hakâîku’t Te’vîl)
لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Cümle tevhidi kuvvetlendirmek için gelmiştir.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. İsmi اِلٰهَ olan لَٓا ’nın haberinin mahzuf oluşu, îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri, معبود بحقّ (gerçek mabuttur) veya موجود (vardır) olabilir.
هُوَ, mahzuf haberdeki zamirden bedeldir. Bedel, ıtnâb sanatı babındandır.
لَٓا ve اِلَّا ile oluşan kasr, kasr-ı sıfat ale’l mevsuf, hakiki kasrdır. Ulûhiyet sıfatı Allah Teâlâ’ya tahsis edilmiş, yani Allah’tan başkasında ulûhiyet sıfatının olmadığı ifade edilmiştir. Ama elbetteki Allah’ın başka sıfatları vardır.
سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
سُبْحَانَكَ ifadesi, takdiri نسبّح olan fiilin mef’ûlü mutlakıdır. سُبْحَانَهُ itiraz cümlesidir. İtiraz; konu ile direkt olarak alakası olmayan bir cümlenin araya girmesi sanatıdır.
سُبْحَانَهُ cümle-i mûteriza olup zalimlerin iddialarının batıl olduğunu açıklar.
سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ cümlesi, Allah Teâlâ’yı zatı hakkında uydurdukları şeylerden (attıkları iftiralardan) tenzih ve teberri etme amacıyla gelmiş müstenefedir. Bu sebeple şirk olarak isimlendirilmiştir. (Âşûr)
Ebüssuûd şöyle der: Sübhan kelimesinin سبح ’dan türemiş, tef’il kalıbına nakledilmiş ve masdara dönüşmüş olmasında kimseye gizli kalmayan belli bir tenzih ifadesi vardır. Manası şöyle olur: “Allah'ı O’na yakışır bir şekilde tenzih ederim. (Safvetu’t Tefasir)
Mecrur mahaldeki masdar harfi مَّا başındaki harf-i cerle birlikte سُبْحَانَهُ ’ya müteallıktır. Sılası يُشْرِكُونَ, muzari fiil sıygasında gelerek istimrar, teceddüt ve tecessüme işaret etmiştir.
اِلٰهَ - اِلَّا - مَٓا kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
İki kasr cümlesi vardır. Biri مَٓا ve اِلَّا ile diğeri لَٓا ve اِلَّا ile gelmiştir. Her ikisi de hakiki kasrdır.
Kalpleri pisliklerden arındıransın. Kulunu temize çıkaransın. Bizi de arındırdıklarından ve razı olduklarından eyle Rabbim.
Rahmetinle cennetine davet edensin. Kulunu affınla müjdeleyensin. Bizi de tövbelerini kabul ettiklerinden ve iki cihan saadetiyle sevindirdiklerinden eyle Rabbim.
İndirdiğin kelamınla gönülleri aydınlatansın. Kuluna hakkı gösterensin. Bizi de ibret alanlardan ve hakikate iman edenlerden eyle Rabbim.
Emrettiğin ibadetlerle hayatlarımızı süsleyensin. Kulunu hayırlarla meşgul edensin. Bizi de Sana itaat edenlerden ve Senin katında yükselenlerden eyle Rabbim.
Yerde ve göklerde, her şeyi detayıyla yaratansın. Eksiklikleri nurunla tamamlayansın. Bizi de kusurunu örttüklerinden ve halini güzelleştirdiklerinden eyle Rabbim.
Dünya ve ahiretteki güvenliğimiz Senden. Endişeleri gideren Sensin. Merhametinin gölgesiyle bizi korkularımızdan emin kıl Rabbim.
Dünyalıklarda aranıp da bulunamayan sükunet Senden. Kalplerdeki huzur Sensin. Zikrinle ömürlerimizdeki hayırları bereketlendir Rabbim.
Dünyadaki her türlü zorluğun kolaylığı Senden. Gönülleri ferahlatan Sensin. Seni bilen bu kalplerdeki imanını daim eyle Rabbim.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji