18 Kasım 2024
Tevbe Sûresi 32-36 (191. Sayfa)
Tevbe Sûresi 32. Ayet

يُر۪يدُونَ اَنْ يُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ  ...


Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasalar da Allah, nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يُرِيدُونَ istiyorlar ر و د
2 أَنْ
3 يُطْفِئُوا söndürmek ط ف ا
4 نُورَ nurunu ن و ر
5 اللَّهِ Allah’ın
6 بِأَفْوَاهِهِمْ ağızlariyle ف و ه
7 وَيَأْبَى halbuki istemez ا ب ي
8 اللَّهُ Allah
9 إِلَّا başkasını
10 أَنْ
11 يُتِمَّ tamamlamaktan ت م م
12 نُورَهُ nurunu ن و ر
13 وَلَوْ şayet
14 كَرِهَ hoşlanmasa da ك ر ه
15 الْكَافِرُونَ kafirler ك ف ر

Bu âyette, herkesin kolayca tasavvur edebileceği bir benzetmeden yararlanılarak inkârcıların bir üfleme ile ilâhî ışığı söndürme arzusu içinde oldukları, ama Allah Teâlâ’nın buna müsaade etmeyeceği ve bu ışığı tamamlayacağı ifade edilmektedir. Bunu İslâm meşalesinin eninde sonunda herkesi aydınlatacağı şeklinde anlamak mümkündür. Nitekim tarihin her döneminde peygamberlerin getirdiği vahyin parıltısından rahatsız olup inananları bir kaşık suda boğma istek ve çabası içinde olanlar görülmüştür. Fakat bu ışık, bu tür esintiler karşısında bazı dalgalanmalara ve zafiyetlere mâruz kalsa bile asla söndürülememiştir; insanlığın günümüzde ulaştığı nokta da, tevhid inancına dayalı olan bu mesajın gitgide daha bir yaygınlık kazandığını, ilgiyle karşılandığını ve kısa bir süre içinde bu aydınlığın bütün beşeriyeti kuşatacağını göstermektedir.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri 

Cilt: 2 Sayfa: 761

يُر۪يدُونَ اَنْ يُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ

 

Fiil cümlesidir.  يُر۪يدُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  يُر۪يدُونَ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.

يُطْفِؤُ۫ا  fiili,  نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

نُورَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

بِاَفْوَاهِهِمْ  car mecruru  يُطْفِؤُ۫ا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

يُر۪يدُونَ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’âl babındandır. Sülâsîsi  رود ’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

يُطْفِؤُ۫ا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’âl babındandır. Sülâsîsi  طفأ ’dir.


 وَيَأْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  يَأْبَى  elif üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.

اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.

اِلَّٓا  hasr edatıdır.  اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  يَأْبَى  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.

يُتِمَّ  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.  نُورَهُ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. 

Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. 

وَ  haliyyedir.  لَوْ  gayr-ı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.  كَرِهَ  şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir.

الْكَافِرُونَ  fail olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.

الْكَافِرُونَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  كفر  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur. Takdiri,  فالله متمّ نوره  (Allah nurunu tamamlayacaktır) şeklindedir.

يُر۪يدُونَ اَنْ يُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ 

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Masdar harfi  اَنْ  ve akabindeki  يُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ  cümlesi, masdar tevili ile  يُر۪يدُونَ  fiilinin mef’ûlü konumundadır. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikri tecrîd sanatıdır.

نُورَ اللّٰهِ  izafetinde Allah lafzına muzâf olan  نُورَ, şan ve şeref kazanmıştır.

يُر۪يدُونَ اَنْ يُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ [Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar.] cümlesinde, Allah Teâlâ’nın hidayet nurunun, İslam dininin insanlara yol gösterici aydınlığını örtbas etmeye, mani olmaya çalışanların hali güneşi üfleyek söndürmeye çalışanların haline temsîli istiare yoluyla benzetilmiştir. (Sâbûnî, Safvetu’t Tefasir)

نُورَ اللّٰهِ  ifadesiyle İslam nuru kastedilmiştir. Çünkü İslam, ışık saçan nuru ve kesin delilleriyle nuru ve ziyası ile her tarafı aydınlatan güneşe benzer. Bu, istiare babındandır. Bu istiare, güzel istiarelerdendir. (Safvetu’t Tefasir)

Kâfirlerin hali ufukları saran muazzam bir nuru üfürükle söndürmeye kalkışan bir zavallının haline benzetilmiştir. (Ebüssuûd)

Allah Teâlâ’nın  بِاَفْوَاهِهِمْ  [ağızlarıyla] sözünde ilginç ve ince bir mana vardır. Şöyle ki: Yüce Allah (bu ifadeyle) onların hilelerinin zayıflık ve tutarsızlıklarının etkisizlik derecesini bildiriyor. Bir kimse düşünelim ki yanmakta olan ateşi, parlayan alevleri sadece üfleyerek söndürmeye uğraşıyor. Elinde yangın söndürme işinde kullanılması âdet olan el ve ayakla bastırma gibi veya üflemekten daha etkili olacak başka söndürme yolları kullanma, mesela su püskürtme, moloz atma ve benzer çarelere başvurma gibi bir imkânı yok. İşte o inkârcıların İslam’a zarar verme çabaları, bu (şekilde yangını üfleyerek söndürmeye uğraşan) adamın yaptığından daha fazla bir sonuç doğurmaz. (Şerîf er-Radî)

Bu ayetin maksadı, Yahudi ve Hristiyanların reislerinden sadır olan çirkin fiillerden üçüncü bir çeşidini göstermektir. Bu da o ileri gelenlerin, Hz. Peygamberin peygamberlik işini iptal ve onun şeriatının doğru, dininin sağlam olduğunu gösteren delilleri gizlemek için çalışmalarıdır. Ayette bahsedilen nûrdan maksat, Hz. Muhammed’in (s.a.) peygamberliğinin hak ve doğru olduğunu gösteren delillerdir. (Fahreddin er-Râzî)

 

 وَيَأْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

 

İstînâfa matuf cümlede  يَأْبَى  fiili,  لم يرد  (istemedi) manasındadır. Bu durumda  اِلَّٓا hasr edatıdır. Kasrla tekid edilen cümle faide-i haber inkâri kelamdır. 

Masdar harfi   اَنْ  ve akabindeki  يُتِمَّ نُورَهُ  cümlesi masdar teviliyle  يَأْبَى  fiilinin mef’ûlü konumundadır. 

Kasr, fiille mef’ûl arasındadır.

Bu durumda kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması caizdir. Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, başka mef’ûllere değil zikredilen mef’ûle tahsis edilmiştir. Ama o mef’ûlde vaki olan başka fiiller de olabileceği gibi kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef’ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi) 

Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde haşyet duygularını artırmak için yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Hal cümlesi olan  وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ, şart üslubunda haberî isnaddır. Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan bu cümle şarttır. Takdiri,  فالله متمّ نوره  (Allah nurunu tamamlayıcıdır) olan cevap, öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. 

Şart cümlesinin mazi fiil sıygasında gelmesi kâfirlerin gelecekte de bu durumdan hoşlanmayacaklarının işaretidir.

Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 88)

Burada  أبَى  (asla kabul etmedi) fiili,  لم يرد  (murad etmedi) yerine kullanılmıştır. Dikkat edersen, يُر۪يدُونَ اَنْ يُطْفِؤُ۫ا  [söndürmek isterler] ifadesi, يَأْبَى اللّٰهُ  ifadesiyle karşılanmış ve bu ifade [Allah da nurunu tamamlamaktan başka bir şey istemez.] ifadesi yerine kullanılmıştır. (Keşşâf)

Allah ve Nur isimlerinin tekrarında reddü'l-acüz ale's-sadr vardır.

 

Tevbe Sûresi 33. Ayet

هُوَ الَّـذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۙ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ  ...


O, Allah’a ortak koşanlar hoşlanmasalar bile dinini, bütün dinlere üstün kılmak için, peygamberini hidayetle ve hak dinle gönderendir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 هُوَ O
2 الَّذِي ki
3 أَرْسَلَ gönderdi ر س ل
4 رَسُولَهُ Elçisini ر س ل
5 بِالْهُدَىٰ hidayetle ه د ي
6 وَدِينِ ve din ile د ي ن
7 الْحَقِّ hak ح ق ق
8 لِيُظْهِرَهُ onu çıkarsın diye ظ ه ر
9 عَلَى üstüne
10 الدِّينِ din(ler)in د ي ن
11 كُلِّهِ bütün ك ل ل
12 وَلَوْ şeayet
13 كَرِهَ hoşlanmasa da ك ر ه
14 الْمُشْرِكُونَ ortak koşanlar ش ر ك

Bütün dinlerin üzerindeki yerini alması için Allah’ın Hz. Peygamber’i hidayet ve hak din ile gönderdiği bildirilmektedir. Bu âyetteki “doğru yol rehberi” diye çevirdiğimiz “hüdâ” kelimesini Kur’an, Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren açık delil ve mûcizeler gibi anlamlarla açıklayanlar olmuştur; fakat müfessirlerin açıklamaları genellikle, burada Kur’an da dahil yüce Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlığa bildirdiği ve Hz. Muhammed’in peygamberliğiyle son şeklini alan ilâhî mesajın kastedildiği noktasında birleşmektedir. Hak din ile kastedilen de, geniş anlamıyla İslâmiyet ve Hanîflik’tir (İbn Atıyye, III, 26; Şevkânî, II, 404; ayrıca bk. Bakara 2/135; Âl-i İmrân 3/19).

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri 

 

Cilt: 2 Sayfa: 762

هُوَ الَّـذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۙ 

 

İsim cümlesidir. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.

Müfret müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ي  haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  اَرْسَلَ رَسُولَهُ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

اَرْسَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.  رَسُولَهُ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

بِالْهُدٰى  car mecruru  اَرْسَلَ  fiiline müteallıktır.  الْهُدٰى  elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.

د۪ينِ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  بِالْهُدٰى’ya matuftur.  الْحَقِّ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

لِ  harfi,  يُظْهِرَهُ  fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. 

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harfi ile birlikte  اَرْسَلَ  fiiline müteallıktır.

يُظْهِرَهُ  mansub muzari fiilidir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  عَلَى الدّ۪ينِ  car mecruru  يُظْهِرَهُ  fiiline müteallıktır.

كُلِّه۪  kelimesi  الدّ۪ينِ ‘yi tekit etmek içindir.


وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ

 

وَ  haliyyedir.  لَوْ  gayr-ı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.  كَرِهَ  şart fiili olup fetha üzere mebni mazi fiildir.

الْمُشْرِكُونَ  fail olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.

الْمُشْرِكُونَ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur. Takdiri, فسيظهر دين الحقّ على الدين كلّه şeklindedir.

هُوَ الَّـذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۙ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ



İsim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede müsnedin ism-i mevsûlle marife olması sonradan gelecek haberin önemini vurgulamanın yanında kasr ifade eder.

Bu ayet-i kerimelerde haberin ism-i mevsûlle marife gelmesi kasr-ı hakiki içindir. İlaveten ism-i mevsûlun tercih edilmesi; mahlukâtın sıla cümlesindeki işlerle çok meşgul olduğunu ifade ettiği gibi; ism-i mevsûlden sonra gelecek sıla cümlesini merakla beklemeye de sevk eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

هُوَ الَّذِي أرْسَلَ رَسُولَهُ cümlesinde kasr vardır. Bu nûra sahip olan vahyi başkası değil sadece O gönderir, demektir. O halde nasıl olur da inatçı inkârcıların resulü susturmasına izin verebilir? Burada ismi mevsûlun gelmesi, sılanın  ويَأْبى اللَّهُ إلّا أنْ يُتِمَّ نُورَهُ  cümlesinin illetini beyan etmesi içindir. İslam’dan  بِالهُدى ودِينِ الحَقِّ  şeklinde bahsedilmesi fazlını vurgulamak ve onların hidayet ve hak üzere bulunmadıklarına tariz içindir. (Âşûr) 

Mevsûlün sılası olan  … اَرْسَلَ رَسُولَهُ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Sebep bildiren harf-i cer  لِ’nin gizli  أنْ’le masdar yaptığı …يُظْهِرَهُ عَلَى  cümlesi, mansub mahalde  اَرْسَلَ  fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Hal cümlesi olan  وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ, şart üslubunda haberî isnaddır. Mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan bu cümle şarttır. Takdiri,  فسيظهر دين الحقّ على الدين كلّه  (hak dini bütün dinlere galip kılacaktır) olan cevap, öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. 

Şart cümlesinin mazi fiil sıygasında gelmesi müşriklerin gelecekte de bu durumdan hoşlanmayacaklarının işaretidir.

Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 2, s. 88)

 على الدين ,كلّه  için tekid ifade eder. 

 رَسُولَهُ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  رَسُولَ, şan ve şeref kazanmıştır.

بِالْهُدٰى - الدّ۪ينِ  arasında mürâât-ı nazîr vardır.

اَرْسَلَ - رَسُولَهُ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

لِيُظْهِرَهُ  yani böylece Peygamberi (s.a.) bütün dinlere -yani din müntesiplerine- galip getirecektir; ya da hak dini bütün dinlere galip kılacaktır. (Keşşâf)

 
Tevbe Sûresi 34. Ayet

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ كَث۪يراً مِنَ الْاَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ اَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۙ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ  ...


Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksız yollarla yiyorlar ve Allah’ın yolundan alıkoyuyorlar. Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَا أَيُّهَا ey
2 الَّذِينَ kimseler
3 امَنُوا inananlar ا م ن
4 إِنَّ şüphesiz
5 كَثِيرًا birçoğu ك ث ر
6 مِنَ -dan
7 الْأَحْبَارِ hahamlar- ح ب ر
8 وَالرُّهْبَانِ ve rahipler(den) ر ه ب
9 لَيَأْكُلُونَ yerler ا ك ل
10 أَمْوَالَ mallarını م و ل
11 النَّاسِ insanların ن و س
12 بِالْبَاطِلِ haksızlıkla ب ط ل
13 وَيَصُدُّونَ ve çevirirler ص د د
14 عَنْ -ndan
15 سَبِيلِ yolu- س ب ل
16 اللَّهِ Allah
17 وَالَّذِينَ kimseler
18 يَكْنِزُونَ yığan ك ن ز
19 الذَّهَبَ altın ذ ه ب
20 وَالْفِضَّةَ ve gümüşü ف ض ض
21 وَلَا ve
22 يُنْفِقُونَهَا onları harcamayanlar ن ف ق
23 فِي
24 سَبِيلِ yolunda س ب ل
25 اللَّهِ Allah
26 فَبَشِّرْهُمْ işte onlara müjdele ب ش ر
27 بِعَذَابٍ bir azabı ع ذ ب
28 أَلِيمٍ acıklı ا ل م

İlk âyette önce, yahudi din âlimlerinden ve hıristiyan din adamlarından birçoğunun, dini istismar etmek suretiyle haksız kazanç elde ettiklerine ve bu şekilde sağladıkları güçle insanları Allah’ın gösterdiği yoldan alıkoyma çabası içinde olduklarına dikkat çekilmiştir. Bu kimselerin din üzerinden çıkar sağlamalarıyla ilgili olarak, verdikleri hükümler için rüşvet almaları, ilâhî kitapta değişiklik yapıp yazdıkları tahrif edilmiş nüshaları satmaları, Allah katında duaların kabulüne aracı olacağı izlenimi vererek bağış almaları, günah çıkarma karşılığında bir gelir elde etmeleri ve birçok dolambaçlı yollarla kendileri için malî kaynaklar oluşturmaları gibi izahlar yapılmıştır. Allah yolundan alıkoymanın şekli ile ilgili olarak da tefsirlerde, zaman ve mekâna göre değişik çabaların sarfedildiğine dair açıklamalar yer alır (Taberî, X, 117; Reşîd Rızâ, X, 395-402). Âyette daha sonra, topluma iyi örnek olacak yerde kişisel ihtiraslarını bütün değerlerin üstünde tutan bu din temsilcileriyle birlikte, –özellikle o günkü şartlarda– temel iktisadî mübâdele araçları olan altın ve gümüşü stok ederek ekonomiyi durağanlaştıran ve böylece toplumun çeşitli mahrumiyetlere mâruz kalmasına sebebiyet veren kimselerin de acı veren bir azaba çarptırılacakları bildirilmiştir. Müteakip âyette de, bu cezanın ne kadar ağır olacağını gösteren bir tasvire yer verilmiştir. 34. âyette, Allah’ın hoşnut olacağı yollara harcamak üzere mâkul birikim sağlayan kişilerin bu kapsamda düşünülmemesi için konan özel kayıttan, burada, iktisadî hayatın canlılığını sağlayan mübâdele araçlarını sırf kişisel servetlerini artırma amacıyla kilitleyenlerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Bu ifadenin tefsiri sırasında Hz. Peygamber’e ve sahâbîlere atfen zikredilen birçok rivayet de, başta zekât ödemeleri olmak üzere gereken vecîbeleri ihmal etmeksizin ve üzerinde kul hakkı bulundurmaksızın servete sahip olmanın buradaki yergi ifadesinin kapsamında olmadığını göstermektedir. İbn Âşûr, esasen âyetin bu konuya sırf servet sahibi olma ve mal stoklamayı yerme veya hayır yollarına harcama yapmayı övme bağlamında değinmediğini, âyetteki tehdit ifadesinin harcama yapmaksızın (ekonominin tıkanmasına yol açacak tarzda) servet biriktirmeyle ilgili olduğunu belirtir (X, 177).

 

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri 

Cilt: 2 Sayfa: 762-763

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ كَث۪يراً مِنَ الْاَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ اَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ

 

يَٓا  nida harfidir.  اَيُّ  münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir.  هَا  tenbih harfidir.  الَّذ۪ينَ  münadadan sıfat veya bedeldir.

İsm-i mevsûlun sılası  اٰمَنُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

اٰمَنُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Nidanın cevabı  اِنَّ كَث۪يراً مِنَ الْاَحْبَارِ ’dır.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

كَث۪يراً  kelimesi  اِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubtur.  مِنَ الْاَحْبَارِ  car mecruru  كَث۪يراً’in mahzuf sıfatına müteallıktır.

الرُّهْبَانِ  kelimesi atıf harfi  وَ ‘la  الْاَحْبَارِ’ye matuftur.

لَ  harfi  اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.  يَأْكُلُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

اَمْوَالَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  النَّاسِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

بِالْبَاطِلِ  car mecruru  يَأْكُلُونَ’deki failin veya mef’ûlunun mahzuf haline müteallıktır. Takdiri,  متلبّسين أو متلبّس بالباطل (batıla bürünerek) şeklindedir.

وَ  atıf harfidir.  يَصُدُّونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

عَنْ سَب۪يلِ  car mecruru  يَصُدُّونَ  fiiline müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri,  سبيل دين الله (Allah dininin yolu) şeklindedir.

الْبَاطِلِ  kelimesi sülâsî mücerred olan  بطل  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


وَالَّذ۪ينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۙ 

 

İsim cümlesidir.  وَ  atıf harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

يَكْنِزُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

الذَّهَبَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  الْفِضَّةَ  kelimesi atıf harfi  وَ la  الذَّهَبَ ye matuftur.

وَ  atıf harfidir.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.

يُنْفِقُونَهَا  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  ف۪ي سَب۪يلِ  car mecruru  يُنْفِقُونَهَا  fiiline müteallıktır.

اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

يُنْفِقُونَهَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

İf’al babındandır. Sülâsîsi  نفق ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.  

 

فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ

 

Cümle  الَّذ۪ينَ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.  فَ  zaiddir.  بَشِّرْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail müstetir olup takdiri  أنت ’dir.

Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

بِعَذَابٍ  car mecruru  بَشِّرْهُمْ  fiiline müteallıktır.  اَل۪يمٍ  kelimesi ise  عَذَابٍ  kelimesinin sıfatıdır.

بَشِّرْهُمْ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi  بشر ’dir.

Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ كَث۪يراً مِنَ الْاَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ اَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ 

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.

İsm-i mevsûl olan  الَّذ۪ينَ  münada olan  اَيُّ ’dan bedeldir. Sılası  اٰمَنُٓوا, mazi fiil sıygasında gelerek hudûs, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا  şeklindeki nida üslubu Kur’an-ı Kerim’de iman edenlere önemli bir konunun bildirileceğini haber verir. Bu üslup tekid türlerini barındırmaktadır.

Nidanın cevabı  اِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. 

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ, isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka sebebiyle üç katlı tekid ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi )

Lam-ı muzahlakanın dahil olduğu muzari fiil cümlesi … اِنَّ  ,لَيَأْكُلُونَ اَمْوَالَ ’nin haberidir. Muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

Aynı üslupla gelen وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ  cümlesi,  .. لَيَأْكُلُونَ  cümlesine  وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi tezâyüftür.

Almak yerine “يَأْكُلُونَ / yemek” fiilinin kullanılması, malları almaktan amacın, yemek olduğu içindir. Bir de onları kınamak ve dinleyenleri onlardan nefret ettirmek, söz konusudur. (Ebüssuûd)

İnsanların malını alan kimseden, o malı geri vermesi istendiğinde: “Onu yedim; ondan geriye bir şey bırakmadım... Bunun için onu geri veremem!” der. İşte bu sebepten dolayı, “almak” işi, “yemek” fiiliyle ifade edilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

سَبِیلِ ٱللَّهِ  izafetinde lafza-i celâle muzâf olan  سَبِیلِ  kelimesi şeref kazanmıştır.

سَبِیلِ ٱللَّهِ [Allah’ın yolu] ibaresinde tasrîhi istiâre vardır.  سَبِیلِ  kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müsteârun leh) hazfedilmiş, müsteârun minh olan yol zikredilmiştir. 

Ayette cem' ma’at-taksim sanatı vardır. Hahamlar ve rahipler şeklinde yapılan taksim, insanların mallarını yemek ve Allah yolundan alıkoymakta cem’ edilmişlerdir.

Mallar aslında yenmez, alınır. Burada almaktan maksadın yemek olduğuna işaret edilmiş. Kevn-i lâhik veya sebep alakasıyla mecaz-ı mürsel var. Yemeğe düşkün oluşumuzu hatırlatır.


  وَالَّذ۪ينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۙ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ

 

وَ ’la gelen cümle, nidanın cevabına matuftur. İsim cümlesi formunda faide-i haber talebî kelamdır. 

Mübteda konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ nin sılası  يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Menfi muzari fiil cümlesi  وَلَا يُنْفِقُونَهَا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۙ, mevsûlün sılasına matuftur. 

İnfak fiilinden sonra altın ve gümüşe ait tesniye zamir gelmesi beklenirken  هَا zamirinin gelmesi dolayısıyla iltifat sanatı vardır. (Ebüssuûd)

Burada zamir, lafız değil mana esas alınarak kullanılmıştır. Çünkü bunlardan her biri yeterli bir miktar, oldukça  büyük bir sayıda dinarlar ve dirhemlerden ibarettir. Bu çoğul zamiri ile hazinelerin kastedildiği de malların kastedildiği de söylenmiştir.

Şayet “Neden birçok mal arasında hususen altın ve gümüş zikredilmiştir?” dersen, şöyle derim: “Çünkü bu ikisi mal edinmenin aslı ve diğer eşyaların bedeli olarak kullanılan şeylerdir. Bunları ancak diğer ihtiyaçlarını giderip fazla mal sahibi olanlar biriktirir. Bunlara, biriktirecek kadar çok sahip olan kimseler diğer mallara ihtiyaç duymazlar.’’ Dolayısıyla bunların zikredilmesi, diğerlerini de kapsamış olmaktadır. (Keşşâf)

الْاَحْبَارِ - الرُّهْبَانِ ,الذَّهَبَ - الْفِضَّةَ  kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr vardır.

سَب۪يلِ - اللّٰهِۙ - الَّذ۪ينَ  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ  cümlesi  الَّذ۪ينَ ’nin haberidir. Şarta benzer haber cümlesine dahil olan  فَ  harfi zaiddir. Cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۙ  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla Allah’ın yolu, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü Allah yolu hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak Allah'ın emrine uymanın önemini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır.Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.

سَب۪يلِ اللّٰهِ  izafeti  lafzâ-i celâle muzâf olması  سَب۪يلِ  için tazim ve şeref ifade eder.

سَب۪يلِ اللّٰهِ  ibaresinde istiare vardır. سَب۪يلِ  kelimesi yol demektir. Allah’ın dini anlamında müsteardır.  Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir. 

Lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır. Çünkü cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır.

فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ  [Onları elim bir azapla müjdele!] ifadesinde tebei istiare vardır. Tehekküm ve alay maksadıyla uyarmak-ikaz etmek, müjdelemeye benzetilmiştir. Câmi’ her ikisinde de sürura kavuşmak olmasıdır. İnzar masdarı, tebşir masdarına benzetilmiş, sonra bu masdardan mazi fiil türetilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Beyân İlmi)

بِعَذَابٍ  şeklindeki car mecrur  بَشِّرْ (müjdele) fiiliyle hakiki manada alakalı değildir. Bu da  بَشِّرْ  fiilinin uyarmak manasında tebei istiare için müstear olduğunun karinesidir. Bu fiillerin manasındaki zıtlık tenâsübe benzetilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Beyân İlmi)

Buradaki üslup alay ve tehekkum üslubudur. Müjdeleme lafzı uyarma yerinde kullanılmıştır. Çünkü müjde iyi şeylerde söz konusudur, kötü durumlarda değil. Onun şer için kullanılması tehekküm ve alay maksadıyladır. (Sâbûnî, Safvetu’t Tefasir)

Ayette cem' ma’at-taksim sanatı vardır. Özellikleri sayılan kimseler, elim azapla müjdelenmekte cem’ edilmişlerdir.

عَذَابٍ’deki tenkir, tahayyül edilemeyecek derecede korkunç ve çokluk manası içindir.

Azabın sıfatı olan  اَل۪يمٍ  dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.
Tevbe Sûresi 35. Ayet

يَوْمَ يُحْمٰى عَلَيْهَا ف۪ي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوٰى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْۜ هٰذَا مَا كَنَزْتُمْ لِاَنْفُسِكُمْ فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ  ...


O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak ve, “İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi tadın bakalım, biriktirip sakladıklarınızı!” denilecek.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَوْمَ O gün ي و م
2 يُحْمَىٰ kızdırılır ح م ي
3 عَلَيْهَا üzerleri
4 فِي içinde
5 نَارِ ateşi ن و ر
6 جَهَنَّمَ cehennem
7 فَتُكْوَىٰ dağlanır ك و ي
8 بِهَا bunlarla
9 جِبَاهُهُمْ onların alınları ج ب ه
10 وَجُنُوبُهُمْ ve yanları ج ن ب
11 وَظُهُورُهُمْ ve sırtları ظ ه ر
12 هَٰذَا (işte) budur
13 مَا şeyler
14 كَنَزْتُمْ yığdıklarınız ك ن ز
15 لِأَنْفُسِكُمْ nefisleriniz için ن ف س
16 فَذُوقُوا o halde tadın ذ و ق
17 مَا şeyleri
18 كُنْتُمْ olduğunuz ك و ن
19 تَكْنِزُونَ yığıyor(lar) ك ن ز
حمي Hameye: حَمْيٌ Ateş ve güneş gibi sıcaklığın kaynağı olan veya ısı veren cevherlerden ve bedendeki hararetten sâdır olan sıcaklıktır. Kabaran ve artan gazap kuvvesi de حَمِيَّةٌ kelimesiyle ifade edilir ve müstear olarak bir yere yaklaşmaya mani olmak/men etmek ya da yaklaşmasına karşı orayı himaye etmek/savunmak anlamlarında kullanılır. İşte bu sebeple kelimenin bir diğer kullanımı da korumaktır. Kuran-ı Kerim’in Maide 103. ayeti kerimesinde buyurulan حامٍ sözcüğü erkek devenin on batın boyunca yük taşıyarak bu sayede sırtını binilmesi için yasak ettiği, himaye ve koruma altına aldığı söylenmek istenir. Ayrıca أحْماءُ الْمَرْأةِ terimi kadının kocası tarafından tüm yakınlarıdır. Bu da onların kadın için birer himaye edici olmaları sebebiyledir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 6 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri himaye, hâmî ve Hamiyet’tir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

يَوْمَ يُحْمٰى عَلَيْهَا ف۪ي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوٰى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْۜ 

 

Zaman zarfı  يَوْمَ  mahzuf fiile müteallıktır. Takdiri,  يعذّبون يوم  (azap ettikleri gün) şeklindedir.  يُحْمٰى   ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

يُحْمٰى  elif üzere mukadder damme ile merfû meçhul muzari fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

عَلَيْهَا  car mecruru  يُحْمٰى  fiiline müteallıktır.  ف۪ي نَارِ  car mecruru  يُحْمٰى  fiiline müteallıktır. 

جَهَنَّمَ  muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.

Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.

Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.

Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

فَ  atıf harfidir.  تُكْوٰى  elif üzere mukadder damme ile merfû meçhul muzari fiildir.

بِهَا  car mecruru  تُكْوٰى  fiiline müteallıktır.

جِبَاهُهُمْ  naib-i fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

ظُهُورُهُمْ  kelimesi atıf harfi  وَ ‘la  جِبَاهُهُمْ’e matuftur.

    

 هٰذَا مَا كَنَزْتُمْ لِاَنْفُسِكُمْ فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ

 

Cümle mahzuf fiilin naib-i faili olarak mahallen merfûdur. Takdiri,  يقال لهم هذا ما كنزتم (Onlara; hazineniz budur, denir.) şeklindedir.

İsim cümlesidir. İşaret ismi  هٰذَا  mübteda olarak mahallen merfûdur. Müşterek ism-i mevsûl  مَا, haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَنَزْتُمْ dur. Îrabtan mahalli yoktur.

كَنَزْتُمْ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  تُمْ  fail olarak mahallen merfûdur.

لِاَنْفُسِكُمْ  car mecruru  كَنَزْتُمْ deki failin veya mef’ûlun mahzuf haline müteallıktır.

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن كنزتم فلم تنفقوا فذوقوا (Eğer biriktirir ve harcamazsanız tadın.) şeklindedir.

ذُوقُوا  fiili,  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Müşterek ism-i mevsûl  مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası  كان nin dahil olduğu isim cümlesidir.   

كُنْتُمْ  nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  تُمْ  muttasıl zamiri  كَانَ ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.  تَكْنِزُونَ fiili  كُنْتُمْ ’un haberi olarak mahallen mansubtur.

تَكْنِزُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

يَوْمَ يُحْمٰى عَلَيْهَا ف۪ي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوٰى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْۜ 

 

Fasılla gelen cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Zaman zarfı  يَوْمَ, önceki ayetteki azaba delalet eden mahzuf bir fiile müteallıktır. Takdir …  يعذّبون يوم  (..gününde azap eder.) olabilir.

Muzari fiil sıygasındaki  يُحْمٰى  cümlesi muzâfun ileyh konumundadır. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, tecessüm ve istimrar ifade etmiştir.

Aynı üsluptaki …فَتُكْوٰى بِهَا جِبَاهُهُمْ  cümlesi muzâfun ileyhe  فَ  ile atfedilmiştir. Atıf sebebi tezâyüftür.

يُحْمٰى  ve  تُكْوٰى  fiilleri meçhul bina edilerek, faile değil mef’ûle dikkat çekilmiştir.

ف۪ي نَارِ جَهَنَّمَ  ifadesindeki  ف۪ي  harfinde istiare vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla cehennem ateşi, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü ateş hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Cehennem ateşinin korkunç derecesini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.

جِبَاهُهُمْ - ظُهُورُهُمْ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab vardır.

يُحْمٰى - تُكْوٰى - نَارِ  arasında mürâât-ı nazîr vardır.

جِبَاهُهُمْ - جُنُوبُهُمْ - ظُهُورُهُمْ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr vardır. Bu uzuvlardan maksat bütün vücutlarıdır. Cüz-kül alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır.

Biriktirilen ve zekâtı verilmeyen mallar, kıyamet gününde cehennem ateşinde kızdırılarak onları ellerinde bulunduranların alınlarına, böğürlerine ve sırtlarına yapıştırılacaktır. Bu uzuvların zikredilmesinden maksat, insanların, o malları biriktirmeleri ya zenginlikle itibar kazanmak ya da lezzetli yemekler yemek ve güzel elbiseler giymek içindir.

Şöyle de düşünülebilir: Onlar, yardım isteyen muhtaçlardan yüz çeviriyor, yanlarını ve sırtlarını dönüyorlardı ya da bunlar insan bedeninin en şerefli kısımlarıdır.

Çünkü bu kısımlar, bedenin başlıca uzuvlarını beyin, kalp ve ciğeri içerir. Söz konusu kısımlar, dört cihetin asılları insan bedeninin ön ve arka tarafları ve iki yanlarıdır. (Ebüssuûd)


 هٰذَا مَا كَنَزْتُمْ لِاَنْفُسِكُمْ 

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, takdiri  يقال لهم  (Onlara …. denir.) olan cümlenin naib-i failidir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması, mütekellimin, işaret edilene verdiği önemi ifade eder. Bu cümlede  هٰذَا  tahkir ifade eder. Cehennem ehlinin azabına işaret edilmiştir.

İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

Haber konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَٓاnın sılası  كَنَزْتُمْ لِاَنْفُسِكُمْ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

كَنَزْتُمْ  fiilinde irsâd sanatı vardır.

تُكْوٰى بِهَا جِبَاهُهُمْ…….هٰذَا مَا كَنَزْتُمْ  gaipten muhataba geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır.

هٰذَا مَا كَنَزْتُمْ لِاَنْفُسِكُمْ  [İşte kendiniz için biriktirdikleriniz!] Yani sırf nefsinizin faydalanması, zevk alması yani p tutuştuğu heveslerine ulaşması için biriktirdiğiniz -fakat- size zarar verecek, azaba ve kınanmaya yol açacağını bilmediğiniz şeyler… -Bu ifadenin başında “Onlara denilir ki:” ifadesi düşünülmelidir. (Keşşâf)


فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ

 

فَ, takdiri  إن كنزتم فلم تنفقوا (Eğer biriktirir ve infak etmezseniz) olan mahzuf şartın cevabına dahil olmuş rabıta harfidir.

Cevap cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Mahzuf şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl  مَا ’nın sılası  كان ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiş, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

كان ’nin haberinin muzari fiil sıygasında gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt ve istimrar ifade eder. Muzari fiilin tecessüm özelliği, olayı göz  önünde canlandırarak dikkatleri artırır.

فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُون  [Biriktirdiğiniz şeyler -in vebalini- tadın!] tehekkümî istiaredir. Azap acı bir yiyeceğe benzetilip bu yiyecek hazf edilmiş, levazımı olan tatmak zikredilmiştir. Câmi’ acıyı hissetmektir.

تَكْنِزُونَ - كَنَزْتُمْ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

“Bu, sizin kendiniz için biriktirdiğiniz şeylerdir. Siz bunu harcayarak Rabbimizin rızasını (kazanma yolunu) tercih etmediniz. Bundan infâk etmek suretiyle kendi menfaatinizi ve Rabbinizin ikabından kurtulmayı düşünmediniz. Böylece de gördüğünüz gibi sanki bunları, Allah size azap versin diye biriktirmiş oldunuz.” demek suretiyle onları iyice susturmuş cevap veremez hale getirmiştir. Daha sonra “Artık saklayıp istif ettiğiniz bu nesnelerin acısını haydi tadın bakalım.” buyurmuştur. Bu, “Sizler o malları, Allah'ın size emrettiği bir şekilde ne dininiz ne de dünyanız için sarf etmediniz. O halde başka şeylerin değil, bunların vebalini tadınız.” demektir. (Fahreddin er-Râzî)


Tevbe Sûresi 36. Ayet

اِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللّٰهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْراً ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ مِنْهَٓا اَرْبَعَةٌ حُرُمٌۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ فَلَا تَظْلِمُوا ف۪يهِنَّ اَنْفُسَكُمْ وَقَاتِلُوا الْمُشْرِك۪ينَ كَٓافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةًۜ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ  ...


Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin. Fakat Allah’a ortak koşanlar sizinle nasıl topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla topyekûn savaşın. Bilin ki Allah, kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ şüphesiz
2 عِدَّةَ sayısı ع د د
3 الشُّهُورِ ayların ش ه ر
4 عِنْدَ katında ع ن د
5 اللَّهِ Allah’ın
6 اثْنَا (on) iki ث ن ي
7 عَشَرَ on (iki) ع ش ر
8 شَهْرًا aydır ش ه ر
9 فِي
10 كِتَابِ kitabında ك ت ب
11 اللَّهِ Allah’ın
12 يَوْمَ günden beri ي و م
13 خَلَقَ yarattığı خ ل ق
14 السَّمَاوَاتِ gökleri س م و
15 وَالْأَرْضَ ve yeri ا ر ض
16 مِنْهَا bunlardan
17 أَرْبَعَةٌ dördü ر ب ع
18 حُرُمٌ haram(ay)lardır ح ر م
19 ذَٰلِكَ işte budur
20 الدِّينُ din د ي ن
21 الْقَيِّمُ doğru ق و م
22 فَلَا
23 تَظْلِمُوا zulmetmeyin ظ ل م
24 فِيهِنَّ (o aylar) içinde
25 أَنْفُسَكُمْ kendinize ن ف س
26 وَقَاتِلُوا ve savaşın ق ت ل
27 الْمُشْرِكِينَ ortak koşanlarla ش ر ك
28 كَافَّةً topyekun ك ف ف
29 كَمَا nasıl
30 يُقَاتِلُونَكُمْ sizinle savaşıyorlarsa ق ت ل
31 كَافَّةً topyekun ك ف ف
32 وَاعْلَمُوا ve bilin ki ع ل م
33 أَنَّ şüphesiz
34 اللَّهَ Allah
35 مَعَ beraberdir
36 الْمُتَّقِينَ korunanlarla و ق ي

Hz. İbrâhim ve İsmâil’in şeriatındakine uygun olarak Câhiliye dönemi Arapları da yılın dört ayını kutsal sayarlar, bu inanışa saygının bir işareti olarak savaştan ve her türlü saldırıdan kaçınırlardı. Zilkade, zilhicce, muharrem ve recebden oluşan bu aylar haram aylar (eleşhürü’l-hurum) diye anılırdı. Bununla birlikte bazı kabileler bu dört aya bir dört daha ekleyerek sekiz ayı haram sayarken, diğer bazıları aylar arasında fark gözetmiyordu. Aynı şekilde, belirli kabileler arasında yaşayan hıristiyanlar da haram ayların saygınlığını kabul etmiyorlardı. Bu anlayışı benimseyenlerin haram aylarla ilgili bir taahhütleri olmadığından, diğer kabileler onlara karşı dikkatli davranmak zorundaydı. Her türlü çatışmanın haram sayıldığı bu aylarda meydana gelen savaşlara, dinî yasaklar çiğnendiği için “ficâr savaşları” denmiştir. Câhiliye dönemi Araplar’ının bir kısmı geçimlerini soygunculuk, çapulculuk, yağma ve talan ile sağladığı gibi, aralarında kan davaları ve iç savaşlar da eksik olmuyordu. Bu sebeple haram ayların kurallarına uymakta zorlanıyorlardı. Zira on bir, on iki ve birinci aylar olan zilkade, zilhicce, muharrem peş peşe geldiğinden üç ay süresince bu aylarla ilgili yasaklara uymak oldukça güç geliyordu. Ayrıca, kamerî takvimde aylar güneş takvimine göre bir önceki yıldakinden on bir gün önce geldiği için, zilhiccenin belirli günlerinde yapılan hac merasiminin değişik mevsimlere rastlaması çıkarlarına uygun düşmüyor; haccı havanın mutedil ve ticarî ortamın müsait olduğu gün veya aylarda yapmak istiyorlardı. Bunu sağlayabilmek için de her altı ayda bir hafta olmak üzere iki yılda bir ay kazanmaya çalışarak o yılı on üç aya çıkarıyorlar, haram aylardan üçünün peş peşe gelmesini önlemek amacıyla da söz konusu dört haftayı ikinci yılın sonuna ekleyip o yılı on üç ay olarak kabul ediyorlardı. Böylece muharrem ayı safer ayının yerine kaydırılmış, dolayısıyla bütün aylar bulunmaları gereken yerden bir ay geriye atılarak haram ayların yerleri değiştirilmiş oluyordu. Bazan da savaş günlerinde meselâ receb ayı girerse onu helâl sayıp haramlığı şâban ayına, savaş muharrem ayına denk gelirse haramlığı safer ayına tehir ediyorlar, böylece o yıl muharrem ve receb yerine şâban ve safer ayları haram aylardan sayılmış ve haram ayların sıralaması değişmiş oluyordu. Bu uygulamaya, erteleme anlamına gelmek üzere nesî’ deniyordu (Hüseyin Algül, “Haram Aylar”, DİA, XVI, 105). İşte bu âyetlerde, Allah’ın evrende var ettiği düzene göre ayların sayısının on iki olduğu belirtilmiş, bunlardan dördünün özel hükümlerinin olduğu hatırlatılıp bu düzenlemeye aykırı davrananların asıl kendilerine yazık etmiş olacaklarına dikkat çekilmiş ve aylarla ilgili bu nizam üzerinde nesî’ adıyla yapılan oyunlar şiddetle kınanmıştır. Bu sûrenin 5. âyetinde geçen “el-eşhürü’l-hurum” ifadesiyle de bu dört ayın kastedildiği görüşü bulunmakla beraber, bu görüş bazı noktalardan eleştiriye açık görünmektedir (5. âyetin tefsirine bk.). Kur’ân-ı Kerîm’in başka dört âyetinde de “haram ay” kavramı tekil olarak yer almıştır. Bunlardan Bakara sûresinin 194. âyetinde haram ayın haram aya karşılık olduğu, aynı sûrenin 217. âyetinde haram ayda savaşmanın büyük günah olduğu, Mâide sûresinin 2. âyetinde bu aya karşı saygısızlık edilmemesi gerektiği ve Mâide sûresinin 97. âyetinde hürmete lâyık bir mâbed olan Kâbe ile birlikte haram ayın da insanların iyiliğine vesile kılındığı belirtilmiştir. Tefsir ve tarih kaynaklarında, haram aylarla ilgili hükümlerin hac ibadetiyle birlikte Hz. İbrâhim zamanında konmuş olduğu, insanların bu aylarda sağlanan güven ortamı içinde (zilkade, zilhicce ve muharrem aylarında) hac ibadetini ve yedinci ay olan receb ayında muhtemelen umre ziyaretini rahatça yaptıkları, Mekke ve çevresinde oturanların da bu vesileyle geçimlerini sağladıkları, fakat zamanla bu hükümlerin temel amacından uzaklaştırıldığı kaydedilmektedir. İslâmiyet’in gelmesiyle bu konudaki düzenlemeler yeniden aslî hüviyetine kavuşturulmuştur. Şu var ki, bu konuda farklı yorumlanmaya elverişli âyet ve hadislerin bulunması sebebiyle İslâm âlimleri arasında haram aylarla ilgili yasakların devam edip etmediği hususunda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Bu görüş ayrılıkları bir yana, Kur’an’da yer alan bu yasak hükmünün İslâmiyet’in milletlerarası ilişkilere bakışını ortaya koyan diğer delillerle birlikte değerlendirilmesi halinde şöyle bir sonuca varılması mümkündür: Milletlerarası ilişkilerde barışı esas alıp yeryüzünde her türlü haksızlık, bozgunculuk ve tahakkümü yasaklayan (Bakara 2/205; Kasas28/83) İslâmiyet, savaşın bir insanlık realitesi olduğunu göz ardı etmemiş, savaşın tahribatını en aza indirecek önlemler almaya çalışmıştır. Bu çerçevede, İslâmî düşünce sistemi içinde, yılın üçte birini meydana getiren bir sürenin savaş karşıtı duygu ve düşüncelerle geçirilmesine yer verilmiş olması, ihmal edilen birtakım insanî değerlerin hatırlanıp yaşatılmasına ve bu konuda kamuoyu oluşturulması için belli günlerin veya haftaların ayrılmasına önem verilen zamanımızda daha bir dikkat çekmekte ve anlam kazanmaktadır (bilgi için bk. Hüseyin Algül, “Haram Aylar”, DİA, XVI, 105-106). Tefsirlerde bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili özel bir rivayet yer almamakla beraber Derveze, Tebük Seferi’nin nesî’ uygulaması neticesinde isim olarak receb ayına denk gelmiş olması karşısında ortaya konan itirazları red ve bunun gerçek receb ayı olmadığına dikkat çekme sadedinde inmiş olabileceğini belirtir (XII, 134-136). “Doğru olan hesap” şeklinde tercüme ettiğimiz “ed-dînü’l-kayyim” tamlamasına “en doğru hüküm” ve “en doğru din” anlamı da verilmiş, sonuncu anlam İbrâhim ve İsmâil peygamberlerin dini veya uydukları kural şeklinde açıklanmıştır (İbn Atıyye, III, 31; Zemahşerî, II, 151). “O aylarda kendinize zulmetmeyin” ifadesinde haram ayların kastedilmiş olduğu kanaati hâkim olmakla beraber, bunları senenin bütün ayları şeklinde anlayanlar da olmuştur (İbn Atıyye, III, 31). “Müşrikler sizinle topyekün savaştıkları gibi siz de onlarla topyekün savaşın” ifadesini içermesi dolayısıyla 36. âyet de genellikle müfessirler tarafından 5. âyette olduğu gibi seyf (kılıç) âyeti olarak nitelenmiş ve müşriklerle ilişkilerde tolerans ve kolaylık gösterme veya kendi hallerine bırakma buyruğunu içeren bütün âyetleri yürürlükten kaldırmış olduğuna hükmedilmiştir. Derveze’nin bu konunun Kur’an’ın genel ilkeleri ışığında değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin görüşünü ve bu izah tarzı ile ilgili kanaatimizi 5. âyetin tefsiri sırasında açıklamıştık. Derveze bu âyeti yorumlarken aynı görüşü tekrar etmekte, ayrıca buradaki ifade ile 31. âyette Allah’a ortak koşan Ehl-i kitap mensuplarının da “müşrik” nitelemesine dahil edilmiş olduğuna dikkat çekmektedir (XII, 136). “Ertelemek” şeklinde tercüme ettiğimiz 37. âyetin ilk cümlesindeki nesî’ kelimesine “ilâve yapmak” anlamı da verilebilir (Taberî, X, 129; Zemahşerî, II, 151). 

 

Kaynak :Kur’an  Yolu Tefsiri

اِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللّٰهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْراً ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ مِنْهَٓا اَرْبَعَةٌ حُرُمٌۜ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

اِنَّ ’nin ismi  عِدَّةَ  olup lafzen mansubtur.  الشُّهُورِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

عِنْدَ  mekân zarfı,  عِدَّةَnin mahzuf haline müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

اثْنَا  kelimesi  اِنَّ ’nin haberi olup müsenna olduğu için elif ile merfûdur. Sonundaki  نَ  izafetten dolayı hazfedilmiştir.

عَشَرَ  fetha üzere mebni adettir.

شَهْراً  temyiz olup fetha ile mansubtur.

Temyiz ikiye ayrılır:

1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.

2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülmeyen mümeyyez.

Melfûz mümeyyez 4 tanedir:

1. Sayı,

2. Ağırlık ölçüleri,

3. Hacim ölçüleri,

4. Alan ölçüleri.

Ayette  اثْنَا عَشَرَ  mürekkeb sayılardan olduğu için mümeyyezdir.  شَهْراً  ise temyizidir. 11-19 arası sayılara mürekkeb sayılar denir. Mürekkeb sayılarda; önce sayı, sonra temyiz gelir. Temyiz daima tekil ve mansub gelir. 11-19 arası sayıların birler basamağı da onlar basamağı da fetha üzere mebnidir. 12 sayısının birler basamağı yani 2 sayısı murebdir. İkil olduğu için ref durumunda elif (ا) ile merfû, nasb veya cer durumunda ye (ي) ile mansub veya mecrur olur. Cinsiyet yönünden onlar basamağı ile temyiz uyumlu olur, birler basamağı bunların zıttı olur.

Not: 11 ile 12 sayısında birler basamağı, onlar basamağı ve temyiz birbiriyle uyumlu olmak zorundadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

ف۪ي كِتَابِ  car mecruru  اثْنَا عَشَرَ nin mahzuf sıfatına müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

يَوْمَ  zaman zarfı,  اثْنَا عَشَرَ nin mahzuf sıfatına müteallıktır.

خَلَقَ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  خَلَقَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

السَّمٰوَاتِ  mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

الْاَرْضَ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  السَّمٰوَاتِ ’ye matuftur.  مِنْهَٓا  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

اَرْبَعَةٌ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.  حُرُمٌ  kelimesi  اَرْبَعَةٌ un sıfatıdır. 


ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ فَلَا تَظْلِمُوا ف۪يهِنَّ اَنْفُسَكُمْ وَقَاتِلُوا الْمُشْرِك۪ينَ كَٓافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةًۜ

 

İsim cümlesidir. İşaret ismi  ذٰلِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  ل  harfi buud yani uzaklık bildiren harf,  ك  ise muhatap zamiridir.

الدّ۪ينُ  mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.  الْقَيِّمُ  kelimesi  الدّ۪ينُ ’nun sıfatıdır.

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri,  إن كنتم فيهنّ فلا تظلموا (Bu zamanlarda isen, nefsinize zulmetmeyin.) şeklindedir.

لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَظْلِمُوا  fiili  نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ı fail olarak mahallen merfûdur.

ف۪يهِنَّ  car mecruru  تَظْلِمُوا  fiiline müteallıktır.  اَنْفُسَكُمْ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  قَاتِلُوا  fiili  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

الْمُشْرِك۪ينَ  mef’ûlun bih olup nasb alameti  ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar.

الْمُشْرِك۪ينَ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَ  harf-i cerdir.  مَا  ve masdar-ı müevvel, mahzuf masdarın sıfatına müteallıktır. Takdiri,  قتالا كائنا مثل قتالهم  (Savaş, onların savaşı gibidir) şeklindedir.

يُقَاتِلُونَكُمْ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  كُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  كَٓافَّةً  hal olup fetha ile mansubtur. 

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).

(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يُقَاتِلُونَكُمْ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi  قتل ’dur.

Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.


وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ

 

وَ  atıf harfidir.  اعْلَمُٓوا  fiili نَ ’un hazfiyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

اَنَّ  ve masdar-ı müevvel,  اعْلَمُٓوا  fiilinin iki mef’ûlu yerinde olup mahallen mansubtur.

Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:

1. Bilmek manasında olanlar.

2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.

3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.

Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir.

Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen  اَنَّ ’li ve  اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazf olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir.

Bu ayette  اعْلَمُٓوا  fiili bilmek manasına gelen fiillerdendir ve iki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak almıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

اللّٰهَ  lafza-i celâli  اَنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubtur.  مَعَ  mekân zarfı,  اَنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.

الْمُتَّق۪ينَ  kelimesi  مَعَ ’nın muzâfun ileyhi olduğundan mecrurdur.  الْمُتَّق۪ينَ ’nin cer alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar. 

الْمُتَّق۪ينَ  sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَٓافَّةً  kelimesi  الْمُشْرِك۪ينَ nin hali olup fetha ile mansubtur.

اِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللّٰهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْراً ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ مِنْهَٓا اَرْبَعَةٌ حُرُمٌۜ

 

Bu ayet Yahudi, Hristiyan ve müşriklerin çirkin işlerinden üçüncüsünü izah etmektedir. O çirkin iş de onların Allah'ın hükümlerini değiştirmek için çalışıp durmalarıdır. Çünkü Allah Teâlâ, her vakitte belli bir hüküm gönderip onlar da o hükümleri, nesî (‘Cahiliye döneminde kamerî takvimin şemsî takvime uyarlanması suretiyle takvime yapılan müdahale anlamında bir terim.’ TDV İslam Ansiklopedisi) yoluyla tehir etmek suretiyle değiştirince bu onların kendi heva ve heveslerine göre sene ile ilgili ilâhî hükmü değiştirme hususunda onlarca çaba sarf etmeyi gösterir. Binaenaleyh bu, onların küfür ve hasretlerindeki ileri bir dereceyi ortaya koyar. (Fahreddin er-Râzî)

Onlar, güneş yılı kamerî yıldan fazla olunca o fazlalığı topladılar. O fazlalığın miktarı bir aya ulaşınca o seneyi on üç ay kabul ettiler. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ onların bu işini reddetmiştir. Allah'ın hükmü, ne daha az ne de daha fazla olmaksızın, senenin on iki ay olmasıdır. Halbuki onların bazı yılların on üç ay olduğuna dair verdikleri hüküm, Allah'ın hükmüne aykırı bir hükümdür. Bu hüküm Allah'ın yüklediği mükellefiyetlerin değiştirilmesine yol açar. Bütün bunlar ise dinin hilafına olan şeylerdir. (Fahreddin er-Râzî)

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İlk cümle  اِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. 

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ ve isim cümlesi sebebiyle tekid ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

اِنَّ ,اثْنَا عَشَرَ شَهْراً ’nin haberidir.

Mazi fiil sıygasındaki  خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ  cümlesi zaman zarfı  يَوْمَ ’nin muzâfun ileyhidir. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikri  tecrîd sanatıdır.

كِتَابِ اللّٰهِ  ve  عِنْدَ اللّٰهِ  izafetlerinde Allah ismine muzâf olan  كِتَابِ  ve  عِنْدَ  şan ve şeref kazanmıştır.

السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضَ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır.

مِنْهَٓا اَرْبَعَةٌ حُرُمٌ  cümlesi,  اثْنَا عَشَرَ  için sıfattır. Sübut ifade eden bu isim cümlesinde takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır.  مِنْهَٓا  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  اَرْبَعَةٌ  muahhar mübtedadır. Mübtedanın nekre gelişi tazim ifadesi içindir.  اَرْبَعَةٌ ,حُرُمٌ  için sıfattır. Sıfatlar dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.

“Zaman dilimleri aslında hep birbirinin aynıdırlar. Öyleyse bu ayrımın bir  hikmeti vardır. İnsanların karakterleri, zulmetme ve fesat çıkarma üzerine yaratılmıştır. Binaenaleyh onların bu tür kötülüklerden kaçınmaları, aslında onlara zor gelir. İnsan o vakitlerde ve o yerlerde, kötülüklerden ve kabih (çirkin) işlerden daha çok kaçınsın diye Allah Teâlâ, bazı vakitlere ve bazı yerlere daha fazla hürmet (saygı) gösterilmesini emretmiştir. İşte bu, şu şekilde bazı fayda ve faziletleri doğurur:

a. O vakitlerde, kötü işleri terk etmek, çirkin işlerin sayısını azaltacağı için matlûb olan bir şeydir.

b. İnsan o vakitlerde kötü işleri bırakınca onlardan tamamen yüz çevirmeye yönelmesine de vesile olur.

c. İnsan o vakitlerde itaat ve ibadette bulunup, isyan ve günahtan yüz çevirince, o vakitler geçtikten sonra eski günah ve kabahatlarını yeniden yapmaya teşebbüs etmesi, o belli vakitlerde ibadet ve taatleri eda ederken katlanmış olduğu meşakkat ve güçlüklerin boşa gitmesine sebep olur. Halbuki aklı olandan, buna razı olmaması beklenir. Binaenaleyh bu, o insanın günahlardan tamamen uzaklaşmasına bir sebep olabilir. İşte bazı vakitlere ve bazı yerlere daha fazla haramlık (saygı hükmü) verilmesinin hikmeti budur.” (Fahreddin er-Râzî)


ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ 

 

Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması, mütekellimin, işaret edilene verdiği önemi ifade eder. Bu cümlede  ذٰلِكَ  tazim ifade eder. 

Haberin elif-lam ile marife olması tahsis ifade eder.

İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ  isim cümlesinin müsnedi/haberi olan  الدّ۪ينُ  kelimesinin marife olarak gelmesi, tahsis ifade eder. Dolayısıyla kasr üslubunu manaya yansıttığımızda “İşte bu doğru hesaptır.” yerine “İşte en doğru hesap budur.” ya da “Bu hesaptan başka doğru bir hesap yoktur.” şeklinde tercüme edilmesi daha uygun olacaktır.

Ayeti kerimede geçen haram olduğu haber verilen 4 ay şunlardır: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb.

İsim cümlesinde haber (müsned) öğesinin marife (belirli isim) olarak gelmesi bağlam karinesi yardımıyla kasr ifade eder. (Meydânî, el-Belâğatu’l Arabiyye, c. I, s. 544)


 فَلَا تَظْلِمُوا ف۪يهِنَّ اَنْفُسَكُمْ

 

فَ  mahzuf şart cümlesinin cevabına gelen rabıta harfidir. Cevap cümlesi nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri,  إن كنتم [Eğer iseniz...] şeklindedir. Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.


وَقَاتِلُوا الْمُشْرِك۪ينَ كَٓافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةًۜ

 

Cümle makabline  وَ ’la atfedilmiştir. İki cümle arasında inşâî olmak bakımından mutabakat vardır. Emir üslubunda talebî inşaî isnaddır. 

Mecrur mahaldeki masdar harfi  مَا  ve sılası masdar teviliyle  قَاتِلُوا  fiiline müteallıktır.  Masdar-ı müevvel  يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةً  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

وَقَاتِلُوا الْمُشْرِك۪ينَ كَٓافَّةً - كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةً  cümleleri arasında mukabele vardır.

قَاتِلُوا - يُقَاتِلُونَكُمْ ,الشُّهُورِ - شَهْراً  kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Hal konumundaki  كَٓافَّةً  kelimesinin tekrarında cinas ve reddü'l-acüz ale's-sadr vardır.

كَ  teşbih harfi, vech-i şebeh de “topluca” manasındaki  كَٓافَّةًۜ  kelimesidir. Az rastlanan mürsel ve mufassal bir teşbihtir.


وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ

 

Hükümde ortaklık nedeniyle  لَا تَظْلِمُوا  cümlesine atfedilen bu cümle, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Tekid ve masdar harfi  اَنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi  اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ, faide-i haber inkârî kelamdır.  اَنَّ  ve masdar-ı müevvel,  اعْلَمُٓوا  fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.  اَنَّ ’nin haberinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.  مَعَ الْمُتَّق۪ينَ, mahzuf habere müteallıktır.

اَنَّ ’nin isminin lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet duyguları uyandırma kastıyladır. Lafza-i celalde tecrîd sanatı vardır.

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ  ve isim cümlesi sebebiyle tekid ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde mehabet ve muhabbet duygularını artırmak için yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ [Allah’ın muttakilerle beraber olduğunu bilin.] cümlesi “Onlara müşriklerle savaşırken yardım edecektir.” manasını taşır. Lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır.

Onların takva sahipleri olarak ifade edilmeleri, kendilerini takva vasfıyla methetmek, takvaya erişmemiş olanları da buna teşvik etmek ve ilâhî nusretin ana sebebinin de takva olduğunu bildirmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise bu ifade, onların takvaları sebebiyle kendilerine nusret müjdesi ve taahhüdüdür. (Ebüssuûd)

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekit için gelmiştir. Müstakil  olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

 
Günün Mesajı
Karşılık yapılan işe uygun olur. Mal biriktirip çeşitli hayır yollarında infak etmeyen kişi kıyamet gününde o mal ile azaba uğratılır. Mal biriktirmek aslen kötü değildir. Ancak malın zekatını vermek ve infak etmek gerekir.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Bazen, kendi kendime, kopardığımız takvim yaprakları olmasa, geçip gideb zamanla ilgili ne hissederdim diye sorarım.

Bütün saat, gün, ay, yıl hesaplarına rağmen zamanı gerçekten ne kadar idrak ediyoruz? Yıllar önce yaşanmış bir olayı, dün yaşamadığımızı bile bile, nasıl dün yaşamış gibi hatırlıyoruz? Ne kadar süre ağrı çektiğimizi bile bile, yarım saati nasıl üç-beş saate eş değer hatırlıyoruz? En son saate beş dakika önce baktığını zannederken, 45 dakikam nereye gitti diye hangi kafayla şaşırıyoruz?

 

Bölünen zaman dilimleriyle ve Allah’ın emrettiği günlük ve senelik emirlerle, zamanın ne kadar tuhaf olduğunun, devamlı hatırlatılmasına rağmen ne yapıp, ne edip unutmasını nasıl başarıyoruz? Yakınımızdan, uzağımızdan, ölüm haberleri almamıza ve eninde sonunda öleceğimizi bilmemize rağmen, sanki sıra bize hiç gelmeyecekmiş gibi nasıl yaşamaya devam ediyoruz?

Bu ve buna benzer bir çok soruyu sorarak zaman üzerinde düşünürüm. Her seferinde vardığım sonuç; zamanın bu oyunları, bir taraftan Allah’ın verdiği bir nimet ama diğer taraftan bir imtihan. Zamanın bu oyunları olmasa yaşadığımız sıkıntıların üstesinden gelmek, bir o kadar zorlaşırdı. Zamanın bu oyunlarından keyif alan nefis ise, bir o kadar da tehlikeliydi. Çünkü sanki ecelimiz “yarın yaparım” diyerek ertelediğimiz bütün işleri tamamladıktan sonra gelecekmiş gibi saçma bir güven içerisine girmeye hevesliyiz.

Allahım, yaptığımız hayırlı işlerde, zamanımıza bereket ver ve bizi boş işlere dalıp zaman kavramını yitirmekten koru. Bizi; zor anlarımızda uzayan zamanla ve ferah anlarımızda da bereketsiz zamanla imtihan etme Rabbim. Yaşadığı her anı, rızanı kazanarak değerlendirenlerden olmamızı nasip et. Zamanını bilinçli kullanmayı seçen, bilinçli müslümanlardan olmak duasıyla.

Amin.

***

Nefsani heveslerin tatlı veya acı hayallerine kanıp, her istediği yerine getirildikçe nefis daha fazlasını talep eder ve zamanla aşırıya kaçar. Korkulardan kurtulmak ve mutluluğa ulaşmak için dünyalıklara sarıldıkça ise korkularına yaklaşır, huzurdan uzaklaşır ve iyice düşkünleşir. Nefsi neyi seviyorsa ya da istiyorsa; daha çok biriktirir ve paylaşmaktan sakınır. Allah Teâlâ, kendisine teslim olan kullarını, İslam diniyle faydadan çok zararla sonuçlanan her türlü aşırılıktan muhafaza buyurur.

Nefsani isteklerine dur demeyenin hep daha fazlasını arzulama sebeplerinden biri şükürsüzlüktür. Elindekilerinin kıymetini bilmektense, aklı sahip olamadıklarındadır. Böylesine tedirgin bir kalbin ise tatmin olması mümkün değildir. Bunun çaresi gözleri hakiki manada açıp alıştığı ya da hakkettiğini düşündüğü nimetler için yüksek sesle hamd etmektir. Zira giyindiği kıyafetlerin, yediği yemeklerin, çeşitli kabiliyetlerin, anlaştığı ve hatta anlaşamadığı insanların özlemiyle yaşayan niceleri vardır. 

Ey Allahım! Sahip olduğumuz her nimet ve sahip olmadıklarımızın arkasındaki her hikmet için Sana hamd ederiz. Bizi nankörlüğün, alışmışlığın veya şımarıklığın getirdiği şükürsüzlükten muhafaza buyur. Herhangi bir şeyin daha fazlasının hayaliyle, fikirsizce biriktirmekten ve israf etmekten muhafaza buyur. Elimizdekileri rızana uygun şekilde kullananlardan ve hayırlara vesile olanlardan eyle. Bizi aşırılıktan kaçınan, şükretmeyi seven, kıymet bilen ve her durumda Sana güvenen kullarından eyle.

Amin.

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji