Tevbe Sûresi 63. Ayet

اَلَمْ يَعْلَمُٓوا اَنَّهُ مَنْ يُحَادِدِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَاَنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِداً ف۪يهَاۜ ذٰلِكَ الْخِزْيُ الْعَظ۪يمُ  ...

Allah’a ve Resûlüne karşı gelen kimseye, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşinin olduğunu bilmediler mi? İşte bu, büyük bir rezilliktir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَلَمْ
2 يَعْلَمُوا bilmediler mi ki ع ل م
3 أَنَّهُ muhakkak
4 مَنْ kim
5 يُحَادِدِ karşı koymağa kalkarsa ح د د
6 اللَّهَ Allah’a
7 وَرَسُولَهُ ve Elçisine ر س ل
8 فَأَنَّ gerçekten
9 لَهُ onun için vardır
10 نَارَ ateşi ن و ر
11 جَهَنَّمَ cehennem
12 خَالِدًا sürekli kalacağı خ ل د
13 فِيهَا içinde
14 ذَٰلِكَ işte budur
15 الْخِزْيُ rezillik خ ز ي
16 الْعَظِيمُ büyük ع ظ م
 

Bu âyetlerde münafık karakteri ve münafıkların davranışlarıyla ilgili tasvire yeni kesitler eklenmekte, bir taraftan müslümanlar onların görünen yüzlerine aldanmamaları için uyarılmakta, diğer taraftan da Allah’ın âyetleri, peygamberi ve müslümanlarla alay eden münafıklarakendilerinden önceki inkârcı kavimlerin acı sonları hatırlatılmaktadır. Burada işaret edilen münafıklara ait söz ve davranışlar, tefsirlerde daha çok Tebük Seferi öncesinde ve bu sefer esnasında yaşanan olaylarla açıklanır; bu konudaki rivayetler âyetlerin yorumuna ışık tutmakla beraber, âyetlerin üslûbu ve sözün akışından daha çok münafık tiplemesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır (münafıklar hakkında ayrıca bk. Bakara2/8-20; Nisâ 4/138-140, 142-146; Münâfikun 63/1-8). Tefsirlerde 61. âyetin inişi ile ilişkilendirilen bazı rivayetlere yer verilir. Bunlardan biri şöyledir: Bazı münafıklar özel sohbetlerinde Resûlullah’ı çekiştiriyorlardı, sonra içlerinden biri “Aman bunlar onun kulağına gitmesin” diye ikazda bulununca, “O her söze kolayca kanar, söylediklerimizi inkâr ederiz, üstüne bir de yemin ettik mi bize inanır” şeklinde cevaplar veriyorlardı (Taberî, X, 168-169). Resûl-i Ekrem’in, münafıkların yalanlarını yüzlerine vurmadığı ve özellikle yemine çok değer verdiği gerçeğinden hareketle söz konusu rivayetlerle âyet arasında bağ kurulabilir. Fakat burada asıl amacın münafıkların tutumlarından bir kesit verip onların zihniyetini mahkûm etmek ve bu vesileyle dikkatleri Hz. Peygamber’in yüksek ahlâkına yöneltmek olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan münafıkların, “O her söylenene kulak veriyor” anlamındaki sözleriyle, Resûlullah’ın bazı sesler işitip onu vahiy olarak yansıttığı iddiasında bulunmuş oldukları yorumu da yapılmıştır. “Allah’ın resulünü incitenler” şeklinde tercüme edilen kısmı “peygamberi yerip kınayanlar” şeklinde anlamak da mümkündür (Esed, I, 366). Âyetin, “O sizin için hayırlı olana kulak veriyor” şeklinde tercüme edilen kısmı şöyle izah edilebilir: Resûlullah gelişigüzel tahminlerle insanlar hakkında yargıda bulunmaz, Allah’a olan derin imanının yanı sıra müminlere de büyük bir güven duyar ve söylenenleri böyle iyi niyet temeline dayanan bir anlayışla değerlendirir. Bu cümlede onun kulak verdiği bildirilen şeyle kastedilenin, bütün insanlığın hayrına olan “vahiy” olduğu da söylenmiştir. Allah’ın mesajını ileten elçi olması itibariyle 62. âyette Hz. Peygamber de Allah’ın yanı sıra zikredilmiş fakat kimin hoşnut kılınması gerektiğini belirten zamir tekil kullanılmıştır. Bazı müfessirler bununla ilgili olarak, resulünün rızâsını kazanmanın Allah’ın da rızâsını kazanma mânasına geldiği yönünde açıklamalar yaparken, bazıları da burada hoşnutluğuna erişilmesi hedeflenecek yegâne varlığın Cenâb-ı Allah olduğuna işaret bulunduğunu belirtmişlerdir (Şevkânî, II, 429). 63 ve 64. âyetler arasında şöyle bir bağ kurulabilir: Allah ve resulüne karşı çıkan, din özgürlüğünü yok etmek için uğraş veren kimseler, bu durumları dünyada açığa çıkmış olsa da olmasa da içinde ebedî olarak kalacakları cehennem azabına çarptırılacaklardır, en büyük rezil-rüsvâ olma aslında budur. Münafıklar bunu bilip dururken, sadece dünyada rezil olmaktan, haklarında bir sûre indirilip kalplerindekinin ortaya dökülmesinden endişe etmektedirler. Münafıkların ileri sürdükleri mazeretin geçersizliğini belirten 65. âyet, dolaylı bir tarzda müminlere yönelik olarak da dinî ve itikadî konuların şaka ve eğlence konusu edilemeyeceği hususunda ciddi bir uyarı ihtiva etmektedir. Münafıkların bir kısmı iman ile küfür arasında bocalayan, diğer bir kısmı ise bilinçli olarak ve ısrarla inkârcılığını sürdüren fakat müslümanlara karşı bunu gizlemeye çalışan kişilerdir. İşte 66. âyette, aklını ve iradesini doğru yönde kullanmayı, içindeki hak-bâtıl mücadelesini imanın galibiyetiyle sonuçlandırmayı başaranlara yüce Allah’ın bağış kapısının açık bulunduğu, inkârcılıkta ısrar edenler için ise kötü âkıbetin kaçınılmaz olduğu haber verilmektedir. 67. âyette münafık karakterine ve 68. âyette münafıkların acı âkıbetlerine değinildiği gibi, 71. âyette mümin karakterine ve 72. âyette de onların mutlu sonlarına işaret edilerek iki grup arasında bir mukayese yapılmasına imkân sağlanmıştır. 69-70. âyetlerde, gerçekte inkârcı oldukları halde iman etmiş gibi görünen münafıkların âkıbetlerinin açıktan açığa peygamberlere karşı mücadele veren inkârcılardan daha iyi olmayacağı belirtilmekte, güç ve servet sahibi olsalar da inkârcıların boş davalar uğruna yaptıklarının gerek dünyada gerekse âhirette ziyan olup gittiği (bu konuda bk. Âl-i İmrân3/10, 116-117) hatırlatılıp münafıkların da bundan ders almaları gerektiği uyarısı yapılmaktadır. 

 

(Kuran Yolu/Diyanet tefsiri)

 
حدَّ Hadde : حَدٌّ iki şeyi birbirlerine karışmalarını önleyecek şekilde birbirinden ayıran engel demektir. Zina ve içkinin had cezası olarak adlandırılmasının nedeni, bu işe cür’et eden kişinin bir daha bunu tekrarlamasına, başkalarının da onun yolundan gitmesine engel olmak amacıyla uygulanan engelleyici bir tedbir niteliği taşımasıdır. Bu anlamda evin haddi onu diğerinden ayıran sınırıdır. حَدِيدٌ ise demir demektir. Mufâale babındaki حَادَّ – يُحَادُّ fiili karşı çıkmak demektir ki bu da ya engel olmaya çalışmak şeklinde ya da demir (حَدِيدٌ) kullanmak şeklinde olur. حَدَّدَ fiili keskinleştirmek/inceltmek, أحَدَّ ise sınır belirlemektir. Asıl olarak bu anlama gelmekle birlikte örnek olarak görme duyusu ve basiret gibi yaratılış itibarıyla yapı ya da anlam yönünden bir incelik taşıyan herşey için kullanılır. Bu açıdan keskin bakışlı, keskin anlayışlı ve keskin dilli deyimlerinde bu kelime tercih edilir. Kuran-ı Kerim’de de bu anlamlarda kullanımları mevcuttur. Men edip engelleme anlamı düşünüldüğünden kapıcı da حَدَّادٌ olarak isimlendirilmiştir. Yine rızkı ve kısmeti kapalı adam için de رَجُلٌ مَحْدُودٌ denilir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 25 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri had, hudud, mahdut, tahdit, hiddet ve haddedir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
 

اَلَمْ يَعْلَمُٓوا اَنَّهُ مَنْ يُحَادِدِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَاَنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِداً ف۪يهَاۜ

 

Hemze, istifham harfidir.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  يَعْلَمُٓوا  fiili  نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.

اَنَّ  ve masdar-ı müevvel, يَعْلَمُٓوا  fiilinin iki mef’ûlu yerinde olarak mahallen mansubdur.

Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübtedayı ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. Bilmek, sanmak, kalp yani zihin işi olduğundan bu fiillere kalp fiilleri denir. Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen  اَنَّ ’li ve  اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. 

Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir:

1. İki mef’ûl alanlar,

2. İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 

3. İki mef’ûlü hazif olanlar.

Bu ayette  يَعْلَمُٓوا  fiili bilmek manasına gelen fiillerdendir ve iki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak almıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنَّ  isim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. 

هُ  muttasıl zamiri  اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. Şan zamiridir.

مَنْ يُحَادِدِ اللّٰهَ  cümlesi  اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

مَنْ  şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.

يُحَادِدِ  şart fiili olup meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. Aynı zamanda mübtedanın haberidir.

اللّٰهَ  lafza-i celâli, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  رَسُولَهُ  kelimesi lafza-i celâle matuftur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  اَنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

لَهُ   car mecruru  اَنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. نَارَ  kelimesi  اَنَّ ’nin muahhar ismi olup lafzen mansubdur.

جَهَنَّمَ  muzâfun ileyh olup gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) ve hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.

Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayr-i munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.

Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.

Arapçada kullanılmakla birlikte Arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

خَالِدًا  kelimesi  لَهُ ’deki zamirin hali olup fetha ile mansubdur.  ف۪يهَا  car mecruru  خَالِدًا ‘e müteallıktır.

خَالِدًا  kelimesi, sülâsî mücerred olan  خلد  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يُحَادِدِ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi حدد’dur.

Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.


ذٰلِكَ الْخِزْيُ الْعَظ۪يمُ

 

İsim cümlesidir. İşaret ismi  ذٰلِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  ل  harfi buud yani uzaklık bildiren harf,  ك  ise muhatap zamiridir. 

الْخِزْيُ   haber olup lafzen merfûdur.  الْعَظ۪يمُ  kelimesi ise  الْخِزْيُ ’nun sıfatıdır.
 

اَلَمْ يَعْلَمُٓوا اَنَّهُ مَنْ يُحَادِدِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَاَنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِداً ف۪يهَاۜ 

 

Ayet istînâfiyyedir. İstifham üslubunda talebî inşâi isnaddır. Hemze inkârî istifham harfidir. Cümle soru anlamında olmayıp kınama azarlama manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için istifhamda tecâhül-i ârif sanatı lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Tekid ve masdar harfi  اَنَّ ’yi takip eden isim cümlesi masdar teviliyle  يَعْلَمُٓوا  fiilinin iki mef’ûlü yerindedir. Faide-i haber inkârî kelamdır. 

Sübut ifade eden bu isim cümlesinin haberi olan …مَنْ يُحَادِدِ اللّٰهَ , şart üslubunda gelmiş haberî isnaddır.

مَنْ يُحَادِدِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ  cümlesi  şarttır. Faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesi sübut ifade eder.

فَ  karinesiyle gelen cevap cümlesi  فَاَنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِداً ف۪يهَا ’da, îcâz-ı hazif sanatı vardır.  اَنَّ  ve müteakip isim cümlesi masdar teviliyle, mahzuf mübteda için haberdir. Veya mahzuf haber için mübtedadır. Takdiri,  فأمره كون نار جهنّم له   (Onun durumu cehennem ateşinde olmaktır.) veya  فكون نار جهنّم له أمر حقّ  (Cehennem ateşinde olmak onun için haktır.) olabilir.

خَالِداً  haldir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.

مَنْ يُحَادِدِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ  cümlesinde istiare vardır. Çünkü gerçek manada  محَادِدِ , hudut itibariyle birbirine yakın ve benzer olmak anlamına gelir. Bu ise cisimlerin, sınırları olan varlıkların sıfatlarındandır. O halde buradaki  محَادِدِ  ile kastedilen, ayette sözü edilen insanın, Yüce Allah’ın dostlarının üzerinde bulunduğu çizginin dışında yer almak manasıdır. Sonuçta adeta o adam bir çizgide, Allah dostları da başka bir çizgide yer almıştır. (Şerîf er-Radî)

…اَلَمْ يَعْلَمُٓوا  şeklindeki soru tehdit ve tahkir manasındadır, mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Ehl-i meânî şöyle demiştir:  الم تعلم  [Anlamadın mı?] tabiri uzun bir süre bir şeyi öğrenmek için çaba gösterip de bu hususta iyice gayret gösteren, sonra da onu öğrenemeyen bir kimseye hitaptır. Bunun üzerine işte bu kimseye: “Bu kadar uzun zaman sonra hâlâ öğrenemedin mi?” denir. (Ayette de) böyle bir ifadenin getirilmiş olması, son derece isabetlidir, çünkü Hz. Peygamber (sav), uzun bir süre o münafıklarla birlikte bulunmuş ve O'nun, Allah'a isyan etmekten sakındırmak ve O'na itaata teşvik etmek için, emir ve yasakları çok olmuştur. (Fahreddin er-Râzî)

اَنَّهُ ‘daki  هُ, şan zamiridir. Kendisinden sonra açıklama gelmiştir. Normalde zamir, isim zikredildikten sonra gelir. Burada önce zamir zikredilip arakasından ait olduğu isim gelmiştir. Şan zamirine iş zamiri de denir, belli bir yere ait olması da gerekmez.  اَنَّهَاۜ  olursa kıssa zamiri kıssa adını alır. İkisine birden iş zamiri denir. Bir olayın önemi dolayısı ile gelirler.

حَادِ ; sınır,  حَدِيدِ  demir demektir. Keskinliği ile iki şeyi birbirinden ayırır.

نَارَ جَهَنَّمَ  tabirinin lügat manası uçsuz bucaksız uçurumun ateşi şeklindedir.

Ebu Müslim şöyle demektedir: “Cehennem, ateşin isimlerindendir. Dil alimleri Arapların, çok derin olan kuyuyu cihnâm diye isimlendirdiklerini nakletmektedirler. Binaenaleyh ‘cehennem’ kelimesinin bu lafızdan alınmış olması mümkündür. Dibinin derin olması da cehennem azabının nihayeti olmadığı manasındadır. Ayette geçen  خَالِداً  kelimesi ‘devamlı kalmak üzere’ anlamında olup  الْخِزْيُ  (hizy) kelimesi de bazen pişmanlık bazen de utanma anlamına gelir. Burada pişmanlık anlamına gelmesi daha uygundur. Nitekim Cenab-ı Hak, ‘Bunlar azabı görünce pişmanlıklarını içlerine atarlar…’ (Sebe Suresi, 33) buyurmuştur.” (Fahreddin er-Râzî)


ذٰلِكَ الْخِزْيُ الْعَظ۪يمُ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiş isim cümlesidir. Mübteda ve haberden müteşekkil faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyhin işaret ism-i  ذٰلِكَ  ile marife olması, işaret edilenin önemini belirterek tazim ifade eder.

Haberin marife oluşu bu vasfın müsnedün ileyhte kemâl derecede olduğunu belirtmiştir.

ذٰلِكَ ’de tecessüm özelliği vardır. 

الْعَظ۪يمُ, müsned olan  الْخِزْيُ  için sıfattır. Sıfatlar anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

Uzak için kullanılan ve cehennem azabına işaret eden  ذٰلِكَ , bu durumda olanlar için tahkir ifade eder.

İşaret ismi ذٰلِكَ ’de istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

ذَ ٰ⁠لِكَ ile müşarun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşarun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan/57, s. 190)

ذٰلِكَ الْخِزْيُ الْعَظ۪يم  [İşte büyük rezillik budur.] ibaresinde rezillik ve rüsvaylığın korkunçluk ve şiddetinin büyüklüğünü bildirmek için yakında olan bir şey, uzaklık ifade eden ism-i işaretle (ذٰلِكَ) gösterilmiştir. (Safvetü’t Tefasir)