يَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ مَا قَالُواۜ وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُواۚ وَمَا نَقَمُٓوا اِلَّٓا اَنْ اَغْنٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِه۪ۚ فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْراً لَهُمْۚ وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ عَذَاباً اَل۪يماً فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ وَمَا لَهُمْ فِي الْاَرْضِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَحْلِفُونَ | yemin ediyorlar |
|
2 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
3 | مَا |
|
|
4 | قَالُوا | söylemediklerine |
|
5 | وَلَقَدْ | halbuki |
|
6 | قَالُوا | söylediler |
|
7 | كَلِمَةَ | (o) sözü |
|
8 | الْكُفْرِ | küfür |
|
9 | وَكَفَرُوا | ve inkar ettiler |
|
10 | بَعْدَ | sonra |
|
11 | إِسْلَامِهِمْ | İslam olduktan |
|
12 | وَهَمُّوا | ve yeltendiler |
|
13 | بِمَا | bir şeye |
|
14 | لَمْ |
|
|
15 | يَنَالُوا | başaramadıkları |
|
16 | وَمَا |
|
|
17 | نَقَمُوا | ve öc almağa kalktılar |
|
18 | إِلَّا | sırf |
|
19 | أَنْ | diye |
|
20 | أَغْنَاهُمُ | kendilerini zengin etti |
|
21 | اللَّهُ | Allah |
|
22 | وَرَسُولُهُ | ve Elçisi |
|
23 | مِنْ |
|
|
24 | فَضْلِهِ | lutfiyle |
|
25 | فَإِنْ | eğer |
|
26 | يَتُوبُوا | tevbe ederlerse |
|
27 | يَكُ | olur |
|
28 | خَيْرًا | daha iyi |
|
29 | لَهُمْ | kendileri için |
|
30 | وَإِنْ | yok eğer |
|
31 | يَتَوَلَّوْا | dönerlerse |
|
32 | يُعَذِّبْهُمُ | onlara azabedecektir |
|
33 | اللَّهُ | Allah |
|
34 | عَذَابًا | bir azapla |
|
35 | أَلِيمًا | acıklı |
|
36 | فِي |
|
|
37 | الدُّنْيَا | dünyada |
|
38 | وَالْاخِرَةِ | ve ahirette |
|
39 | وَمَا | yoktur |
|
40 | لَهُمْ | onların |
|
41 | فِي |
|
|
42 | الْأَرْضِ | yeryüzünde |
|
43 | مِنْ | hiçbir |
|
44 | وَلِيٍّ | velisi |
|
45 | وَلَا | ne de |
|
46 | نَصِيرٍ | yardımcısı |
|
Tefsirlerde âyetin iniş sebebi hakkında değişik rivayetler yer almıştır. Kaynaklarda münafıkların söylemediklerine dair Allah adına yemin ettikleri sözün ne olduğunu açıklamaya elverişli olaylar nakledilmekle beraber (Taberî, X, 184-186), âyetin asıl hedefi belirli bir olayı veya olayları hatırlatmak değil münafıkların –ne kadar inkâr ederlerse etsinler– küfür ve samimiyetsizliklerini gösteren sözler söylemiş olduklarını kesin biçimde ortaya koymak ve onların yeminlerine de güvenilemeyeceğine dikkat çekmektir.
Münafıkların kafalarında iyice tasarlayıp da başaramadıkları iş genellikle Hz. Peygamber’e suikast girişimi şeklinde açıklanmıştır (Taberî, X, 186-187). Âyetin geldiği zamanın şartları ve rivayet edilen olaylar böyle bir yorumu destekler nitelikte olmakla birlikte, Muhammed Esed bu tarihsel açıklamanın ötesinde âyetin daha derin bir anlama işaret etmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Âyetin bu kısmına, “Onlar ulaşamayacakları bir amaç peşindeydiler” şeklinde mâna veren Esed’in burayla ilgili yorumu şöyledir: Burada kişinin, insan hayatının anlam ve amacı hakkında müsbet bir inanç sahibi olmadan içsel bir huzura, mânevî yetkinliğe ulaşamayacağı gerçeği dile getirilmektedir; ki böyle bir inanca, üstün erdem ve duyarlılıklarla donanmış kişilere yani peygamberlere indirilen vahiy yardımıyla ulaşılabilir. Bu itibarla, “Allah’a teslim olmak” konusunda gösterdikleri kararsız istekle, Hz. Peygamber’in kendilerine teklif ettiği rehberliğe itibar etmek konusundaki isteksizlikleri arasında bocalayan, kendilerini tüketip duran münafıklar, böyle yapmakla, “ulaşamayacakları bir amaç güdüyorlardı” (I, 372).
Kur’an’ın mânevî rehberliğinin ve onun ahlâkî ve toplumsal ilke ve öğretilerine bağlılığın sağlayacağı maddî ve toplumsal refah açıkça görünmeye başlamıştı. Nitekim Hz. Peygamber’in ve Mekkeli müslümanların Medine’ye gelmeleri ile birlikte buranın sosyal ve iktisadî yaşantısında yeni bir dönem başlamış, kısa zamanda çok olumlu gelişmeler olmuştu. Özellikle âyetin indiği –Resûlullah’ın vefatına yakın– sıralarda Medine toplumunun refah düzeyi oldukça yükselmiş ve Medineliler’in çevrede kazandığı saygınlık daha önceleri tasavvur edemeyecekleri kadar artmıştı. Bu durumda, münafıkların Hz. Peygamber’e bağlılıkta gösterdikleri isteksizliğin onda ve onun tebliğ ettiklerinde bu bakımdan bulabildikleri hata veya eksiklikten kaynaklanması mümkün değildi. İşte âyette, “Onların öç almaya kalkışmaları için Allah’ın ve O’nun lutfu sayesinde resulünün kendilerini zengin etmesinden başka bir sebep de yoktu!” buyurularak, onların Resûlullah’a ve müminlere hasmane bir tavır takınmalarının, başka bir haklı sebepten değil sadece bu dinin onlara sağladığı ve sağlayabileceği maddî mânevî nimet ve erdemlere karşı nankör ve liyakatsiz olmalarından kaynaklandığına işaret edilmiş olmaktadır (Şevkânî, II,
Münafıkların inkârcılıklarını ve yeminlerine güvenilemeyeceğini kesin bir biçimde ifade eden, onların bu tutumlarını haklı kılacak bir gerekçenin de bulunmadığını ortaya koyan âyetin, yine de onları dışlayan değil, tövbeye çağıran bir üslûpla devam etmesi Kur’an’ın insana bakışı konusunda çok önemli ipuçları vermektedir. İnanmadığı halde inanmış gibi görünme noktasına varan bilinçli bir güven bunalımı yaratmış kişilere karşı dahi tövbe kapısının açık olduğunu bildiren bu âyetin, somut bir durumdan hareketle, –ne kadar kusurlu olursa olsun– insanın ilâhî bağışlanma başvurusunda bulunmasına asla engel olunamayacağını hatırlattığı söylenebilir. Âyetin sonunda bu altın fırsatları değerlendirmemekte direnen kişiler için acı sonun kaçınılmaz olduğu da haber verilmiştir.
Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 37-39
Hz. Peygamber (s.a.v) ve Müslümanlar Tebük’te on küsur gün kaldıktan sonra Medine’ye dönmek üzere yola çıktılar. Bu yolculuk sırasında Allah’a ve Peygamber’e inanmamış olan bir grup, şeytanın tahrikine kapılarak Resulullah’a (s.a.v) suikast düzenlemeyi kararlaştırdı. Bu menfur eylemi Peygamber’in devesi yanlarından geçerken onu ürküterek Resulullah’ı yakınlardaki bir vadiden aşağı atmasını sağlamak suretiyle gerçekleştirmeyi plânladılar.
Ordu Şam ile Medine arasında yer alan bir geçide vardığında Hz. Peygamber askerlerine: “İçinizde vadinin tabanı boyunca yol almak isteyenler varsa, orası sizin için daha geniştir.” dedi. Bunun üzerine askerler vadi tabanı boyunca yol almayı tercih ederlerken, Resulullah’ın kendisi geçit yolundan gitmeyi uygun gördü. Devesini önden Ammar b. Yasir çekerken, arkadan onu Huzeyfe b. Yeman güdüyordu. Hz. Peygamber (s.a.a) bu sırada ay ışığında yüzleri örtülü ve kuşku uyandırıcı bir hareket tarzı ile peşinden gelen birkaç atlıyı fark etti. Onlara kızarak kendilerine yüksek sesle bağırdı ve Huzeyfe’ye binek hayvanlarının yüzlerine elindeki kamçı ile vurmasını emretti. Bunun üzerine adamlar korkuya kapıldılar, Hz. Peygamber’in (s.a.a) içlerinde gizledikleri hain plânı sezdiğini anladılar. Bu korku ile insanlar arasına karışarak kimliklerinin ortaya çıkmamasını sağlamak için geçit yolundan ayrılıp hızla gözlerden kayboldular.
Huzeyfe bu canilerin binek hayvanları aracılığı ile kim oldukları belirlendikten sonra üzerlerine gönderilecek kişiler eli ile öldürülmelerini Resulullah’tan (s.a.a) istedi. Fakat rahmet peygamberi olan Resulullah onları affetti ve işlerini yüce Allah’a havale etti.
(- el-Meğazî, c.3, s.1042; Mecmau’l-Beyan, c.3, s.46; Biharu’l-Envar, c.21, s.247)
يَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ مَا قَالُواۜ
Fiil cümlesidir. يَحْلِفُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِاللّٰهِ car-mecruru يَحْلِفُونَ fiiline müteallıktır. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mef’ûlün bihi hazfedilmiştir. Takdiri, ما بلغك عنهم من السبّ şeklindedir.
وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُواۚ
وَ istinâfiyyedir. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder.
قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
كَلِمَةَ mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. الْكُفْرِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşâî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.
Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.
و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بَعْدَ zaman zarfı, كَفَرُوا fiiline müteallıktır. اِسْلَامِهِمْ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بَعْدَ ve قَبْلَ ’nin geliş şekilleri şöyledir:
1. Başlarına harf-i cer gelmeksizin muzâf olduklarında mansubdurlar.
2. Muzâf olup başlarına harf-i cer geldiğinde mecrur olurlar.
3. Cümleye muzâf olduklarında cümlenin başında اَنْ bulunur.
4. Muzâfun ileyhleri hazf edilince damme üzere mebni olurlar.
Ayette بَعْدَ başına harf-i cer gelmeksizin muzâf olduğu için mansubdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ atıf harfidir. هَمُّوا damme üzere mebni mazi fiildir.
مَا müşterek ism-i mevsûlü, بِ harfiyle birlikte هَمُّوا fiiline müteallıktır. لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
يَنَالُوا fiili نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
وَمَا نَقَمُٓوا اِلَّٓا اَنْ اَغْنٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِه۪ۚ
وَ istînâfiyyedir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
نَقَمُٓوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اِلَّٓا hasr edatıdır.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, نَقَمُٓوا fiilinin mef’ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.
اَغْنٰيهُمُ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlün bih olarak mahallen mansubdur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. رَسُولُهُ kelimesi atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur.
مِنْ فَضْلِهٖ car-mecruru اَغْنٰيهُمُ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هٖ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مِنْ harf-i ceri mecruruna ibtidaiyye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel-karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. Burada ibtidaiyye manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْراً لَهُمْۚ
فَ istînâfiyyedir. اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. يَتُوبُوا şart fiili ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Şartın cevabı يَكُ خَيْراً لَهُمْ ’dur.
Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa اِنْ kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Şart ve cevap fiilleri mazi de muzari de gelebilir. Ancak aslolan ikisinin de muzari gelmesidir. Cevap cümlesi ise mazi ve muzari cümleleriyle gelebildiği gibi diğer cümlelerle de gelebilir.
Cevap cümlesi; başına hiçbir edat gelmeyen olumlu mazi ve muzari olarak geldiğinde başına cevap (rabıt) ف ’si gelmez. Ayrıca لَمْ (cahd-ı mutlak) ve لَا (nefyi istikbal) ile menfi olan muzari olarak geldiğinde de umumiyetle başına cevap (rabıt) ف ’si gelmez, bunun haricinde gelen cümle çeşitlerinde ise umumiyetle başına cevap (rabıt) ف ’si gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَكُ nakıs, meczum muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
يَكُ ’nun ismi müstetir olup takdiri هو ’dir. خَيْراً kelimesi يَكُ ’nun haberi olup lafzen mansubdur.
يَكُ ’nun aslı يَكُونُ ’dir. Şart edatı اِنْ ’den dolayı نَ ’un harekesi hazfedilmiş, sonra da iki sakin bir araya geldiği için و hazfedilmiştir. İllet harfi وَ ’a benzediğinden tahfif için نْ hazfedilmiştir. Böylece geriye يَكُ lafzı kalmıştır.
لَهُمْ car-mecruru خَيْراً ’e müteallıktır.
خَيْراً kelimesi ism-i tafdil kalıbındandır. Çok kullanıldığı için başındaki hemze hafifletilmiştir.
İsm-i tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsm-i tafdil اَفْضَلُ veznindendir. İsm-i tafdilin sıfat-ı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir.
İsm-i tafdilden önce gelen isme mufaddal, sonra gelen isme mufaddalun aleyh denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır.
خَيْرٌ ve شَرٌّ kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de umumiyetle ism-i tafdil manasında gelmiştir. Bunların asılları اَخْيَرُ ve اَشْرَرُ veznindedir. Çok kullanıldıklarından dolayı Arap dilbilgisinde bu şekilde gelmektedir. İsm-i tafdilin geliş şekilleri:
1. ال ’sız مِنْ ’li gelir. مِنْ hazf edilebilir. Karşılaştırma içindir. “Daha” manası verir. Müfred müzekker olmalıdır.
2. ال ’lı gelir. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Mutabakat
olmalıdır (yani bir önceki kelimeye uymalıdır).
3. Marifeye muzâf olur. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Mutabakat olabilir (yani bir önceki kelimeye uymalıdır) veya müfred müzekker olabilir.
4. Nekreye muzâf olur. “En” manası verir. Kıyaslama (üstünlük) ifade eder. Müfred müzekker olmalıdır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ عَذَاباً اَل۪يماً فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ
وَ atıf harfidir. اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. يَتَوَلَّوْا fiili نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
Şartın cevabı يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ ’dur.
يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ cümlesi ف harfi bitişmeden gelmiş şartın cevabıdır.
يُعَذِّبْهُمُ meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir هُمُ mef’ûlün bih olarak mahallen mansubur.
اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.
عَذَاباً kelimesi mef’ûlü mutlaktan naibdir. اَلٖيماً kelimesi عَذَاباً ’in sıfatıdır. Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)’dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsûftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat iki kısma ayrılır:
1. Hakiki sıfat
2. Sebebi sıfat
Hakiki Sıfat:
1. Müfred olan sıfatlar
2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred Olan Sıfatlar:
Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Sıfat mevsûfuna: Cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar:
Not: Gayr-ı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle Olan Sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. Burada اَلٖيماً kelimesi hakiki ve müfred sıfat olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فِي الدُّنْيَا car-mecruru يُعَذِّبْهُمُ fiiline müteallıktır. الدُّنْيَا elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi ى olan isimlere maksûr isimler denir. Maksûr isimler genellikle ى ile biter. Fakat çok az olarak ا ile biten maksûr isimler de vardır. Maksûr isimlerin sonunda yer alan bu harflere elif-i maksûre denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi.
Maksûr isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfû halinde takdiri damme ile mansub halinde takdiri fetha ile mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksûr isimler merfû, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. الدُّنْيَا burada maksûr isim olduğu için takdiren mecrur olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْاٰخِرَةِ kelimesi atıf harfi وَ ’la الدُّنْيَا ’ya matuftur.
يَتَوَلَّوْا fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi ولي ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
يُعَذِّبْهُمُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi عذب ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef’ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَمَا لَهُمْ فِي الْاَرْضِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
وَ atıf harfidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. لَهُمْ car-mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.
فِي الْاَرْضِ car-mecruru وَلِيٍّ ’e müteallıktır. مِنْ harfi zaiddir. وَلِيٍّ lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
مِنْ harf-i ceri mecruruna ibtidaiyye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel – karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. Burada zaid olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ atıf harfidir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. نَصٖيرٍ kelimesi atıf harfi وَ ’la وَلِيٍّ ’e matuftur.يَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ مَا قَالُواۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Menfi mazi fiil sıygasındaki مَا قَالُوا cümlesi, ettikleri yeminin cevabıdır. Kasem cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
يَحْلِفُونَ - قَالُوا kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
حْلِفُ fiili Kur’an-ı Kerim’de 13 yerde geçmiş ve hepsinde de bozulan yeminler için kullanılmıştır. Çoğunlukla bu ayette olduğu gibi münafıklara isnad edilmiştir. Her zaman yalan yere yemin anlamında kullanılmıştır. (Dr. Ayşe Abdurrahman bintü’ş Şâtî, İ’câzü’l Beyânî li’l Kur’an, s. 221)
وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُواۚ
وَ istînâfiyyedir. لَ mahzuf kasemin cevabına gelen harftir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Kasem cümlesini oluşturan kasem fiili, kasem edatı ve kasem edilen isim hazfedilmiştir. Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayr-ı talebî inşâî isnaddır.
Cevap cümlesi قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. قَدْ ve لَ tekid ifade eder.
Yine mazi fiil sıygasında gelen وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ cümlesi ve aynı üslupta gelen وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُوا cümelesi, kasemin cevabına وَ ile atfedilmiştir. Her iki cümlenin de atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl هَمُّوا ,مَا fiiline müteallıktır. Sılası olan لَمْ يَنَالُوا menfi muzari fiil sıygasında gelerek, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
الْكُفْرِ - كَفَرُوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْكُفْر - اِسْلَامِهِمْ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
قَالُوا kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
قَالُوا - كَفَرُوا - هَمُّوا - لَمْ يَنَالُوا kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
وَمَا نَقَمُٓوا اِلَّٓا اَنْ اَغْنٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِه۪ۚ
وَ istînâfiyyedir. Menfi mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki mazi fiil cümlesi اَغْنٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِهٖ, masdar teviliyle, نَقَمُٓوا fiilinin mef’ûlü yerindedir.
نَقَمُٓوا kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
Nefy harfi ve istisna harfiyle oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Kasr fiille mef’ûlü arasındadır. Bu durumda kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması caizdir. Yani fail tarafından gerçekleştirilen fiil, başka mef'ûllere değil zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir. O mef'ûlde vaki olan başka fiiller vardır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da caizdir. Yani bu durumda fail, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
إلّا أنْ أغْناهُمُ اللَّهُ ورَسُولُهُ مِن فَضْلِهِ sözü tehekkümi istisnadır. (Âşûr)
رَسُولُهُ ve فَضْلِهٖ izafetlerinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan رَسُولُ ve فَضْلِ şan ve şeref kazanmıştır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlede zemme benzeyen bir şeyle medhi tekid sanatı vardır.
İstisna edatına kadar olan kısım zaten yerilecek bir durum iken edattan sonra gelen bu eleştiri ile birlikte yergi tekid edilmiştir. Müslümanlar cihetinden bakıldığında ise istisna edatından sonraki kısım münafıkların intikam almaya kalkışmaları için sebep teşkil edecek bir şey değildir. Onların Müslümanlara karşı böyle bir tavra girmeleri ise inananlar için övgülerinin tekidi anlamına gelecektir. (Hasan Uçar, Doktora Tezi Kur’an-I Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları ve Sâbûnî, Safvetu’t Tefasir)
Bu suçları işleyen münafıklar, inkârlarının gerekçesi olarak Allah’ın lütfuyla onları zengin etmesini ileri sürdüler. Halbuki Allah’ın elçisi Medine’ye geldiğinde onlar son derece sıkıntı içinde idiler. Zengin etmek, aslında bir övgü sıfatıdır. Ancak münafıkların zenginliği yergi sıfatı olmuştur. Çünkü bu zenginliğin beraberinde küfür ve inkâr söz konusudur. (Lâşîn, el-Bedî‘ fi Dav’i Esâlîbi’l-Kur’an, s. 90.)
الفَضْلُ, bol bol verme ve eli açıklıkta ziyade manası taşır. مِنْ ise ibtidaiyyedir. Zenginleştirmenin sebebinin الفَضْلِ vasfına bağlanması, zenginleşilen şeyin bolluğundan kinayedir. Nitekim الفَضْلِ, sahibi verdiği zaman ancak bol bol verir. (Âşûr)
فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْراً لَهُمْۚ وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ عَذَاباً اَل۪يماً فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِۚ
فَ istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda gelmiş haberî isnaddır. Şart cümlesi olan يَتُوبُوا müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cevap cümlesi ise كَانَ ’nin dahil olduğu, sübut ifade eden isim cümlesidir.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İkinci şart cümlesi اِنْ يَتَوَلَّوْا, öncekine tezat nedeniyle atfedilmiştir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan يَتَوَلَّوْا şart, yine muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan …يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ cümlesi, cevaptır.
اِنْ edatı başlıca şu yerlerde kullanılır:
يَتُوبُوا - يَتَوَلَّوْا kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde haşyet duygularını korkuyu artırmak için yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْراً لَهُمْ cümlesiyle وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ عَذَاباً اَلٖيماً فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
يُعَذِّبْهُمُ - عَذَاباً kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الدُّنْيَا - الْاٰخِرَةِ ve عَذَاباً - خَيْراً kelime grupları arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
فَضْلِهٖ - عَذَاباً ve يَتُوبُوا - يَتَوَلَّوْا kelime grupları arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
عَذَاباً اَلٖيماً ibaresindeki nekirelik azabın çok şiddetli ve korkunç olduğunu gösterir.
عَذَاباً ,اَلٖيماً için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
وَمَا لَهُمْ فِي الْاَرْضِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
…يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ cümlesine tezâyüf nedeniyle atfedilen cümlede, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. Sübut ifade eden menfi isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, isim cümlesi, zaid harf ve nefy harfinin tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
وَلَا نَصٖيرٍ (Ne de bir yardımcı) ifadesi de olumsuzlamaya atıftır ki eğer bunun başına لَا ifadesi gelmemiş olsaydı hem dostluğun hem de yardımın ikisinin bir arada onlardan olumsuzlandığı şeklindeki anlam müphemleşebilir ve bunlardan sadece birinin olumsuzlandığı vehmi ortaya çıkabilirdi. Bu yüzden “ne de bir yardımcı” ifadesi kullanılarak her ikisinin de kasıtlı olarak olumsuzlandığı belirtilmiş oldu. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr, Bakara Suresi, 107)
Bu cümlede üç anlam vardır: