اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | اللَّهُ | Allah (ki) |
|
2 | لَا | yoktur |
|
3 | إِلَٰهَ | tanrı |
|
4 | إِلَّا | başka |
|
5 | هُوَ | O’ndan |
|
6 | الْحَيُّ | daima diridir |
|
7 | الْقَيُّومُ | koruyup yöneticidir |
|
8 | لَا |
|
|
9 | تَأْخُذُهُ | O’nu tutmaz |
|
10 | سِنَةٌ | ne bir uyuklama |
|
11 | وَلَا | ve ne de |
|
12 | نَوْمٌ | bir uyku |
|
13 | لَهُ | O’nundur |
|
14 | مَا | ne |
|
15 | فِي | varsa |
|
16 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
17 | وَمَا | ve ne |
|
18 | فِي | varsa |
|
19 | الْأَرْضِ | yerde |
|
20 | مَنْ | kimdir |
|
21 | ذَا |
|
|
22 | الَّذِي | ki |
|
23 | يَشْفَعُ | şefaat edebilir |
|
24 | عِنْدَهُ | kendisinin katında |
|
25 | إِلَّا | dışında |
|
26 | بِإِذْنِهِ | O’nun izni |
|
27 | يَعْلَمُ | bilir |
|
28 | مَا | olanı |
|
29 | بَيْنَ |
|
|
30 | أَيْدِيهِمْ | onların önünde |
|
31 | وَمَا | ve olanı |
|
32 | خَلْفَهُمْ | arkalarında |
|
33 | وَلَا |
|
|
34 | يُحِيطُونَ | kavrayamazlar |
|
35 | بِشَيْءٍ | hiçbir şey |
|
36 | مِنْ | -nden |
|
37 | عِلْمِهِ | O’nun ilmi- |
|
38 | إِلَّا | dışında |
|
39 | بِمَا | şeyler |
|
40 | شَاءَ | dilediği |
|
41 | وَسِعَ | kaplamıştır |
|
42 | كُرْسِيُّهُ | O’nun Kürsüsü |
|
43 | السَّمَاوَاتِ | gökleri |
|
44 | وَالْأَرْضَ | ve yeri |
|
45 | وَلَا |
|
|
46 | يَئُودُهُ | O’na ağır gelmez |
|
47 | حِفْظُهُمَا | onları koru(yup gözet)mek |
|
48 | وَهُوَ | O |
|
49 | الْعَلِيُّ | yücedir |
|
50 | الْعَظِيمُ | büyüktür |
|
Kerase كرس :
Halk dilinde kürsü كُرْسِيٌّ , üzerine oturulan sandalye anlamına gelir. Bu kelimenin kökü olan كِرْسٌ sözcüğü alışan, uyum sağlayan ve bir araya toplanan demektir. Bakara 255. ayeti kerimede geçen كُرْسِيٌّ türevi için alimler ilim, O'nun mülkünün temeli ve felekleri kuşatan feleğin adı olmak üzere üç farklı görüş ifade etmişlerdir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de isim formunda 2 ayette geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri kürsü ve tekristir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Sinetun kelimesinin kökü vesene (وسن) olup uyuklamak demektir. Kur’ân-ı Kerim'de yalnızca bu ayette geçmiştir.
Yeûduhu kelimesinin kökü evede (أود) olup ağır gelme, yorma, eğrilme, bükülme, iki kat olma demektir. Kur’ân-ı Kerim'de yalnızca bu ayette geçmiştir.
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ
İsim cümlesidir. ٱللَّهُ lafza-i celâli, mübtedadır. لَاۤ إِلَـٰهَ إِلَّا هُوَ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. لَاۤ cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. اِلٰهَ ismidir. اِلَّا istisna harfidir. لَٓا ’nın haberi mahzuftur. Takdiri موجود (vardır) şeklindedir. Munfasıl zamir هُوَ mahzuf haberin zamirinden bedeldir. ٱلۡحَیُّ ikinci haberdir. ٱلۡقَیُّومُ üçüncü haberdir. Veya bunlar ٱللَّهُ lafza-i celâlinin iki sıfatıdır.
[Hay ve kayyûmdur.] ifadesi hak sıfatların Allah’a ispatıdır. Allah, asla ölmeyen ve diri olandır. Ezelî ve ebedî hayata sahiptir. ٱلۡقَیُّومُ kelimesi قَیٱم mastarından فَيْعُولُ kalıbında gelmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
ٱلۡحَیُّ Allah’ın sıfatlarındandır. Sıfat-ı müşebbehedir.
لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ
Cümle mübtedanın dördüncü haberi olarak mahallen merfûdur. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَأۡخُذُ merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. سِنَةࣱ kelimesi تَأۡخُذُ fiilinin failidir. لَا نَوۡمࣱ cümlesi atıf harfi وَ ’la سِنَةࣱ ’e matuftur.
اَلسِّنَةُ uyuklamaktır. Bu kelimenin aslı وِسْنَةٌ ’dür. وَسِنَ - يَوسَنُ - وَسَنًا - وَسِنَةً - وَسْنَانٌ - وَ وَسِنَ şeklinde çekilir. Dördüncü babdandır. اَلنَّوْمُ ise, nüâs (uyuklama) halinin tamamlanması yani uykuya geçmektir. Yani Allah Teâlâ koruduğu şeyleri muhafaza ederken mahlukatın maruz kaldığı dalgınlık, gaflet, sıkılma, ara verme gibi kusurlara maruz kalmaz, dinlenmeye ihtiyaç hissedip uyumasına veya uyuklamasına sebep olacak bir yorgunluğa asla sahip olamaz. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
Cümle mübtedanın beşinci haberi olarak mahallen merfûdur. لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Müşterek ism-i mevsûl مَا muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası mahzuftur. فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır. الْاَرْضِ ifadesi atıf harfiyle makabline matuftur.
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ
مَن istifham ismidir. Mübteda olarak mahallen merfûdur. ذَا işaret ismi sükun üzere mebni haber olarak mahallen merfûdur. ٱلَّذِی müfred müzekker has ism-i mevsûl, ذَا ’nın sıfatı olarak mahallen merfûdur veya ondan bedeldir. İsm-i mevsûlun sılası یَشۡفَعُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur. یَشۡفَعُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. عِندَ mekân zarfı یَشۡفَعُ fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. إِلَّا hasr edatıdır. بِإِذۡنِ car mecruru mahzuf hale müteallıktır. Takdiri; لا أحد يشفع إلّا مدفوعا بإذنه أو مأذونا له (O'nun izni istenmedikçe ve yetki verilmedikçe hiç kimse şefaat edemez.) şeklindedir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ
Cümle mübtedanın altıncı haberi olarak mahallen merfûdur. Fiil cümlesidir. یَعۡلَمُ muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Müşterek ism-i mevsûl مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. Mekân zarfı بَیۡنَ , mahzuf sılaya müteallıktır. أَیۡدِی kelimesi ی üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمۡ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. Müşterek ism-i mevsûl مَا, birinci ism-i mevsûle matuftur. Mekân zarfı خَلۡفَ , mahzuf sılaya müteallıktır. Muttasıl zamir هُمۡ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ istînâfiyyedir. Haliyye olması da caizdir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. یُحِیطُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِشَیۡءࣲ car mecruru یُحِیطُونَ fiiline müteallıktır. مِّنۡ عِلۡمِ car mecruru شَیۡءࣲ’ in mahzuf sıfatına müteallıktır. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. إِلَّا istisna harfidir. مَا müşterek ism-i mevsûlu, بِ harf-i ceriyle birlikte mahzuf müstesnaya müteallıktır. Takdiri; إلّا الإحاطة بما شاء من معلومه (Bildiği şeylerden dilediği kısmını ihata etmedikçe) şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası شَاۤءَ ’dir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
مِّنۡ عِلۡمِهِ [İlminden] Yani bilgisinden demektir. İlim kelimesi mef‘ûl manasında mastardır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ
Fiil cümlesidir. وَسِعَ fiili fetha üzere mebni mazi fiildir. كُرۡسِیُّهُ faildir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradir. ٱلۡأَرۡضَ kelimesi atıf harfi وَ ’la ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ ’ye matuftur.
وَ istînâfiyyedir. Haliyye olması da caizdir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. یَـُٔودُهُۥ merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. حِفۡظُهُمَاۚ faildir. Muttasıl zamir هُمَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Kürsü ve arş birdir. Kürsüden anlaşılan şey döşektir. Kürsî sözlükte üst üste konulan şeydir. تَكَارَسَ birbirinin üstüne bindi demektir. Sayfaları üst üste olduğu için deftere كُرَّاسَ denilir. اَلْكِرْسِ pisliğin üst üste yığılıp donmasıdır. اَلْكِرْيَاسِ saçak demektir. Çatının üstünde olur ve yere bir kanal ile bağlanır. Üst üste bina edildiği için bu ismi alır. اَكَارِسُ cem-i kesrettir. Araplardan müfred kullanıldığı işitilmemiştir. Çokluğundan dolayı üst üste biriken eşyalar konumundadır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi, birden çok unsurla tekid edilmiş faide-i haber inkârî kelamdır.
Bütün esma-i hüsna ve kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafza-i celâl telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak için müsnedün ileyh olarak gelmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle ٱللَّهُ isminde tecrîd sanatı vardır.
Mübteda olan lafza-i celâlin haberi cinsini nefyeden لَاۤ ’nın dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiştir.
لَاۤ , هُوَ ve isminin mahallinden veya لَاۤ ’nın mahzuf haberindeki zamirden bedeldir.
لَاۤ ve إِلَّا ile oluşan kasır هُوَ ile لَاۤ ‘nın ismi إِلَـٰهَ arasındadır. Kasr-ı sıfat ale’l mevsuftur.
ٱلۡحَیُّ ilk, ٱلۡقَیُّومُۚ ikinci haberdir. Müsnedin harf-i tarifle marife olması tahsis ifade eder. Ayrıca Allah Teâlâ’ya ait bu iki sıfatın marife gelişi bu sıfatların kemâline işaret eder. ٱلۡحَیُّ Allah’ın sıfatlarındandır. Sıfat-i müşebbehedir.
Ayette hüsn-i iftitâh (güzel başlangıç) sanatı vardır. Çünkü bu ayet Allah Teâlâ'nın en yüce ismiyle başlamıştır. (Safvetü't Tefâsir)
“Hay ve kayyûmdur.” Bu ifade hak sıfatların Allah’a ispatıdır. Allah, asla ölmeyen ve diri olandır. Ezelî ve ebedî hayata sahiptir. ٱلۡقَیُّومُ kelimesi قَیٱم mastarından فَيْعُولُ kalıbında gelmiştir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Bil ki, Allahü Teâlâ'nın kitabı olan Kur'an'daki âdeti, ilm-i tevhidi, ilm-i ahkâmı ve kıssalar ilmini birbiri içinde zikretmektir. Kıssaları zikretmesinden maksadı, ya tevhîd ilminin delillerini açıklamak ya da ahkâm ve mükellefiyetleri pekiştirip, sağlamlaştırmaktır. Bu yol, insanı tek bir çeşit ilimde durdurmamak için, takip edilecek en güzel yoldur. Çünkü tek bir çeşit ilim üzerinde durmak insana bıkkınlık verir. Ama, ilmin bir nevinden diğer nev'ine geçtikçe, insanın gönlü açılır ve kalbi huzur duyar. Böylece de, sanki o kimse o beldeden başka bir beldeye yolculuk ediyor, bir bahçeden başka bir bahçeye geçiyor ve çok lezzetli bir yiyecekten lezzetli başka bir yiyeceğe intikâl ediyor demektir. Hiç şüphe yok ki bu, en lezzetli ve çok fazla arzu uyandırıcı bir durumdur. Allahü Teâlâ önceki âyetlerde, insanların faydasını gördüğü ahkâm ve kıssalar ilminden bahsedince, şu anda da, tevhîd ilmiyle alakalı şeylerden bahsederek, "Allah; O'ndan başka hiç bir Tanrı yoktur. Diridir. Zâtiyle ve kemaliyle kâimdir" buyurmuştur. (Fahreddin er Râzî)
[Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, haydir, kayyûmdur.] Bir Önceki ayette Cenab-ı Hak [Onların bir kısmı iman eder, bir kısmı ise Hak dinden yüz çevirir.] buyurmuştu. Sonra kâfirlerin kıyamet günü ne halde olacaklarını zikretti. Sonra iman ehli için kendisi sayesinde bu tehditten kurtulacakları tevhid akidesinin temelini zikretti. Allah lafzı, Cenab-ı Hakk’ın zatını ispat için gelmiştir. [O’ndan başka ilâh yoktur.] ifadesi de ulûhiyet vasfının başkalarından nefyi için getirilmiştir.
[Hay ve kayyûmdur.] Bu ifade hak sıfatların Allah’a ispatıdır. Allah, asla ölmeyen ve diri olandır. Ezelî ve ebedî hayata sahiptir. ٱلۡقَیُّومُۚ kelimesi قَیٱم masdarından gelmiştir. Sürekli ve devamlı olan anlamındadır. Bir görüşe göre başkası ile değil, zatıyla kaim olan demektir. Bir görüşe göre, ‘’bütün mahlûkatının işlerini gören’’ anlamındadır. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr, Âşûr)
Âşûr الحي lafzının mecaz veya kinaye olduğunu söyler.
Allah ismi yüce Rabbimizin doksan dokuz isminden en yücesidir. İsm-i Âzam'dır. Çünkü bu, tüm ilâhi sıfatları kendinde toplayan zatı gösterir, O'na işaret eder. O'nun zatıyla ilgili hiçbir nitelik bu ismin dışında değildir. Oysa öteki isimler, yüce Allah'ın ilâhî sıfatlarının tümüne ayrı ayrı işaret etmeyip yalnızca konuldukları anlamlara delalet ederler. Mesela ilmine, kudretine, fiiline veya bir başka özelliğine işaret ederler. Bir de ”Allah" ismi tüm isimlerin en özelidir. Bir başkasına bu isim verilemez. Ne gerçek anlamda ve ne de mecazî manada verilmesi mümkün değildir. Halbuki öteki isimler, bazan başka varlıklara ad olabilir. Mesela Kadîr (her şeye gücü yeten), Alîm (her şeyi en iyi bilen), Rahîm (merhametli) gibi isimleri burada sayabiliriz. Kul için gerekli olan şey, bu ismi anar anmaz, kulluğunu hatırlayıp, O'na karşı gerekeni yapmasıdır. Yani kul, sürekli bir şekilde kalbiyle Allah'la beraber olduğunu ve hep O'na yönelmesi gerektiğini bilmeli, kalbi bu inançla dopdolu olmalıdır. Başkasına bakmamalı ve Allah'tan başkasına iltifat etmemelidir. Yalnızca Allah'tan beklemeli ve yalnızca O'ndan korkmalıdır. Allah'tan başka her şey batıl ve geçersizdir. (Ruhu’l-Beyan)
لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ
Fasılla gelen cümlede fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Lafza-i celâlin dördüncü haberi olan cümle menfi fiil cümlesi sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لَا نَوۡمࣱۚ kelimesi سِنَةࣱ kelimesine matuftur. Nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.
Uyku ve uyuklama kelimelerinin أۡخُذُ fiiline isnadı aklî mecazdır.
Uyuklama ve uyku hallerinin gerçekleşmesinin, أَخَذَ [tutmak] kelimesiyle ifade edilmesi, gerçek duruma riayet içindir. Çünkü canlılarda uyuklama ve uyku, bu hallerin onları tutması veya istila etmesiyle gerçekleşmektedir. Bir görüşe göre de bu ifade, mükemmeliyeti amaçlamaktadır.
لَا تَأۡخُذُهُۥ سِنَةࣱ وَلَا نَوۡمࣱ [O'nu ne uyuklama tutar ne de uyku.] cümlesi, hay ve kayyûm anlamlarını da tekid eder. Çünkü kendisini uyuklama veya uyku halleri istila eden bir varlığın hayatı, o hallerde atalete uğradığından onun o esnada başkalarını koruması, kollaması, yönetmesi mümkün değildir.
Bir görüşe göre de, bu cümle istinaf cümlesi (mukadder bir sualin cevabı) olup daha önceki beyanları tekid eder. (Ebüssuûd)
نَوۡمࣱۚ - سِنَةࣱ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
لَا نَوۡمࣱۚ ile سِنَةࣱ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır. (Kuran Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi s.20)
[Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama.] أۡخذ yakalamak, isabet etmek manasına gelir. سِنَةࣱ uyuklamaktır. Bu kelimenin aslı وسن ‘dir. نَوۡمࣱۚ ise (uyuklama) halinin tamamlanması, yani uykuya geçmektir. Yani Allah Teâlâ koruduğu şeyleri muhafaza ederken mahlukatın başına gelen dalgınlık, gaflet, sıkılma, ara verme gibi kusurlara, dinlenmeye ihtiyaç hissedip uyumaya veya uyuklamaya sebep olacak bir yorgunluğa asla maruz kalmaz. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr, Âşûr)
Burada سنة lafzının ardından نوم ’ in zikredilmesi tekrar değildir. Manası şöyledir; “uyuklama tutmadığı gibi fazladan uyku da tutmaz” veya mübalağa ve terakki ifade eder. Çünkü uyuklamayı defetmeye kudreti olanın, ondan daha kuvvetli olan uykuyu defetmeye gücü yetmeyebilir. Bunun için uyuklamanın arkasından uyku da zikredilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1555)
لا تأخذه سنة و لا نوم ayetindeki لا ’ nın tekrarı, Allah Teâlâ’nın uyuklama ve uyku halinin olmayacağını tekid edip, her birinin de müstakil, ayrı ayrı nefyedildiğini bildirmek içindir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1556)
سنة lafzı mübalağa için takdim edilmiştir. Çünkü uyuklamanın bile tutmaması, zımnen uykunun da tutmayacağını ifade etmektedir. Dolayısıyla ikinci nefyin de mübalağa ifade ettiği apaçıktır. Mana da şöyle olur: “uyuklama tutmaz, uyku da hayli hayli tutmaz”. Buradaki uyuklama ve uykunun Allah’tan nefyinin amacı, O’nun ilminin, kuşatıcılığının ve idareciliğinin devamının mükemmel olduğunu iyice kesinleştirmektir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1557, Âşûr)
Allahu Teâlâ من في السماوات و من في الارض (gökteki kimseler) demeyip de, niçin ما في السماوات و ما في الارض [gökteki şeyler] demiştir?" denilirse, biz deriz ki: Maksat, kendisi dışında kalan şeylerin yaratılmış olma bakımından O'na nisbet edilmesi olup, kendisi dışında kalan varlıklar içinde de akıllı olmayan varlıklar çoğunluğu teşkil edince, Allahu Teâlâ, çoğunluğu hepsinin yerine koyarak, bunları ما "şey, şeyler...." lafzıyla beyan buyurmuştur. Yine bu şeyler Allah'a, O'nun birer mahluku olması bakımından isnad edilmişlerdir. (Fahreddin er-Râzî, Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1558)
لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
Fasılla gelen cümlede fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Lafza-i celâlin beşinci haberi olan cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. İsim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1558)
لَّهُ mahzuf mukaddem habere mütellıktır. Muahhar mübteda olan ism-i mevsûlün sılası mahzuftur. فِی ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ , bu mahzuf sılaya müteallıktır. مَا فِی ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ , وَمَا فِی ٱلۡأَرۡضِۗ ’ye matuftur.
ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ - ٱلۡأَرۡضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcâb sanatı vardır.
Bu lafızlardaki ال istiğrak içindir. (Âşûr)
[Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur.] Göklerde ve yerde her kim ve her ne varsa O’na aittir. Hiç kimsenin onlarda Allah’a bir ortaklığı yoktur. Hiç kimsenin O’nun üzerinde bir otoritesi bulunmaz. Nasıl sizlerden birinin kölesinin efendisinden başkasına hizmet etmeye hakkı yoksa O’ndan başkasına kullukta bulunmak asla caiz değildir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
Müsnedin takdimi, kasr-ı kalbtir. (Âşûr)
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ
İstînâf cümlesidir. Fasılla gelmiştir. Cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. مَن mübteda ذَا haberdir. Muzâfun ileyh konumundaki has ism-i mevsûlün sılası, müsbet muzari fiil formunda faide-i haber ibtidâi kelamdır. İsm-i mevsûllerde tevcih sanatı vardır.
Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen soru anlamı taşımamaktadır. Asıl maksadı tehaddi olan cümle vaz edildiği mananın dışında anlam kazanması sebebiyle mecâz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Buradaki ذَا , zait olarak gelmiştir ve tekit ifade eder. (Âşûr)
Az sözle çok anlam ifade eden بِإِذۡنِهِ ve عِندَهُۥۤ izafetlerinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan إِذۡنِ ve عِندَ şan ve şeref kazanmıştır.
[O’nun katında, -izni olmadan- kim şefaat edebilir?!] ifadesi onun melekût (egemenlik) ve kibriyâsının beyanı ve kıyamet gününde hiç kimsenin konuşamayacağının, ancak kendisine konuşma izni verildiği zaman konuşabileceğinin izahıdır. (Keşşâf)
Buradaki istifham inkarîdir. Onun ilmi / emri olmaksızın hiç kimse şefaat edemeyecek, demektir. Müşrikler Allah’la beraber putlarının da şefaat edeceklerini zannediyorlardı. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, Soru:1559, Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ
Lafza-i celâlin altıncı haberi olarak fasılla gelmiş cümlede fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Müsbet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin muzari fiil olması hükmü takviye hudûs, teceddüt ve (medih makamı olduğu için) istimrar ifade eder. Ayrıca muzari fiildeki tecessüm özelliği muhatabın dikkatini uyararak onu canlı tutar.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Zaman zarfı بَیۡنَ ve خَلۡفَ ‘nin müteallakları olan sıla cümleleri mahzuftur.
مَا بَیۡنَ أَیۡدِیهِمۡ - مَا خَلۡفَهُمۡۖ cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.
بَیۡنَ أَیۡدِی - خَلۡفَ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
یَعۡلَمُ مَا بَیۡنَ أَیۡدِیهِمۡ وَمَا خَلۡفَهُمۡۖ [Onların önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir.] ifadesinde mekân zarfı kullanılmış olmasına rağmen zamanı da kapsayan anlam nedeniyle ايديهم ile خلفهم lafızları mecazdır. (Âşûr)
[Onların önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir.] yani onlardan önce olanları ve sonra olacak olanları bilir. Buradaki zamir, göklerde ve yerde olanlara işaret eder, çünkü onlar içinde de akıl sahipleri vardır. (Keşşâf)
[O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir.] [O’na hiçbir şey gizli kalmaz.] Allah Teâlâ kâfirlerin kıyamet günü şefaatlerini umdukları o kişileri bilir. Bunlar melekler veya başkalarıdır. Aynı zamanda onların arkalarındakileri de bilir. Bu ayet şöyle de anlaşılabilir: Ecelleri bittikten sonra onların önüne ne çıkacağını ve onların yaratılmasından önce ne olduğunu bilir. Başka bir ihtimal buradaki [Yaptıklarını] şeklinde tercüme edilen مَا بَیۡنَ أَیۡدِیهِمۡ ifadesinin [kendilerinden önce geçenler, yapılanlar] anlamına, [ve yapacaklarını] şeklinde tercüme edilen مَا خَلۡفَهُمۡۖ ifadesinin ise [henüz gelmemiş olanlar] anlamına gelmesidir. İlk akla gelen de budur. (Nesefî / Medâriku’t-Tenzîl Ve Hakâîku’t-Te’vîl)
وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ
وَ istînafiyye veya haliyyedir. Atıf olduğu da söylemiştir. Cümle menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
بِشَیۡءࣲ ‘deki tenvin ‘hiçbir şey’ anlamında kesret ifade eder. Olumsuz siyakda nekre, umum ifade eder.
عِلۡمِهِ izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması عِلۡمِ ’ye şan ve şeref kazandırmıştır.
لَا ve إِلَّا ile oluşan kasr, fiil ile mef’ûlü arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s sıfattır.
[Onun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar] onun bildirdiği şeylerden إِلَّا بِمَا شَاۤءَۚ [ancak dilediğini] yani, bilmelerini istediği şeyi kavrarlar. Makabline atfı da ikisinin toplamının (iki cümlenin) onun birliğine tam delalet eden zatî ilmin yalnız O’nda olduğunu göstermesindendir. (Beyzâvî, Âşûr)
[O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler.] Yani kendilerine şefaat edeceklerini zannettikleri kimseler daha onları yaratmadan önce ve ölümlerinden sonra ve o ikisi arasındakileri bilen Allah’ın malumatından sadece O’nun dilediklerini bilebilirler. Bunlar kendileri için deliller koyarak, akıl ve duyular gibi bilgi edinme vasıtaları vererek onlara bildirdiği şeylerden ibarettir. (Ömer Nesefî / Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr)
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ
Cümle istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müsbet mazi fiil sıygasıyla faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Az sözle çok anlam ifade eden بِكُرۡسِیُّهُ ifadesinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan كُرۡسِیُّ şan ve şeref kazanmıştır.
ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ - ٱلۡأَرۡضَۖ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
وَلَا یَـُٔودُهُۥ حِفۡظُهُمَاۚ cümlesi makabline matuftur. وَ ’ın haliyye olmasına da cevaz vardır. Menfi muzari fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَسِعَ كُرۡسِیُّهُ ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ وَٱلۡأَرۡضَۖو ifadesi dört şekilde açıklanabilir:
Birincisine göre; burada onun kürsîsinin genişliği ve kapsamlılığı ile gökleri ve yeri kuşatmaktan aciz olmadığı anlatılmaktadır. Bu ifade onun azametini ifade eden bir tasvir ve canlandırmadan [tahyîl] başka bir şey değildir. Yoksa ortada ne bir kürsî vardır, ne oturma, ne de oturan. Nitekim bu durum, [Buna rağmen, Allah’ı hakkıyla takdir edememişlerdir. وَالْاَرْضُ جَم۪يعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَم۪ينِه۪ۜ سُبْحَانَهُ [Oysa Kıyamet günü arzın tamamı O’nun avucunun içinde olacak, gökler de O’nun sağ elinde dürülmüş olacaktır.] (Zümer 39/67) ayetinde de ifade edilmiştir. Burada da herhangi bir avuç, sağ el ve dürme tasavvuru söz konusu değildir. Aksine bu O’nun şanının yüceliğine dair bir canlandırma ve duyusal bir benzetmeden ibarettir.
İkincisine göre; O’nun ilmi kuşatmıştır. İlim, mekânı ile isimlendirme kabilinden, kürsî olarak isimlendirilmiştir ki bu da alimin kürsîsidir.
Üçüncüsüne göre onun mülkü kuşatmıştır. Mülkün kürsî olarak isimlendirilmesi de, mekânı ile isimlendirme kabilindendir ki bu da mülk kürsîsidir. Dördüncüsüne göre; rivayet edildiği üzere, Allah Teâlâ bir kürsî yaratmıştır, bu kürsî arşın önünde olup onun altında gökler ve yer vardır. Arşa kadar o, en küçük bir şey gibidir. Yalnız Hasan-ı Basrî’den (v.110/728), “Kürsî, arştır” sözü nakledilmiştir. [Bu ikisini] yani gökleri ve yeri [koruyup kollamak] muhafaza etmek [O’na ağır] ve zor [gelmez;] (Keşşaf, Fahreddin er- Râzî, Elmalılı, Âşûr)
كرسي lafzı Kur’an’da bir defa bu ayette zikredilmiştir. Hakiki manada değil mecazdır. (Âşûr)
كُرۡسِیُّ sandalye demektir. Üniversitelerde makam anlamında “kürsü” ler var. Daha ziyade ilmi makam olarak kullanılır.
وَسِعَ كُرۡسِیُّهُ ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ وَٱلۡأَرۡضَۖ ibaresinde tasrihî istiare vardır. Bu cümle Allah’ın ilminin ve saltanatının azametini tasvir eder. Müşebbeh O’nun ilmi, azameti, kudretidir ve hazfedilmiştir. Müşebbehün bih ise bir kralın oturduğu tahttır. (Muhyiddin Derviş)
Veya mahalliyet alakasıyla mecaz-ı mürseldir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri, Beyan İlmi)
وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ
Cümle öncesindeki istînâfa matuftur. İsim cümlesi formunda, faide-i haber talebî kelamdır. Mübteda ve haberden müteşekkil cümlede müsnedin harf-i tarifle marife olması, kasr-ı hakîkî ifade eder. Haberin sadece mübtedaya mahsûs olması; başkasına aid olmaması demektir. Allah Teâlâ’ya ait haber olan bu iki vasfın ٱلۡ takısı ile marife olması, bu vasıfların O’nda kemâl derede olduğuna; aralarında وَ olmaması O’nda her ikisinin birden mevcudiyetine işaret eder. Müsteâr lafızdırlar.
ٱلۡعَلِیُّ - ٱلۡعَظِیمُ - كبير kelimelerinin hepsi de büyük demektir. ٱلۡعَظِیمُ ve كبير somut şeyler için, ٱلۡعَلِیُّ soyut manalar için büyüklük ifade eder.
Bu ayet-i kerimedeki her cümle öncekinden farklı yeni bir mana taşır ama hepsinin gayesi aynıdır; o da vahdaniyyetin tekididir ve manevi tekid cümleleridir, fasl yapılmıştır. (Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meani İlmi, fahreddin Râzî, Âşûr)
Görüldüğü gibi bu ayet-i kerime, Cenab-ı Allah'ın yüce zatı ve nurlu sıfatları ile ilgili ana meseleleri kapsar ve şunları belirtir:
1- Tek (ehad) ve gerçek varlık (mevcûd-u müteferrid) yalnız Allah'tır.
2- Allah Teâlâ ilâhî, ezelî ve ebedî hayat sıfatlarıyla muttasıftır.
3- O, vâcibü'l-vücûddur; varlığı bir başkasından değil kendi zatındandır.
4- O'nun vücûdu vâcib yani zorunludur. Bütün masivanın mucidi O'dur.
5- O, Kayyûm'dur veya zatı ile kaimdir. Başkası tarafından ikame edilmekten münezzeh olduğu gibi bütün mükevvenatı ayakta tutan da O'dur.
6- O, mekân tutmak (tahayyüz) ve bir cisimde görünmek (hulûl) den münezzehtir.
7- Değişikliğe ve zafiyete uğramak (tagayyür ve fütur) dan beri, uzakdır.
8- O'nunla hiçbir şey arasında münasebet ve benzerlik yoktur.
9- Eşyanın zatına ve ruhlara arız olan haller O'na arız olmaz.
10- Mülk ile melekût (zahir ile batın, madde ile ruh, insanlarla melekler) âleminin yegane malikidir.
11- Asılları ve fürûu yoktan var eden O'dur.
12- Yakalaması pek şiddetli olan da O'dur.
13- İzin verdiklerinden başka hiç kimse O'nun katında şefaat edemez.
14- Bütün her şeyin açığını, gizlisini, küllisini, cüzisini bilen yalnız O'dur.
15- O'nun mülkü (hakimiyeti, hükümranlığı) ve kudreti, her şeyi kuşatmıştır.
16- Hiçbir iş O'na zor gelmez; hiçbir iş, O'nu başka şeylerle de meşgul olmaktan alıkoymaz.
17- Tasavvur ve tahayyül edilebilen her şekilden münezzehtir; anlayışlar O'nun azametini asla kavrayamaz.
İşte bu zengin muhtevasından dolayıdır ki, diğer ayetlerde olmayan faziletler ve üstün özellikler yalnız Ayetü’l-kürsî'de vardır. (Ebüssuûd)
Bu ayet en faziletli ayettir.
Bu ayette Allah (cc), isim ve zamir olarak 18 kere geçmiştir. Bu ayette dokuz cümle vardır. 1 ile 9, 2 ile 8, 3 ile 7, 4 ile 6 birbiriyle ilişkili cümlelerdir. Bunların tam ortasında olan beşinci cümlede ise Allah Teâlâ önlerinde ve arkalarında olan şeyi, yani ilk 4 ayetle son 4 ayeti bildiğini ifade etmiştir. Bu da Kur’an’da görülen simetrik yapıdır. Farz namazdan sonra okumanın faziletiyle alakalı bir hadis de vardır.
Bu ayet Allah (cc) hakkında çok kapsamlı tanıtım yapar, İhlas suresi ise sure olarak Allah Teâlâ’yı kapsamlı bir şekilde tanıtır.