وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۖ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْناًۜ يَعْبُدُونَن۪ي لَا يُشْرِكُونَ ب۪ي شَيْـٔاًۜ وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَعَدَ | va’detmiştir |
|
2 | اللَّهُ | Allah |
|
3 | الَّذِينَ | kimselere |
|
4 | امَنُوا | inanan(lara) |
|
5 | مِنْكُمْ | sizden |
|
6 | وَعَمِلُوا | ve yapanlara |
|
7 | الصَّالِحَاتِ | iyi işler |
|
8 | لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ | onları hükümran kılacaktır |
|
9 | فِي |
|
|
10 | الْأَرْضِ | yeryüzünde |
|
11 | كَمَا | gibi |
|
12 | اسْتَخْلَفَ | hükümran kıldığı |
|
13 | الَّذِينَ | kimseleri |
|
14 | مِنْ |
|
|
15 | قَبْلِهِمْ | onlardan önceki |
|
16 | وَلَيُمَكِّنَنَّ | ve sağlamlaştıracaktır |
|
17 | لَهُمْ | kendilerine |
|
18 | دِينَهُمُ | dinlerini |
|
19 | الَّذِي |
|
|
20 | ارْتَضَىٰ | razı olduğu |
|
21 | لَهُمْ | kendileri için |
|
22 | وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ | ve onları erdirecektir |
|
23 | مِنْ |
|
|
24 | بَعْدِ | ardından |
|
25 | خَوْفِهِمْ | korkularının |
|
26 | أَمْنًا | (tam) bir güvene |
|
27 | يَعْبُدُونَنِي | bana kulluk edecekler |
|
28 | لَا |
|
|
29 | يُشْرِكُونَ | ortak koşmayacaklar |
|
30 | بِي | bana |
|
31 | شَيْئًا | hiçbir şeyi |
|
32 | وَمَنْ | ama kim(ler) |
|
33 | كَفَرَ | inkar ederse |
|
34 | بَعْدَ | sonra |
|
35 | ذَٰلِكَ | bundan |
|
36 | فَأُولَٰئِكَ | işte |
|
37 | هُمُ | onlar |
|
38 | الْفَاسِقُونَ | yoldan çıkanlardır |
|
Hicretten sonra bu âyetin geldiği günlerde müslümanlar geleceklerinden emin değillerdi, devamlı düşman korkusu içinde huzursuz bir hayat sürüyorlardı. Tefsir kitaplarında, bu âyetin yorumlandığı yerde, mevsuk bulunarak Ebü’l-Âliye’den nakledilen şu değerlendirme, söz konusu ruh halini tam olarak yansıtmaktadır: Hz. Peygamber ve ashabı Mekke’de, savaş için ilâhi izin çıkmadan, on yılı aşkın bir süre korku içinde ve gizli olarak halkı, Allah’ın birliğine, imana ve yalnızca O’na kul olmaya davet ettiler. Sonra Medine’ye hicret izni gelince oraya göç ettiler, arkasından savaş emri geldi, orada korku çekerek, gece gündüz silâhlı dolaşarak sabırla beklediler. Bu günlerin sonlarına doğru bir sahâbî Hz. Peygamber’e sordu: “Ey Allah’ın resulü! Devamlı korku ve tehlike içinde mi yaşayacağız, silâhı bırakıp güvenlik ve huzur içinde yaşayacağımız bir gün gelmeyecek mi?” Allah resulü şu cevabı verdi: “İçinizden bir kimsenin, silâh taşımadan, elbisesine bürünerek kalabalıklar arasında rahatça oturacağı günlere kavuşmak için çok değil, biraz daha sabredeceksiniz.” Bu sözün üzerinden çok zaman geçmeden tefsir ettiğimiz âyet vahyedildi. Allah Teâlâ resulünü Arap yarımadasına hâkim kıldı, silâhı bıraktılar. Daha sonra içine düştükleri iç savaş günlerine kadar Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın hilâfetlerinde aynı huzur ve güven içinde yaşadılar. Sonra tekrar korkulu günlere girdiler, korunaklar ve korumalar edindiler. Hâsılı onlar durumlarını değiştirdiler, bu yüzden içinde bulundukları huzur da değişip yok oldu (İbn Kesîr, VI, 85-86).
Allah Teâlâ’nın, daha öncekilere verdiği gibi bu ümmete de vereceğini vaad ettiği şey hilâfet olup, bunu verme fiilini ifade eden şekillerden biri de hilâfetle aynı kökten türetilmiş bulunan istihlâf kelimesidir. Hilâfetin ve insanın halife olmasının çeşitli mânaları daha önce açıklanmıştı (Bakara 2/30). Burada verilmesi vaad edilen hilâfetin, üstün meziyet ve kabiliyetleri sebebiyle insanoğluna verilmiş bulunan ilâhî hilâfet değil, mülkiyet ve egemenlik (yeryüzünde daha önce hâkim olup yaşamış topluluklara halife olmak, onların yerini almak) mânasında kullanıldığını gösteren deliller, “daha öncekilere verildiği gibi” kaydı ile Hz. Peygamber ve ashabının bilinen mânevî dereceleridir. Söz konusu ifade Kur’an’da elliden fazla yerde zikredilmiş, fakat hiçbirinde peygamberler ve Allah’ın rızâsına nâil olmuş takvâ sahibi kullar (evliya) kastedilmemiştir, peygamberler kastedildiği zaman “senden önceki peygamberler” (En‘âm 6/34, 124) şeklinde açıklama yapılmıştır, fiilen veya potansiyel olarak kâmil insanlar kastedildiği zaman da “öncekilere verildiği gibi” kaydı konmamıştır. Hz. Peygamber ve onun eğitiminde yetişerek olgunlaşmış sahâbe, ilâhî hilâfete lâyık ve mazhar olmuşlardır. Onlar bu mânada Allah’ın halifeleridir; âyetin geldiği günlerde onlarda bulunmayan hilâfet, belli bir toprak parçası üzerindeki egemenliktir. Burada egemenlik ve mülkiyet konusu olan yeryüzü de dünyanın tamamı değil, her bir ümmet, kavim ve grubun hâkim olduğu bölgedir, yeryüzü parçasıdır. Belli bir toprak parçasını göz önüne alarak âyeti yorumlamak gerekirse şöyle denilebilir: Oraya sizden önce de birçok kavim ve nesil egemen oldular, biri gitti yerine diğeri geldi, sonra gelen öncekinin halefi (ardılı) oldu. Şimdi de siz buna lâyık olduğunuz için veya imtihan vesilesi olarak aynı topraklara mâlik ve hâkim olacaksınız.
Âyette, yeryüzünde bir parçaya egemen olabilmek için iman ve ibadet mânasında sâlih amel şartının bulunduğu da açık değildir. Tarihî vâkıa göstermektedir ki, hak dine inanmayan topluluklar da, bir yere hâkim olmak için gerekli bulunan maddî şartlara uyduklarında –ki bu da âyette geçen düzgün amel kapsamına girmektedir– oraya hâkim olmuşlardır (örnekler için bk. A‘râf 7 /69, 74; En‘âm 6 /165; Fâtır 35 /39). İman ve sâlih amel âyette, sebep ve şart olmaktan ziyade, vâkıa ve amaç olarak öngörülmektedir. Bu âyet geldiğinde ona doğrudan muhatap olan müminler böyledir; din ve dünya işleri düzgündür, ilâhî kanunlara göre istedikleri sonucun sebeplerini ve şartlarını yerine getirmektedirler. Ayrıca müminlere bu nimetin bahşedilmesinin sonucu imanın ve sâlih amelin korunup yayılması olmalıdır, egemenlik bu amaç için kullanılmalıdır (Hac 22/41).
Bu ilâhî vaad çok geçmeden gerçekleşmiş, Hudeybiye Antlaşması’ndan itibaren müslümanları tehdit eden düşman ve savaş tehlikesi gittikçe azalmış, Mekke fethini yeni fetihler izlemiş, İslâm toplumu korkan değil, kötülerin kendisinden çekindiği bir güç haline gelmiş, İslâm gittikçe yayılıp kökleşmiş, bir büyük medeniyete ve evrensel değerlere kaynak olmuş, yeryüzünde müslümanların egemen olduğu topraklar günümüze kadar hep var olagelmiştir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 92-94Mekene مكن: Mekan مَكانٌ sözcüğü dil bilimcilere göre bir şeyi içine alan yerdir. Kelamcılara göre ise mekan arazdır.
Mekan مَكانٌ içine alan ve içinde olan olmak üzere iki cismin bir arada bulunmasıdır. Bu da içine alan cismin yüzeyinin, içinde olanı kuşatmış olmasıdır. Onlara göre bu iki cisim arasındaki münasebet/uyum halidir.
مَكَّنَ fiili bir yer tahsis etmek ve yerleştirmek demekken, تَمَكَّنَ fiili ise yerleşmek anlamına gelir. Kuran-ı Kerim'de de geçen مَكِينٌ kelimesi değerli, yeri sağlam ve itibarlı demektir. Son olarak bu kökten türeyen مَكْنُونٌ sözcüğü kertenkele yumurtasıdır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de türevleriyle 18 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri imkan, mümkün ve temkindir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۖ
Fiil cümlesidir. وَعَدَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur.
Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. مِنْكُمْ car mecruru اٰمَنُوا fiiline mütealliktir.
وَ atıf harfidir. عَمِلُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الصَّالِحَاتِ mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.
وَعَدَ fiilinin ikinci mef’ûlun bihi hazf edilmiştir. Takdiri, الجنّة (cennet) şeklindedir.
لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir.
يَسْتَخْلِفَنَّهُمْ fiilinin sonundaki نَّ , tekid ifade eden nûn-u sakiledir. يَسْتَخْلِفَنَّهُمْ fetha üzere mebni muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
Tekid nunları bitiştikleri fiile istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. (Soru, arz, tekid lâmı, ummak, teşvik, nehiy, temenni ve yemin gibi.)
Tekid nûnu çoğu zaman sarih kasem, gizli kasem ve nehiyden sonra gelir. Hal ve istikbal ifade eden muzari fiilin manasını sadece istikbal anlamına hamleder ve bu ن, َّfiilin üç defa tekidini sağlar. (Kur’an’da Tekid Üslupları ve Çeşitleri Mehmet Altın Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/3)
فِي الْاَرْضِ car mecruru يَسْتَخْلِفَنَّهُمْ fiiline mütealliktir.
مَا ve masdar-ı müevvel, كَ harf-i ceriyle birlikte mahzuf mef’ûlu mutlaka mütealliktir.
اسْتَخْلَفَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. مِنْ قَبْلِهِمْ car mecruru mahzuf sılaya mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْناًۜ يَعْبُدُونَن۪ي لَا يُشْرِكُونَ ب۪ي شَيْـٔاًۜ
لَيُمَكِّنَنَّ atıf harfi وَ ’la لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ fiiline matuftur. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. يُمَكِّنَنَّ fiilinin sonundaki نَّ , tekid ifade eden nûn-u sakiledir. يُمَكِّنَنَّ fetha üzere mebni, muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
لَهُمْ car mecruru يُمَكِّنَنَّ fiiline mütealliktir.
د۪ينَهُمُ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الَّذِي müfred müzekker has ism-i mevsûl, د۪ينَهُمُ ’un sıfatı olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası ارْتَضٰى ’dir. Îrabdan mahalli yoktur.
ارْتَضٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. لَهُمْ car mecruru ارْتَضٰى fiiline mütealliktir.
لَيُبَدِّلَنَّهُمْ atıf harfi و ’la لَيُمَكِّنَنَّ ’ye matuftur. لَ harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir.
يُبَدِّلَنَّهُمْ fiilinin sonundaki نَّ , tekid ifade eden nûn-u sakiledir. يُبَدِّلَنَّهُمْ fetha üzere mebni, muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
مِنْ بَعْدِ car mecruru يُبَدِّلَنَّ fiiline mütealliktir. خَوْفِهِمْ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَمْناً ikinci mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur.
يَعْبُدُونَن۪ي cümlesi يُبَدِّلَنَّهُمْ ’deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubdur.
يَعْبُدُونَن۪ي fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
لَا يُشْرِكُونَ cümlesi يَعْبُدُونَن۪ي ’deki failin hali olarak mahallen mansubdur.
لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُشْرِكُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. ب۪ي car mecruru يُشْرِكُونَ fiiline mütealliktir.
شَيْـٔاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اٰمَنُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi امن ’dir.
يُشْرِكُونَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi شرك ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
الصَّالِحَاتِ kelimesi sülâsî mücerred olan صلح fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَسْتَخْلِفَنَّهُمْ fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi خلف ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikad gibi anlamları katar.
ارْتَضٰى fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi رضو ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
يُمَكِّنَنَّ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi مكن ’dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. مَنْ şart ismi mübteda olup mahallen merfûdur.
كَفَرَ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. كَفَرَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
بَعْدَ mekân zarfı, كَفَرَ fiiline mütealliktir. ذا işaret ismi olup sükun üzere mebni mahallen mecrur, muzâfun ileyhtir. ل harfi buud yani uzaklık belirten harf, ك ise muhatap zamiridir.
İsim cümlesidir. فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur.
هُمُ fasıl zamiridir. الْفَاسِقُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
Zamir-i Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haber nekre gelir: Ancak haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -îrabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamir-i fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ ayırma zamiri)” denir.
Not: Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat-mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Veya munfasıl zamir هُمُ ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur. الْفَاسِقُونَ ise haberidir. هُمُ الْفَاسِقُونَ isim cümlesi اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işaretinin haberi olarak mahallen merfûdur.
الْفَاسِقُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan فسق fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Allah Teâlâ Peygamberimize (s.a.) ve beraberindekilere hitap ederek onlara vaadde bulunmuştur.
Bu kelam, “Eğer ona itaat ederseniz, hidayete erersiniz.” cümlesinde ifade edilen lütufkâr vaadi açıklamakta, onda mücmel olarak ifade edilen ve hidayetin sonuçları olan çeşitli dinî ve dünyevî mükâfatları sarahatle ve tafsilatıyla bildirmekte ve hidayetin mihveri olan itaatten neyin murad olduğunu da zımnen ifade etmektedir. (Ebüssuûd)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük, haşyet uyandırmak ve emre uyulmasını sağlamak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için cümledeki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Mef’ûl konumundaki has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan اٰمَنُوا, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, s. 107)
Aynı üsluptaki …عَمِلُوا الصَّالِحَاتِۙ cümlesi sılaya atfedilmiştir.
الصَّالِحَاتِۙ ’daki elif-lam örfî istiğrak ifade eder. (Âşûr)
İman edenlerin ism-i mevsûlle ifade edilmesi bahsi geçenleri tazim ve sonraki konuya dikkatleri çekmek içindir.
Burada iman edenlerden murad, hangi taifeden ve hangi vakitte olursa olsun, mutlak olarak küfürden sonra îman eden kimselerdir; yoksa yalnız münafıklar taifesinden iman edenler değil ve bu ayet-i kerimenin nazil olmasından sonra iman edenler de değildir. Zira bu lütufkâr ilâhi vaat, hepsini kapsayan genelliktedir. Şu halde “sizden” hitabı, yalnız münafıklar için değil, fakat bütün kâfirler içindir. (Ebüssuûd)
اٰمَنُوا - عَمِلُوا الصَّالِحَاتِۙ arasında mürâât-ı nazîr vardır. Ameller şeklindeki mevsuf mahzuftur.
لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۖ
لَ , mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Nûn-u sakile ve mahzuf kasem ile tekid edilmiş … لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ cümlesi, mukadder kasemin cevabıdır. Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır.
Mahzuf kasem ve mezkûr cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, kasem üslubunda gayri talebî inşâî isnaddır.
Kasem cümlesinin mahzuf olduğu durumda vurgu kasemin cevabına yapılır. Kasem cümlesini oluşturan kasem fiili, kasem edatı ve kasem edilen isim üçü birlikte hazf edilir. Fakat kasemin varlığı kasem cevabından anlaşılmaktadır. Bu form, Kur'an’da sıkça kullanılmıştır. (Nihat Tarı, Arap Dilinde Kasem Formları ve Kur'an-ı Kerim’e Özgü “La Uksimu” Formu ile İlgili Tartışmalar)
Tekid ifade eden şeddeli نَّ , muzari fiilin sonuna bitişir. Tekid nunları bitiştikleri fiillere istikbal manası kazandıran bir edatın veya durumun bulunması halinde muzari fiilin sonuna gelirler. Bu ayette mahzuf kaseme işaret eden lam gelmiştir.
Masdar harfi مَا, teşbih harfi كَ ile birlikte, amili يَسْتَخْلِفَنَّهُمْ olan mahzuf mef’ûlü mutlaka mütealliktir. Masdar tevilindeki sılası اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ ’nin sılası mahzuftur. مِنْ قَبْلِهِمْ, bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi cümlesinde de kastedilenler İsrailoğullarıdır. Zira Yüce Allah Mısır'daki zorbaları helak etmiş ve onların topraklarını ve ülkelerini İsrailoğullarına miras vermişti. (Kurtubî)
Ayette zikredilen itaatin tefsiri, işaret edildiği gibi ancak iman ve salih amelin her ikisiyle tamamlanmakta ve lütufkâr vaatteki mükâfat, ancak her ikisine terettüp etmektedir.
Yani Allah, iman edip de salih ameller yapanları, memleketlerinde istedikleri gibi tasarruf eden hükümdarlar gibi yeryüzünde diledikleri gibi tasarruf yapan halifeler, yahut iman etmeyen ve salih ameller yapmayan insanlara halef kılacağını vaat etmiştir. Nitekim Allah, Mısır'da firavun ve kavminin helakından sonra ve Şam bölgesinde de Cebabîre kavimlerinin helakından sonra İsrailoğullarını, onların yerine halife kılmıştır. Yahut kendilerinden öncekilerden murad, hem İsrailoğullarıdır hem de daha önceki diğer mümin ümmetlerdir. (Ebüssuûd)
وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْناًۜ يَعْبُدُونَن۪ي لَا يُشْرِكُونَ ب۪ي شَيْـٔاًۜ
وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ cümlesi, kasemin cevabına matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelam olan cümlede takdim-tehir sanatı vardır. لَهُمْ , ihtimam için mef'ûle takdim edilmiştir.
د۪ينَهُمُ ’un sıfatı konumundaki has ism-i mevsûl الَّذِي ’nin sılası olan ارْتَضٰى لَهُمْ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ Allah'ın, onlar için seçip beğendiği dini onların iyiliğine yerleştirmesi, vadedilen nimetlerin en büyüğü olduğu halde önce zikredilmemiş, çünkü nefisler acil hazlara daha çok meyyaldir. Bundan dolayı acil hazların başta zikredilmesi, meyletmek için daha etkilidir. (Ebüssuûd)
Ayette د۪ينَهُمُ dinin, onlara izafe edilmesi ve sonra da ارْتَضٰى لَهُمْ seçilip beğenilmesiyle vasıflandırılması, onların kalplerini alıştırmak, onu ziyadesiyle teşvik etmek ve onda sebat etmenin faziletini belirtmek içindir. (Ebüssuûd)
Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Aynı üslupta gelerek kasemin cevabına atfedilen وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْناًۜ cümlesinin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
اَمْناً ’deki tenvin teşrif ifade eder. (Âşûr)
Allah وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْناًۜ buyurarak korku döneminden sonra güven sağlayacağını da vadetti. Nitekim Peygamberimizin ashabı, Hicretten önce on seneden fazla bir zaman korku içinde yaşadılar; sonra Medine'ye hicret ettiler. Bu dönemde Müslümanlar, sabah akşam silah taşıyorlardı. Hatta bir gün onlardan bir zat dedi ki: “Bizim güven içinde olacağımız bir gün gelmeyecek mi?” Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: “Pek kısa bir zaman sonra sizden binleri, üzerinde hiçbir demir silah bulunmadan büyük kalabalıklar içinde güven içinde yayılacaktır.” İşte o zaman Allah bu ayeti indirdi ve vaadini gerçekleştirip Müslümanları Arap yarımadasına hakim kıldı, onlara doğu ve batı ülkelerinin fethini müyesser kıldı ve Müslümanlar, her milletin çekindiği galip ve muzaffer bir toplum haline geldi.
Bu ayet, açıkça Peygamberimizin peygamberliğinin hak olduğuna delalet etmektedir. Çünkü gaibi vaki olmasından önce olduğu gibi haber vermiştir. (Ebüssuûd)
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Halidî, Vakafât, s. 107)
Ayetteki “Onlara, kendileri için beğendiği din-i İslam'ı, mutlaka payidar kılacak.” ifadesi, “Allah onlar için seçip beğendiği dini, onlar için sabit (devamlı) kılacaktır. O din de İslam'dır.” demektir. (Fahreddin er-Râzî)
يَعْبُدُونَن۪ي cümlesi يُبَدِّلَنَّهُمْ ’deki mef’ûlun halidir. Hal cümleleri, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لَا يُشْرِكُونَ ب۪ي شَيْـٔاً cümlesi ise يَعْبُدُونَن۪ي ’deki failin müekked halidir. وَ ’la gelmeyen bu hal cümlesi bu durumun, sürekli bir özellik olduğuna işaret eder. Hal sahibinin durumunu tekid ifade ettiği için fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Tekid edici halin başına وَ gelmez.
Menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
شَيْـٔاً ’deki tenvin kıllet ve nev ifade eder. Bilindiği gibi menfi siyakta nekre, selbin umumuna işaret eder.
Ayette muzari sıygada gelen fiiller hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Zeccâc, bu ifadenin, “Allah, sizden, iman edip salih amel işleyenlere, ibadet etmeleri ve Allah'a ihlaslı olmaları halinde, şöyle şöyle yapacağını vadetmiştir.” manasında olmak üzere hal mevkiinde olabileceği gibi onları medih (övme) sadedinde gelmiş, bir müste'nef cümle de olabileceğini söylemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
يَعْبُدُونَن۪ي لَا يُشْرِكُونَ ب۪ي شَيْـٔاً sözü, anılan vaadin, tevhid itikadı üzerinde sebat etmek ve ibadette Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak şart ve kaydına bağlı olduğunu bildirmektedir. (Ebüssuûd)
Ayetteki kasem, kasem lamlarının tekrarı, fiillerdeki tekid nunları, Allah Teâlâ’nın vaadinin mutlaka yerine geleceğinin göstergeleridir.
خَوْفِ - اَمْناً kelimeleri arasında tıbâk-ı icâb sanatı vardır.
وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ - يَعْبُدُونَن۪ي kelimeleri arasında gaibden mütekellime geçişte güzel bir iltifat sanatı vardır.
الَّذ۪ينَ - الَّذِي ile يَسْتَخْلِفَنَّهُمْ - اسْتَخْلَفَ ve اٰمَنُوا - اَمْناًۜ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
ارْتَضٰى - الْاَرْضِ kelimelerinde cinas-ı nakıs vardır.
وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
وَ istînâfiyyedir. Cümle müstenefedir. Şart üslubunda haberî isnaddır.
Şart cümlesi, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
مَنْ şart ismi mübteda, كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ cümlesi mübtedanın haberidir. Müspet mazi fiil sıygasında gelmiştir. Haberin mazi sıygada fiil cümlesi olması hükmü takviye, hudûs, sebat, istikrar ve temekkün ifade eder.
İşaret isminde istiare vardır. Muzâfun ileyh konumundaki ذٰلِكَ ile duruma işaret edilmiştir.
Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
اٰمَنُوا - كَفَرَ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ, mübteda ve haberden oluşmuş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle fasıl zamiriyle tekid edilmiştir. Fasıl zamiri ve müsnedin الْ takısıyla marife olması kasr ifade eder. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır.
Haberin şart üslubunda verilmesi daha etkili ve beliğdir.
Müsnedün ileyh işaret ismiyle marife olmuştur. İşaret ismi, işaret edilen kelimeyi kâmil bir şekilde tarif edip ortaya çıkarır. Öyle ki kendisinden bahsedilen şey çok net olarak ortaya çıkar. Ayrıca bahsedilen şeyin açıklanmasının çok önemli olduğuna delalet eder ve muhatabın muhayyilesinde canlanmasını sağlar. Bütün bunlara ilaveten burada o kişileri tahkir ifade eder.
هم zamiri mübteda ile haberin arasına girdiği için îrabdan mahalli olmayan fasl zamiri olarak isimlendirilmiştir. Bu zamir tekid ifade eder. Pekiştirme dışındaki bir faydası da ihtisas ifade etmesidir. Böylece kendisinden sonra gelen kelime de sıfat değil haber olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu cümlede müsned olan الْفَاسِقُونَ ’nin cins ifade eden lâm ile marife gelişi ve هُمُ fasıl zamiri ile hasr olması, bu fasıklık vasfının müsnedün ileyhte kemâl derecede olduğunu ifâde eder. (Âşûr)
Cevap cümlesinde müsnedün ileyhin uzağı gösteren işaret ismi olması onları tahkir ve tevbih ifade eder. هُمُ, cümleyi tekid eden fasıl zamirdir. Onların fasıklar olduğu kesin bir dille bildirilmiştir. Haber olan الْفَاسِقُونَ ism-i fail vezninde gelmiştir.
İsim cümlesinde yer alan ism-i fail, çoğunlukla sübût ve süreklilik anlamı ifade eder. Bunun manası, fasık olma özelliğinin, onlarda sabit olduğudur.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)