فَاَذَاقَهُمُ اللّٰهُ الْخِزْيَ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَكْبَرُۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَأَذَاقَهُمُ | onlara taddırdı |
|
2 | اللَّهُ | Allah |
|
3 | الْخِزْيَ | rezillik |
|
4 | فِي |
|
|
5 | الْحَيَاةِ | hayatında |
|
6 | الدُّنْيَا | dünya |
|
7 | وَلَعَذَابُ | azabı ise |
|
8 | الْاخِرَةِ | ahiret |
|
9 | أَكْبَرُ | daha büyüktür |
|
10 | لَوْ | keşke |
|
11 | كَانُوا |
|
|
12 | يَعْلَمُونَ | bilselerdi |
|
Tefsirlerde, 24. âyette inanç yönünden iki insan tipinin durumu arasında bir karşılaştırma yapıldığı kabul edilir. Bunlardan inkârcı olması sebebiyle cehenneme atılacak olan zikredilmekle birlikte, bunun kiminle karşılaştırılabileceği belli olduğu için âyette onun zikredilmesine gerek görülmemiştir. Müfessirler, bu karşılaştırmada zikredilmeyen tarafı belirtmek üzere, “âhirette kendisini ateşten korumak gibi bir tehlikeyle karşılaşmayacak olan mümin” veya “mutluluğu hak eden mümin” ya da “cennette olan mümin” gibi içerik olarak birbirinden farklı olmayan değişik açıklamalar yapmışlardır (Taberî, XXIII, 212; Şevkânî, IV, 526).
İnsan, bir tehlikeye karşı yüzünü başka bir uzvu ile korumaya çalışır ama yüzünü bir koruma aracı olarak kullanması mümkün değildir. Buna göre 24. âyetteki “şiddetli azaba karşı kendini yüzüyle korumaya çalışma” ifadesi, cehenneme atılan birinin, artık en değerli varlığı olan yüzünü dahi koruma imkânından yoksun kalacağı, tamamen çaresizlik içinde bulunacağı anlamına gelmektedir (İbn Âşûr, XXIII, 393). Sonuçta âyet, “zalimler”in yani Allah’a ait olan tanrılığı Allah’tan başkasına tanımak yahut O’nu inkâr etmekle en büyük haksızlığı işleyenlerin ve daha başka haksızlıklar yapanların acıklı durumunu dile getirmekte; bunun sebebinin de yine onların bizzat kendileri, kendi kazandıkları olduğunu hatırlatmaktadır. 25-26. âyetlerde ise ilâhî hakikatleri yalan sayıp inkâr ve isyanlarını sürdüren eski toplulukların, daha bu dünyada belâlarını buldukları, rezilliği tattıkları, âhirette ise daha ağır cezaya çarptırılacakları belirtilerek insanlığa dünya ve âhiret hayatlarını kurtarmaları hususunda hayatî bir uyarıda bulunulmaktadır.
فَاَذَاقَهُمُ اللّٰهُ الْخِزْيَ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ
Ayet, atıf harfi فَ ile önceki ayete matuftur. Fiil cümlesidir.
اَذَاقَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اللّٰهُ lafza-i celâli fail olup lafzen merfûdur.
الْخِزْيَ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. فِي الْحَيٰوةِ car mecruru اَذَاقَ fiiline mütealliktir. الدُّنْيَا kelimesi الْحَيٰوةِ ‘ın sıfatı olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَذَاقَهُمُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi ذوق ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَكْبَرُۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
وَ istînâfiyyedir. لَ ibtidâiyye olup tekid içindir. عَذَابُ mübteda olup lafzen merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. الْاٰخِرَةِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. اَكْبَرُۢ haber olup lafzen merfûdur.
لَوْ gayr-ı cazim şart harfidir. Şartın cevabı mahzuftur, Takdiri, ما كذّبوا رسلهم في الدنيا (Dünyada resulleri yalanlamazlardı.) şeklindedir.
كَانُوا nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamiridir, mahallen merfûdur.
يَعْلَمُونَ fiili كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur. يَعْلَمُونَ fiili نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
فَاَذَاقَهُمُ اللّٰهُ الْخِزْيَ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ
Ayet, …فَاَتٰيهُمُ الْعَذَابُ cümlesine hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Müsnedün ileyh hükmün illetini bildirmek ve korkuyu artırmak için lafza-i celâlle gelmiştir.
فِي الْحَيٰوةِ car mecruru اَذَاقَهُمُ fiiline ya da mahzuf hale mütealliktir. الدُّنْيَا kelimesi الْحَيٰوةِ için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا ibaresinde istiare vardır. Burada zarfiyye olan فِي harfi, kendi manasında kullanılmamıştır. Hayat içine girilmeye müsait bir şey değildir. Fakat dünyadaki yaşamı mübalağalı bir şekilde belirtmek üzere bu harf على yerine kullanılmıştır. Hayatın içinde olmak, adeta bir şeyin bir kabın içinde muhâfaza edilmesine benzetilmiştir.
İnkârcılarla, dünya hayatı arasındaki mutlak irtibat, zarf ve mazrûf arasındaki mutlak irtibata benzetilmiştir. Câmi’; temekkün (yerleşme, sabit olma)’dür.
فَاَذَاقَهُمُ اللّٰهُ الْخِزْيَ [Allah onlara rezilliği tattırdı] ifadesinde istiare vardır. Rezillik tadılacak bir yiyeceğe benzetilerek istiare yoluyla bulundukları durum etkili bir tarzda ifade edilmiştir.
الإذاقَةِ ‘’tattırmak” ifadesi, rezilliğin aşağılandığı tahyîli istiaredir. Akli olan hissi olana benzetilmiştir. (Âşûr)
وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَكْبَرُۢ
وَ , istînâfiyyedir. İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
İbtida lamı ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. Cümleye dahil olan لَ , isim cümlesinin anlamını pekiştirmek için mübtedadan önce gelir. عَذَابُ الْاٰخِرَةِ mübteda, اَكْبَرُۢ haberdir.
Müsnedün ileyh olan لَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ ’nin, izafet formunda gelmesi az sözle çok anlam ifade kastına matuftur.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin, izafet formunda gelmesi az sözle çok anlam ifade kastına matuftur.
اَكْبَرُۢ ism-i tafdil kalıbında gelerek mübalağa ifade etmiştir. Gayri munsarif olması sebebiyle tenvin almamıştır.
وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَكْبَرُۢ cümlesiyle فَاَذَاقَهُمُ اللّٰهُ الْخِزْيَ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
الدُّنْيَاۚ - الْاٰخِرَةِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Ayetin son cümlesi, istînâfiyye olarak fasılla gelen şart üslubunda inşâî isnaddır. Fasıl sebebi kemâl-i inkıtâdır. كَان ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, şarttır. Faide-i haber ibtidaî kelam olan şart cümlesinin cevabı mahzuftur. Şartın cevabının hazfı, icaz-ı hazif sanatıdır.
Şartın, takdiri ما كذّبوا رسلهم في الدنيا (Dünyada, resulleri yalanlamazlardı.) olan cevabı, mahzuftur. Bu hazif, muhatabın muhayyilesini kısıtlamadan serbestçe düşünebilmesini sağlar.
Bu takdire göre mahzuf cevap ve mezkûr şart cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
كَان ’nin haberi olan يَعْلَمُونَ ‘nin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi, durumun yenilenerek tekrar ettiğine (teceddüt) işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s.103)
كَان ’in haberi muzari fiil olduğunda, genellikle devam edegelen maziye, âdet haline gelmiş davranışlara delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ‘nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)
Kur'an-ı Kerim’de birçok yerde muhatabın uyanık, enerjik, şuurlu olması için şartın cevabı zikredilmemiştir. Adeta ondan bu boşluğu lügavi açıdan doldurması ve bununla kelam arasındaki farkı değerlendirmesi istenir. Bu takdir onun îcâzına olan yakînlığı arttırır. Sanki bu ayetler Kur'an'daki duraklardır. Okuyucu tedebbür etmek ve yakînini arttırmak için yolculuğuna burada biraz ara verir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mim Sûreleri Belâği Tefsiri, Ahkaf/10, c. 7, S. 117)