Ahkaf Sûresi 18. Ayet

اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ ف۪ٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۜ اِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِر۪ينَ  ...

İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde, haklarında o sözün (azabın) gerçekleştiği kimselerdir. Şüphesiz onlar ziyana uğrayanlardır.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أُولَٰئِكَ işte onlar
2 الَّذِينَ kimselerdir
3 حَقَّ hak olan ح ق ق
4 عَلَيْهِمُ kendilerine
5 الْقَوْلُ (azab) söz(ü) ق و ل
6 فِي arasında
7 أُمَمٍ toplulukları ا م م
8 قَدْ gelip geçen
9 خَلَتْ gelip geçen خ ل و
10 مِنْ
11 قَبْلِهِمْ kendilerinden önce ق ب ل
12 مِنَ -den
13 الْجِنِّ cin(ler)- ج ن ن
14 وَالْإِنْسِ ve insan(lardan) ا ن س
15 إِنَّهُمْ gerçekten onlar
16 كَانُوا ك و ن
17 خَاسِرِينَ ziyana uğrayanlardır خ س ر
 

Ana babaların çocuk eğitimi, çocuğun kimlik ve kişilik kazanması konusunda önemli rolleri ve etkileri vardır. İstisnaları bulunmakla beraber ebeveynler, çocuklarının da kendileri gibi inanmalarını ister, bunun için çaba gösterirler. 17. âyet bu genel çerçeve içinde inanan ebeveyn ile inkâr eden bir evlât arasındaki tartışmayı tasvir ediyor. Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdurrahman, önce inanmaz iken sonra inanmış ve iyi bir insan olmuştur, Zeccâc gibi bazı tefsirciler âyetin bu olay üzerine geldiğini ileri sürmüşlerse de –burada örnek verilen evlat ve benzerlerinin cehennemlik oldukları âyette ifade edildiği için– bu yorum haklı olarak genellikle kabul görmemiştir. Muâviye’nin Medine valiliğine getirdiği Mervân b. Hakem, onun emri gereğince halkı Yezîd’in veliahtlığı için biat etmeye zorluyordu. Abdurrahman, “Bu Herakliyüs usulüdür, siz bunu mu getiriyorsunuz?” diyerek biata itiraz etti. Mervân, açıklamakta olduğumuz âyeti kastederek, “İşte bu âyet senin için gönderildi”dedi ve Abdurrahman’ın tutuklanmasını emretti. Abdurrahman kardeşi Hz. Âişe’nin evine sığınarak kurtuldu. Hz. Âişe, Mervân’ın hakaret ve iddiasını reddederek, “Bizim hakkımızda gelen âyet bu değil, benim beratımla ilgili olan âyettir” dedi (İbn Kesîr, VII, 266-267; Buhârî, “Tefsîr”, 46/1).

İleride, 29-33. âyetlerde cinlerin de Kur’an’ı dinledikleri, bir kısmının ona inandığı açıklanacaktır. 18. âyette hem bir gerçeği bildirmek hem de cinlerle ilgili bilgi edinmeye teşvik için “inkâr eden insanlarla beraber cinlerin de cezalarını çekecekleri” zikredilmektedir. 

 

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 34-35
 

اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ ف۪ٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۜ 

 

Ayet, önceki cümledeki mübteda  الَّذ۪ي ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur. 

İsim cümlesidir. İşaret ismi  اُو۬لٰٓئِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ  mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  حَقَّ ‘dır. Îrabdan mahalli yoktur. 

حَقَّ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  عَلَيْهِمُ  car mecruru  حَقَّ  fiiline mütealliktir.  الْقَوْلُ  fail olup lafzen merfûdur.  ف۪ٓي اُمَمٍ  car mecruru  عَلَيْهِمُ ‘deki zamirin mahzuf haline mütealliktir.  

قَدْ خَلَتْ  cümlesi  اُمَمٍ ‘nin sıfatı olarak mahallen mecrurdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.

Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat.

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder. Fiil cümlesidir. خَلَتْ  fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ  te’nis alametidir.  مِنْ قَبْلِهِمْ  car mecruru  خَلَتْ  fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مِنَ الْجِنِّ  car mecruru  خَلَتْ ‘in failinin mahzuf haline mütealliktır.  الْاِنْسِۜ  atıf harfi  وَ ‘la makabline matuftur.


اِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِر۪ينَ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. هُمْ  muttasıl zamir  اِنَّ ‘nin ismi olarak mahallen mansubdur.  كَانُوا  ile başlayan isim cümlesi  اِنَّ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur. 

كَانَ  nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.  كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan  و  muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur.

خَاسِر۪ينَ  kelimesi  كَانُوا  ’nun haberi olup nasb alameti  ي ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.

خَاسِر۪ينَ  kelimesi, sülasi mücerredi olan  خسر  fiilin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ ف۪ٓي اُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۜ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.  اُو۬لٰٓئِكَ  mübteda,  الَّذ۪ينَ  haberdir, mahallen merfûdur. 

Cümlede müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edilenleri tahkir ifade eder.

Müsnedin ism-i mevsûlle marife olması, sonraki habere dikkat çekmek içindir. Ayrıca onların muhatap tarafından bilinen kişiler olduklarını bize gösterir.

İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan  حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ ف۪ٓي اُمَمٍ  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  عَلَيْهِمُ , durumun onlara has olduğunu vurgulamak için fail olan  الْقَوْلُ ’ye takdim edilmiştir.

Cümlede icaz-ı hazif vardır.  ف۪ٓي اُمَمٍ  car mecruru  عَلَيْهِمُ ‘deki zamirin mahzuf haline mütealliktir. Kelimedeki nekrelik kesret ve nev ifade eder.

قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۜ  cümlesi,  اُمَمٍ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.  قَدْ , tekid ifade eden tahkik harfidir. Mazi fiile dahil olduğunda kesinlik ifade eder. 

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

جِنِّ - اِنْسِۜ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.


اِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِر۪ينَ

 

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

اِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.

İsim cümleleri zamandan bağımsız sübut ifade ederler. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa  asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsned, nakıs fiil  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şeklinde gelmiştir.  خَاسِر۪ينَ  kelimesi  كَانَ ’nin haberidir.

كَان ’nin haberi, isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhan Suresi s.124)

خَاسِر۪ينَ  ism-i fail vezninde gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.

İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, Tevbe Suresi, 120-121, s. 80)