وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ ف۪يهَٓا اَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِۙ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ فَمَنْ تَصَدَّقَ بِه۪ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُۜ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَكَتَبْنَا | ve yazdık |
|
2 | عَلَيْهِمْ | onlara |
|
3 | فِيهَا | onda |
|
4 | أَنَّ | mukakkak |
|
5 | النَّفْسَ | cana |
|
6 | بِالنَّفْسِ | can |
|
7 | وَالْعَيْنَ | ve göze |
|
8 | بِالْعَيْنِ | göz |
|
9 | وَالْأَنْفَ | ve buruna |
|
10 | بِالْأَنْفِ | burun |
|
11 | وَالْأُذُنَ | ve kulağa |
|
12 | بِالْأُذُنِ | kulak |
|
13 | وَالسِّنَّ | ve dişe |
|
14 | بِالسِّنِّ | diş |
|
15 | وَالْجُرُوحَ | ve yaralara |
|
16 | قِصَاصٌ | kısas |
|
17 | فَمَنْ | kim |
|
18 | تَصَدَّقَ | bağışlarsa |
|
19 | بِهِ | bunu |
|
20 | فَهُوَ | o |
|
21 | كَفَّارَةٌ | keffaret olur |
|
22 | لَهُ | kendisi için |
|
23 | وَمَنْ | ve kim |
|
24 | لَمْ |
|
|
25 | يَحْكُمْ | hükmetmezse |
|
26 | بِمَا | ile |
|
27 | أَنْزَلَ | indirdiği |
|
28 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
29 | فَأُولَٰئِكَ | işte |
|
30 | هُمُ | onlar |
|
31 | الظَّالِمُونَ | zalimlerdir |
|
Önceki peygamberler vasıtasıyla bildirilen hükümler Hz. Muhammed’in ümmetine nisbetle iki kısma ayrılır: 1. Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in sünnetinde yer almayanlar. Bunların müslümanlar için bağlayıcı olmadığı hususunda bütün bilginler fikir birliği içindedir. 2. Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in sünnetinde zikri geçen hükümler. Bunları üçe ayırmak gerekir: a) Müslümanlar açısından yürürlükten kaldırılmış olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bunların müslümanlar için geçerli olmadığı hususunda bilginler fikir birliği etmişlerdir.
Meselâ En‘âm sûresinin 145-146. âyetlerinde söz konusu edilen tırnaklı hayvanların yahudilere haram kılınmasına dair hüküm böyledir. b) Müslümanlar hakkında da geçerli olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bunlar müslümanlar için de bağlayıcıdır. Bakara sûresinin 183. âyetinde anılan oruç hükmü bu türe örnek teşkil eder. c) Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in ifedelerinde kabul veya red işareti olmaksızın zikri geçen ve müslümanlar bakımından yürürlükten kaldırıldığına dair bir delil bulunmayan hükümler.
Bunların müslümanlar bakımından bağlayıcı olup olmadığı İslâm âlimlerince tartışılmıştır; fakat çoğunluk bağlayıcı olduğu kanaatindedir. Açıklamakta olduğumuz âyet de bu son çeşit kapsamındadır (bu konuda bilgi için bk. Zekiyyüddin Şa‘bân, s. 208-212). Yaşama hakkına kasten tecavüz edilip haksız yere öldürülen insanın canının bedeli, katilin canıdır, yani kısas yapılarak katilin de öldürülmesidir. Bir can yerine birden fazla can almak veya noksan vermek haksızlıktır.
Ancak hak sahibi (maktulün velisi) noksanı kabul ederse bu câiz olur. Âyette sayılan organlar da böyledir: Göz gözün, kulak kulağın, burun burnun, diş dişin dengidir; yaralamalar da dengi ile kısas yapılır. Âyette zikredilmeyen fakat dengiyle kısas yapılabilen diğer organlar da böyledir. Telef edilen bir hak ancak misliyle ödenir. Kısas, “kasten ve haksız yere birini öldüren kimsenin ceza olarak öldürülmesi” veya “birini yaralayan kimsenin misilleme yoluyla yaralanarak cezalandırılması” anlamına geldiği için dengi bulunmayan veya dengini koruyamama ihtimali bulunan yaralamalarda kısas yapılmaz.
Bu tür suçları işleyenler tazminat öderler; ayrıca gerekirse ta‘zir yoluyla cezalandırılırlar. İslâm, kısası insanları öldürmek veya organlarını telef etmek maksadıyla değil, insan hayatını korumak maksadıyla meşrû kılmıştır. Bu sebeple kim kısas hakkından vazgeçip câniyi bağışlarsa onun bu asil davranışının günahlarının affedilmesine vesile olacağı haber verilmiştir. Çünkü bu davranış bir insana hayat kazandırmaktadır.
Yüce Allah bir insana hayat kazandırana bütün insanlara hayat kazandırmış gibi sevap vereceğini vaad etmiştir (bk. Mâide 5/32). Meâlinde “Kim kısası bağışlarsa bu kendisi için bir kefâret olur” diye tercüme edilen cümle iki şekilde yorumlanabilir:
Birincisine göre öldürülenin velisinin veya yaralının öldüreni veya yaralayanı affetmesi kendi günahları için kefâret olur. Genellikle müfessirler âyeti bu anlamda yorumlamışlardır. Nitekim Bakara sûresinin 178. âyeti ile Hz. Peygamber’in hadisi de bu anlamı destekler mahiyettedir: “Kim bedeninden bir şeyi tasadduk ederse (kendisini yaralayanı bağışlarsa) bağışladığı şeyin mânevî değeri kadar günahı affedilir” (Müsned, V, 316, 330).
İkincisine göre yaralanan kimse veya öldürülenin velisi yaralayanı veya öldüreni affederse bu, suçlu için kefâret olur. Allah o kimseyi cezalandırmaz, affedenin sevabını da verir. Sonuç olarak denilebilir ki, Tevrat’a göre adam öldürmenin ve yaralamanın cezası kısastır (bk. Levililer, 24/17-21; Sayılar, 35/16-21). Matta İncili’ne göre kısasın yanında bağışlama seçeneği de getirilmiştir (5/38-39). İslâm’da ise kısas istemek maktûlün yakınlarıyla yaralanan mağdurun hakkıdır. Ancak bunların kısası bağışlama ve diyete çevirme hakları da vardır. Bunların dışındaki herhangi bir kişi ve kurumun bunların rızâsı hilâfına suçluyu affetme yetkisi yoktur. Yüce Allah gerek kısası emretmek gerekse câninin affına izin vermekle insan hayatının korunmasını ve dokunulmazlığını esas almıştır (kısas hakkında bilgi için bk. Bakara 2/178-179).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 279-282
Resul-i Ekrem: “ Bir kimse kendisini yaralayana misilleme yapmaktan vazgeçerse , bağışladığı ölçüde Allah da onu bağışlar “ buyurmuştur.
(Ahmed b. Hanbel, Musned ,V ,316,329; Elbani, Silsiletu’l-ehadisi’s-sahiha, V,343-344,nr. 2273). (Ayet ve hadislerle açıklamalı KUR’AN-I KERİM MEALİPROF. DR. MEHMET YAŞAR KANDEMİR)
أنْفٌ sözcüğü bildiğimiz burun organının adıdır. Bu temel anlamdan sonra bir şeyin uç, kenar bölümü, en yukarısı veya uzantılı ve çıkıntılı kısmı için de kullanılmaktadır. . (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 3 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri enfiye ve istinaftır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
سنّ Bu kelime bildiğimiz diş demektir. مِسَنٌّ kendisiyle biletilip şekil verilen alettir (bileği taşı). سِنَان sözcüğü özellikle mızrağın başına takılan uçtur. سُنَن الطَّرِيق yolun ana kısmı, ortası demektir. سُنَّةُ الْوَجْهِ yüzdeki çizgi veya kırışıklıktır. سُنَّةُ اللّهِ Yüce Allah’ın hikmet ve taat yolunu ifade etmek için kullanılır. سُنَّةُ النَّبِيِّ Hz. Peygamber’in yaşadığı, takip ettiği yol/hayat biçimidir. Yine Kuran-ı Kerim’de üç defa ve hepsi de aynı surede geçmiş olan (Hicr) مَسْنُون kelimesinin ‘değişmiş, şekil verilmiş’ anlamında olduğu söylenmiştir. (Müfredat)
Ebu Hilâl El- Askerî Furuq fi-lluğa isimli eserinde bu maddeyle ilgili özet olarak ‘…Sünnet ile Âdet arasındaki fark ise; âdetin insanın kendisinden önceki bir uygulamayı sürdürmesi, sünnetin ise daha önce geçmiş olan bir örneğe göre hareket etmesi olduğunu söyleyebiliriz. Sünnet köken itibarıyla sûret (şekil) anlamına gelir.’ demiştir. Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 21 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri sünnet ve sünnidir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ ف۪يهَٓا اَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِۙ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. كَتَبْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
عَلَيْهِمْ car mecruru كَتَبْنَا fiiline müteallıktır. ف۪يهَٓا car mecruru aynı şekilde كَتَبْنَا fiiline müteallıktır.
اَنَّ ve masdar-ı müevvel, كَتَبْنَا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.
اَنَّ harfi, اِنَّ gibi ismini nasb haberini ref eder. İsim cümlesinin manasını masdara çevirir ve tekid eder.
النَّفْسَ kelimesi اَنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubtur. بِالنَّفْسِ car mecruru اَنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. Takdiri, أنّ النفس مأخوذة بالنفس (Muhakkak ki nefse karşılık alınmış bir nefstir.) şeklindedir.
الْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ kelimeleri atıf harfi وَ ’la اَنَّ ’nin ismi النَّفْسَ’ye matuftur.
قِصَاصٌ kelimesi mahzuf habere matuftur.
فَمَنْ تَصَدَّقَ بِه۪ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُۜ
فَ istînâfiyyedir. مَنْ şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. تَصَدَّقَ şart fiili olup mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Aynı zamanda mübtedanın haberidir.
بِه۪ car mecruru تَصَدَّقَ fiiline müteallıktır.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
كَفَّارَةٌ kelimesi haber olup lafzen merfûdur. لَهُ car mecruru كَفَّارَةٌ ’un mahzuf sıfatına müteallıktır.
تَصَدَّقَ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi صدق ’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
وَ istînâfiyyedir. مَنْ şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. لَمْ يَحْكُمْ fiili مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur.
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يَحْكُمْ meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
مَٓا müşterek ism-i mevsûlu, بِ harf-i ceriyle birlikte يَحْكُمْ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası اَنْزَلَ اللّٰهُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اَنْزَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup mahallen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. İsm-i işaret olan اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
هُمُ fasıl zamiridir. الظَّالِمُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
Veya munfasıl zamir هُمُ ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur. الظَّالِمُونَ ise haberidir. هُمُ الظَّالِمُونَ isim cümlesi ism-i işaret اُو۬لٰٓئِكَ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.
الظَّالِمُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan ظلم fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ ف۪يهَٓا اَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِۙ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ
وَ atıftır. كَتَبْنَا önceki ayetteki اَنْزَلْنَا ’ya matuftur. Atıf sebebi temâsüldür. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Masdar ve tekid harfi اَنَّ ’nin dahil olduğu النَّفْسَ بِالنَّفْسِۙ cümlesi, masdar teviliyle كَتَبْنَا fiilinin mef’ûlü konumundadır. بِالنَّفْسِۙ mahzuf habere müteallıktır.
Faide-i haber inkârî kelam olan cümlede اَنَّ ’nin haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri; أنّ النفس مأخوذة بالنفس (Muhakkak ki nefse karşılık alınmış bir nefstir.) şeklindedir.
Aynı üsluptaki dört cümle masdar-ı müevvele tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir.
النَّفْسَ - الْعَيْنَ- الْاَنْفَ - الْاُذُنَ - السِّنَّ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve bu kelimelerin tekrarlanmasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Mübteda ve haberden müteşekkil isim cümlesi وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ cümlesi de masdar-ı müevvele matuftur.
والجُرُوحَ قِصاصٌ ifadesinin aslı ذاتُ قِصاصٍ şeklindedir. Muzâf hazfedilmiştir. (Âşûr)
كَتَبْنَا fiili شرعنا manasında kullanıldığı için istiare vardır.
Kısas hükmü ıtnâbtan tefri’ suretiyle önemine binaen tek tek sayılmıştır. Ayrıca yanlış anlamayı önlemek için tetmim ve ihtiras ıtnâbıdır. Bu hüküm Tevrat’ta da vardı. Uygulamada yanlış yola sapıldığı için hüküm pekiştirilerek anlatılmıştır.
Ayet-i kerime tazammuni olarak; bir yandan rahmet-i ilâhiyi, diğer yandan adalet-i ilâhiyi ifade eder. Azaları yaralanan kimse için merhameti, yaralayan kimsenin çekeceği cezayı bildirmekle de adaletin tecellisini bildirir.
فَمَنْ تَصَدَّقَ بِه۪ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُۜ
وَ istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Şart ismi مَنْ mübteda, تَصَدَّقَ بِه۪ فَهُوَ şart cümlesidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُ, sübut ifade eden isim cümlesi olup faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır ve mübteda olan مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur.
“Affedin” yerine, “sadaka olarak verin” ibaresinin gelmesi istiaredir. Affetme işinin kolay olmadığını, zorlanıldığını belirtmek için tefa’ul babından gelmiştir.
لَهُ ibaresindeki zamir hem sadakayı yapana hem de diğerine ait olabilir. Tevcih düşünebiliriz.
Sadaka vermek burada kısas olayını affetmek manasındadır.
Tasadduk kelimesinin kullanılması, ziyadesiyle teşvik içindir. (Ebüssuûd)
بِه۪ ifadesindeki zamirin, hem affedene hem de affolunana râci olması muhtemeldir. Affedene râci olması halinde ifadenin manası, “Yaralanan kimse veya maktulün velisi, affettiklerinde bu, affedenler için bir kefaret olur.” şeklinde olur. (Fahreddin er-Râzî)
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
وَ istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Şart ismi مَنْ mübteda, لَمْ يَحْكُمْ şart cümlesidir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَٓا ’nın sılası اَنْزَلَ اللّٰهُ, faide-i haber ibtidaî kelam olan mazi fiil cümlesidir.
Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle gelmesi emre itaati sağlamak içindir. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla اللّٰهُ isminde tecrîd sanatı vardır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ, fasıl zamiri ve haberin tarifi ile tekid edilmiş isim cümlesi olup faide-i haber inkârî kelamdır. İsme isnad edilmiş bu isim cümlesi sübut ifade eder.
İsim cümlesindeki ism-i fail الْكَافِرُونَ, istimrara delalet eder.
Cevap cümlesinde müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi tahkir ifade eder.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır ve mübteda olan مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur.
Önceki ayetin fasılasıyla bu cümle hemen hemen aynı gelmiştir. Orada geçen الْكَافِرُونَ kelimesi yerine burada الظَّالِمُونَ gelmiştir. Aralarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Ayette كَتَبْنَا ’daki azamet zamirinden, son cümlede اللّٰهُ lafzıyla gaibe iltifat edilmiştir.
Yahudiler kendi kabilelerinde kısas uygular, diğer kabileler için uygulamazlarmış. Nadir ve Kurayza kabileleri. Bu ayet onlar hakkında nazil olmuştur.
Ayet-i kerimede cem’ ma’at-taksim ve teşâbüh-i etrâf vardır.
Bu sayfada حكم fiili 8 kere geçmiştir.
Bu ifadeyle ilgili şöyle bir soru bulunmaktadır. Allah Teâlâ, ilk önce [Onlar, kâfirlerin ta kendileridir] (Maide Suresi, 44) buyurmuş, burada da [Onlar, zalimlerin ta kendileridir] buyurmuştur. Halbuki küfür, zulümden daha büyüktür. Binaenaleyh tehditlerin en büyüğünü önce zikredince bundan sonra bundan daha hafifini zikretmedeki fayda nedir?
Cevap: Küfür, Mevla’nın nimetlerini inkâr ve o nimetlerin O’ndan olduğunu kabul etmemek olması bakımından, küfürdür. Ama nefsin, devamlı ve şiddetli bir azap bırakılmasını gerektirmiş olması bakımından da nefse karşı işlenmiş bir zulümdür. Binaenaleyh önceki ayette Cenab-ı Hakk, kişinin Allah Teâlâ hakkındaki kusuru hususunda ilgili olanları; bu ayette de, kişinin kendisi hakkındaki kusurlarıyla ilgili olanları zikretmiştir. (Fahreddin er-Râzî)