اِنَّٓا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰيةَ ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذ۪ينَ اَسْلَمُوا لِلَّذ۪ينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۜ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّا | gerçekten |
|
2 | أَنْزَلْنَا | biz indirdik |
|
3 | التَّوْرَاةَ | Tevrat’ı |
|
4 | فِيهَا | onda vardır |
|
5 | هُدًى | yol gösterme |
|
6 | وَنُورٌ | ve nur |
|
7 | يَحْكُمُ | hüküm verirlerdi |
|
8 | بِهَا | onunla |
|
9 | النَّبِيُّونَ | peygamberler |
|
10 | الَّذِينَ | öyle ki |
|
11 | أَسْلَمُوا | İslam olmuş |
|
12 | لِلَّذِينَ | kimselere |
|
13 | هَادُوا | yahudi(lere) |
|
14 | وَالرَّبَّانِيُّونَ | ve Rabbanilere |
|
15 | وَالْأَحْبَارُ | ve alimlere |
|
16 | بِمَا | dolayı |
|
17 | اسْتُحْفِظُوا | korumakla görevlendirildiklerinden |
|
18 | مِنْ |
|
|
19 | كِتَابِ | Kitabını |
|
20 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
21 | وَكَانُوا | idiler |
|
22 | عَلَيْهِ | onun üzerine |
|
23 | شُهَدَاءَ | şahitler |
|
24 | فَلَا |
|
|
25 | تَخْشَوُا | korkmayın |
|
26 | النَّاسَ | insanlardan |
|
27 | وَاخْشَوْنِ | benden korkun |
|
28 | وَلَا |
|
|
29 | تَشْتَرُوا | ve satmayın |
|
30 | بِايَاتِي | benim ayetlerimi |
|
31 | ثَمَنًا | bir paraya |
|
32 | قَلِيلًا | azıcık |
|
33 | وَمَنْ | ve kim |
|
34 | لَمْ |
|
|
35 | يَحْكُمْ | hükmetmezse |
|
36 | بِمَا | ile |
|
37 | أَنْزَلَ | indirdiği |
|
38 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
39 | فَأُولَٰئِكَ | işte |
|
40 | هُمُ | onlar |
|
41 | الْكَافِرُونَ | kafirlerdir |
|
“Rablerine teslim olmuş zâhidler” diye tercüme edilen rabbâniyyûn kelimesi, rabbânînin çoğulu olup “dinî ilimlerle, özellikle Tevrat’la meşgul olan ve halka doğru inanç öğreten yahudi din âlimleri” demektir (bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/79, 146). “Bilginler” diye tercüme ettiğimiz ahbâr ise yahudi din bilgini anlamına gelen hibr veya habr kelimesinin çoğulu olup Arapça’da “yazılı veya şifahî güzel eserler veren, güzel üslûp sahibi bilginler” anlamında kullanılmaktadır. İbrânîce’si ise haber (çoğulu haberîm) olup “arkadaş, meslektaş” anlamına gelmektedir. Aynı zamanda Ferîsî mezhebi mensuplarını ifade eden bu kelime Talmud döneminde Beytülmidrâs denilen yerlerde yahudi şeriatını ve dinî ilimleri öğreten, dinin hükümlerini bilen ve yahudi halkı arasında ortaya çıkan meseleleri halleden kişileri ifade ediyordu. Ahbâr, Kur’ân-ı Kerîm’de iki defa rabbâniyyûn kelimesiyle (Mâide 5/44, 63), iki defa da ruhbân kelimesiyle (Tevbe 9/31, 34) birlikte olmak üzere dört defa geçmekte ve yahudi bilgin ve fakihlerini ifade etmektedir (bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Ahbâr”, İFAV Ans., I, 55).
Kur’an’ın açıklamalarından, Tevrat’ın Allah tarafından insanlar için gönderilmiş bir ışık ve bir kılavuz olduğu, Hz. Mûsâ’dan itibaren Hz. Peygamber’in zamanına kadar gelmiş geçmiş peygamberlerin yahudilerin davaları hakkında onunla hüküm verdiği ve onun şeriatıyla amel ettiği anlaşılmaktadır. Ayrıca Kur’an’da İslâm kelimesinin bütün ilâhî dinleri kapsadığı ve peygamberlerin hepsinin müslüman olduğu bildirilmiş (krş. Bakara 2/136; Âl-i İmrân 3/19; Yûsuf 12/101); peygamberlerden hangisi olursa olsun yahudiler hakkında hüküm verecekse –onlar yahudi olarak kaldıkları müddetçe– kendi dinleri ve şeriatlarıyla hükmedeceği ifade edilmiştir. Bununla birlikte “Kendilerini Allah’a vermiş olan peygamberlerden maksat sadece Hz. Muhammed’dir, onu yüceltmek için çoğul kalıbı kullanılmıştır” diyenler de vardır (İbn Âşûr, VI, 208). Bu yoruma göre yahudiler hakkında Tevrat’la hüküm verecek olan, Hz. Muhammed’dir.
Tevrat’la hükmedenler sadece peygamberler değildir; onların vârisleri olan takvâ sahibi rabbânîler ve ahbâr (din bilginleri, fakihler) dahi onunla hükmederler. Çünkü bu peygamberler ve din âlimleri Allah’ın kitabını değiştirilmek ve tahrif edilmekten korumakla görevlendirilmiş ve buna şahit yani gözetleyici olmuşlardır. Allah’ın kitabını korumak ise onun bozulmasını, değiştirilmesini, yanlış anlaşılmasını, kuralsız te’vil edilmesini önlemekle, metnini yazmak, ezberlemek, anlamını ve hükmünü öğrenmek, gereği ile amel etmek ve onu başkalarına öğretmekle olur. Bunu yapmak bazı sıkıntılarla karşı karşıya kalmayı gerektirdiği için Allah “İnsanlardan korkmayın, benden korkun” buyurarak kendi emirlerini uygulamaya kullarını teşvik etmiş, menfaat karşılığında Allah’ın âyetlerinin tahrif edilmemesini istemiş; bunu dikkate almayan ve O’nun âyetleriyle hükmetmeyenlerin kâfir olduklarını, dolayısıyla bunlar için elem verici bir azabın hazırlanmış olduğunu haber vermiştir.
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyerek ilâhî emir ve yasakları çiğneyenlerin durumu bu bağlamda üç açıdan değerlendirilmiş olup işledikleri kusur ve günahın cinsine göre nitelendirilmişlerdir:
Birincisi (44. âyet), Allah’ın indirdiğini inkâr ettikleri veya hafife aldıkları için onunla hükmetmeyenler olup bunlar kâfirlerdir.
İkincisi (45. âyet), Allah’ın indirdiğine inandığı halde onunla hükmetmeyenlerdir. Allah’ın hükmü adaleti, onun zıddı zulmü temsil ettiğinden onunla hükmetmeyenler zalimlerdir.
Üçüncüsü (47. âyet), Allah’ın indirdiği ile hükmetmemek, O’nun emrinden çıkmak mânasına geldiği için onunla hükmetmeyenler fâsıklardır.
Bazı müfessirler bu âyetleri şöyle yorumlamışlardır: “Eğer bir kişi ilâhî hükmü yanlış, kendisinin veya başkasının hükmünü doğru kabul ederek, buna göre hüküm verirse bu kişi kâfir, zalim ve fâsıktır. Eğer bir kişi ilâhî hükmün doğruluğunu kabul eder ve buna aykırı bir hüküm verirse İslâm’ın dışına çıkmış olmazsa da imanına zulüm ve fıskı karıştırmış olur. Eğer bir kişi hayatın her alanında Allah’ın hükmünü inkâr ve reddederse her bakımdan kâfir, zalim ve fâsık sayılacaktır. İlâhî hükmü bazı noktalarda kabul eder, bazılarında reddederse iman ve İslâm’ını küfür, zulüm ve fıskla karıştırmış olur” (Elmalılı, III, 1696; Mevdûdî, I, 429). 44 ve 45. âyetler yahudiler, 47. âyet ise hıristiyanlar hakkında inmiş olmakla birlikte bu hükümler bütün insanlar için geçerli genel kurallar niteliğindedir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 278-279
اِنَّٓا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰيةَ ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. اَنْزَلْنَٓا fiili اَنَّ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
اَنْزَلْنَٓا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur.
التَّوْرٰيةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
ف۪يهَا car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır. هُدًى muahhar mübteda olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
نُورٌ kelimesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذ۪ينَ اَسْلَمُوا لِلَّذ۪ينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ
Fiil cümlesidir. يَحْكُمُ merfû muzari fiildir. بِهَا car mecruru يَحْكُمُ fiiline müteallıktır. النَّبِيُّونَ fail olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, النَّبِيُّونَ ’nin sıfatı olarak mahallen merfudur. İsm-i mevsûlun sılası اَسْلَمُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اَسْلَمُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, لِ harf-i ceriyle birlikte يَحْكُمُ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası هَادُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
هَادُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
الرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ kelimeleri atıf harfi وَ ’la النَّبِيُّونَ ’ye matuftur. مَا müşterek ism-i mevsûlu, بِ harf-i ceriyle birlikte يَحْكُمُ ’ye müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası اسْتُحْفِظُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اسْتُحْفِظُوا meçhul mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.
مِنْ كِتَابِ car mecruru mahzuf aid zamirin mahzuf haline müteallıktır. للّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَ atıf harfidir. كَانُوا damme üzere mebni nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
Zamir olan çoğul و ’ı كَانَ ’nin ismidir. عَلَيْهِ car mecruru شُهَدَٓاءَ ’ye müteallıktır.
شُهَدَٓاءَ kelimesi كَانُوا ’nun haberidir.
فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۜ
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; إن أحرجتم في موقف فلا تخشوا الناس (Sıkıntıya düşerseniz insanlardan korkmayın.) şeklindedir.
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَخْشَوُا fiili نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
النَّاسَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.
اخْشَوْنِ cümlesi makabline matuftur. اخْشَوْنِ fiili ن ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Sonundaki نِ vikayedir. Esre ise mütekellim zamirinden ivazdır. Hazfedilen يَ ise mef'ûlun bih olarak mahallen mansubtur. Takdiri, اخشوني şeklindedir.
Burada bir ي harfinin mahzuf olduğuna işaret etmek için fiilin sonunda bulunan نِ harfinin harekesi esre gelmiştir.
و atıf harfidir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَشْتَرُوا fiili ن’un hazfıyla meczum muzari fiildir. بِاٰيَات۪ي car mecruru تَشْتَرُوا fiiline müteallıktır. Mütekellim zamiri ي muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ثَمَنً kelimesi mef'ûlun bih olup fetha ile mansubtur. قَل۪يلًا kelimesi ثَمَنًا ’in sıfatıdır.
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
وَ istînâfiyyedir. مَنْ şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur. لَمْ يَحْكُمْ fiili مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur.
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir. يَحْكُمْ meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
مَٓا müşterek ism-i mevsûlu, بِ harf-i ceriyle birlikte يَحْكُمْ fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası اَنْزَلَ اللّٰهُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
اَنْزَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâli, fail olup mahallen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. İsm-i işaret olan اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur.
هُمُ fasıl zamiridir. الْكَافِرُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
Veya munfasıl zamir هُمُ ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur. الْكَافِرُونَ ise haberidir. هُمُ الْكَافِرُونَ isim cümlesi ism-i işaret olan اُو۬لٰٓئِكَ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
الْكَافِرُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّٓا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰيةَ ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذ۪ينَ اَسْلَمُوا لِلَّذ۪ينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ
İstînâf cümlesidir, fasılla gelmiştir. اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Müsnedün ileyh azamet zamiriyle gelmiştir.
Müsnedin mazi fiil sıygasında cümle olması, hudûs ifade eder.
Mazi fiil sübuta, temekkün ve istikrara işaret eder. (Âşûr, Mümtehine/6, Vakafat 107)
Kevn-i sâbık alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Tevrat’ın indirilişindeki safiyeti bildirerek sonraki Yahudilere tarizle dürüst olmalarına teşvik gayesi taşır.
التَّوْرٰيةَ için hal olan ف۪يهَا هُدًى cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. ف۪يهَا mahzuf mukaddem habere müteallıktır. نُورٌۚ kelimesi muahhar mübteda olan هُدًى kelimesine matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür. Cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
هُدًى - نُورٌۚ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Atıf, mâtûf ile matufun aleyh arasında bir başkalığın bulunmasını gerektirir. Binaenaleyh hüdâ kelimesiyle nûr kelimesi arasında, mutlaka bir farklılığın bulunması gerekir. Buna göre hüdâ kelimesi, hükümlerin, kanunların ve tekliflerin izah edilmesi, açıklanması manasına; nûr kelimesi de tevhidin, nübüvvetin ve meâd âleminin izah edilmesi manasına hamledilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Bu beyandan amaç, tahrifçilerin hakikatte Tevrat’a inanmadıklarını, küfür ve zulüm içinde bocaladıklarını ortaya koymaktır.
Tevrat’ın hidayet ve nûr içermesine gelince: O,
Burada geçen nûr kelimesi, beyan ve hak manasında istiaredir. Bunun için hidayete atfedilmiştir. Bundan maksat apaçık hidayettir. Zarfiyye hakiki manadadır.
O halde nûr; iman ve hikmet manasında müsteardır. يُخْرِجُهم مِنَ الظُّلُماتِ إلى النُّورِ (Bakara Suresi, 257) de böyledir. Aralarında umum-husus farkı vardır. Nûr; daha umumidir. Aralarındaki bu fark sebebiyle birbirine atfedilmişlerdir. (Âşûr)
Yine hal olarak gelen …يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ cümlesi, fasılla gelmiştir. التَّوْرٰيةَ’nin ikinci halidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ, fail olan النَّبِيُّونَ için sıfattır. Sılası mazi fiil sıygasında اَسْلَمُوا cümlesidir. يَحْكُمُ fiiline müteallık olan, mecrur mahaldeki ikinci mevsûlün sılası هَادُوا, mazi fiil sıygasında gelmiştir.
الرَّبَّانِيُّونَ ve الْاَحْبَارُ kelimeleri temâsül sebebiyle النَّبِيُّونَ’ye atfedilmiştir.
Rivayete göre İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: الرَّبَّانِيُّونَ, insanları ilimle yönetenler ve büyüklerden önce küçükleri terbiye edenlerdir. الْاَحْبَارُ da حِبْر,حَبْر’in çoğulu olup fıkıh alimleri demektir. (Ebüssuûd)
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl, يَحْكُمُ fiiline müteallıktır. Sılası اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ meçhul müspet, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كِتَابِ اللّٰهِ izafetinde اللّٰهِ lafzına muzâf olması كِتَابِ ’a şan ve şeref kazandırmıştır.
بِما اسْتُحْفِظُوا ifadesindeki بِ harfi mülâbese içindir. (Âşûr)
وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ cümlesi sılaya matuftur. كَانُ ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda faideî haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. عَلَيْهِ amili olan شُهَدَٓاءَۚ ’e konudaki önemine binaen takdim edilmiştir.
وكانُوا’daki zamir nebiler, rabbaniler ve ahbar içindir. Yani bu zikredilenler Allah’ın kitabının şahitleridir. Değiştirilmesine karşı korunmasından sorumludur. Buradaki عَلى temekkün manasındadır. Yoksa شَهِدَ fiiliyle birlikte kullanılmak üzere gelmemiştir. Bu fiil şahit olunan şeyler kastedildiği zaman ل harfiyle de gelir. (Âşûr)
هُدًى - هَادُوا kelimeleri arasında cinâs-ı muzari ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanarları vardır.
الرَّبَّانِيُّونَ - الْاَحْبَارُ - النَّبِيُّونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ ile كِتَابِ اللّٰهِ arasında mürâât-ı nazîr vardır.
ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ ibaresinde istiare vardır. “İçinde nur ve hidayet olan” ifadesi, istiare-i tebeiyyedir. Allah’ın kitabı, içinden hidayet ve nur fışkıran bir mekâna benzetilmiş. ىًهد ُde masdar olarak mahalli südur (çıkış mahalli) ifadesiyle bu manayı teyid eder. Bir menzile varmak için bir rehberin olması gerekir. O hidayet Allah kitabıdır. Yolun karanlık olmaması icab eder. O da nurdur.
اشترى hem satmak hem almak yani alışveriş demektir. باع fiili ise sadece satmak demektir. Burada bu fiil değiştirmek manasında kullanıldığı için istiare vardır.
Nebi veya peygamberlerin İslam sıfatı ile vasıflandırılmaları, tahsis ve tavzih için değil, medih içindir. Ancak nübüvvet vasfı, İslâm vasfından kesin olarak daha büyüktür. Bu itibarla onların nübüvvetten sonra İslamiyet’le vasıflandırılmaları, yüksekten aşağıya bir yönelmedir. Fakat bu vasıflandırmadan maksat, bu sıfatın şanını yüceltmektir. Zira büyük zatların medhi makamında bir vasfı ibraz etmek, şüphesiz o vasfın yüce kadrini bildirmektir. Nitekim peygamberlerin salâh ile ve meleklerin iman ile vasıflandırılmaları da bu kabildendir.
Burada “İslam üzere olmak” ifadesi,
- Müslümanların şanını yüceltmek ve
- Yahudilerin İslâm’dan ve peygamberlere uymaktan uzak olduklarına tariz yoluyla belirtmek içindir. (Ebüssuûd)
“Her nebinin mutlaka Müslüman olduğu, kendisini Allah’a teslim etmiş olduğu belli iken Allah’ın [Kendisini (Allah’a) teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri....] demesinin faydası nedir?” İbnu’l Enbârî şöyle demektedir: “Bu ifade, Yahudi ve Hristiyanlara karşı bir reddiyedir. Çünkü onların bir kısmı peygamberlerin tamamının Yahudi veya Hristiyan olduğunu iddia ediyorlardı. İşte bunun üzerine Yüce Allah, [Kendisini Allah’a teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri... hükmedenler.] buyurdu. Yani “Peygamberler Yahudilikle mevsuf değiller” aksine onlar Allah’a teslim olmuş ve O’nun emirlerine boyun eğmişlerdir.” demektir. (Fahreddin er-Râzî)
لِلَّذٖينَ هَادُوا buyruğu, mananın ifadede bir takdim ve tehirin yapılmasına göre olması caizdir. Buna göre kelamın takdiri, اِنَّا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰیةَ فٖيهَا هُدًى وَنُورٌ لِلَّذٖينَ هَادُوا يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذٖينَ اَسْلَمُوا [Biz, kendisinde Yahudiler için hidayet ve nûr bulunan Tevrat’ı indirdik. O Tevrat ile kendilerini Allah’a teslim etmiş olan peygamberler hükmederler.] şeklinde olur. Ayet; nebiler, rabbaniyyûn ve ahbârın, Tevrat ile hükmettiklerine delalet etmektedir. Bu da “rabbanî”lerin derecesinin, “ahbâr”dan daha yüksek olmasını gerektirir. Böylece “rabbaniyyûn”un, müctehid imamlar gibi “ahbar”ın da diğer ulema gibi oldukları sabit olmuş olur. (Fahreddin er-Râzî)
فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۜ
فَ mukadder şartın cevabına gelen harftir. Mahzuf şartla birlikte cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Takdiri, إن أحرجتم في موقف [Sıkıntıya düşerseniz] olan şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Şartın cevabı olan لَا تَخْشَوُا النَّاسَ , nefy üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Tezatla makabline atfedilen اخْشَوْنِ cümlesi ise emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede mef’ûl konumundaki mütekellim zamiri mahzuftur. Nûn-u vikayedeki kesra, zamirden ivazdır.
لَا تَخْشَوُا النَّاسَ cümlesi ile وَاخْشَوْنِ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
وَاخْشَوْنِ [Benden korkun.] ifadesi, “Azabımdan korkun.” anlamında lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
فَلَا تَخْشَوُا - اخْشَوْنِ kelimeleri arasında iştikak cinası, tıbâk-ı selb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatlarıı vardır.
Bu hitap iltifat yoluyla Yahudi reisleri ve alimleri içindir. Bu nehyin, Müslüman yöneticilere ve alimlere şamil olması ise ibare yolu ile değil delalet yoluyladır.
Cümlenin başındaki “ف” harfi, tertib manasınadır. (Ebüssuûd)
Nehiy üslubunda talebî inşâî isnad olan وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَنًا قَل۪يلًاۜ cümlesi, şartın cevabına وَ ’la atfedilmiştir.
بِاٰيَات۪ي izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması اٰيَات۪ ’ye şan ve şeref kazandırmıştır.
ثَمَنًا ’deki tenvin kıllet ve tahkir ifade eder. “Hiçbir” manasındadır. Menfi siyakta nekre umum ifade eder.
İnsanlardan korkmak insanı köle yapar. Ona göre davranır. Allah’tan korkmak ise insanı özgürleştirir. Hiç kimseden korkmaz hale gelir.
[Ayetlerimi az bir pahaya satmayın.] cümlesi hem hakikat hem de mecaz mana ifade eden istiare-i vefakiyedir. Hakikat manası; Yahudilerin sahtekâr adamları Tevrat’ı değiştirerek para kazanıyorlardı. Mecazî mana; dünyayı ahirete tercih etmek, kârsız hatta zararlı bir satış muamelesine benzetilmiştir. قَل۪يلًاۜ [az paraya] derken, bunun mefhumu muhalifi alınmaz. Yani çok paraya da satılmaz. Ayrıca dünya metaı çok olsa da ahiret nimetlerine nispetle çok az olduğuna işarettir.
Allah Teâlâ, onların peygamberlerinin, âlimlerinin ve fakihlerinin hiçbir şeye aldırmadan, Tevrat’ın hükümlerini yürütmek için seferber olduklarını haber verince Hz. Peygamberin (s.a.) zamanındaki Yahudilere hitap ederek Tevrat’ı tahrif ve tağyir etmemelerini söylemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Onların Tevrat’ı tahrif ve tağyire yönelmeleri, her iki sebepten ötürü olabilir. Yani başkanlarından korkmaları ve halktan rüşvet almaları sebebi ile olabilir. Allah Teâlâ, onları her ikisinden de men edip her birinde mevcut olan alçaklık ve adiliğe dikkat çekince bu onları Tevrat’ı tahrif ve tağyirden alıkoyma hususunda çok kuvvetli bir delil olmuştur. (Fahreddin er-Râzî)
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
وَ istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Şart ismi مَنْ mübteda, لَمْ يَحْكُمْ şart cümlesidir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَٓا ’nın sılası اَنْزَلَ اللّٰهُ, faide-i haber ibtidaî kelam olan mazi fiil cümlesidir.
Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle gelmesi emre itaati sağlamak içindir. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla اللّٰهُ isminde tecrîd sanatı vardır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ, fasıl zamiri ve haberin tarifi ile tekid edilmiş isim cümlesi olup faide-i haber inkârî kelamdır. İsme isnad edilmiş bu isim cümlesi sübut ifade eder.
İsim cümlesindeki ism-i fail الْكَافِرُونَ, istimrara delalet eder.
Cevap cümlesinde müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi tahkir ifade eder.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır ve mübteda olan مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfudur.
اَنْزَلْنَا ile başlayıp اَنْزَلَ اللّٰهُ şeklinde bitmesi dolayısıyla iltifat ve teşâbüh-i etrâf vardır. Bu fiiller arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Bu cümle, makablinin anlamını en mükemmel şekilde açıklayan bir zeyl mahiyetinde olup o mefhumu ihlâlden de şiddetle sakındırır. Nitekim burada küfür, mücerred olarak Allah Teâlâ’nın hükmünü terk şartına bağlanmıştır. (Fahreddin er-Râzî)