1 Ağustos 2024
Mâide Sûresi 42-45 (114. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Mâide Sûresi 42. Ayet

سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ اَكَّالُونَ لِلسُّحْتِۜ فَاِنْ جَٓاؤُ۫كَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ اَوْ اَعْرِضْ عَنْهُمْۚ وَاِنْ تُعْرِضْ عَنْهُمْ فَلَنْ يَضُرُّوكَ شَيْـٔاًۜ وَاِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُقْسِط۪ينَ  ...


Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirecek olursan, sana asla hiçbir zarar veremezler. Eğer hükmedecek olursan, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, âdil davrananları sever.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 سَمَّاعُونَ kulak verirler س م ع
2 لِلْكَذِبِ yalana ك ذ ب
3 أَكَّالُونَ yerler ا ك ل
4 لِلسُّحْتِ haram س ح ت
5 فَإِنْ eğer
6 جَاءُوكَ sana gelirlerse ج ي ا
7 فَاحْكُمْ hüküm ver ح ك م
8 بَيْنَهُمْ aralarında ب ي ن
9 أَوْ yada
10 أَعْرِضْ yüz çevir ع ر ض
11 عَنْهُمْ onlardan
12 وَإِنْ eğer
13 تُعْرِضْ yüz çevirirsen ع ر ض
14 عَنْهُمْ onlardan
15 فَلَنْ asla
16 يَضُرُّوكَ sana zarar veremezler ض ر ر
17 شَيْئًا hiçbir ش ي ا
18 وَإِنْ ve eğer
19 حَكَمْتَ hüküm verirsen ح ك م
20 فَاحْكُمْ hüküm ver ح ك م
21 بَيْنَهُمْ aralarında ب ي ن
22 بِالْقِسْطِ adaletle ق س ط
23 إِنَّ şüphesiz
24 اللَّهَ Allah
25 يُحِبُّ sever ح ب ب
26 الْمُقْسِطِينَ adalet yapanları ق س ط

“Haram” diye tercüme edilen suht kelimesi sözlükte “bir şeyin kökünü kazımak” anlamına gelen sahttan türemiş olup her türlü haram malı ifade eder. Haram malın bereketi olmadığı ve evi barkı yıktığı için ona suht adı verilmiştir. Bununla birlikte suht kelimesi çoğunlukla rüşvet, fahişelik ücreti, şarap parası, murdar hayvan etinin satışından alınan para, kâhine verilen ücret, günah işlemek için verilen ücret gibi alanı ve vereni küçük düşüren bayağı maddî menfaatleri ifade etmek için kullanılır. 

 Yahudi ve münafıkların yalan dinlemeye çok meraklı oldukları burada tekrar edildikten sonra haram yemeye de alışık oldukları vurgulanmakta, özellikle kendilerinden rüşvet aldıkları kişiler lehine yalancı şahitliği kabul edip haksız karar veren yahudi hâkim ve hakemlere işaret edilmektedir.

 Ehl-i kitap, Hz. Peygamber’i hâkim ve hakem olarak seçip seçmemekte serbest oldukları gibi, Hz. Peygamber de bunu kabul edip etmemekte serbest bırakılmıştır. Nitekim âyetin “Sana gelirlerse aralarında hüküm ver veya onlardan yüz çevir” meâlindeki bölümü bunu ifade eder. “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların arzularına uyma” meâlindeki 49. âyetin bu âyeti neshettiği ileri sürülmüşse de neshe gitmeden âyetlerin uzlaştırılması mümkündür ve muhayyerlik devam etmektedir. Zira Hz. Peygamber Ehl-i kitap arasında hüküm vermeyi tercih ederse şu yollardan biri ile de Allah’ın indirdiğine göre hüküm vermiş olur: a) Kur’an’la, b) Tevrat’ta bulunan ve neshedilmemiş olan âyetlerle, c) evrensel adalet ilkeleriyle, d) yahudilerin inancına göre Allah’ın indirmiş olduğu Tevrat’la.

 Bir müslümanla zimmî olan bir kimse, aralarındaki davayı müslüman hâkime götürürlerse hâkimin davaya bakmak mecburiyetinde olduğuna dair icmâ vardır (Şevkânî, II, 50). Ehl-i kitabın kendi aralarındaki davalar hakkında ise fakihler arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır. Bazıları müslüman hâkimin gayri müslimlerin davasına bakıp bakmamakta serbest olduğunu, bazıları da müslüman hâkimin bu davalara bakmak mecburiyetinde olduğunu savunmuşlardır (bk. Elmalılı, III, 1688). Şâfiî’ye göre müslümanların hâkimiyetleri altında yaşayan Ehl-i kitap, davalarını müslüman hâkime getirirlerse bu davaya bakmak müslüman hâkimin üzerine farzdır. Ancak müslümanlarla antlaşmalı olan Ehl-i kitabın davalarına bakmakta müslüman hâkim serbesttir (Râzî, XI, 235; geniş bilgi için bk. İbn Âşûr, VI, 202-206). 

 İslâm, din ve vicdan özgürlüğüne önem verdiği için hiç kimseyi hak dini kabul etmeye zorlamadığı gibi gayri müslim tebaayı da İslâm hükümlerini uygulamaya mecbur etmemiştir. Onların kendilerine ait özel mahkemeler kurarak davalarını kendi dinlerinin hükümlerine göre çözmelerine müsaade etmiştir.

 

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 276-277

سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ اَكَّالُونَ لِلسُّحْتِۜ


سَمَّاعُونَ  mahzuf mübtedanın haberi olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır. Takdiri;  هم  şeklindedir.

لِ  zaiddir.  الْكَذِبِ  lafzen mecrur,  سَمَّاعُونَ’nin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.  اَكَّالُونَ  mahzuf mübtedanın haberi olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır. Takdiri,  هم  şeklindedir.

لِ  zaiddir.  السُّحْتِ  lafzen mecrur olup  اَكَّالُونَ’nin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur. 

لِلْكَذِبِ  lafzının başındaki lâm harfi, “lâm-ı key”,  كَىْ “için” manasına gelen lam’dır. Yani [Sana iftira edip yalan söylemeleri için, seni dinliyorlar…] demektir. (Fahreddin er-Râzî)


 فَاِنْ جَٓاؤُ۫كَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ اَوْ اَعْرِضْ عَنْهُمْۚ 

 

فَ  istînâfiyyedir.  اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezmeder.  جَٓاؤُ۫كَ  şart fiili olup damme üzere mebni mazi fiil, mahallen meczumdur. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  احْكُمْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir  أنت ’dir.

بَيْنَ  mekân zarfı,  احْكُمْ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اَعْرِضْ  fiili atıf harfi  اَوْ  ile  احْكُمْ  fiiline matuftur.  عَنْهُمْ  car mecruru  اَعْرِضْ  fiiline müteallıktır. 


  وَاِنْ تُعْرِضْ عَنْهُمْ فَلَنْ يَضُرُّوكَ شَيْـٔاًۜ 


وَ  atıf harfidir.  اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.  تُعْرِضْ  meczum muzari fiildir.  Fail ise müstetir zamir  أنت ’dir.

عَنْهُمْ  car mecruru  تُعْرِضْ  fiiline müteallıktır.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  لَنْ  muzariyi nasb ederek manasını olumsuz müstakbele çeviren harftir. Tekid ifade eder. 

يَضُرُّوكَ  fiili,  نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  شَيْـًٔا  mef’ûlun mutlaktan naibtir. Takdiri,  شيئا من الضرر  şeklindedir. 


وَاِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِۜ

 

وَ  atıf harfidir.  اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder. حَكَمْتَ  şart fiili olup sükun üzere mebni mazi fiildir. 

Muttasıl zamir  تَ  fail olarak mahallen merfûdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  احْكُمْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir  أنت ’dir.

بَيْنَ  mekân zarfı,  احْكُمْ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

بِالْقِسْطِ  car mecruru  احْكُمْ  fiiline müteallıktır.


اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُقْسِط۪ينَ

 

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  ٱللَّهَ lafza-i celâli  إِنَّ ’nin ismidir.

يُحِبُّ  fiili  إِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. Fiilin faili müstetir olup takdiri  هُو’dir.  الْمُقْسِط۪ينَ  lafzı  يُحِبُّ  fiilinin mef'ûludur. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar.

الْمُقْسِط۪ينَ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babından ism-i faildir.

Sülâsîsi,  قسط  şeklindedir. İf’âl babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

 

سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ اَكَّالُونَ لِلسُّحْتِۜ

 

Müstenefe olan ilk cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.  سَمَّـٰعُونَ, takdiri  همْ  olan mahzuf mübtedanın haberidir.  لِلۡكَذِبِ , mübalağa sıygasında ism-i fail olan  سَمَّـٰعُونَ’ye müteallıktır.

İsm-i fail, fiil gibi amel etmiştir. Aynı üsluptaki  أَكَّـٰلُونَ لِلسُّحۡتِۚ  cümlesi fasılla gelmiştir. İstînafiye veya öncesindeki cümleden bedeldir.

سَمَّاعُونَ  kelimesinde reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

سَمَّاعُونَ - اَكَّالُونَ  arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr vardır ve her ikisi de mübalağalı ism-i faildir. 

اَكَّالُونَ  rüşvet ve haram yemekten kinayedir. Çünkü para en çok yenerek harcanır. Cüz-kül alakasıyla mecaz-ı mürseldir. İstiare-i  vefakiye olduğu da söylenebilir. Hem gerçek yemeğe düşkünlük, oburluk hem de açgözlülük anlamındadır.

اَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ  ifadesinde istiare vardır.  سُّحْتِ’ün lügat manaları: Kökünü kazıdı, yok etti, helak etti. Utanılan ve haya duyulan bir haram, şiddetli açlık, açgözlülük, hırs, her türlü haram kazançtır. Bu anlamlara göre şu istiareler yapılabilir:

  1. Teşbih: Müşebbeh; kökünü kazıdı, yok etti, helak etti.Müşebbehün bih; rüşvet ve haram kazançlar. Câmi’; haramın helali de alıp götürmesi, hem malın hem sahibinin yok olması.
  2. Teşbih: Müşebbeh; utanılacak haram.Müşebbehün bih; rüşvet, zinakar kadına verilen para, damızlık erkek hayvanların tohumlarını satmak, içkiden kazanılan para, leşin satılması, hacamat parası, kâhinlere, büyücülere verilen paralar.Câmi’; bu kazanç sahibini küçük düşürür. İnsanın şahsiyet ve faziletlerini yok eder, bereketi yok eder , belaları celbeder.
  3. Teşbih: Müşebbeh; açlık, açgözlülük, hırs.

Müşebbehün bih; hırsla gözleri kararmış kimselerin gerçeği görmemesi, helaka sürüklenmesi.

Câmi’; kötü isteklerin artışı, günahta ısrar, doyumsuzluk, inat ve helak.

Teşbihten garaz; müşebbehin halini muhatabın zihninde çirkin göstermek, durumunu bildirmektir. 

سُّحْتِ, her türlü haramı içine alır. Bununla beraber çoğunlukla sahibinin gizlemek zorunluluğunu duyduğu bir ayıp, bir ar olan, basit ve alçak menfaatlerde kullanılır. (Elmalılı)

Yahudilerin aldıkları rüşvetler, سُّحْتِ  kelimesi ile ifade edilmiştir. Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah, onları bundan (yani rüşvet almalarından) dolayı azap ile helak edip köklerini kazıyacaktır. Yahut da aldıkları o şeylerin bereketi yok olup gidecektir. Nitekim Hakk Teâlâ da: “Allah ribânın (faizin) bereketini tamamen giderir.” (Bakara Suresi, 276) buyurmuştur. (Ebüssuûd)


Onların durmadan yalan dinledikleri bundan önceki ayette geçtiği halde burada tekrar edilmesi makablini tekid ve maba’dine hazırlık içindir. (Ebüssuûd)

 

اِنْ جَٓاؤُ۫كَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ اَوْ اَعْرِضْ عَنْهُمْۚ

 

فَ  istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesi  جَاۤءُوكَ müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Cevap cümlesi  فَٱحۡكُم بَیۡنَهُمۡ, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Emir üslubunda talebî inşâî isnad olan  اَعْرِضْ عَنْهُمْۚ cümlesi şartın cevabına, اَوْ ile atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır.

Şart harfinin muzari fiil yerine mazi fiile gelişi, hasıl olmayan şeyi hasıl olmuş yerine izhar etmek içindir. Bu da bu cümledeki gibi sebepler kuvvetli olduğu zaman yapılır.

Cümlede bedî’ ilminden taksim vardır.

Önce yüz çevirme seçeneğinin zikredilmesi, zararlı olabileceği düşünülen bir halin zararlı olmadığını beyanda acele edildiği içindir. (Ebüssuûd)


  تُعْرِضْ عَنْهُمْ فَلَنْ يَضُرُّوكَ شَيْـٔاًۜ 

 

وَ  atıftır. Cümle, şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi  تُعْرِضْ عَنْهُمْ  muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Şartın cevabı  فَ  karinesiyle gelen  فَلَنْ يَضُرُّوكَ شَيْـًٔاۜ  cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.

شَيْـًٔا ’deki tenvin “hiçbir” manasındadır. Olumsuz siyakta nekre umum ifade eder.

Benzeri yerlerde olduğu gibi tahkir ifade eder. Mef’ûlu mutlak olarak mansubdur. Çünkü bir mastara izafe edilme kastı vardır. Yani  شَيْئًا مِنَ الضُّرِّ  demektir. Dolayısıyla bir masdardan naib olarak gelmiştir. (Âşûr)


وَاِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِۜ 

 

وَ  atıf harfidir. Cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesi  حَكَمْتَ müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِۜ, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. 


اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُقْسِط۪ينَ

 

Fasılla gelen bu son cümle ta’lîliyyedir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

اِنَّ  ile tekid edilmiş, haberi muzari fiil olan cümle, faidei haber inkârî kelamdır. Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi teberrük ve telezzüz amacına matuftur. 

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle, ayetteki lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır. Tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

الْقِسْطِۜ - الْمُقْسِط۪ينَ  ve  فَاحْكُمْ - حَكَمْتَ  ve  تُعْرِضْ - اَعْرِضْ  kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Cümle, mesel tarikinde tezyîldir. Tezyil cümleleri itnab babındandır.

Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

Mâide Sûresi 43. Ayet

وَكَيْفَ يُحَكِّمُونَكَ وَعِنْدَهُمُ التَّوْرٰيةُ ف۪يهَا حُكْمُ اللّٰهِ ثُمَّ يَتَوَلَّوْنَ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَۜ وَمَٓا اُو۬لٰٓئِكَ بِالْمُؤْمِن۪ينَ۟  ...


Yanlarında, içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat varken nasıl oluyor da seni hakem yapıyorlar, sonra bunun ardından verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar? İşte onlar (kendi kitaplarına da, sana da) inanmış değillerdir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَكَيْفَ ve nasıl ك ي ف
2 يُحَكِّمُونَكَ seni hakem yapıyorlar ح ك م
3 وَعِنْدَهُمُ yanlarında dururken ع ن د
4 التَّوْرَاةُ Tevrat
5 فِيهَا içinde bulunan
6 حُكْمُ hükmü ح ك م
7 اللَّهِ Allah’ın
8 ثُمَّ sonra
9 يَتَوَلَّوْنَ dönüyorlar و ل ي
10 مِنْ
11 بَعْدِ sonra da ب ع د
12 ذَٰلِكَ ondan
13 وَمَا değillerdir
14 أُولَٰئِكَ onlar
15 بِالْمُؤْمِنِينَ inanıyor ا م ن

Yahudilerin dava hakkında hüküm vermesi için Hz. Peygamber’e başvurmalarının adaletin tecellisi amacıyla değil, sırf kendi arzularına göre bir hüküm bulmak için olduğu anlaşılmaktadır. Âyet onların samimiyetsizliğini bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Zira onların davalarını, içinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat’ı bırakıp peygamber olduğuna inanmadıkları Hz. Muhammed’e getirmeleri kitaba olan imanlarının ne derece asılsız olduğunu, sonra Hz. Peygamber’in verdiği hükme razı olmayıp ondan da yüz çevirmeleri kendi isteklerinden başka hiçbir şeye samimi olarak inanmadıklarını göstermektedir.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 277

وَكَيْفَ يُحَكِّمُونَكَ وَعِنْدَهُمُ التَّوْرٰيةُ ف۪يهَا حُكْمُ اللّٰهِ ثُمَّ يَتَوَلَّوْنَ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَۜ

 

وَ  istînâfiyyedir.  كَيْف  istifham harfi olup hal olarak mahallen mansubtur.

يُحَكِّمُونَكَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

وَ  haliyyedir. Mekân zarfı  عِنْدَهُمُ , mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Muttasıl zamir  هُمُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  التَّوْرٰيةُ  muahhar mübtedadır.

ف۪يهَا  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  حُكْمُ اللّٰهِ  muahhar mübtedadır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

ثُمَّ  tertip ve terahi ifade eden atıf harfidir.  يَتَوَلَّوْنَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

مِنْ بَعْدِ  car mecruru  يَتَوَلَّوْنَ  fiiline müteallıktır.  ذا  işaret ismi olup sükun üzere mebni mahallen mecrur, muzâfun ileyhtir.  ل  harfi buud yani uzaklık bildiren harf,  ك  ise muhatap zamiridir.


 وَمَٓا اُو۬لٰٓئِكَ بِالْمُؤْمِن۪ينَ۟

 

وَ  haliyyedir.  مَٓا  nefy harfi olup  لَيْسَ  gibi amel eder.  اُو۬لٰٓئِكَ  işaret ism-i  مَٓا ’nın ismi olarak mahallen merfûdur.

بِ  harf-i ceri zaiddir.  الْمُؤْمِن۪ينَ۟  lafzen mecrur,  mahallen  مَا ’nın haberi olarak mansubtur.  الْمُؤْمِن۪ينَ۟ ‘nin cer alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

الْمُؤْمِن۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. 

(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَكَيْفَ يُحَكِّمُونَكَ وَعِنْدَهُمُ التَّوْرٰيةُ ف۪يهَا حُكْمُ اللّٰهِ ثُمَّ يَتَوَلَّوْنَ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَۜ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayet, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Nefy, zem ve taaccüb manasındaki bu istifham cümlesi asıl vaz edildiği anlamdan çıktığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Ayrıca mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle, istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır. Allah Teâlâ’nın soru sorup cevap beklemesi muhaldir. 

Hal وَ’ıyla gelen  وَعِنْدَهُمُ التَّوْرٰيةُ  cümlesinde, takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatı vardır. عِنْدَهُمُ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. 

Aynı üsluptaki  ف۪يهَا حُكْمُ اللّٰهِ  cümlesi  التَّوْرٰيةُ ’den haldir.

Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle tüm kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafzâ-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

حُكْمُ اللّٰهِ  izafetinde lafz-i celâle muzâf olan  حُكْمُ  şan ve şeref kazanmıştır.

Terahi bildiren  ثُمَّ  ile  يُحَكِّمُونَكَ ’ye  atfedilen يَتَوَلَّوْنَ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَۜ  cümlesi müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

بَعْدِ’nin muzâfun ileyhi olan ذٰلِكَۜ  ile duruma işaret edilmesi konunun önemini vurgulamak içindir.

Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

حُكْمُ - يُحَكِّمُونَكَ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

ف۪يهَا حُكْمُ اللّٰهِ  ibaresi kevn-i sâbık alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Çünkü Tevrat tahrif edilmeden önce Allah’ın hükümlerini bildiriyordu. Sonra onu bozdular.

ف۪يهَا  istiare-i tebeiyyedir. Kitap, bir mekâna ve zamana benzetilerek kapsam ifade etmiştir.

“Allah’ın hükmü” ile Yahudilerin itiraz ettiği zina cezası recm kastedilmiştir. Umum söylenip husus kastedilmiştir.

Bu kelam, onların gerçekte iman etmediklerini, kendilerine inen kitaba da inanmadıklarını ve buna rağmen tahkim için Peygambere (s.a.) başvurmalarındaki tutarsızlığa taaccübü ifade eder. Bu kelam, dikkatleri şu gerçeğe çeker:  

Onların bu tahkimden amaçları, hakkı öğrenmek ve şer’i hükmü uygulamak değil fakat Allah Teâlâ’nın hükmü olmasa da daha ehven bir hüküm bulmaktı. 

وَعِنْدَهُمُ التَّوْرٰيةُ [Tevrat yanlarındayken] cümlesi, tahkimde bulunan o Yahudilerin halini belirler.

ثُمَّ يَتَوَلَّوْنَ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ [Sonra bundan yüz çeviriyorlar] cümlesi de yadırgama ve taaccübü pekiştirmek ve bunu belirtmek içindir. (Ebüssuûd)


وَمَٓا اُو۬لٰٓئِكَ بِالْمُؤْمِن۪ينَ۟

 

Hal cümlesi olarak  وَ ’la gelen cümle menfi isim cümlesidir.  مَٓا ’nın, ليس  gibi amel ettiği cümlede  مَٓا’ın haberine dahil olan  بِ  harfi zaiddir.

Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması tahkir ifadesinin yanında kibir ve gururda ne kadar ileri gittiklerini işaret eder. Cümle faide-i haber inkârî kelamdır.

Bu ifade, onların ömür boyu Tevrat’a iman etmeyeceklerini haber vermektir. Buna göre bu haber verme işi, geçmişe ait değil geleceğe ait olmuş olur. Onlar, her ne kadar senden bu hususta bir hüküm talebinde bulunsalar bile ne sana iman ederler ne de senin vermiş olduğun hükmün doğruluğuna inanırlar. İşte bu da onların hiçbir şeye iman etmediklerine ve onların bütün gaye ve maksatlarının sadece dünyevî maksatları elde etmek olduğuna delalet eder. (Fahreddin er-Râzî)

Bu cümle, makablinin sonucunu açıklayan bir zeyl mahiyetindedir.

Burada ism-i işaretin kullanılması, onların tavsif edildikleri çirkinliklerle canlandırılmaları içindir. Bundan amaç, hükmün illetine işaret etmenin yanı sıra şu noktayı da belirtmektir:

Onlar o çirkin vasıfları ile başkalarından o kadar ayrılmışlardır ki müşahede edilen şeyler sınıfına dahil olmuşlardır.

Bu işaretteki uzaklık manası da, onların azgınlık ve kibirdeki derecelerinin pek uzak olduğunu zımnen bildirmek içindir. (Ebüssuûd)


Mâide Sûresi 44. Ayet

اِنَّٓا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰيةَ ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذ۪ينَ اَسْلَمُوا لِلَّذ۪ينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۜ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ  ...


Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler, onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّا gerçekten
2 أَنْزَلْنَا biz indirdik ن ز ل
3 التَّوْرَاةَ Tevrat’ı
4 فِيهَا onda vardır
5 هُدًى yol gösterme ه د ي
6 وَنُورٌ ve nur ن و ر
7 يَحْكُمُ hüküm verirlerdi ح ك م
8 بِهَا onunla
9 النَّبِيُّونَ peygamberler ن ب ا
10 الَّذِينَ öyle ki
11 أَسْلَمُوا İslam olmuş س ل م
12 لِلَّذِينَ kimselere
13 هَادُوا yahudi(lere) ه و د
14 وَالرَّبَّانِيُّونَ ve Rabbanilere ر ب ب
15 وَالْأَحْبَارُ ve alimlere ح ب ر
16 بِمَا dolayı
17 اسْتُحْفِظُوا korumakla görevlendirildiklerinden ح ف ظ
18 مِنْ
19 كِتَابِ Kitabını ك ت ب
20 اللَّهِ Allah’ın
21 وَكَانُوا idiler ك و ن
22 عَلَيْهِ onun üzerine
23 شُهَدَاءَ şahitler ش ه د
24 فَلَا
25 تَخْشَوُا korkmayın خ ش ي
26 النَّاسَ insanlardan ن و س
27 وَاخْشَوْنِ benden korkun خ ش ي
28 وَلَا
29 تَشْتَرُوا ve satmayın ش ر ي
30 بِايَاتِي benim ayetlerimi ا ي ي
31 ثَمَنًا bir paraya ث م ن
32 قَلِيلًا azıcık ق ل ل
33 وَمَنْ ve kim
34 لَمْ
35 يَحْكُمْ hükmetmezse ح ك م
36 بِمَا ile
37 أَنْزَلَ indirdiği ن ز ل
38 اللَّهُ Allah’ın
39 فَأُولَٰئِكَ işte
40 هُمُ onlar
41 الْكَافِرُونَ kafirlerdir ك ف ر

“Rablerine teslim olmuş zâhidler” diye tercüme edilen rabbâniyyûn kelimesi, rabbânînin çoğulu olup “dinî ilimlerle, özellikle Tevrat’la meşgul olan ve halka doğru inanç öğreten yahudi din âlimleri” demektir (bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/79, 146). “Bilginler” diye tercüme ettiğimiz ahbâr ise yahudi din bilgini anlamına gelen hibr veya habr kelimesinin çoğulu olup Arapça’da “yazılı veya şifahî güzel eserler veren, güzel üslûp sahibi bilginler” anlamında kullanılmaktadır. İbrânîce’si ise haber (çoğulu haberîm) olup “arkadaş, meslektaş” anlamına gelmektedir. Aynı zamanda Ferîsî mezhebi mensuplarını ifade eden bu kelime Talmud döneminde Beytülmidrâs denilen yerlerde yahudi şeriatını ve dinî ilimleri öğreten, dinin hükümlerini bilen ve yahudi halkı arasında ortaya çıkan meseleleri halleden kişileri ifade ediyordu. Ahbâr, Kur’ân-ı Kerîm’de iki defa rabbâniyyûn kelimesiyle (Mâide 5/44, 63), iki defa da ruhbân kelimesiyle (Tevbe 9/31, 34) birlikte olmak üzere dört defa geçmekte ve yahudi bilgin ve fakihlerini ifade etmektedir (bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “Ahbâr”, İFAV Ans., I, 55). 

 Kur’an’ın açıklamalarından, Tevrat’ın Allah tarafından insanlar için gönderilmiş bir ışık ve bir kılavuz olduğu, Hz. Mûsâ’dan itibaren Hz. Peygamber’in zamanına kadar gelmiş geçmiş peygamberlerin yahudilerin davaları hakkında onunla hüküm verdiği ve onun şeriatıyla amel ettiği anlaşılmaktadır. Ayrıca Kur’an’da İslâm kelimesinin bütün ilâhî dinleri kapsadığı ve peygamberlerin hepsinin müslüman olduğu bildirilmiş (krş. Bakara 2/136; Âl-i İmrân 3/19; Yûsuf 12/101); peygamberlerden hangisi olursa olsun yahudiler hakkında hüküm verecekse –onlar yahudi olarak kaldıkları müddetçe– kendi dinleri ve şeriatlarıyla hükmedeceği ifade edilmiştir. Bununla birlikte “Kendilerini Allah’a vermiş olan peygamberlerden maksat sadece Hz. Muhammed’dir, onu yüceltmek için çoğul kalıbı kullanılmıştır” diyenler de vardır (İbn Âşûr, VI, 208). Bu yoruma göre yahudiler hakkında Tevrat’la hüküm verecek olan, Hz. Muhammed’dir. 

 

 Tevrat’la hükmedenler sadece peygamberler değildir; onların vârisleri olan takvâ sahibi rabbânîler ve ahbâr (din bilginleri, fakihler) dahi onunla hükmederler. Çünkü bu peygamberler ve din âlimleri Allah’ın kitabını değiştirilmek ve tahrif edilmekten korumakla görevlendirilmiş ve buna şahit yani gözetleyici olmuşlardır. Allah’ın kitabını korumak ise onun bozulmasını, değiştirilmesini, yanlış anlaşılmasını, kuralsız te’vil edilmesini önlemekle, metnini yazmak, ezberlemek, anlamını ve hükmünü öğrenmek, gereği ile amel etmek ve onu başkalarına öğretmekle olur. Bunu yapmak bazı sıkıntılarla karşı karşıya kalmayı gerektirdiği için Allah “İnsanlardan korkmayın, benden korkun” buyurarak kendi emirlerini uygulamaya kullarını teşvik etmiş, menfaat karşılığında Allah’ın âyetlerinin tahrif edilmemesini istemiş; bunu dikkate almayan ve O’nun âyetleriyle hükmetmeyenlerin kâfir olduklarını, dolayısıyla bunlar için elem verici bir azabın hazırlanmış olduğunu haber vermiştir.

 Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyerek ilâhî emir ve yasakları çiğneyenlerin durumu bu bağlamda üç açıdan değerlendirilmiş olup işledikleri kusur ve günahın cinsine göre nitelendirilmişlerdir: 

Birincisi (44. âyet), Allah’ın indirdiğini inkâr ettikleri veya hafife aldıkları için onunla hükmetmeyenler olup bunlar kâfirlerdir.

İkincisi (45. âyet), Allah’ın indirdiğine inandığı halde onunla hükmetmeyenlerdir. Allah’ın hükmü adaleti, onun zıddı zulmü temsil ettiğinden onunla hükmetmeyenler zalimlerdir. 

 Üçüncüsü (47. âyet), Allah’ın indirdiği ile hükmetmemek, O’nun emrinden çıkmak mânasına geldiği için onunla hükmetmeyenler fâsıklardır.

 Bazı müfessirler bu âyetleri şöyle yorumlamışlardır: “Eğer bir kişi ilâhî hükmü yanlış, kendisinin veya başkasının hükmünü doğru kabul ederek, buna göre hüküm verirse bu kişi kâfir, zalim ve fâsıktır. Eğer bir kişi ilâhî hükmün doğruluğunu kabul eder ve buna aykırı bir hüküm verirse İslâm’ın dışına çıkmış olmazsa da imanına zulüm ve fıskı karıştırmış olur. Eğer bir kişi hayatın her alanında Allah’ın hükmünü inkâr ve reddederse her bakımdan kâfir, zalim ve fâsık sayılacaktır. İlâhî hükmü bazı noktalarda kabul eder, bazılarında reddederse iman ve İslâm’ını küfür, zulüm ve fıskla karıştırmış olur” (Elmalılı, III, 1696; Mevdûdî, I, 429). 44 ve 45. âyetler yahudiler, 47. âyet ise hıristiyanlar hakkında inmiş olmakla birlikte bu hükümler bütün insanlar için geçerli genel kurallar niteliğindedir.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 278-279

اِنَّٓا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰيةَ ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.  نَا  mütekellim zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.  اَنْزَلْنَٓا  fiili  اَنَّ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

اَنْزَلْنَٓا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

التَّوْرٰيةَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

ف۪يهَا  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  هُدًى  muahhar mübteda olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.

نُورٌ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur.


يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذ۪ينَ اَسْلَمُوا لِلَّذ۪ينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ

 

Fiil cümlesidir.  يَحْكُمُ  merfû muzari fiildir.  بِهَا  car mecruru  يَحْكُمُ  fiiline müteallıktır.  النَّبِيُّونَ  fail olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.

الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûlu,  النَّبِيُّونَ ’nin sıfatı olarak mahallen merfudur. İsm-i mevsûlun sılası  اَسْلَمُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

اَسْلَمُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûlu,  لِ  harf-i ceriyle birlikte  يَحْكُمُ  fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  هَادُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

هَادُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

الرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ  kelimeleri atıf harfi  وَ ’la  النَّبِيُّونَ ’ye matuftur.  مَا  müşterek ism-i mevsûlu,  بِ  harf-i ceriyle birlikte  يَحْكُمُ ’ye müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  اسْتُحْفِظُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

اسْتُحْفِظُوا  meçhul mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.

مِنْ كِتَابِ  car mecruru mahzuf aid zamirin mahzuf haline müteallıktır.  للّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  كَانُوا  damme üzere mebni nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.

Zamir olan çoğul  و ’ı  كَانَ ’nin ismidir.  عَلَيْهِ  car mecruru  شُهَدَٓاءَ ’ye müteallıktır.

شُهَدَٓاءَ  kelimesi  كَانُوا ’nun haberidir.

 

فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۜ 

 

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; إن أحرجتم في موقف فلا تخشوا الناس  (Sıkıntıya düşerseniz insanlardan korkmayın.) şeklindedir.

لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  تَخْشَوُا  fiili  نَ ’un hazfiyle meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

النَّاسَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

اخْشَوْنِ  cümlesi makabline matuftur.  اخْشَوْنِ  fiili  ن ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Sonundaki  نِ  vikayedir. Esre ise mütekellim zamirinden ivazdır. Hazfedilen  يَ  ise mef'ûlun bih olarak mahallen mansubtur. Takdiri,  اخشوني  şeklindedir.

Burada bir  ي  harfinin mahzuf olduğuna işaret etmek için fiilin sonunda bulunan  نِ harfinin harekesi esre gelmiştir. 

و  atıf harfidir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  تَشْتَرُوا fiili  ن’un hazfıyla meczum muzari fiildir. بِاٰيَات۪ي car mecruru تَشْتَرُوا fiiline müteallıktır. Mütekellim zamiri  ي  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

ثَمَنً  kelimesi mef'ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  قَل۪يلًا  kelimesi  ثَمَنًا ’in sıfatıdır.

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

 

وَ  istînâfiyyedir.  مَنْ  şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.  لَمْ يَحْكُمْ  fiili  مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur.

لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  يَحْكُمْ  meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

مَٓا  müşterek ism-i mevsûlu,  بِ  harf-i ceriyle birlikte  يَحْكُمْ  fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  اَنْزَلَ اللّٰهُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

اَنْزَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup mahallen merfûdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  İsm-i işaret olan  اُو۬لٰٓئِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.

هُمُ  fasıl zamiridir.  الْكَافِرُونَ  mübtedanın haberi olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.

Veya munfasıl zamir  هُمُ  ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur.  الْكَافِرُونَ  ise haberidir.  هُمُ الْكَافِرُونَ  isim cümlesi  ism-i işaret olan  اُو۬لٰٓئِكَ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

الْكَافِرُونَ  kelimesi sülâsî mücerred olan كفر  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

اِنَّٓا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰيةَ ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذ۪ينَ اَسْلَمُوا لِلَّذ۪ينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْاَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللّٰهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ

 

İstînâf cümlesidir, fasılla gelmiştir.  اِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Müsnedün ileyh azamet zamiriyle gelmiştir. 

Müsnedin mazi fiil sıygasında cümle olması, hudûs ifade eder.

Mazi fiil sübuta, temekkün ve istikrara işaret eder. (Âşûr, Mümtehine/6, Vakafat 107)

Kevn-i sâbık alakasıyla mecaz-ı mürseldir. Tevrat’ın indirilişindeki safiyeti bildirerek sonraki Yahudilere tarizle dürüst olmalarına teşvik gayesi taşır.

التَّوْرٰيةَ  için hal olan  ف۪يهَا هُدًى  cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. ف۪يهَا  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  نُورٌۚ  kelimesi muahhar mübteda olan  هُدًى  kelimesine matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür. Cümle  faide-i haber ibtidaî kelamdır.

هُدًى - نُورٌۚ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Atıf, mâtûf ile matufun aleyh arasında bir başkalığın bulunmasını gerektirir. Binaenaleyh hüdâ kelimesiyle nûr kelimesi arasında, mutlaka bir farklılığın bulunması gerekir. Buna göre hüdâ kelimesi, hükümlerin, kanunların ve tekliflerin izah edilmesi, açıklanması manasına; nûr kelimesi de tevhidin, nübüvvetin ve meâd âleminin izah edilmesi manasına hamledilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

Bu beyandan amaç, tahrifçilerin hakikatte Tevrat’a inanmadıklarını, küfür ve zulüm içinde bocaladıklarını ortaya koymaktır.

Tevrat’ın hidayet ve nûr içermesine gelince: O,

  • İçindeki şeriat ve hükümler, insanları kaçınılmaz hakka irşad etmesi hasebiyle hidayettir;
  • Müphem olan hükümleri açıklığa kavuşturması ve cehaletin zulmet perdelerini açması hasebiyle de nurdur. (Ebüssuûd)

Burada geçen nûr kelimesi, beyan ve hak manasında istiaredir. Bunun için hidayete atfedilmiştir. Bundan maksat apaçık hidayettir. Zarfiyye hakiki manadadır. 

O halde nûr; iman ve hikmet manasında müsteardır. يُخْرِجُهم مِنَ الظُّلُماتِ إلى النُّورِ (Bakara Suresi, 257) de böyledir. Aralarında umum-husus farkı vardır. Nûr; daha umumidir. Aralarındaki bu fark sebebiyle birbirine atfedilmişlerdir. (Âşûr)

Yine hal olarak gelen …يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ  cümlesi, fasılla gelmiştir.  التَّوْرٰيةَ’nin ikinci halidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, fail olan النَّبِيُّونَ  için sıfattır. Sılası mazi fiil sıygasında  اَسْلَمُوا  cümlesidir. يَحْكُمُ  fiiline müteallık olan, mecrur mahaldeki ikinci mevsûlün sılası  هَادُوا, mazi fiil sıygasında gelmiştir.

الرَّبَّانِيُّونَ  ve الْاَحْبَارُ  kelimeleri temâsül sebebiyle  النَّبِيُّونَ’ye atfedilmiştir.

Rivayete göre İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: الرَّبَّانِيُّونَ, insanları ilimle yönetenler ve büyüklerden önce küçükleri terbiye edenlerdir. الْاَحْبَارُ  da  حِبْر,حَبْر’in çoğulu olup fıkıh alimleri demektir. (Ebüssuûd)

Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl,  يَحْكُمُ  fiiline müteallıktır. Sılası  اسْتُحْفِظُوا مِنْ  كِتَابِ اللّٰهِ  meçhul müspet, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

كِتَابِ اللّٰهِ  izafetinde  اللّٰهِ  lafzına muzâf olması  كِتَابِ ’a şan ve şeref kazandırmıştır.

بِما اسْتُحْفِظُوا  ifadesindeki  بِ  harfi mülâbese içindir. (Âşûr)

وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَٓاءَۚ  cümlesi sılaya matuftur.  كَانُ ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda faideî haber ibtidaî kelamdır. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır.  عَلَيْهِ  amili olan شُهَدَٓاءَۚ ’e konudaki önemine binaen takdim edilmiştir.

وكانُوا’daki zamir nebiler, rabbaniler ve ahbar içindir. Yani bu zikredilenler Allah’ın kitabının şahitleridir. Değiştirilmesine karşı korunmasından sorumludur. Buradaki عَلى  temekkün manasındadır. Yoksa  شَهِدَ  fiiliyle birlikte kullanılmak üzere gelmemiştir. Bu fiil şahit olunan şeyler kastedildiği zaman  ل  harfiyle de gelir. (Âşûr) 

هُدًى - هَادُوا  kelimeleri arasında cinâs-ı muzari ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanarları vardır.

الرَّبَّانِيُّونَ - الْاَحْبَارُ - النَّبِيُّونَ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ  ile  كِتَابِ اللّٰهِ  arasında mürâât-ı nazîr vardır.

ف۪يهَا هُدًى وَنُورٌۚ  ibaresinde istiare vardır. “İçinde nur ve hidayet olan” ifadesi, istiare-i tebeiyyedir. Allah’ın kitabı, içinden hidayet ve nur fışkıran bir mekâna benzetilmiş. ىًهد ُde masdar olarak mahalli südur (çıkış mahalli) ifadesiyle bu manayı teyid eder. Bir menzile varmak için bir rehberin olması gerekir. O hidayet Allah kitabıdır. Yolun karanlık olmaması icab eder. O da nurdur.

اشترى  hem satmak hem almak yani alışveriş demektir.  باع  fiili ise sadece satmak demektir. Burada bu fiil değiştirmek manasında kullanıldığı için istiare vardır.

Nebi veya peygamberlerin İslam sıfatı ile vasıflandırılmaları, tahsis ve tavzih için değil, medih içindir. Ancak nübüvvet vasfı, İslâm vasfından kesin olarak daha büyüktür. Bu itibarla onların nübüvvetten sonra İslamiyet’le vasıflandırılmaları, yüksekten aşağıya bir yönelmedir. Fakat bu vasıflandırmadan maksat, bu sıfatın şanını yüceltmektir. Zira büyük zatların medhi makamında bir vasfı ibraz etmek, şüphesiz o vasfın yüce kadrini bildirmektir. Nitekim peygamberlerin salâh ile ve meleklerin iman ile vasıflandırılmaları da bu kabildendir. 

Burada “İslam üzere olmak” ifadesi,

- Müslümanların şanını yüceltmek ve

- Yahudilerin İslâm’dan ve peygamberlere uymaktan uzak olduklarına tariz yoluyla belirtmek içindir. (Ebüssuûd)

“Her nebinin mutlaka Müslüman olduğu, kendisini Allah’a teslim etmiş olduğu belli iken Allah’ın [Kendisini (Allah’a) teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri....] demesinin faydası nedir?” İbnu’l Enbârî şöyle demektedir: “Bu ifade, Yahudi ve Hristiyanlara karşı bir reddiyedir. Çünkü onların bir kısmı peygamberlerin tamamının Yahudi veya Hristiyan olduğunu iddia ediyorlardı. İşte bunun üzerine Yüce Allah, [Kendisini Allah’a teslim etmiş olan (İsrail) peygamberleri... hükmedenler.] buyurdu. Yani “Peygamberler Yahudilikle mevsuf değiller” aksine onlar Allah’a teslim olmuş ve O’nun emirlerine boyun eğmişlerdir.” demektir. (Fahreddin er-Râzî)

لِلَّذٖينَ هَادُوا  buyruğu, mananın ifadede bir takdim ve tehirin yapılmasına göre olması  caizdir. Buna göre kelamın takdiri, اِنَّا اَنْزَلْنَا التَّوْرٰیةَ فٖيهَا هُدًى وَنُورٌ لِلَّذٖينَ هَادُوا يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذٖينَ اَسْلَمُوا [Biz, kendisinde Yahudiler için hidayet ve nûr bulunan Tevrat’ı indirdik. O Tevrat ile kendilerini Allah’a teslim etmiş olan peygamberler hükmederler.] şeklinde olur.  Ayet; nebiler, rabbaniyyûn ve ahbârın, Tevrat ile hükmettiklerine delalet etmektedir. Bu da “rabbanî”lerin derecesinin, “ahbâr”dan daha yüksek olmasını gerektirir. Böylece “rabbaniyyûn”un, müctehid imamlar gibi “ahbar”ın da diğer ulema gibi oldukları sabit olmuş olur. (Fahreddin er-Râzî)


 فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَناً قَل۪يلاًۜ 

 

فَ  mukadder şartın cevabına gelen harftir. Mahzuf şartla birlikte cümle şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Takdiri, إن أحرجتم في موقف  [Sıkıntıya düşerseniz] olan şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. 

Şartın cevabı olan  لَا تَخْشَوُا النَّاسَ , nefy üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Tezatla makabline atfedilen  اخْشَوْنِ  cümlesi ise emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede mef’ûl konumundaki mütekellim zamiri mahzuftur. Nûn-u vikayedeki kesra, zamirden ivazdır.

لَا تَخْشَوُا النَّاسَ cümlesi ile  وَاخْشَوْنِ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

وَاخْشَوْنِ  [Benden korkun.] ifadesi, “Azabımdan korkun.” anlamında lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürseldir. 

فَلَا تَخْشَوُا - اخْشَوْنِ  kelimeleri arasında iştikak cinası, tıbâk-ı selb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatlarıı vardır. 

Bu hitap iltifat yoluyla Yahudi reisleri ve alimleri içindir. Bu nehyin, Müslüman yöneticilere ve alimlere şamil olması ise ibare yolu ile değil delalet yoluyladır.

Cümlenin başındaki “ف” harfi, tertib manasınadır. (Ebüssuûd)

Nehiy üslubunda talebî inşâî isnad olan وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَات۪ي ثَمَنًا قَل۪يلًاۜ  cümlesi, şartın cevabına وَ ’la atfedilmiştir. 

بِاٰيَات۪ي  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması  اٰيَات۪ ’ye şan ve şeref kazandırmıştır.

ثَمَنًا ’deki tenvin kıllet ve tahkir ifade eder. “Hiçbir” manasındadır. Menfi siyakta nekre umum ifade eder.

İnsanlardan korkmak insanı köle yapar. Ona göre davranır. Allah’tan korkmak ise insanı özgürleştirir. Hiç kimseden korkmaz hale gelir. 

[Ayetlerimi az bir pahaya satmayın.] cümlesi hem hakikat hem de mecaz mana ifade eden istiare-i vefakiyedir. Hakikat manası; Yahudilerin sahtekâr adamları Tevrat’ı değiştirerek para kazanıyorlardı. Mecazî mana; dünyayı ahirete tercih etmek, kârsız hatta zararlı bir satış muamelesine benzetilmiştir. قَل۪يلًاۜ  [az paraya] derken, bunun mefhumu muhalifi alınmaz. Yani çok paraya da satılmaz. Ayrıca dünya metaı çok olsa da ahiret nimetlerine nispetle çok az olduğuna işarettir.

Allah Teâlâ, onların peygamberlerinin, âlimlerinin ve fakihlerinin hiçbir şeye aldırmadan, Tevrat’ın hükümlerini yürütmek için seferber olduklarını haber verince Hz. Peygamberin (s.a.) zamanındaki Yahudilere hitap ederek Tevrat’ı tahrif ve tağyir etmemelerini söylemiştir. (Fahreddin er-Râzî)

Onların Tevrat’ı tahrif ve tağyire yönelmeleri, her iki sebepten ötürü olabilir. Yani başkanlarından korkmaları ve halktan rüşvet almaları sebebi ile olabilir. Allah Teâlâ, onları her ikisinden de men edip her birinde mevcut olan alçaklık ve adiliğe dikkat çekince bu onları Tevrat’ı tahrif ve tağyirden alıkoyma hususunda çok kuvvetli bir delil olmuştur. (Fahreddin er-Râzî)


وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ

 

وَ  istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Şart ismi  مَنْ  mübteda,  لَمْ يَحْكُمْ  şart cümlesidir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl  مَٓا ’nın sılası  اَنْزَلَ اللّٰهُ, faide-i haber ibtidaî kelam olan mazi fiil cümlesidir.

Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle gelmesi emre itaati sağlamak içindir. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla  اللّٰهُ  isminde tecrîd sanatı vardır.

فَ  karinesiyle gelen cevap cümlesi  فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ, fasıl zamiri ve haberin tarifi ile tekid edilmiş isim cümlesi olup faide-i haber inkârî kelamdır. İsme isnad edilmiş bu isim cümlesi sübut ifade eder. 

İsim cümlesindeki ism-i fail  الْكَافِرُونَ, istimrara delalet eder. 

Cevap cümlesinde müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi tahkir ifade eder.

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır ve mübteda olan  مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfudur. 

اَنْزَلْنَا  ile başlayıp  اَنْزَلَ اللّٰهُ şeklinde bitmesi dolayısıyla iltifat ve teşâbüh-i etrâf vardır. Bu fiiller arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Bu cümle, makablinin anlamını en mükemmel şekilde açıklayan bir zeyl mahiyetinde olup o mefhumu ihlâlden de şiddetle sakındırır. Nitekim burada küfür, mücerred olarak Allah Teâlâ’nın hükmünü terk şartına bağlanmıştır. (Fahreddin er-Râzî)

 
Mâide Sûresi 45. Ayet

وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ ف۪يهَٓا اَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِۙ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ فَمَنْ تَصَدَّقَ بِه۪ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُۜ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ  ...


Onda (Tevrat’ta) üzerlerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkını bağışlar, sadakasına sayarsa o, kendisi için keffaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَكَتَبْنَا ve yazdık ك ت ب
2 عَلَيْهِمْ onlara
3 فِيهَا onda
4 أَنَّ mukakkak
5 النَّفْسَ cana ن ف س
6 بِالنَّفْسِ can ن ف س
7 وَالْعَيْنَ ve göze ع ي ن
8 بِالْعَيْنِ göz ع ي ن
9 وَالْأَنْفَ ve buruna ا ن ف
10 بِالْأَنْفِ burun ا ن ف
11 وَالْأُذُنَ ve kulağa ا ذ ن
12 بِالْأُذُنِ kulak ا ذ ن
13 وَالسِّنَّ ve dişe س ن ن
14 بِالسِّنِّ diş س ن ن
15 وَالْجُرُوحَ ve yaralara ج ر ح
16 قِصَاصٌ kısas ق ص ص
17 فَمَنْ kim
18 تَصَدَّقَ bağışlarsa ص د ق
19 بِهِ bunu
20 فَهُوَ o
21 كَفَّارَةٌ keffaret olur ك ف ر
22 لَهُ kendisi için
23 وَمَنْ ve kim
24 لَمْ
25 يَحْكُمْ hükmetmezse ح ك م
26 بِمَا ile
27 أَنْزَلَ indirdiği ن ز ل
28 اللَّهُ Allah’ın
29 فَأُولَٰئِكَ işte
30 هُمُ onlar
31 الظَّالِمُونَ zalimlerdir ظ ل م

Önceki peygamberler vasıtasıyla bildirilen hükümler Hz. Muhammed’in ümmetine nisbetle iki kısma ayrılır: 1. Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in sünnetinde yer almayanlar. Bunların müslümanlar için bağlayıcı olmadığı hususunda bütün bilginler fikir birliği içindedir. 2. Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in sünnetinde zikri geçen hükümler. Bunları üçe ayırmak gerekir: a) Müslümanlar açısından yürürlükten kaldırılmış olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bunların müslümanlar için geçerli olmadığı hususunda bilginler fikir birliği etmişlerdir. 

Meselâ En‘âm sûresinin 145-146. âyetlerinde söz konusu edilen tırnaklı hayvanların yahudilere haram kılınmasına dair hüküm böyledir. b) Müslümanlar hakkında da geçerli olduğuna dair delil bulunan hükümler. Bunlar müslümanlar için de bağlayıcıdır. Bakara sûresinin 183. âyetinde anılan oruç hükmü bu türe örnek teşkil eder. c) Kur’ân-ı Kerîm’de veya Hz. Peygamber’in ifedelerinde kabul veya red işareti olmaksızın zikri geçen ve müslümanlar bakımından yürürlükten kaldırıldığına dair bir delil bulunmayan hükümler. 

Bunların müslümanlar bakımından bağlayıcı olup olmadığı İslâm âlimlerince tartışılmıştır; fakat çoğunluk bağlayıcı olduğu kanaatindedir. Açıklamakta olduğumuz âyet de bu son çeşit kapsamındadır (bu konuda bilgi için bk. Zekiyyüddin Şa‘bân, s. 208-212). Yaşama hakkına kasten tecavüz edilip haksız yere öldürülen insanın canının bedeli, katilin canıdır, yani kısas yapılarak katilin de öldürülmesidir. Bir can yerine birden fazla can almak veya noksan vermek haksızlıktır. 

 

Ancak hak sahibi (maktulün velisi) noksanı kabul ederse bu câiz olur. Âyette sayılan organlar da böyledir: Göz gözün, kulak kulağın, burun burnun, diş dişin dengidir; yaralamalar da dengi ile kısas yapılır. Âyette zikredilmeyen fakat dengiyle kısas yapılabilen diğer organlar da böyledir. Telef edilen bir hak ancak misliyle ödenir. Kısas, “kasten ve haksız yere birini öldüren kimsenin ceza olarak öldürülmesi” veya “birini yaralayan kimsenin misilleme yoluyla yaralanarak cezalandırılması” anlamına geldiği için dengi bulunmayan veya dengini koruyamama ihtimali bulunan yaralamalarda kısas yapılmaz. 

Bu tür suçları işleyenler tazminat öderler; ayrıca gerekirse ta‘zir yoluyla cezalandırılırlar. İslâm, kısası insanları öldürmek veya organlarını telef etmek maksadıyla değil, insan hayatını korumak maksadıyla meşrû kılmıştır. Bu sebeple kim kısas hakkından vazgeçip câniyi bağışlarsa onun bu asil davranışının günahlarının affedilmesine vesile olacağı haber verilmiştir. Çünkü bu davranış bir insana hayat kazandırmaktadır. 

Yüce Allah bir insana hayat kazandırana bütün insanlara hayat kazandırmış gibi sevap vereceğini vaad etmiştir (bk. Mâide 5/32). Meâlinde “Kim kısası bağışlarsa bu kendisi için bir kefâret olur” diye tercüme edilen cümle iki şekilde yorumlanabilir: 

Birincisine göre öldürülenin velisinin veya yaralının öldüreni veya yaralayanı affetmesi kendi günahları için kefâret olur. Genellikle müfessirler âyeti bu anlamda yorumlamışlardır. Nitekim Bakara sûresinin 178. âyeti ile Hz. Peygamber’in hadisi de bu anlamı destekler mahiyettedir: “Kim bedeninden bir şeyi tasadduk ederse (kendisini yaralayanı bağışlarsa) bağışladığı şeyin mânevî değeri kadar günahı affedilir” (Müsned, V, 316, 330). 

İkincisine göre yaralanan kimse veya öldürülenin velisi yaralayanı veya öldüreni affederse bu, suçlu için kefâret olur. Allah o kimseyi cezalandırmaz, affedenin sevabını da verir. Sonuç olarak denilebilir ki, Tevrat’a göre adam öldürmenin ve yaralamanın cezası kısastır (bk. Levililer, 24/17-21; Sayılar, 35/16-21). Matta İncili’ne göre kısasın yanında bağışlama seçeneği de getirilmiştir (5/38-39). İslâm’da ise kısas istemek maktûlün yakınlarıyla yaralanan mağdurun hakkıdır. Ancak bunların kısası bağışlama ve diyete çevirme hakları da vardır. Bunların dışındaki herhangi bir kişi ve kurumun bunların rızâsı hilâfına suçluyu affetme yetkisi yoktur. Yüce Allah gerek kısası emretmek gerekse câninin affına izin vermekle insan hayatının korunmasını ve dokunulmazlığını esas almıştır (kısas hakkında bilgi için bk. Bakara 2/178-179). 

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 279-282

Resul-i Ekrem: “ Bir kimse kendisini yaralayana misilleme yapmaktan vazgeçerse , bağışladığı ölçüde Allah da onu bağışlar “ buyurmuştur. 

(Ahmed b. Hanbel, Musned ,V ,316,329; Elbani, Silsiletu’l-ehadisi’s-sahiha, V,343-344,nr. 2273). (Ayet ve hadislerle açıklamalı KUR’AN-I KERİM MEALİPROF. DR. MEHMET YAŞAR KANDEMİR)

أنْفٌ sözcüğü bildiğimiz burun organının adıdır. Bu temel anlamdan sonra bir şeyin uç, kenar bölümü, en yukarısı veya uzantılı ve çıkıntılı kısmı için de kullanılmaktadır.  . (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 3 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri enfiye ve istinaftır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

سنّ Bu kelime bildiğimiz diş demektir. مِسَنٌّ kendisiyle biletilip şekil verilen alettir (bileği taşı).  سِنَان sözcüğü özellikle mızrağın başına takılan uçtur. سُنَن الطَّرِيق yolun ana kısmı, ortası demektir. سُنَّةُ الْوَجْهِ yüzdeki çizgi veya kırışıklıktır. سُنَّةُ اللّهِ Yüce Allah’ın hikmet ve taat yolunu ifade etmek için kullanılır. سُنَّةُ النَّبِيِّ Hz. Peygamber’in yaşadığı, takip ettiği yol/hayat biçimidir. Yine Kuran-ı Kerim’de üç defa ve hepsi de aynı surede geçmiş  olan (Hicr) مَسْنُون kelimesinin ‘değişmiş, şekil verilmiş’ anlamında olduğu söylenmiştir. (Müfredat)

 

 Ebu Hilâl El- Askerî Furuq fi-lluğa isimli eserinde bu maddeyle ilgili özet olarak ‘…Sünnet ile Âdet arasındaki fark ise; âdetin insanın kendisinden önceki bir uygulamayı sürdürmesi, sünnetin ise daha önce geçmiş olan bir örneğe göre hareket etmesi olduğunu söyleyebiliriz. Sünnet köken itibarıyla sûret (şekil) anlamına gelir.’ demiştir. Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 21 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri sünnet ve sünnidir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ ف۪يهَٓا اَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِۙ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  كَتَبْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

عَلَيْهِمْ  car mecruru  كَتَبْنَا  fiiline müteallıktır.  ف۪يهَٓا  car mecruru aynı şekilde  كَتَبْنَا  fiiline müteallıktır.

اَنَّ  ve masdar-ı müevvel,  كَتَبْنَا  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.

اَنَّ  harfi,  اِنَّ  gibi ismini nasb haberini ref eder. İsim cümlesinin manasını masdara çevirir ve tekid eder.

النَّفْسَ  kelimesi  اَنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubtur.  بِالنَّفْسِ  car mecruru  اَنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. Takdiri, أنّ النفس مأخوذة بالنفس (Muhakkak ki nefse karşılık alınmış bir nefstir.) şeklindedir.

الْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ  kelimeleri atıf harfi  وَ ’la  اَنَّ ’nin ismi النَّفْسَ’ye matuftur.

قِصَاصٌ  kelimesi mahzuf habere matuftur.  


 فَمَنْ تَصَدَّقَ بِه۪ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُۜ

 

فَ  istînâfiyyedir.  مَنْ  şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.  تَصَدَّقَ  şart fiili olup mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. Aynı zamanda mübtedanın haberidir.

بِه۪  car mecruru  تَصَدَّقَ  fiiline müteallıktır.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. Munfasıl zamir  هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur.

كَفَّارَةٌ  kelimesi haber olup lafzen merfûdur.  لَهُ  car mecruru  كَفَّارَةٌ ’un mahzuf sıfatına müteallıktır.

تَصَدَّقَ  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

تَفَعَّلَ  babındadır. Sülâsîsi  صدق ’dir. Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar. 


 وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

 

وَ  istînâfiyyedir.  مَنْ  şart ismi iki fiili cezm eder. Mübteda olarak mahallen merfûdur.  لَمْ يَحْكُمْ  fiili  مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur.

لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.  يَحْكُمْ  meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

مَٓا  müşterek ism-i mevsûlu,  بِ  harf-i ceriyle birlikte  يَحْكُمْ  fiiline müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  اَنْزَلَ اللّٰهُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

اَنْزَلَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup mahallen merfûdur.

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  İsm-i işaret olan  اُو۬لٰٓئِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.

هُمُ  fasıl zamiridir.  الظَّالِمُونَ  mübtedanın haberi olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.

Veya munfasıl zamir  هُمُ  ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur.  الظَّالِمُونَ  ise haberidir.  هُمُ الظَّالِمُونَ  isim cümlesi ism-i işaret  اُو۬لٰٓئِكَ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.

الظَّالِمُونَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  ظلم  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 

وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ ف۪يهَٓا اَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِۙ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْاَنْفَ بِالْاَنْفِ وَالْاُذُنَ بِالْاُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّۙ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ

 

وَ  atıftır.  كَتَبْنَا  önceki ayetteki  اَنْزَلْنَا ’ya matuftur. Atıf sebebi temâsüldür. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Masdar ve tekid harfi  اَنَّ ’nin dahil olduğu  النَّفْسَ بِالنَّفْسِۙ  cümlesi, masdar teviliyle  كَتَبْنَا  fiilinin mef’ûlü konumundadır.  بِالنَّفْسِۙ  mahzuf habere müteallıktır.

Faide-i haber inkârî kelam olan cümlede  اَنَّ ’nin haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri;  أنّ النفس مأخوذة بالنفس  (Muhakkak ki nefse karşılık alınmış bir nefstir.) şeklindedir.

Aynı üsluptaki dört cümle masdar-ı müevvele tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir.

النَّفْسَ - الْعَيْنَ- الْاَنْفَ - الْاُذُنَ - السِّنَّ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve bu kelimelerin tekrarlanmasında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Mübteda ve haberden müteşekkil isim cümlesi وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌۜ  cümlesi de masdar-ı müevvele matuftur.

والجُرُوحَ قِصاصٌ  ifadesinin aslı  ذاتُ قِصاصٍ  şeklindedir. Muzâf hazfedilmiştir. (Âşûr)

كَتَبْنَا  fiili  شرعنا  manasında kullanıldığı için istiare vardır.

Kısas hükmü ıtnâbtan tefri’ suretiyle önemine binaen tek tek sayılmıştır. Ayrıca yanlış anlamayı önlemek için tetmim ve ihtiras ıtnâbıdır. Bu hüküm Tevrat’ta da vardı. Uygulamada yanlış yola sapıldığı için hüküm pekiştirilerek anlatılmıştır.

Ayet-i kerime tazammuni olarak; bir yandan rahmet-i ilâhiyi, diğer yandan adalet-i ilâhiyi ifade eder. Azaları yaralanan kimse için merhameti, yaralayan kimsenin çekeceği cezayı bildirmekle de adaletin tecellisini bildirir.


فَمَنْ تَصَدَّقَ بِه۪ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُۜ

 

وَ  istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Şart ismi  مَنْ  mübteda,    تَصَدَّقَ بِه۪ فَهُوَ  şart cümlesidir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

فَ  karinesiyle gelen cevap cümlesi  فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُ, sübut ifade eden isim cümlesi olup faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır ve mübteda olan  مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur. 

“Affedin” yerine, “sadaka olarak verin” ibaresinin gelmesi istiaredir. Affetme işinin kolay olmadığını, zorlanıldığını belirtmek için tefa’ul babından gelmiştir.

لَهُ  ibaresindeki zamir hem sadakayı yapana hem de diğerine ait olabilir. Tevcih düşünebiliriz. 

Sadaka vermek burada kısas olayını affetmek manasındadır.

Tasadduk kelimesinin kullanılması, ziyadesiyle teşvik içindir. (Ebüssuûd)

بِه۪  ifadesindeki zamirin, hem affedene hem de affolunana râci olması muhtemeldir. Affedene râci olması halinde ifadenin manası, “Yaralanan kimse veya maktulün velisi, affettiklerinde bu, affedenler için bir kefaret olur.” şeklinde olur.  (Fahreddin er-Râzî)


وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

 

وَ  istînâfiyyedir. Cümle şart üslubunda haberî isnaddır. Şart ismi  مَنْ  mübteda,   لَمْ يَحْكُمْ  şart cümlesidir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl  مَٓا ’nın sılası  اَنْزَلَ اللّٰهُ, faide-i haber ibtidaî kelam olan mazi fiil cümlesidir.

Müsnedün ileyhin lafza-i celâlle gelmesi emre itaati sağlamak içindir. Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla  اللّٰهُ  isminde tecrîd sanatı vardır.

فَ  karinesiyle gelen cevap cümlesi  فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ, fasıl zamiri ve haberin tarifi ile tekid edilmiş isim cümlesi olup faide-i haber inkârî kelamdır. İsme isnad edilmiş bu isim cümlesi sübut ifade eder. 

İsim cümlesindeki ism-i fail  الْكَافِرُونَ, istimrara delalet eder. 

Cevap cümlesinde müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi tahkir ifade eder.

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır ve mübteda olan  مَنْ ’in haberi olarak mahallen merfûdur. 

Önceki ayetin fasılasıyla bu cümle hemen hemen aynı gelmiştir. Orada geçen الْكَافِرُونَ  kelimesi yerine burada  الظَّالِمُونَ  gelmiştir. Aralarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

Ayette  كَتَبْنَا ’daki azamet zamirinden, son cümlede  اللّٰهُ  lafzıyla gaibe iltifat edilmiştir.

Yahudiler kendi kabilelerinde kısas uygular, diğer kabileler için uygulamazlarmış. Nadir ve Kurayza kabileleri. Bu ayet onlar hakkında nazil olmuştur.

Ayet-i kerimede cem’ ma’at-taksim ve teşâbüh-i etrâf  vardır. 

Bu sayfada  حكم  fiili 8 kere geçmiştir.

Bu ifadeyle ilgili şöyle bir soru bulunmaktadır. Allah Teâlâ, ilk önce [Onlar, kâfirlerin ta kendileridir] (Maide Suresi, 44) buyurmuş, burada da [Onlar, zalimlerin ta kendileridir] buyurmuştur. Halbuki küfür, zulümden daha büyüktür. Binaenaleyh tehditlerin en büyüğünü önce zikredince bundan sonra bundan daha hafifini zikretmedeki fayda nedir?

Cevap: Küfür, Mevla’nın nimetlerini inkâr  ve o nimetlerin O’ndan olduğunu kabul etmemek olması bakımından, küfürdür. Ama nefsin, devamlı ve şiddetli bir azap bırakılmasını gerektirmiş olması bakımından da nefse karşı işlenmiş bir zulümdür. Binaenaleyh önceki ayette Cenab-ı Hakk, kişinin Allah Teâlâ hakkındaki kusuru hususunda ilgili olanları; bu ayette de, kişinin kendisi hakkındaki kusurlarıyla ilgili olanları zikretmiştir.  (Fahreddin er-Râzî)


Günün Mesajı
Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen kişiler önce kafir, sonra zalim olarak vasıflandırılmışlardır. 45. âyet Bakara/178-179 daki ayetleri hatırlatır. Allah'ın huzurunda herkes eşittir. Kısas hükmü bunun en güzel delilidir.
Sayfadan Gönüle Düşenler

Zamanında, Tevrat’ı bilenlerin düştüğü halleri düşündüğümde, bugün farklı bir yazı paylaşmak istedim. Kur’an-ı Kerim’in kıymetini bilenlerden ve Allah’ın hükümlerini uygulayanlardan olmak duasıyla: 

 

Hafızlık yemeğimdeki konuşmamdan bir bölüm; “Allah, hafızlığı, üniversiteden mezun olduğum yaz, Ramazan ayında, Medine topraklarında gönlüme düşürdü. Gönlüme düşürdü diyorum çünkü ondan öncesinde hafızlık aklımda yoktu. Medine’de iftar vaktinden önce, Kuran-ı Kerim okurken, Fatma hocamın “Hafızlık yapmayı düşünür müydün?” diye sormasıyla Allah gönlümde ve zihnimde yepyeni bir kapı açtı. Medine’de niyetimi aldım, Mekke’de pekiştirdim ve tamamına erdirmesi için Allah’tan yardımını diledim.

Hafızlık boyunca çok farklı hallerden geçtim. Farklı zorluklar atlattım. Bazen günlerce ilerleyemediğimi hissettim. Maddi manevi geliştim. Kendimi daha net tanıdım. Hafızlığımı mealiyle yaptığım için Kuran-ı Kerim’in eşsizliğine defalarca şahit oldum. Dinimizi, Peygamber Efendimizi, Peygamberleri daha çok sevdim. Hafızlığı nasıl özetlersin diye sorsanız. Hafızlığa başladığım günden beri; hafızlığı, hep evlat sahibi olmaya benzettim. Sorumluluk, disiplin, fedakarlık isteyen ama hepsinin toplamından öte güzelliğe sahip bir nimet.

Bugün burada, Rabbim hepimizin gönlüne hakkımızda hayırlı olacak duaları düşürsün. Rabbim, bende dahil hafız olanların icazetlerini ve taçlarını cennet topraklarında da almayı nasip etsin. Bizi razı olduğu hafızlar zümresine yazsın. Allah hafızlık yolunda ilerlemeye çalışanların yar ve yardımcısı olsun. Kuran-ı Kerim’in muhabbetini gönüllerimizden eksik etmesin. Sahip olduğumuz her ezberi en güzel şekilde muhafaza etmemizde, kıymet bilmemizde bize yardım etsin. Bizi Kuran’ın ve onun hayata yansıması olan sünnetin yolundan ayırmasın. İnşaallah burada bulunanlardan ve nesillerinden Allah’ın razı olduğu nice hafızlar ve Kur’an yolcuları yetişsin. Ve inşaallah cennet sofralarında Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in sohbeti eşliğinde bir araya gelmek nasip olsun. Bugün burada bir araya gelmemiz nice hayırlara vesile olsun. Geldiğiniz için hepinize çok teşekkür ederim.”

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji