En'âm Sûresi 59. Ayet

وَعِنْدَهُ مَفَاتِـحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ  ...

Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَعِنْدَهُ ve O’nun yanındadır ع ن د
2 مَفَاتِحُ anahtarları ف ت ح
3 الْغَيْبِ gayb’ın غ ي ب
4 لَا
5 يَعْلَمُهَا onları bilmez ع ل م
6 إِلَّا başkası
7 هُوَ O’ndan
8 وَيَعْلَمُ ve (O) bilir ع ل م
9 مَا ne varsa
10 فِي
11 الْبَرِّ karada olan ب ر ر
12 وَالْبَحْرِ ve denizde olan ب ح ر
13 وَمَا
14 تَسْقُطُ düşmez س ق ط
15 مِنْ hiçbir
16 وَرَقَةٍ yaprak و ر ق
17 إِلَّا dışında
18 يَعْلَمُهَا onun bilgisi ع ل م
19 وَلَا ve (yoktur)
20 حَبَّةٍ bir dane ح ب ب
21 فِي içinde
22 ظُلُمَاتِ karanlıkları ظ ل م
23 الْأَرْضِ yerin ا ر ض
24 وَلَا ve (yoktur)
25 رَطْبٍ yaş ر ط ب
26 وَلَا ve
27 يَابِسٍ kuru ي ب س
28 إِلَّا ancak
29 فِي vardır
30 كِتَابٍ bir Kitapta ك ت ب
31 مُبِينٍ apaçık ب ي ن
 

İlk âyet, bir bakıma, inkârcıların Resûlullah’ı “şair, sihirbaz, mecnun” gibi hiçbir gerçeklik taşımayan ifadelerle itham etmelerine karşı bir cevap teşkil etmekte; onun tebliğlerinin kesin ve apaçık delile (beyyine) dayandığını haber vermektedir. 57-59. âyetlerde, müşriklerin, güya Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmak ve âciz olduğunu göstermek için “Eğer iddialarında doğruysan, hadi şu bizi tehdit ettiğin azap ve musibetleri başımıza getir de görelim!” gibi sözler sarfetmelerine karşılık, Resûlullah’ta tanrısal bir güç bulunmadığı, onun böyle bir iddia da taşımadığı, azap ve musibet gibi hususlardaki hükmün yalnız Allah’a ait olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber’in, Kur’an’daki bu açıklamaları, yani Allah’ın kendisine tanıdığı yetki ve görevin ötesinde ilâhî güçler taşımadığını, gaybı da bilmediğini –kendilerini olduğundan daha kudretli göstermeye çalışan sahte önderlerin aksine– hiçbir komplekse kapılmadan tam bir dürüstlük ve içtenlikle insanlara bildirmesi, onun nübüvvetinin en belirgin delillerinden biridir.

 59. âyet, yüce Allah’ın ilminin ne kadar geniş, ne kadar kapsamlı olduğunun çok veciz ve eşsiz ifadelerindendir: Gaybın anahtarları (başka bir kıraate göre gaybın hazineleri) Allah’ın yanındadır (gayb terimi için bk. Bakara 2/3). Burada Allah’ın ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve olaylardan, düşen bir yaprağa, yerin karanlıklarındaki bir bitki tanesine, kuruluk, yaşlılık vb. keyfiyetler gibi en basit varlık ve olaylara kadar her şeyi kuşatıp kapsadığı, dolayısıyla bütün bunların en yüce, en ince bilgi ve kudretle yaratılıp düzenlendiği ifade buyurulmuştur. Bundan dolayı kelâm bilginleri tarafından söz konusu âyet, bazı düşünürlerin,ilm-i ilâhînin cüz’iyyâtı (değişken varlık ve olayları) kapsamadığı yolundaki iddialarını çürüten en kesin delillerden biri olarak gösterilmiştir. “Apaçık bir kitap” diye çevirdiğimiz “kitâbin mübîn” tamlaması, “hafaza melekleri tarafından tutulan amel defteri”, “levh-i mahfûz” veya “Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi” olarak açıklanmıştır (Zemahşerî, II, 19; İbn Atıyye, II, 300). Râzî son yorumu tercih eder (XIII, 11).

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 414-415

 

ورق veraka: وَرَقُ الشَّجَرِ ağacın yaprağı demektir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 4 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri varak, evrak ve varakadır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

سقط Bir nesnenin yüksek bir yerden alçak bir yere bırakılması, atılması veya düşmesidir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 8 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri sakat, sakatat, sâkıt olmak ve iskattır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

 

ٌرَطْب kurunun zıddıdır. Nemli, rutubetli, taze, yaş ve sulu anlamlarına gelir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de iki farklı türevde 2 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli rutûbettir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

 

وَعِنْدَهُ مَفَاتِـحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ

 

İsim cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  عِنْدَهُ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مَفَاتِـحُ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.  الْغَيْبِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

لَا يَعْلَمُهَٓا  cümlesi  مَفَاتِـحُ الْغَيْبِ ’nin hali olarak mahallen mansubtur. 

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَعْلَمُهَٓا  merfû muzari fiildir.

Muttasıl zamir  هَٓا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).

Burada hal fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal menfi (olumsuz) fiil cümlesi olarak geldiğinde başında “ و” gelebilir de gelmeyebilir de. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِلَّا  hasr edatıdır. Munfasıl zamir  هُوَ  fail olarak mahallen merfûdur.

وَ  atıf harfidir.  يَعْلَمُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. Müşterek ism-i mevsûl  مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası mahzuftur.

فِي الْبَرِّ  car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır.

الْبَحْرِ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la makabline atfedilmiştir.

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

Ve (و): Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak

olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile

yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi

Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

 

وَ  atıf harfidir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  تَسْقُطُ  merfû muzari fiildir.

مِنْ  zaiddir.  وَرَقَةٍ  lafzen mecrur,  تَسْقُطُ  fiilinin faili olarak mahallen merfûdur.

اِلَّا  hasr edatıdır.  يَعْلَمُهَا  merfû muzari fiildir.

Muttasıl zamir  هَٓا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

Zaid olan  مِنْ  harf-i ceri  لَيْسَ ’ye benzeyen  مَا ’dan sonra geldiğinde umumiyetle “hiç” (istiğrak manası) ifade eder. Buradaki zaid olan  مِنْ  harf-i cerinin istiğrak manası ifade etmesi cümlenin başına  لَيْسَ ’ye benzeyen nefy  مَا ’sının gelmesinden dolayıdır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَ  atıf harfidir.  لَا  nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.  حَبَّةٍ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  وَرَقَةٍ ’e matuftur.

ف۪ي ظُلُمَاتِ  car mecruru  حَبَّةٍ  kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır.  الْاَرْضِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

وَ  atıf harfidir.  لَا  nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.  رَطْبٍ  kelimesi atıf harfi وَ ’la  وَرَقَةٍ ’e matuftur. 

وَ  atıf harfidir. لَا  nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.  يَابِسٍ  kelimesi atıf harfi وَ ’la  رَطْبٍ ’e matuftur.  

اِلَّا  hasr edatıdır.  ف۪ي كِتَابٍ  car mecruru  حَبَّةٍ ’in mahzuf sıfatına müteallıktır.  مُب۪ينٍ  kelimesi  كِتَابٍ ’in sıfatıdır. 

مُب۪ينٍ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’âl babının ism-i failidir. يَابِسٍ   kelimesi sülâsî mücerred olan يبس  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

 
 

وَعِنْدَهُ مَفَاتِـحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ 

 

Ayet  وَ ’la  وَاللّٰهُ اَعْلَمُ  cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi tezâyüftür. Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. 

Cümlede takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır. Takdim kasrı ile tekid edilmiştir.

مَفَاتِـحُ الْغَيْبِ  için hal olan  لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ  cümlesi müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Nefy harfi ve istisna edatıyla oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Kasr, fiille fail arasındadır. Kasr-ı sıfat, ale’l-mevsuftur. 

Müsnedün ileyhin izafet terkibiyle gelmesi veciz anlatım kastıyladır.  

Hükümde ortaklık nedeniyle  وَعِنْدَهُ مَفَاتِـحُ الْغَيْبِ  cümlesine atfedilen وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِۜ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

MEFTAH", mim'in fethiyle mekân (yer), açılacak yer demektir. Mim'in kesriyle de "miftah" âlet ismi olup anahtar demektir. Yani daha açılmamış, vücuda gelmemiş, bizim ilmimiz ulaşmamış o kadar gayb hazineleri vardır ki bütün bunların kapıları veya anahtarları ancak Allah'ın katında, Allah'ın elindedir. Onları, O'ndan başka kimse bilmez. O, bütün bu gaybları bildiği gibi, hali hazırdaki bütün varlıkları da, bütün teferruat ve kısımlarına varıncaya kadar bilir. (Elmalılı)

مَفَاتِـحُ  kelimesinde istiare vardır. İlim manasında kullanılmıştır. İzafet kısa yoldan izah içindir.

Ayette iki kasr şekli vardır. Birincisi  وَعِنْدَهُ  bölümündeki takdim, ikincisi de  لَا يَعْلَمُهَٓا اِلَّا هُوَۜ  bölümündeki nefy ve istisna harfi ile yapılmış olandır. Burada ifade edilen şey de; gaybın anahtarlarının başkasının değil onun yanında olduğu, yani bunun bilgisinin de O’nda olduğu, başka kimsede olmadığıdır. Kasrın tekrarı bu hakikatı tekid eder ve sabit kılar. Yani gaybı bilmek O’na mahsustur ve mahlukatının hiç birinde bu bilgi yoktur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi )

الْبَرِّ- الْبَحْرِۜ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr  sanatları vardır.

يَعْلَمُ  kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Bilinenlerin kuru ve yaş olarak belirtilmesi taksim sanatıdır.

Gaybın anahtarları ile anlatılmak istenen şeyin; Lokman suresi son ayette geçen beş bilinmeyen olduğu söylenmiştir. Kıyametin kopma zamanı, yağmurun yağması, rahimlerdeki ceninin durumu, insanın yarın ne yapacağı, nerede 

Öleceğidir.

Gaybın hazineleri O'nun yanındadır". Burada "gayb işler" yerine müstear olarak مَفَاتِـحُ الْغَيْبِ [kapısı açılan mahzenler] ifadesi kul­lanılmış ve içlerinde gayp şeylerin saklandığı mahzenlere benzetil­miştir. Zemahşerî şöyle der: Yüce Allah istiare yoluyla, "gayb" için "anah­tarlar" kelimesini kullanmıştır. Çünkü kapıları kilitli mahzenlerde bulunan şeylere anahtarla ulaşılır. Gaybları sadece Allah bilir. (Sâbûnî) 

Burada meknî, tahyilî istiare vardır. Mahzenlerde ve güvenli hazinelerde insanlardan saklanan gizli, nefis ve değerli şeyler kilitlere benzetilmiştir. Vech-i şebeh, bunları sadece anahtarı elinde olan kişinin bilmesidir. (Âşûr) 

مَفَاتِـحُ  kelimesi, "miftah" ve "meftah" kelimesinin cemisidir. "Miftâh" kelimesi, kendisi ile kilidin açıldığı şey (anahtar) manasındadır. "Meftah" kelimesi ise bir şeyin saklanıp kitlendiği (hazine) yer manasınadır. Her bir çeşit eşyanın saklanıp belirdiği yere, "meftah" denir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr) 

Cenab-ı Hak gaybın anahtarları ifadesini mecazî olarak kullanmıştır. Çünkü anahtarlar sayesinde, demir zincirlerle emniyet altına alınmış hazinelerdeki şeylere ulaşılır. O halde, anahtarları ve bunların kilitleri açmada nasıl kullanılacağını bilen kimsenin, o anahtarlar sayesinde hazinelerde mevcut şeylere ulaşması ve elde etmesi mümkündür. (Fahreddin er-Râzî)

Cenab-ı Hak önce, "Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. Ondan başkası bunları bilmez" buyurmuş, sonra da sırf aklî ve küllî olan bu cümleyi, maddi ve cüzi olan bir cümle ile tekid ederek, "Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir" buyurmuştur.

Çünkü Allah'ın bildiği şeylerden bir kısmı da, kara ve denizde yaşayanların tamamıdır. Hisler ve hayal, kara ve denizin büyüklüğünü bilir. İşte bu sebeple Allah, aklî olan bu şeyin, gerçek büyüklüğünü ortaya koymak için, maddi olan (yani görülen-bilinen) bu şeylerden bahsetmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

Burada şu şekilde bir başka incelik daha vardır: Allah Teâlâ ayette önce, karayı zikretmiştir. Çünkü insan yeryüzünün hallerini ve orada bulunan pek çok şehir, köy, ova, sahra, dağ, tepe ile canlılar, bitkiler ve madenleri görür, bilir. Denize gelince, insan aklı onun hallerinin pek azını görüp, bilebilir. Fakat duyularımız az da olsa, denizin enteresan hallerinin daha çok, eninin boyunun daha fazla ve ondaki canlılar ile çeşitli varlıkların daha şaşırtıcı olduğunu anlar. Binaenaleyh hayalimiz (düşüncemiz), denizin ve karanın durumlarını bu şekilde zihinde toplayıp, sonra da bunların ikisinin toplamının, Hak Teâlâ'nın, "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Ondan başkası bunları bilmez" ifadesinin hükmüne giren şeylere nazaran, önemsiz olduğunu anlayınca, işte insanların görüp bildiği bu maddi misal, "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O’ndan başkası bunları bilmez" ayetinin hükmündeki büyüklüğü tekid edici ve tamamlayıcısı olur. (Fahreddin er-Râzî)

وَعِنْدَهُ مَفَاتِـحُ الْغَيْبِ  "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır" cümlesi, "hasr" ifade eder. Yani, "Başkasının değil, ancak O'nun yanındadır" demektir. Binaenaleyh şayet, "vacibu'l-vücûd" (eşyanın tamamı ve varlıkların bütünü) olan bir başka varlık daha olsaydı, o zaman, "Gaybın anahtarları" onun yanında da mevcut olurdu. Bu durumda da hasr manası batıl olur, bozulurdu. Hem, ayetin lafzı bu tevhide, tekliğe delalet ettiği gibi aklî delil de buna muvafıktır. (Fahreddin er-Râzî)


 وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ اِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ

 

Cümle makabline  وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi tezâyüftür. Menfi fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır.  يَعْلَمُهَا  cümlesi  وَرَقَةٍ  için haldir.  مَا  ve اِلَّا  ile oluşan kasr, fail ve hal arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır.

Fiilin faili  وَرَقَةٍ ’ya dahil olan  مِنْ  harfi gibi ona matuf olan,  حَبَّةٍ , رَطْبٍ  ve يَابِسٍ kelimelerindeki لَا  harfleri de zaiddir.  Bu zaid harfler olumsuzluğu tekid eden ıtnâb sanatıdır.  اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ  ibaresi,  اِلَّا يَعْلَمُهَا ’dan bedeldir. Bedel ıtnâb babındandır.

ف۪ي ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla karanlık içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü karanlık hakiki manada zarfiyeye, yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak ilimdeki yüksek dereceyi ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.

ظُلُمَاتِ الْاَرْضِ  ifadesinde karanlıklar yerin derinlikleri manasında kinayedir.

Ayetteki muzari fiiller, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmektedir.

رَطْبٍ - لَا يَابِسٍ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr  sanatları vardır.

Yaş-kuru ile mecazen tüm varlık alemi kastedilmiştir.

 وَرَقَةٍ - حَبَّةٍ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr  sanatı vardır.

وَرَقَةٍ - حَبَّةٍ - رَطْبٍ - يَابِسٍ  kelimelerindeki tenvin kıllet ve nev ifade eder. ‘Hiçbir’ manasındadır. Çünkü olumsuz siyaktaki nekre, selbin umumuna işarettir.

كِتَابٍ ’deki tenvin ise tazim içindir.  مُب۪ينٍ  sıfattır. Sıfatlar anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

Kara ve deniz olaylarından sonra düşme olaylarının yaprak ve tane ile temsil olunması, bütün gök cisimlerinin birer yaprak ve tane gibi durma kanunlarına tabi bulunduğuna dair bir delaleti içerir. Ve dikkate şayandır ki bu delalet, varlıklardan nasıl ve ne şekilde okunabilirse, Kur'an'dan da o kadar okunabilmektedir. Doğrudan doğruya cisimlerin duruş ve hareketleri ifade olunmayıp da yaprağın ve tanenin duruşunun açıklanması, hem Allah'ın bilgilerinin çokluk ve inceliğini tasvir etmek, hem de insanlara göre durma kanunlarının yapraklar ve tanelerde açık ve seçik bir cereyan ve cisimlerde gizli ve istidlâle dayalı olduğuna ve yerde karanlıklara bir tane düşmesinin gök boşluğunda cisimlerin duruş ve hareketlerini bilmeye bir anahtar teşkil edebileceğine bir işarettir. Burada önce görünmeyenden görünene, düşünülenden hissedilene, sonra derece derece hissedilenden düşünülene, görünenden görünmeyene giden öyle bir ince tertip vardır ki, bunun ne açıklaması biter, ne incelikleri tükenir. (Elmalılı)

Allah Teâlâ, bu ayette bütün cüz’îleri –yani, yaprak, dane, yaş ve kuruyu– hasretmiş ve onları küllîye –yani, gaybın anahtarlarına ve karada ve denizde olan şeylere– katmıştır. (Dr. Mustafa Aydın, Arap Dili Belagatında Bedî İlmi Ve Sanatları)