A'râf Sûresi 187. Ayet

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ لَا تَأْت۪يكُمْ اِلَّا بَغْتَةًۜ يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ  ...

Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu vaktinde ancak O (Allah) ortaya çıkaracaktır. O göklere de, yere de ağır basmıştır. O, size ancak ansızın gelecektir.” Sanki senin ondan haberin varmış gibi sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi sadece Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar.”
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَسْأَلُونَكَ sana soruyorlar س ا ل
2 عَنِ
3 السَّاعَةِ sa’at(in)den س و ع
4 أَيَّانَ ne zaman (diye)
5 مُرْسَاهَا gelip çatması ر س و
6 قُلْ de ki ق و ل
7 إِنَّمَا ancak
8 عِلْمُهَا onun bilgisi ع ل م
9 عِنْدَ yanındadır ع ن د
10 رَبِّي Rabbimin ر ب ب
11 لَا
12 يُجَلِّيهَا Onu açığa çıkaramaz ج ل و
13 لِوَقْتِهَا tam zamanında و ق ت
14 إِلَّا başkası
15 هُوَ O’ndan
16 ثَقُلَتْ O ağır gelmiştir ث ق ل
17 فِي
18 السَّمَاوَاتِ göklere de س م و
19 وَالْأَرْضِ yere de ا ر ض
20 لَا
21 تَأْتِيكُمْ O size gelmez ا ت ي
22 إِلَّا ancak
23 بَغْتَةً ansızın ب غ ت
24 يَسْأَلُونَكَ sana soruyorlar س ا ل
25 كَأَنَّكَ sanki sen
26 حَفِيٌّ biliyormuşsun ح ف و
27 عَنْهَا onu
28 قُلْ de ki ق و ل
29 إِنَّمَا muhakkak
30 عِلْمُهَا onun bilgisi ع ل م
31 عِنْدَ yanındadır ع ن د
32 اللَّهِ Allah’ın
33 وَلَٰكِنَّ fakat
34 أَكْثَرَ çoğu ك ث ر
35 النَّاسِ insanların ن و س
36 لَا
37 يَعْلَمُونَ bilmezler ع ل م
 

Saat kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de belli bir zaman dilimini belirten sözlük anlamı yanında, sık sık kıyametin kopacağı vakti ifade etmek üzere de kullanılmaktadır. Kaynaklarda ansızın gelip çattığı, amellerin hesabı çabuk olduğu veya uzun sürdüğü ya da süresi uzun olmasına rağmen Allah Teâlâ bakımından insanların hesabındaki bir saatlik süre kadar kısa sürdüğü için kıyamete saat denildiği belirtilir (Zemahşerî, II, 107; Şevkânî, II, 311; M. Reşîd Rızâ, IX, 425). Bir açıklamaya göre saat, birinci sûr çalınca bütün canlıların ölmesi sürecini, kıyamet ise ikinci sûr çalınca yeniden dirilmeyi ve sonrasında olup bitenleri ifade eder; böylece âhiret hayatı başlamış olur.

 Bazı hadislerde müslümanların da Resûlullah’a kıyametin zamanıyla ilgili sorular sordukları bildirilmekle birlikte (meselâ bk. Buhârî, “Fezâ’ilü ashâbi’n-nebî”, 6; “İlim”, 2; “Ahkâm”, 10; Müsned, II, 361; III, 322, 326), bilhassa müşriklerin Hz. Peygamber karşısındaki yaygın tavırlarından biri, kıyameti inkâr etmek veya Resûlullah’ı güç durumda bırakmak maksadıyla bu konuda sorular sormaktı. Bu âyette de onların böyle bir sorusundan ve –aslında bu sorunun arkasında kötü niyet bulunmasına rağmen– Resûlullah’ın, aydınlatma görevinin bir gereği olarak bu soruyu ciddiye alıp cevap vermesinden söz edilmektedir. Bazı tefsirlerde buradaki sorunun yahudiler tarafından sorulduğuna dair rivayetler yer almaktaysa da (Zemahşerî, II, 107), A‘râf sûresi Mekke’de indiğinden bu görüş isabetli görülmemektedir. Soru kimden gelirse gelsin, Hz. Peygamber kıyametin vaktiyle ilgili bütün sorulara karşı bunu bilmediğini ifade etmiş, meselâ Cebrâil tarafından yöneltilen, “Kıyamet ne zaman kopacak?” şeklindeki bir soruyu, “Bu hususta sorulan sorandan daha bilgili değildir” cevabını vermiştir (Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1, 5, 7; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 17).

 Kıyamet vaktinin “göklere de yerlere de ağır gelmesi” dünyanın kozmolojik düzeninin bozulacağına, Kur’an’ın ifadesiyle (İbrâhîm 14/48) “yerin başka bir yere, göklerin de başka göklere dönüştürüleceği” esnada vuku bulacak olayların dehşetine; “Sizi ansızın yakalayacaktır” ifadesi de insanoğlunun, kıyamet saati hakkındaki bilgisizliğinin son ana kadar süreceğine işaret etmektedir (Râzî, XV, 81).

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 640

 

Riyazus Salihin, 1841 Nolu Hadis
Ebû Hureyre şöyle dedi:
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir yerde sahâbîlerle konuşurken bir bedevî çıkageldi ve:Kıyamet ne zaman kopacak? diye sordu.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sözünü kesmeden konuşmasına devam etti. Bunun üzerine sahâbîlerden biri:

Bedevînin sorusunu duydu, fakat soruyu beğenmedi, dedi. Bir başkası da:

Hayır, soruyu duymadı, dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem konuşmasını bitirince:

“Kıyamet hakkında soru soran nerede?” buyurdu. Bedevî:

Buradayım, Yâ Resûlallah! dedi.

“Emanet zâyi edildiği zaman kıyameti bekle!” buyurdu. Bedevî:

Emanet nasıl zâyi olacak? diye sordu. Resûl-i Ekrem de:

“Emanet ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyameti bekle!” buyurdu.
(Buhârî, İlim 2, Rikak 35. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 361)

Peygamber Efendimiz kıyametin ansızın kopacağını bazı ifadelerle anlatmıştır, “ devesini sağan bir adam daha süt kabını ağzına götürmeden, elbise alışverişi yapan iki kişi daha alışverişi tamamlamadan, havuzunu tamir eden biri daha işini bitirmeden “ kıyametin kopacağını söylemiştir.
(Buhari ,Rikâk 40; Müslim ,Fiten 140)

 

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاۜ

 

Fiil cümlesidir.  يَسْـَٔلُونَكَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  عَنِ السَّاعَةِ  car mecruru يَسْـَٔلُونَكَ  fiiline müteallıktır.

اَيَّانَ  istifham harfi, mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  مُرْسٰيهَا  muahhar mübtedadır. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مُرْسٰيهَا  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i mef’ûludur.


 قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ

 

Fiil cümlesidir.  قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir  أنت ’dir.

Mekulü’l-kavli,  اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ’dur.  قُلْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

اِنَّمَا  kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup, buradaki  مَا harfidir,  اِنَّ  harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur.  اِنَّ ‘nin ameli ise engellenmiştir, yani mekfûfedir.

عِلْمُهَا  mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

عِنْدَ  mekân zarfı, mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.  رَبّ۪ي  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

Mütekellim zamiri  ي  ise Rabb isminin muzâfun ileyhi olarak mahallen mecrurdur.


لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ

 

Cümle  عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪ي’nin bedeli olarak mahallen mansubdur.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.

يُجَلّ۪يهَا  fiili  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir  هَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

لِوَقْتِهَٓا  car mecruru  يُجَلّ۪يهَا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اِلَّا  hasr edatıdır. Munfasıl zamir  هُوَ  fail olarak mahallen merfûdur.

يُجَلّ۪يهَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındadır. Sülâsîsi  جلو ’dir.

Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef'ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar. Tef’il babının en yaygın anlamı teksirdir.


ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ لَا تَأْت۪يكُمْ اِلَّا بَغْتَةًۜ

 

Fiil cümlesidir.  ثَقُلَتْ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri  هى ’dir.

Muzari fiillerin ( أَنَا – أَنْتَ – نَخْنُ ... ) zamirleri fail (özne) konumunda olduklarında vücûben (zorunlu olarak) müstetir olurlar yani bariz zamir olarak açık şekilde yazılmaları mümkün olmadığı gibi bunların yerine açık bir isim söylenmesi de mümkün değildir. ( هُوَ - هِيَ) zamirlerinin müstetir oluşu ise mazi fiilde de muzari fiilde de vücûben değil cevazendir, yani bunların müstetir zamir olarak kullanılmaları zorunlu olmayıp bu zamirlerin yerine istenildiği takdirde açık isim getirilmesi de mümkündür. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

فِي السَّمٰوَاتِ  car mecruru  ثَقُلَتْ  fiiline müteallıktır. Cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.

الْاَرْضِ  kelimesi atıf harfi  وَ  ’la   السَّمٰوَاتِ’ye matuftur.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.

تَأْت۪يكُمْ  fiili  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هى ’dir.

Muttasıl zamir  كُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

اِلَّا  hasr edatıdır.  بَغْتَةً  hal olup fetha ile mansubdur.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızdır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (isim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (harf-i cerli veya zarflı isim). Burada hal, müfred olan hal şeklinde gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 


 يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاۜ

 

Fiil cümlesidir.  يَسْـَٔلُونَكَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَا  cümlesi  يَسْـَٔلُونَكَ ’deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubdur.

كَاَنَّ  kelimesi  اِنَّ  gibi isim cümlesinin başına gelir. İsmini nasb haberini ref yapar. 

كَ  muttasıl zamiri  كَاَنَّ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.

حَفِيٌّ  kelimesi  كَاَنَّ’nin haberi olup lafzen merfûdur. عَنْهَاۜ car mecruru   حَفِيٌّ’e müteallıktır. 


قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

 

Fiil cümlesidir.  قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir  أنت ’dir.

Mekulü’l-kavli,  اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ’dur.  قُلْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

اِنَّمَا  kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup, buradaki  مَا harfidir,  اِنَّ  harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur.  اِنَّ’nin ameli ise engellenmiştir yani mekfûfedir.

عِلْمُهَا mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

عِنْدَ mekân zarfı, mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  لَـٰكِنَّ  istidrak harfidir.  

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

İstidrak; düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir. Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَـٰكِنَّ  harfi,  اِنَّ  gibi ismini nasb haberini ref eder. Bazı müfessirlere göre  لَـٰكِنَّ  de  اِنَّ  gibi cümleyi tekid eder. 

لٰكِنَّ ’nin ismi olan  أَكۡثَرَ  lafzen mansubdur.  ٱلنَّاسِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

لٰكِنَّ’nin haberi  لَا يَعْلَمُونَ cümlesi olup mahallen merfûdur.

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَعْلَمُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
 

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاۜ

 

Ayet istînâfiyyedir. İlk cümle, müspet muzari fiil sıygasında, lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Fiilin mef’ûlü konumundaki  اَيَّانَ مُرْسٰيهَا  cümlesi istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. İstifham ismi  اَيَّانَ, zaman zarfı olarak mahzuf mukaddem habere müteallıktır. 

İstifham harf ve isimlerinin sadaret hakkı (lafzın, sözün başında gelme özelliğine sahip olması) vardır. 

اَيَّانَ مُرْسٰيهَا  cümlesi istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen, mütekellimin amacının alay etme olması sebebiyle, mecaz-ı mürsel mürekkebtir. 

السَّاعَةِ  kelimesi bu ayette kıyamet gününden kinayedir.

السَّاعَةِ  kelimesi Kur’an-ı Kerim’de belli bir zaman dilimini belirten sözlük anlamı yanında, sık sık kıyametin kopacağı vakti ifade etmek üzere de kullanılmaktadır.

السَّاعَةِ  kelimesi burada marife gelerek Kur’an ıstılahında çoğunlukla bu dünyevi alemin yok olup uhrevi aleme girişi ifade eden ba’s veya kıyamet gününü ifade etmiştir. (Âşûr)

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Necm kelimesinin, genel olarak her yıldız için kullanılıp elif lamlı geldiğinde ise “Süreyya Yıldızı” anlamı taşıması gibi; saat kelimesi de elif lamlı geldiğinde kıyamet anlamında kullanılır. Bunlar “esmâ-i gâlibe”dendir. Kıyamet; ya ansızın geleceği için bu ismi almıştır yahut bütün mahlukatın muhasebesi, tek bir saatte ifa edileceği için yahut da uzun bir zaman olmasına rağmen canlılar nezdinde tek bir saat gibi geleceği için bu adla, “saat” adıyla adlandırılmıştır. (Fahreddin er-Râzî)

اَيَّانَ; normal bir soru değil, şaşma ve alay etme ifadesidir.

مُرْسٰيهَاۜ  (yani “gelip çatması” diye çevirdiğimiz demirleme, gerçekleşme) kelimesi, ارْسٰيهَاۜ  ya da  وَقْت ارْسٰيهَاۜ  anlamındadır ki kıyametin kopma ve gerçekleşme zamanı demektir; çünkü ağır olan her şeyin sebat ve istikrarını ifade etmek için  رسو (demirleme) kelimesi kullanılır. (Keşşâf)

مُرْسٰيهَا  kelimesindeki  مُرْسٰي  lafzı,  أَرْسَى  (demir atmak, gelip dayanmak) manasında bir masdardır.

أَرْسَى , “sabit kılmak, sağlamlaştırmak” demektir. Nitekim bir şey sabitleşip iyice kuvvetlendiğinde رَاسَا - يَرْسُو denilir. Cenab-ı Hakk da  وَالجِبَلَ اَرْسَيهَا  “Dağları da (sapasağlam) çaktı.” (Naziat Suresi, 32) buyurmuştur. Bundan dolayı الرَّسْوُ  kelimesi, mutlak manada sebatın, durmanın ismi olmayıp aksine ağır olan bir şeyin sabit olması, durması için kullanılan bir isimdir. Mesela:  اِرْسَاءُ السَّفِينَةِ  اِرْسَاءُ الجَبَلِ “dağı dikmek ve sabitleştirmek” ve “gemiye demir atmak, onu sabitleştirmek” tabirleri bu manadadır. Cenab-ı Hakk’ın, “O göklere de, yere de ağır basmıştır.” buyruğunun delaletiyle canlılara en ağır gelen şey kıyamet olunca pek yerinde olarak Cenab-ı Hakk, kıyametin vuku bulmasını ve sübutunu  أَرْسَى  kelimesiyle ifade etmiştir. (Fahreddin er-Râzî ve Âşûr)

Muhakkik (gerçeği araştıran) alimler şöyle demektedirler: “Kıyametin, insanlara gizli bırakılmasının sebebi şudur: Kullar, kıyametin ne zaman kopacağını bilmedikleri zaman bu hususta sürekli olarak tedbirli davranırlar; böylece bu husus onları daha fazla itaatte bulunmaya sevkedip, günahtan da o nispette alıkoymuş olur.” (Fahreddin er-Râzî)

أيّانَ  istifham için haberi mukaddemdir.  ومَرْساها  muahhar mübtedadır. O aslında  آنَ in muzâfun ileyhidir. Aslı,  أيُّ آنٍ آنُ مَرْسى السّاعَةِ  şeklindedir. (Âşûr) 

مَرْسى  kelimesi  بِسْمِ اللَّهِ مَجْراها ومُرْساها (Hûd Suresi, 41) ayetinde olduğu gibi geminin dalgaları yararak gitmesinden sonra bir yerde karar bulmasıdır. Burada  الإرْساءَ bir olayı, bir yayanın karada veya denizde istediği yere ulaşmayı ümit ettiği veya bu konuda mütereddit olduğu bir olaya benzetmek için istiare olarak kullanılmıştır. (Âşûr)

Saatin bilgisi, sorudan da anlaşılacağı gibi, vaktini belirleme bilgisidir. Bu ilmin saate ait zamire isnad edilmesi bir muzâf takdiri dolayısıyladır. Yani عِلْمُ وقْتِها demektir. Masdarın  mef’ûlune izafesidir.  عِنْدَ zarfı bu vaktin Allah'ın ilmine bağlı olduğu manası için mecazen kullanılmıştır. (Âşûr) 


قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ

 

Cümle, istînâf-i beyanî olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mekulü’l-kavl cümlesi  اِنَّمَا  kasr edatıyla tekid edilmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.

Kasr, mübteda ve haber arasındadır.  عِلْمُهَا, sıfat/maksûr,  عِنْدَ رَبّ۪يۚ mevsuf/  maksûrun aleyhtir. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.

اِنَّمَا  ile yapılan kasrlarda muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. Ancak bunun aksi durumlarda da  اِنَّمَا ile kasrın yapıldığı görülmektedir. Yani muhatabın inkâr ettiği durumlarda inkâr etmiyormuş menzilesine konarak  اِنَّمَا  ile kasr yapılır. Böylece tariz yoluyla başka bir maksat için gelmiş olur. Ancak bu harf ile yapılan kasrlarda sıfat ve mevsûfu tespit etmek zordur. Aslında bunun lafzî bir karînesi yoktur. Siyaktan tespit edilmesi gerekir. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi Fatma Serap Karamollaoğlu)

عِنْدَ رَبّ۪يۚ  izafetinde hem muzâf hem de muzâfun ileyh Rabb isminden ötürü şan ve şeref kazanmıştır. Ayrıca Hz. Peygambere teşvik ve destek ifade eder.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi, tecrîd sanatıdır.

الرَّبِّ  kelimesinin marife olarak gelişi ve mütekellim zamirine izafesinde saatin ilminin resule değil Cenab-ı Hakk’a mahsus olduğuna ve onların bu konudaki şüphelerinin doğru olmadığına ima vardır. (Âşûr)


لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ 

 

Fasılla  gelen cümlede fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Cümle,  عِلْمُهَا cümlesinden bedeldir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Nefy harfi ve istisna edatıyla oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Fiille fail arasındadır. Fiil, faile hasredilmiştir. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.

Daha sonra Cenab-ı Hakk, bu manayı tekid ederek, لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ  “Onun vaktini, kendisinden başkası açıklayamaz.” buyurmuştur.  تَجْلِيَة  kelimesi, bir şeyi ortaya koymak,  تَجَلِّي  ise o şeyin kendiliğinden ortaya çıkmasıdır. Buna göre mana, “O kıyametin muayyen olan zamanını sadece Allah Teâlâ ortaya çıkarır.” şeklinde olur. Yani “Onun, belirli ve muayyen vaktini bildirmek ve haber vermek suretiyle izhar etmeye, sadece Cenab-ı Hakk kadir olabilir.” demektir. (Fahreddin er-Râzî)

لِوَقْتِهَٓا  kelimesindeki  لِ  vakit içindir. Vakitlendirme manasındadır.  عِنْدَ  manasına benzer. Aslı şöyledir: Bu mana ihtisas lâmından kaynaklanır. (Âşûr) 

Bu cümle hakiki kasrdır. Çünkü bu mana asıldır ve  قُلْ إنَّما عِلْمُها عِنْدَ اللَّهِ  cümlesinden sonra gelmiştir. İzafî kasr manasını ve daha fazla manayı ifade eder. Zira saatin ilmini tespit etmek Allah Teâlâ’ya hasredilmiştir. (Âşûr) 

لِوَقْتِها  car mecruru  يُجَلِّيها  fiilinin failine takdim edilerek müferrağ istisna olarak gelmiştir. Bunun sebebi, vakti gelince kıyametin vuku bulacağı konusunda uyarmaktır. Çünkü o aniden gelecektir. (Âşûr) 

Bu cümle, kıyamete kadar bu ilmin yalnız Allah katında kalacağını beyan eder. Teşriî hikmet bunu gerektirir. Çünkü kıyamet vaktinin gizli tutulması, itaate daha teşvik edici ve günahlardan daha fazla caydırıcıdır. Nitekim insanın ne zaman öleceğini bilmemesi de böyledir. (Ebüssuûd)


 ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.  السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

الثِّقَلُ (ağırlık), büyüklük ve azamet gibi, meşakkat-zorluk manasında müstear olarak gelmiştir. Çünkü nefs üzerindeki etkisinin şiddeti ve zorluğu nedeniyle, kişiye ağır bir şey taşıdığını hissettirir. (Âşûr)

Saati ağır olarak nitelendirmek, içinde yaşanan olaylar dolayısıyladır. Bu şekilde vasıflanması mecâzi aklîdir. Karinesi açıktır. Bu ağırlık, şiddet manasındadır. Zaman için değil olaylar için sıfat olur. (Âşûr)


 لَا تَأْت۪يكُمْ اِلَّا بَغْتَةًۜ

 

Fasılla gelen cümlede fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.  

Nefy harfi ve istisna edatıyla oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Fiille hal arasındadır. Fiil, hale hasredilmiştir. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.


يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاۜ 

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, müspet muzari fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber, ibtidaî kelamdır. Fiilin mef’ûlünden hal olan  كَاَنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

حَفِيٌّ; ısrarla istemekte veya bir şeyi öğrenirken yapılan araştırmada acele etmek demektir. Aslı; hayvanı yalın ayak bırakmak yani toynağını soymaktır. Müfredat bu kelimeyi “herhangi bir şeyi bilen” olarak tarif etmiştir. Burada “bilmekte ısrarcı olmak” manasında gelmiştir. Sanki Peygamber Efendimiz (s.a.) kıyameti merak ediyor da onun peşinde olup öğrenmeye uğraşıyormuş gibi, sana habire “kıyamet ne zaman” diye soruyorlar buyurulmuştur.

Bu ibare mürsel mücmel bir teşbihtir. Teşbih edatı zikredilmiş, vech-i şebeh hazfedilmiştir.

Ayetteki  عَنْهَاۜ  kelimesi ile ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır:

a. İfadede bir takdim-tehir söz konusu olup, ayetin takdiri, يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ بِهَا şeklindedir. Daha sonra söz uzayacağı ve bir de hazfedilmesi sebebiyle herhangi karışıklığa sebebiyet vermeyecek şekilde malûm olduğu için buradaki  بِهَا   sözü hazfedilmiştir.

b. Ayetin takdirinin,  يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ بِهِمْ “Sanki sen onlara itaat ediyormuşsun gibi sana soruyorlar.” şeklinde olmasıdır. Çünkü  حَفَا  fiili, bazen  بِ  harf-i ceriyle, bazen de  عَنْ harf-i ceriyle müteaddî olur. Bu izahı, İbni Mesud’un  كَاَنَّكَ حَفِيٌّ بِهَا şeklindeki kıraati de destekler. (Fahreddin er-Râzî)

حَفِيٌّ, bir şeyi bilenden kinayedir. Çünkü soruların çoğu, sorulan şey hakkında bilgi sahibi olmayı gerektirir. (Âşûr)


قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ

 

Cümle, istînâfiyye olarak önceki cümleyi tekid sadedinde gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Mekulü’l-kavl cümlesi  اِنَّمَا  kasr edatıyla tekid edilmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

Kasr, mübteda ve haber arasındadır.  عِلْمُهَا, sıfat/maksûr,  عِنْدَ رَبّ۪يۚ mevsuf/maksûrun aleyhtir. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.

اِنَّمَا  ile yapılan kasrlarda muhatap, konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. Ancak bunun aksi durumlarda da  اِنَّمَا ile kasrın yapıldığı görülmektedir. Yani, muhatabın inkâr ettiği durumlarda, inkâr etmiyormuş menzilesine konarak  اِنَّمَا  ile kasr yapılır. Böylece tariz yoluyla başka bir maksat için gelmiş olur. Ancak bu harf ile yapılan kasrlarda sıfat ve mevsûfu tespit etmek zordur. Aslında bunun lafzî bir karînesi yoktur. Siyaktan tespit edilmesi gerekir. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi Fatma Serap Karamollaoğlu)

اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ  sözü kasr-ı hakikidir. (Âşûr)

Cenab-ı Hakk’ın, “Kıyametin sübutunun ne zaman olduğunu sana sorarlar.” buyruğu, kıyametin ne zaman kopacağı hakkında bir soru; ikinci olarak da “Tam manasıyla biliyormuşsun gibi onu sana sorarlar.” buyruğu ise kıyametin ağırlığının, şiddetinin ve heybetinin künhü (aslı) ile alakalı bir sorudur. Dolayısıyla bu ifadelerin tekrarlanmış olduğu söylenemez. Cenab-ı Hakk, bu iki sorudan birincisine, “Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır.” ikincisine de “Onun ilmi ancak Allah katındadır.” diyerek cevap vermiştir. Bu iki şekil arasındaki fark şudur: Birinci soru, kıyametin ne zaman kopacağı ile ilgili bir sorudur. İkincisi ise kıyametin şiddet ve heybetinin ne kadar olduğuyla alakalı bir sorudur. Allah’ın, heybet ve azamet bakımından isimlerinin en büyüğü, en fazla heybet ve celâle delalet eden ismidir ki bu da Lafzatullah (اللّٰهِ) olup, bu, kıyametin şiddetinin ne kadar olacağı sorusuna karşı verilen cevapta zikredilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

عِنْدَ اللّٰهِ izafetinde lafza-i celâle muzâf olan  عِنْدَ  şan ve şeref kazanmıştır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Allah isminin zikredilmesi,  tecrîd sanatıdır.

عِلْمُهَا  kelimesinde irsâd sanatı vardır.

عِلْمُهَ -  يَعْلَمُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

اِنَّمَا  edatı; siyakında açıkça veya zımnen bir sorunun olduğu ayetlerde cevap olarak gelir.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

قُلْ - اِنَّمَا - عِلْمُهَا -  يَسْـَٔلُونَكَ  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

اللّٰهِ - رَبّ۪  ve  السَّاعَةِ - لِوَقْتِهَٓا  kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

 

وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

 

وَ  atıf harfidir. Cümle mekulü’l-kavl cümlesine matuftur. İstînâfiyye olması da caizdir. İstidrâk manasındaki  لٰكِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. 

لٰكِنَّ ’nin haberi olan  لَا يَعْلَمُونَ ’nin muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam formunda gelmesi cümleye hükmü takviye, hudûs ve teceddüt anlamları katmıştır. Ayrıca muzari fiilde, muhatabın muhayyilesini (hayal gücünü) harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.

Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Bunun Kur’an’da çok örneği vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

“Bilmeme” keyfiyetinin onlardan çoğuna tahsisi, bazılarının hakikati bilmelerine rağmen kibir ve inatları yüzünden bilmezden gelmeleri sebebiyledir. (Ebüssuûd)

“Sana soruyorlar” ve “Onunla ilgili bilgi Allah katındadır.” ifadelerinin tekrarının sebebi tekiddir, ayrıca ikinci ifadede “sanki sen biliyormuşsun gibi” ifadesi de ilave edilmiştir. Nitekim mahir alimlerin kitaplarındaki tekrarlar da faydadan hāli değildir. Fakat insanların çoğu kıyametin vaktini sadece Allah’ın bildiğini, bu ilmin O’na mahsus olduğunu bilmez. (Keşşâf)

Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri  Ahkaf Suresi)

Böyle tekrarlanan kelimeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.