23 Ekim 2024
A'râf Sûresi 179-187 (173. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

A'râf Sûresi 179. Ayet

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يراً مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ  ...


Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَقَدْ ve andolsun
2 ذَرَأْنَا yarattık ذ ر ا
3 لِجَهَنَّمَ cehennem için
4 كَثِيرًا birçok ك ث ر
5 مِنَ
6 الْجِنِّ cin ج ن ن
7 وَالْإِنْسِ ve insan ا ن س
8 لَهُمْ vardır
9 قُلُوبٌ kalbleri ق ل ب
10 لَا
11 يَفْقَهُونَ fakat anlamazlar ف ق ه
12 بِهَا onlarla
13 وَلَهُمْ vardır
14 أَعْيُنٌ gözleri ع ي ن
15 لَا
16 يُبْصِرُونَ fakat görmezler ب ص ر
17 بِهَا onlarla
18 وَلَهُمْ ve vardır
19 اذَانٌ kulakları ا ذ ن
20 لَا
21 يَسْمَعُونَ fakat işitmezler س م ع
22 بِهَا onlarla
23 أُولَٰئِكَ işte onlar
24 كَالْأَنْعَامِ hayvanlar gibidir ن ع م
25 بَلْ hatta
26 هُمْ onlar
27 أَضَلُّ daha da sapıktır ض ل ل
28 أُولَٰئِكَ işte
29 هُمُ onlardır
30 الْغَافِلُونَ gafiller غ ف ل

Eski Arapça’da kalb kelimesi genellikle “insanın kavrama, bilme ve algılama, sağlıklı hüküm verme yeteneği”, kısaca “akıl” anlamına gelir (Râgıb el-İsfahânî, ez-Zerîa ilâ mekârimi’ş-şerîa, s. 176). Birçok âyette olduğu gibi (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/151; Enfâl 8/12; Hac 22/46; Zümer 39/45; Nâziât 79/8) konumuz olan âyette de kelime bu anlamda kullanılmıştır. Buradaki kalb, göz ve kulak kelimeleri, aslında duyma (his), algılama, düşünme, kavrama, bilme gibi insanı bilgiye, tefekküre ve imana götüren temel insanî yetenekleri ifade etmektedir. Nitekim, “kavrama” kelimesiyle çevirdiğimiz fıkıh da sıradan bir bilmeden ziyade “bir şeyin mahiyetini temelden ve doğru olarak anlayıp kavramak” demektir.

 Kur’ân-ı Kerîm’de insanın akıl sahibi, düşünen ve bilen bir varlık olmasına büyük önem verilmiş, her vesile ile insanın bu yönü harekete geçirilmeye, yararlı ve verimli kılınmaya çalışılmıştır. Kur’an’da akıl kelimesi isim olarak geçmemekle beraber –hepsi de “akletme, aklını kullanma, düşünüp taşınma” anlamında olmak üzere– çeşitli fiil kalıplarıyla kırk dokuz âyette bu kavram tekrar edilmiştir. Yüzlerce âyette geçen kalb (çoğulu kulûb) kelimesiyle birlikte fuâd (çoğulu ef‘ide), lüb (çoğulu elbâb), basîret (çoğulu basâir) kelimeleri de düşünme ve bilme melekelerini ifade eder. Ayrıca nazar, re’y, tedebbür, tefekkür, i‘tibar, zikir ve tezekkür masdarından fiillerle yine insanın zihnî melekelerini doğru ve verimli bir şekilde kullanmasının gerekliliği sık sık vurgulanmış; bu âyetlerde daha çok insanın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap edilerek insanoğlu, en basitinden en kompleksine, en somutundan en soyutuna kadar kendisini kuşatan bütün varlıklar üzerinde; kezâ insanlığın var oluşundan âkıbetinin ne olacağına varıncaya kadar olmuş ve olacak şeyler üzerinde düşünüp taşınmaya ve bunlardan dersler çıkarmaya çağırılmıştır. Fakat –konumuz olan âyet-i kerîmede de belirtildiği gibi– Allah insanlara gerçekleri, iyilik ve güzellikleri görme, işitme, anlayıp kavrama yeteneklerini vermiş olmasına rağmen öyleleri vardır ki onlar bu yeteneklerini yaratılış amacına uygun bir şekilde ve doğru olarak kullanmazlar; bu sebeple de cehenneme atılmaları sonucunu doğuracak olan yanlış inançlara sapar, kötü işler yaparlar. Âyet birinci derecede Hz. Peygamber’in ilk muhatapları olan müşrikleri tehdit etmekle birlikte evrensel anlam ve uyarılar da içermektedir.

Allah Teâlâ akıllı, dolayısıyla yükümlü yaratıklar olup gözle görülmedikleri için “cin” adı verilen (En‘âm 6/100) bazı varlıklarla birlikte insanların –bir kısmını cennet için yarattığı gibi– bir kısmını da cehennem için yarattığını ifade buyurduktan sonra bunun sebebi olarak, onların yükümlülük ve sorumluluğa temel teşkil eden akıl ve diğer bilgi yeteneklerini doğru ve yerinde kullanmamalarını göstermektedir. Tek tek olayların fizikî ve görünür taraflarını aşarak bütünündeki hikmetleri yakalamak, böylece varlığın ve hayatın fizik ötesindeki tümel anlamını, hikmetini ve değerini kavramak; bu sayede kalbimizi küfürden, nifaktan, bâtıl inanç ve hurafelerden arındırarak doğru bir imana ulaşmak; Câhiliye döneminde olduğu gibi günümüzde de sıkça görülen her türlü fâni ve sıradan varlıklara kul olma seviyesizliğinden kendimizi koruyup yalnız Allah’a kul olma ve yalnız O’nun yardımına güvenme onurunu kazanmak (Fâtiha 1/5); kalbimizi ve zihnimizi Hakk’ın rızâsına aykırı, insanın ruhunu kirletici duygu ve düşüncelerden temizlemek; insanın hayatını lekeleyen, Allah ve insanlar katında itibarını düşüren her türlü kötü ve çirkin işlerden uzak durmak; evrenin düzeni ve işleyişi gibi insanlar arası ilişkilerin de Allah’ın yasaları uyarınca gerçekleştiğini anlayarak toplumsal, millî ve milletlerarası ilişkilerde başarının, bu yasalara uygun şekilde hazırlıklı ve birikimli olmaya bağlı bulunduğunu anlamak; varlık ve olayların anlamlarını ve hikmetlerini kavrayarak buradan din ve dünya hayatımız için hayırlı sonuçlar elde etmek; kalbimizi güzel duygu ve düşüncelerle, hayatımızı iyi ve yararlı davranışlarla donatmak; bütün bunlar, Allah’ın bizi biyolojik bakımdan büyük ölçüde müşterek olduğumuz öteki canlılardan onun sayesinde ayrı ve seçkin kıldığı aklımızı ve diğer bilgi araçlarımızı doğru kullanmamıza bağlıdır. 

Bu sebepledir ki, âyette söz konusu yeteneklerini doğru kullanmayanlar hayvan sürülerine benzetilmiş, hatta onlardan daha şaşkın, daha akılsız oldukları bildirilmiştir. Zira hayvanların da duyu araçları olmakla birlikte duyu verilerini kullanarak bunlardan bilgi üretme, hükümler çıkarma, bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyenlere ulaşma gibi aklî ve zihinsel faaliyetler gösterme ve sonuçta zihnini doğru bilgi ve inançlarla ve hayatını güzel davranışlarla süsleme imkânları bulunmamaktadır. Böyle bir imkâna sahip olarak yaratıldıkları halde, bu imkânı doğru ve yerinde kullanmayan insanlar âyette hayvanlardan daha akılsız olarak nitelenmiştir. Eğer insanın dinî hayatını ve değerler dünyasını ilgilendiren görüş, düşünce ve inancı, ahlâkı, tutum ve davranışları hayvanlarla ortak yanını oluşturan aşağı duygu ve tutkularının tesiriyle yön değiştirmeye başlamışsa artık bu insan aklının kontrolünden çıkmış, güdülerinin hâkimiyetine girmiştir; böyle bir insan artık fiilen diğer canlılardan daha aşağı bir duruma düşmüş, gerçek mutluluk ve kurtuluş sebeplerinden uzaklaşarak gaflet ve dalâlete sapmış demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli vesilelerle bize bildirdiğine göre yüce Allah, böyle bir durumdan korunmaları için insanlara inanç ve amel dünyasını belirlemek üzere başlıca iki imkân vermiştir: Akıl ve vahiy. Râgıb el-İsfahânî’nin (ö. 502/1108) şu ifadeleri bu konudaki İslâmî yaklaşımın bir özeti sayılabilir: “Aziz ve celîl olan Allah’ın kullarına gönderdiği iki elçisi vardır. Biri içimizdeki elçidir ki bu akıldır, diğeri de dışımızdaki elçi yani peygamberdir. Hiç kimse, içindeki elçiden yararlanma işini öne almadıkça dışındaki elçiden yararlanamaz. Şu halde akıl, peygamberin öğretisinin doğruluğunu öğretir… Sonuç olarak akıl yönetici, din yol göstericidir. Akıl olmazsa din varlığını koruyamaz, din olmayınca da akıl yolunu şaşırır. Yüce Allah’ın buyurduğu gibi (Nûr24/35) ikisinin birleşmesi ışık üstüne ışıktır” (ez-Zerîa ilâ mekârimi’şşerîa, s. 207). Böylece insanı hayvandan ayıran en büyük özellik akıl olduğu için âyetin metninde insanı hayvanlarla karşılaştıran ifadede geçen “edal” (daha şaşkın) kelimesini “daha akılsız” diye çevirmek de mümkündür.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 629-632

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يراً مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ

 

وَ  istînâfiyyedir.  لَ  harfi, mahzuf kasemin cevabının başına gelen muvattiedir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.

ذَرَأْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

لِجَهَنَّمَ  car mecruru  ذَرَأْنَا  fiiline müteallıktır.

جَهَنَّمَ  kelimesi gayri munsarif olduğu için cer alameti fethadır. Çünkü kendisinde hem alemlik (özel isim olma vasfı) hem de ucmelik vasfı (yani Arapça olmama vasfı) bulunmaktadır.

Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.

Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir.

Arapçada kullanılmakla birlikte Arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayri munsariftir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَث۪يراً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  مِنَ الْجِنِّ  car mecruru  كَث۪يراً’in mahzuf sıfatına müteallıktır.

الْاِنْسِ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  الْجِنِّ’ye matuftur.

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ

 

لَهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  قُلُوبٌ  muahhar mübtedadır.

لَا يَفْقَهُونَ بِهَا  cümlesi  قُلُوبٌ  sıfatı olarak mahallen merfûdur.

Not: Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَفْقَهُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı  fail olup mahallen merfûdur.

بِهَا  car mecruru  يَفْقَهُونَ  fiiline müteallıktır.


 وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ 

 

وَ  atıf harfidir.  لَهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  اَعْيُنٌ  muahhar mübtedadır.

لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ  cümlesi  اَعْيُنٌ  kelimesinin sıfatı olarak mahallen merfûdur.

Not: Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يُبْصِرُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı  fail olup mahallen merfûdur.

بِهَا  car mecruru  يُبْصِرُونَ  fiiline müteallıktır.

وَ  atıf harfidir.  لَهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  اٰذَانٌ  muahhar mübtedadır. 

لَا يَسْمَعُونَ بِهَا  cümlesi  اٰذَانٌ  kelimesinin sıfatı olarak mahallen merfûdur.

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَسْمَعُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı  fail olup mahallen merfûdur.

بِهَا  car mecruru  يَسْمَعُونَ  fiiline müteallıktır.

يُبْصِرُونَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

İf’al babındandır. Sülâsîsi  بصر’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerred manasını ifade eder.


 اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ

 

İsim cümlesidir.  اُو۬لٰٓئِكَ  ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur.

كَالْاَنْعَامِ  car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.

بَلْ  idrâb harfidir.  بَلْ : Önce söylenen bir şeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna idrâb (اِضْرَابْ) denir. “Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki” anlamlarını ifade eder.

Kendisinden sonra gelen cümle ile iki anlam ifade eder:

1. Kendisinden önceki cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olmadığını, doğrusunun sonraki olduğunu ifade etmeye yarar. Bu durumda edata karşılık olarak “oysa, oysaki, halbuki, bilakis, aksine” manaları verilir.

2. Bir maksattan başka bir maksada veya bir konudan diğer bir konuya geçiş için kullanılır. Burada yukarıda olduğu gibi bir iddiayı çürütmek ve doğrusunu belirtmek için değil de bir konudan başka bir konuya geçiş içindir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

بَلْ  atıf edatlarından biridir. Ancak hüküm bakımından diğer atıf edatları gibi atıf görevi görmez. Bu edat sadece matufu, îrab yani hareke bakımından matufun aleyhe atfeder. Anlamsal açıdan ise tersinelik ilişkisi kurar. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)  

Munfasıl zamir  هُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  اَضَلُّ  haber olup lafzen merfûdur.


اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ

 

İsim cümlesidir.  اُو۬لٰٓئِكَ  ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur.

هُمُ  fasıl zamiridir.

Zamiru’l Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ  Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haber nekre gelir. Ancak, haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -îrabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamiru’l fasl” (ضَمِيرُ الفَصْلِ  ayırma zamiri) denir.

Not: Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat – mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

الْغَافِلُونَ  mübtedanın haberi olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.

Veya munfasıl zamir  هُمُ  ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur.  الْغَافِلُونَ  ise haberidir.  هُمُ الْغَافِلُونَ  isim cümlesi  اُو۬لٰٓئِكَ  ism-i işaretinin haberi olarak mahallen merfûdur.

الْغَافِلُونَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  غفل  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَا يَفْقَهُونَ -لَا يُبْصِرُونَ- لَا يَسْمَعُونَ- الْغَافِلُونَ  kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يراً مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ 

 

و  istînâfiyyedir.  لَ  ise mahzuf kasemin cevabına gelen harftir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzuf kasem ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, gayr-ı talebî inşâî isnaddır.

قَدْ  tahkik harfiyle tekid edilmiş  …ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يراً  cümlesi kasemin cevabıdır. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır. 

Kasem cümlesinin mahzuf olduğu durumda vurgu kasem cevabına yapıldığından kasem cümlesi telaffuzda terk edilir. Kasem cümlesini oluşturan kasem fiili, kasem edatı ve kasem edilen isim üçü birlikte hazfedilir. Fakat kasemin varlığı kasem cevabından anlaşılmaktadır. Bu form, Kur’an’da sıkça kullanılmıştır. (Nihat Tarı, Arap Dilinde Kasem Formları ve Kur’ân-ı Kerim’e Özgü “La Uksimu” Formu ile İlgili Tartışmalar)

لِجَهَنَّمَ  kelimesindeki lam harf-i ceri ta’lil içindir. Yani onların çoğunu cehennem için yarattık, manasındadır. (Âşûr) 

ذَرَأْنَا  ile alakasının açıkça anlaşılması için  لِجَهَنَّمَ  kelimesi  كَث۪يراً  kelimesine takdim edilmiştir. (Âşûr) 

لَهُمْ قُلُوبٌ  cümlesi  كَث۪يراً ’den haldir.  وَ ’sız gelen bu hal cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  لَهُمْ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ  cümlesi,  قُلُوبٌ  için sıfattır. 

ذَرَأْ; yaratmak şeklinde tercüme ediliyor ama aslında yaratmaktan sonraki bir safhadır. Başta cehennem için yaratılmamışlar, yaratıldıktan sonra orası için uygun olmuşlar, demektir. جعل  fiili gibidir.  خلق  da yoktan yaratmak değildir, bunun için  من  ile kullanılır. Bir hammaddeden yaratmak için kullanılmıştır. Yoktan yaratmak manasında olan fiiller şunlardır: نشأ ,فطر ,بدأ.  

بدع  fiili ise eşsiz güzellikte yaratmak demektir.

Cehennem kelimesinin anlamı dipsiz uçurumdur, ateş değildir. Bir yerde  نار جهنم  şeklinde geçmektedir. Ateşin ateşi olmaz. Dipsiz uçurumun ateşi demektir.

Bu ayet-i kerimede  لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ  cümlesi, öncesine fasılla bağlanmıştır (istînâf). Kolayca anlaşılacağı gibi bunun sebebi mukadder bir sualdir. Sanki şöyle sorulmuştur: “Bunlar niye cehenneme müstehak oldular? Niye cehennem için yaratıldılar?” Sonra da bu mukadder soruya, “Onların akletmeyen kalpleri vardır.” şeklinde cevap verilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

“Onların kalpleri vardır, bunlarla idrak etmezler; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler.” Bu ayeti şu manaya hamletmek gerekir: "Onlar, delillerden hep yüz çevirip aldırış etmedikleri için anlayan bir kalbi, gören gözü, işiten kulağı olmayan kimselere benzetilmişlerdir.” (Fahreddin er-Râzî)

Alimler ayetteki  هُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ  “Onların kalpleri vardır, bunlarla idrak edemezler” ifadesini, ilmin (bilmenin) mahallinin kalp olduğuna delil getirdiler. Çünkü Allah Teâlâ burada zemmetme (kınama) sadedinde, onların kalplerinde anlayış ve idrak olmadığını bildirmiştir. Bu zem, ancak anlayış ve idrakin mahalli kalp olduğu takdirde doğru olur. Allah en iyi bilendir. (Fahreddin er-Râzî)

لَهُمْ قُلُوبٌ  insana özel hal veya sıfattır. Çünkü onların kalpleri, akılları, gözleri ve kulakları vardır. Cinlerde bu özelliklerin bulunduğuna dair bir bilgi yoktur. Bu sıfatların insana ait olduğu açıkça anlaşılsın ve onlar hayvanlar gibidir ibaresine yakın olsun diye cinler insandan önce gelmiştir. Arap dilinde  القُلُوبُ  kelimesi aklın bulunduğu yer olarak kullanılır. (Âşûr)

الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ  arasında bir açıdan mürâât-ı nazîr, başka bir açıdan tıbâk-ı îcab vardır.

Aynı üslupla gelen  وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ  cümlesi ve akabindeki  وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ 

cümlesi  لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ  cümlesine atfedilmişlerdir. 

Sıfat cümlelerinin muzari fiil sıygasında gelmesi, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. 

Sıfatlar ve hal dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.

قُلُوبٌ - يَفْقَهُونَ  ve  اَعْيُنٌ - يُبْصِرُونَ  ve  اٰذَانٌ - يَسْمَعُونَ  ve  اٰذَانٌ  - اَعْيُنٌ - قُلُوبٌ  ve  يَسْمَعُونَ - يُبْصِرُونَ kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Ayette önce cinler zikredilmiştir. Çünkü onlar, burada söz konusu olan sıfatlarda daha derin (aşırı); sayıca daha çok ve yaratılışça daha eskidir. (Ebüssuûd)

Mef'ûlün zikredilmemesi (kalpleri ile neyi anlamadıklarının belirtilmemesi), tamim (genelleştirme) içindir. Yani onların öyle kalpleri vardır ki anlaşılabilen şeylerden hiçbir şeyi anlamazlar. Böylece bu genel manaya, makama uygun olan hak ile hakkın delilleri de dahil olmaktadır. Umumi mana yerine hak ve delilleri zikredilmiş olsa, onların halleri tam olarak yansıtılmış olmazdı.

Nefyedilen görme ve işitmelerinden murad, cinlerin ve insanların vazifesi olduğu üzere gerçek akıl sahiplerine mahsus idraktir. Yoksa hayvanlar gibi bir varlığın karaltısını ve sesini hissetmek değildir.

Yani onlar görülebilen şeylerden hiçbirini görmezler. Hakka delalet eden kâinat delilleri de buna dahildir. Ve işitilebilen şeylerden hiçbirini işitmezler. Böylece nazil olan ayetler de buna dahildir.

Onlara önce bu üç duyu organının ispat edilmesi, sonra da bu duyu organlarının şuursuzlukla vasıflandırılması onların cehalet ve azgınlığının ne kadar derin olduğunu gösterir. (Ebüssuûd)


 اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car-mecrur  اُو۬لٰٓئِكَ ,كَالْاَنْعَامِ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.

Müsnedün ileyhin işaret ismi olarak gelmesi tahkir kastına matuftur.

اُو۬لٰٓئِكَ  (işte onlar) işareti söz konusu münafıklar ve Yahudiler içindir. Bu işaret isminin kullanılması, onların fesattaki mertebelerinin çok derin olduğunu zımnen (dolaylı olarak) bildirmek içindir. (Ebüssuûd)

Hayvanların Allah’ı bilme kapasiteleri yoktur. O yüzden yükümlü değillerdir. Aşağı olma durumu bu potansiyel sebebiyledir. Bu ibarede mücmel mürsel teşbih vardır.

İdrâb ve ibtida harfi  بَلْ ‘in dahil olduğu  هُمْ اَضَلُّ  cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesidir. 

Cenab-ı Hakk, “Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha sapkındırlar.” buyurmuştur. Bunun izahı şöyledir: İnsan ve diğer hayvanlar, tabiat bakımdan, gıda, üreme ve çoğalma bakımından aynıdırlar. Yine canlılar, bâtınî ve zahirî beş duyunun sağladığı menfaatler ile, hayal etme, tefekkür etme ve hatırlama bakımlarından da müşterektir. İnsan ile diğer hayvanlar arasındaki fark, ancak zatı gereği, hakkı ve kendisiyle amel etmek için hayrı öğrenmeye sevk eden akıl ve fikir kuvveti bakımındandır. Bundan dolayı kâfirler, akıl ile fikrin hallerini düşünmekten ve hakkı bilmek ile hayrı yapmaktan yüz çevirince, adeta hayvan gibi olmuşlardır. (Fahreddin er-Râzî)

Ayetteki, “Hatta (onlar) daha sapkındır.” buyruğunun tefsiri hususunda başka izahlar da yapılmış ve mesela şöyle denilmiştir: Çünkü hayvanlar Allah’a itaat ederler, kâfirler ise itaat etmezler. Mukâtil, “Kâfirler, hayvanlardan daha yanlış yoldadırlar. Zira hayvanlar Rablerini bilir ve O'nu zikrederler. Halbuki kâfirler Rablerini ne tanır ne de zikrederler.” demiştir. Zeccâc, “Kâfirler daha sapkındır. Çünkü hayvanlar, kendi menfaat ve zararlarını gözetir; menfaatlerini elde etmeye gayret sarf edip kendilerine zararı olan şeyden sakınırlar. Kâfirler ile inatçıların çoğu ise kendilerinin (batılda) direttiklerini bilirler. Bundan dolayı küfürlerinde ısrar edip böylece kendilerini cehenneme ve azaba atarlar.” demiştir. (Fahreddin er-Râzî)

Ayete şu mana da verilmiştir: “O hayvanlar, kendilerini devamlı gözeten ve bakan insanlara yönelirler. Kâfir ise Rabbinden, kendisine sınırsız nimetler veren ilâhından kaçar.” denilmiştir ki: O hayvanlar kendilerine yol göstereni (güdeni) olmadığı zaman yollarını şaşırırlar. Ama bir yol gösterenleri olduğu takdirde yollarını şaşırma nispetleri (oranları) çok azalır. O kâfirlere ise peygamberler gelmiş ve o peygamberlere kitaplar indirilmiştir. Buna rağmen onlar sapıklıklarını alabildiğine artırmışlardır. (Fahreddin er-Râzî)

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)


 اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

Cümle fasıl zamiri  هُمُ ile tekid edilmiştir.

Müsnedün ileyhin işaret ismi ile marife olması tahkir ifade eder.

اُو۬لٰٓئِكَ - هُمُ - لَهُمْ - لَا  kelimelerinin tekrarında itnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

الْغَافِلُونَ - اَضَلُّ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr vardır.

اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ  Bu cümle onların hayvanlardan daha sapkın olmalarının ve gaflette son noktada olduklarının açıklaması olarak ta’liliyye şeklinde gelmiştir. Bu dereceye ulaşmaları iddiâî kasır sıygasıyla ifade edilmiştir. Çünkü gaflet sıfatı onlara tahsis edilmiştir. Başkalarının gafleti önemsenmemiştir. Onların gafleti itibarıyla başka gaflet yoktur.  Çünkü bunların gafleti gözardı edilemeyecek şeylerin en değerlisi ile alakalıdır. İşte bu gafletleri onları ebedi azaba sürükleyen, giderilemeyecek bir hata olmuştur. (Âşûr)  

Bu ayet-i kerimede  لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ (anlamayan kalpleri vardır) ibaresi geçmiştir.

Tefekkür edelim bu nasıl bir ifadedir?

Beyinleri var, anlamazlar demiyor. 1400 yıl önce “Kalpleri var anlamazlar.” diyor.

Buyrun birlikte tefekkür edelim ve bilimin kalbimizin ikinci beynimiz olduğu konusundaki çalışmalarına, kalpteki beyin hücrelerine Allahu Ekber diyelim.

Türkçemizde de “Narin bir kalbi var.”, “Kalbinin sesini dinle.”, “Kalbim kırıldı…” ifadelerini biliriz.

Hakikatte kalp, vazifesi sadece kan pompalamak olan bir organ mıdır?

Bu mevzudaki çalışmalarıyla tanınan Dr. Armour, Dr. McCraty’nin araştırmaları, kalbin kan pompalamak dışında birçok fonksiyonunun olduğunu ortaya koymuştur.

Bugün modern tıbbın yeni bir alanı olan nörokardiyoloji (kalb-sinirbilim) alanında çalışmalar yürüten uzmanlar kalpte merkezî sinir sisteminden bağımsız, öğrenme, bilgi işleme, hatırlama ve idrak gibi fonksiyonlarla donatılmış, küçük bir beyin olarak vasıflandırılan bir nöron ağı keşfetmiştir.

Beyinden bağımsız en az 40.000 sinir hücresinden meydana gelen, kendine has karmaşık bu sinir sistemi, kalpteki muhteşem beyin olarak tarif edilmektedir.

Kalpte bulunan nöron hücreleri hem beyinle iletişim kurmakta hem de kalbin faaliyetlerini düzenlemektedir. Böylelikle hem kalpten beyne hem de beyinden kalbe bilgi akışı gerçekleştirilmektedir. Araştırmalar kalpten beyne gönderilen bilgi miktarının, beyinden kalbe gönderilenden daha fazla olduğunu ortaya koymuştur.

Beyindeki mücerred (soyut), analitik ve mantıkî zekânın; bilgi işleme, hatırlama fonksiyonları yanında; kalbin de, duygu ve iletişim zekâsıyla donatıldığı, duyguların ilk üretim merkezinin kalpte vücut bulduğu, kalpte üretilen duygu taşıyan sinyallerin, limbik sisteme çok hızlı şekilde taşındığı, beyin üzerinden hislerle alakalı cevabın bütün hücrelere ve civardaki insanların kalp ve beyin dalgalarına tesir ettiği, kalbin de aynı beyin gibi yargılama, karar verme, bilgi işleme ve hatırlama fonksiyonlarının olduğunu ispatlamışlardır.

Nörokardiyoloji bilimi çerçevesinde yapılan bu çalışmalarda kalbimizin ikinci beynimiz olduğu sonucu ortaya çıkmıştır.
A'râf Sûresi 180. Ayet

وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَاۖ وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ  ...


En güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلِلَّهِ ve Allah’ındır
2 الْأَسْمَاءُ isimler س م و
3 الْحُسْنَىٰ en güzel ح س ن
4 فَادْعُوهُ o halde O’na du’a edin د ع و
5 بِهَا onlarla
6 وَذَرُوا ve bırakın و ذ ر
7 الَّذِينَ kimseleri
8 يُلْحِدُونَ eğriliğe sapan(ları) ل ح د
9 فِي hakkında
10 أَسْمَائِهِ O’nun isimleri س م و
11 سَيُجْزَوْنَ onlar cezasını çekeceklerdir ج ز ي
12 مَا şeylerin
13 كَانُوا oldukları ك و ن
14 يَعْمَلُونَ yapıyor(lar) ع م ل

“En güzel isimler” diye çevirdiğimiz esmâ-i hüsnâ (el-esmâü’lhüsnâ), “Allah Teâlâ’nın hepsi de en güzel ve en mükemmel olan niteliklerine, özelliklerine delâlet eden isimleri” anlamına gelir. Buna göre Allah’ın sıfatlarını ifade eden kelimeler de esmâ-i hüsnâ içine girmektedir. Bu anlamda sadece Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın 100’den fazla ismi yer almakta; ayrıca hadislerde O’na başka isimler de nisbet edilmektedir. Esmâ-i hüsnâ deyimi geniş anlamıyla bütün bu isimleri ve sıfatları içine almakla birlikte terim olarak daha çok –bir hadiste topluca zikredilen– doksan dokuz ismi kapsadığı kabul edilir (Buhârî, “Tevhîd”, 12; Müslim, “Zikir”, 5).

 Bu âyette ve “el-esmâü’l-hüsnâ” deyiminin geçtiği diğer âyetlerde (İsrâ 17/110; Tâhâ 20/8; Haşr 59/24) Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının güzellikle nitelendirilmesinin sebebi konusunda Ebû Bekir İbnü’l-Arabî şu görüşleri ileri sürmektedir: 1. Bu isimler, Allah hakkında yücelik ve aşkınlık ifade eder, kullarda da saygı hissi uyandırır. 2. Zikir ve dua olarak okunduğunda kabule vesile olur, sevap kazandırır. 3. Kalplere huzur verir, rahmet ümidi aşılar. 4. En yüce varlık olan Allah’ın isimlerini, anlamlarını kavrayarak okumak, okuyanın değerini de yüceltir. 5. Bu isimler Allah hakkında zorunlu, mümkün ve imkânsız olan inançları ve kanaatleri ifade ettiği için bu isimleri bilip okumak doğru inancın oluşmasına da katkıda bulunur.

 Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın zâtına –bazan ardarda sıralanarak– birçok isim nisbet edilmiştir. Ancak bu tür kelimeler ve kavramlar, hakkında kullanıldıkları varlığın kendisi değil, O’nun hatırlatıcısı ve kısmen tanıtıcısı durumundadır. İslâm bilginlerinin birçoğu “İsim müsemmânın gayrıdır” derken bunu anlatmak istemişlerdir. Bizim kullandığımız kelimeler Allah’ın yüce zâtını aynıyla ifade etmez; esasen insan zihni Allah’ı kuşatıcı bir tamlıkta kavramaktan âciz olduğu için O’nun hakkında kullandığı isimlerin ve sıfatların bize anlattıkları da sınırlıdır. Ama bütün bu kelimelerle ifade edilmek istenen de hep O’dur. Ayrıca Kur’an’da ve hadislerde yüce Allah özellikle bu isimlerle anıldığı için bunlar Allah hakkında kullanıldığında daima aşkın anlamlar içerir; onun için müminin bunları telaffuz etmesi zikir, tesbih, dua gibi kelimelerle ifade edilen bir ibadet değeri taşır. 

Birçok hadis mecmuasında yer alan (bk. Wensinck, Miftâhu künûzi’ssünne, “İsm” md.) bir hadiste Hz. Peygamber, Allah’ın doksan dokuz isminin bulunduğunu, bunları ezberleyip benimseyen (anlamlarını öğrenip bu isimlerin telkin ettiği inancı özümseyen) kimselerin cennete gireceğini müjdelemiştir. Esmâ-i hüsnânın neler olduğu ve sayısı hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ayrıca Tirmizî ve İbn Mâce’nin Sünen’lerinde (Tirmizî, “Da‘avât”, 83; İbn Mâce, “Duâ”, 10) bu açıklamadan sonra doksan dokuz ismin listesi de verilmiştir.

 Ancak bu rivayette geçen isimlerin bazıları Kur’ân-ı Kerîm’de bulunmamaktadır, bu sebeple bazı âlimler anılan iki kaynaktaki listenin hadisin aslından olmayıp râvinin kişisel tesbiti ve eklemesi olduğunu savunmuşlardır. İbn Hacer el-Askalânî, Kur’ân-ı Kerîm’deki isimlerden yeni bir doksan dokuz esmâ-i hüsnâ listesi oluşturmuştur.

 Konumuz olan âyette kalbini yani aklını, diğer duyu ve bilgi vasıtalarını veriliş amacına uygun ve sağlıklı kullananların ulaşacağı doğru tanrı inancının özet bir ifadesi yer almaktadır. Buna göre “En güzel isimler Allah’ındır.” Şu halde insan, bu isimlerle Allah’a yakarışta bulunmalı, yalnız Allah’a verilebilecek olan bu güzel isimleri O’ndan başkasına vermemeli, yani başka hiçbir şeyi O’na denk tutmamalı, Allah’tan başkasını tanrısal bir yücelikte görmemelidir. Fakat insanlar arasında Allah’ın isimleri hakkında inkâra sapanlar da bulunmaktadır. Burada “inkâr”kelimesiyle çevirdiğimiz ilhâd, “haktan sapmak, itidalden ayrılmak” anlamına gelir. Kelimenin bu âyetteki anlamının üç noktada yoğunlaştığı anlaşılmaktadır:  a) Bu isimleri ancak Allah hakkında kullanılması gereken anlamlarıyla Allah’tan başkası için kullanmak. b) Allah’ı, baba oğul gibi sadece yaratılmışlara özgü isim ve sıfatlarla anmak. c) Allah’ın isimlerini tamamen inkâr etmek veya böyle bir sonuç doğuracak şekilde te’vil ve tahrif etmek (Taberî, IX, 133-134; Râzî, XV, 71-72. Esmâ-i hüsnâ hakkında geniş bilgi için bk. Topaloğlu, “Esmâ-i hüsnâ”, DİA, XI, 404-418).

 Âyette bu şekilde Allah’ın yetkinlik ve aşkınlığının, zatına mahsus en üstün niteliklerinin ifadeleri olan güzel isimlerini gerçek anlamlarından saptıranlar kınanmakta, onların bu kötü niyetli tutumlarının cezasını görecekleri uyarısında bulunulmaktadır. Bu âyet, inkârcıların ve müşriklerin ulûhiyyetle ilgili inançlarının bozukluğunu göstermesi yanında; bazı insanların riyâ, tabasbus, aşırı hayranlık, saygı, çıkar sağlama veya başka bir sebeple yönetici, lider, kahraman, şeyh gibi bazı kişileri överken iltifatın dozunu kaçırarak, övdüğü kişiyi âdeta tanrısal bir konumda gösteren ifadeler kullanmaları konusunda da önemli ve yararlı bir uyarı değeri taşımaktadır.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 632-634

وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَاۖ 

 

İsim cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  لِلّٰهِ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  الْاَسْمَٓاءُ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.  الْحُسْنٰى  kelimesi  الْاَسْمَٓاءُ’nun sıfatı olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.

Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t (النَّعَتُ)dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut (المَنْعُوتُ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat iki kısma ayrılır:

1. Hakiki sıfat

2. Sebebi sıfat

Hakiki Sıfat: 

1. Müfred olan sıfatlar

2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred Olan Sıfatlar:

Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i meful, mübalağalı ism-i fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Sıfat mevsufuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar:

Not: Gayr-ı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle Olan Sıfatlar: Üçe ayrılır: 

1. İsim cümlesi olan sıfatlar, 

2. Fiil cümlesi olan sıfatlar, 

3. Şibh-i cümle olan sıfatlar.

Not: Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. Burada   الْحُسْنٰى   kelimesi müfred sıfat olarak gelmiştir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

فَ , sebebi müsebbebe bağlayan rabıtadır.  ادْعُوهُ  fiili  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

- Emirler aciliyet veya tehir ifade etmezler. Sadece bir şeyin yapılmasını isterler.

- Nehiyler aciliyet ifade ederler. Yasaklanan şeyden hemen uzaklaşılmasını isterler. (Hasan Karakaya, Fıkıh usulü, s. 558-559)

بِهَا  car mecruru  ادْعُوهُ  fiiline müteallıktır.


وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir.  ذَرُوا  fiili  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪’dir. Îrabdan mahalli yoktur.

يُلْحِدُونَ  fiili fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪  car mecruru  يُلْحِدُونَ  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

يُلْحِدُونَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

İf’al babındandır. Sülâsîsi  لحد ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerred manasını ifade eder.


  سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

 

Fiil cümlesidir.  سَيُجْزَوْنَ  fiilinin başındaki  سَ  harfi tekid ifade eden istikbal harfidir.

يُجْزَوْنَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû, meçhul muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur.

Müşterek ism-i mevsûl  مَا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَانُوا’nun  dahil olduğu isim cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur.

كَانُوا  isim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.  كَانُوا  damme üzere mebni nakıs fiildir.  كَانُوا ’nun ismi olan  و  cemi müzekker muttasıl zamiri mahallen merfûdur.

يَعْمَلُونَ  fiili  كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur.

يَعْمَلُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى

 

وَ   istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda gelmiş, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. 

Car-mecrur  لَهُ , mahzuf mukaddem habere müteallıktır. 

Bu takdim bu isimlerin sadece O’nun hakkı olması sebebiyle önemi dolayısıyladır. 

الْاَسْمَٓاءُ ,الْحُسْنٰى  için sıfattır. Sıfatlar ıtnâb sanatı babındandır. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى  tabiri Kur’an-ı Kerim’de 4 kere geçmiş, hepsi de marife olarak gelmiştir. Bu da o isimlerin kemâl vasıfta olduğunu ifade eder. 

Ayetteki “En güzel isimler Allah’ındır.” ifadesi, Kur’an-ı Kerim’de dört yerde geçmiştir.

1. Bu surede...

2. İsra (Benî İsrail) Suresinin sonundaki, “De ki: Gerek Allah diye çağırın gerek Rahman diye dua edin. Hangi (ismi ile) çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur.” (İsra Suresi, 110) ayetinde...

3. Ta-Ha Suresinin başlarındaki, “Allah O’dur ki kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. En güzel isimler O’nundur.” (Ta-Ha Suresi, 8) ayeti...

4. Haşr Suresinin sonundaki, “O, öyle Allah’tır ki vücuda getireceği her şeyi hikmeti muktezasınca (gereğince) takdir edendir, onları var edendir, varlıklara suret verendir. En güzel isimler O’nun…” (Haşr Suresi, 24) ayeti… (Fahreddin er-Râzî)


 فَادْعُوهُ بِهَاۖ 

 

 

فَادْعُوهُ بِهَاۖ  cümlesinde  فَ, mahzuf şartın başına gelen rabıtadır.  فَ ’nin, sebebi müsebbebe bağlayan rabıta olduğu da söylenmiştir. Şart cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

Cevap cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mahzuf şartın takdiri,  إذا دعوتموه  (O’na dua ettiğiniz zaman) şeklindedir. Mahzufla birlikte cümle, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.

 

 وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ

 

وَ ’la gelen cümle,  فَادْعُوهُ بِهَاۖ  cümlesine tezâyüf sebebiyle atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

ذَرُوا  fiilinin mef’ûlü konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ’nin sılası  يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mevsûlde müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır. 

وَذَرُوا  fiili  وضع  fiiline benzer. Terk etmek, bırakmak demektir, ama ondan daha şiddetlidir, külliyen terk demektir (et-Tahkîk). Değersizlik manası vardır. (Müfredât).


 سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

 

Ayetin son cümlesi ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittsâldir.

Fiil meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir. Fiile dahil olan istikbal harfi  سَ tekid ifade etmiştir. 

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.

سَيُجْزَوْنَ  fiilinin faili konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَٓا’nın sılası  كَانُوا يَعْمَلُونَۚ,  faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mevsûlde mübhem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.

Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini (hayal gücünü) harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi ise durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Vakafat, s. 103)

كان’nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve  geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar olmak üzere iki manaya delalet eder. (Vecih Uzunoğlu, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)

Esma-i hüsnayı iyi öğrenelim ki Allah Teâlâ’yı tanıyalım.

“Allah’ın 99 ismi vardır, yüzden bir eksik. Kim bunları sayarsa (ihsâ) cennete girer.” (Buhârî, Tevhîd, 12; Şurût, 18; Müslim, Zikir, 5; Nesâî, es-Sünenü’l-Kübra, Nu’ût, 1.)

كَان ’nin haberinin muzari fiili olarak gelmesi,  durumun yenilenerek tekrar ettiğine işaret eder. (Vakafat, s. 103)

سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ  cümlesi, dinden çıkanları terk etme emri için ta’liliye menzilesinde gelmiştir. Bu yüzden fasılla gelmiştir. Yani onların dinden çıkmalarına ehemmiyet vermeyin ve üzülmeyin demektir. Çünkü Allah onları yaptıklarının kötülüğüyle cezalandıracaktır. Onların dinden çıkmaları amel olarak isimlendirildi. Çünkü bu kalplerinin ve dillerinin işlediği fiillerdir. (Âşûr)  

Daha sonra Cenab-ı Hakk, سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ “Onlar, yapmakta olduklarının cezasına uğrayacaklardır…” buyurmuştur.. Bu ifade, Allah’ın isimleri hakkında mülhid olan (dinden çıkmış) kimseler için bir tehdit, bir vaiddir (cezadır). Mutezile, “Bu ayet, fiilin kula ait olduğuna; ilâhi cezanın da kulun ameli ve fiiline göre olduğuna delalet eder.” demiştir. (Fahreddin er-Râzî)


A'râf Sûresi 181. Ayet

وَمِمَّنْ خَلَقْنَٓا اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ۟  ...


Yarattıklarımızdan, hakka sarılarak doğru yolu gösteren ve hak ile adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمِمَّنْ vardır
2 خَلَقْنَا yarattıklarımız içinde خ ل ق
3 أُمَّةٌ bir ümmet ا م م
4 يَهْدُونَ doğruya götüren ه د ي
5 بِالْحَقِّ hak ile ح ق ق
6 وَبِهِ ve onunla
7 يَعْدِلُونَ adalet yapan ع د ل

İnsanlar arasında aklını ve duyu araçlarını olumlu yönde kullanmadıkları için gerçek anlamda insanlık değerini kaybederek cehenneme atılmayı hak edenler olduğu gibi hakkı tanıyan ve hak ölçüsüne göre adaletli davranan bir ümmet, bir kesim de her zaman vardır. İlk zümredekilerin aksine bu ikinciler için âyette ümmet kavramının kullanılması ilgi çekicidir. Çünkü birden fazla dalâlet yolları olduğu için o yollara sapanlar ortak inançlar ve değerler etrafında uyumlu bir birlik ve bütünlük oluşturamazlar. Halbuki hak ve hidayet yolu sadece bir tanedir. Böyle olunca âyette buyurulduğu şekilde, başkalarını hakka yönelttiği gibi kendileri de hak kaygısı taşıyarak adalet ölçüsüne uyanlar; dolayısıyla duygu, düşünce ve eylemlerinde doğruluk ve adalet ölçülerini esas alanlar bu temel ölçüler etrafında bir birlik ve bütünlük oluştururlar. Âyette bu birlik ve bütünlüğü oluşturan topluluk ümmet kelimesiyle ifade edilmiştir. Böylece hak ve adalet kavramlarının, İslâm ümmetini birleştirip bütünleştiren temel değerler, kurucu ögeler olarak gösterilmesi son derece anlamlıdır. Hak kavramı varlığın bilgisine ve inanç alanına, başka bir deyişle ontolojik alana, adalet ise ahlâk alanına ait bir kavramdır. Başka bir âyette bizzat Allah’ın sözü de (kelime) “doğruluk” (sıdk) ve “adalet” (adl) kavramlarıyla nitelenmiştir. Buradan, müslüman ümmetin hem bilgi ve inançta gerçeğe ulaşmış hem de ahlâk alanında iyiye ve güzele yönelmiş bir topluluk olduğu yahut olması gerektiği anlamı çıkmaktadır. 179. âyette ise düşündüklerini doğru düşünmek, gördüklerini doğru görmek, işittiklerini doğru işitip anlamak suretiyle doğruluk ve adalet gibi temel değerleri kavrayıp zihin, kalp ve amel dünyalarını buna göre düzenleyecek bir yol izlemedikleri için inkârcılar cehenneme lâyık görülmüştü. Çünkü hak (ve sıdk) kavramı her türlü inkârcı anlayışlarla birlikte bâtıl inançları, cahilliği ve yanlış bilgileri, hurafeleri vb. zihinsel sapmaları dışladığı gibi adalet kavramı da Kur’an’daki deyimiyle “ahsen-i takvîm”i bozan yani insan olmanın ölçülerinden sapan, bundan dolayı da Kur’ân-ı Kerîm’de yer yer zulüm kavramıyla nitelenen ahlâka aykırı davranışları dışlar.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 634-635

وَمِمَّنْ خَلَقْنَٓا اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ۟

 

وَ  istînâfiyyedir.  مَنْ  müşterek ism-i mevsûlü,  مِنْ  harf-i ceriyle birlikte mahzuf mukaddem habere müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  خَلَقْنَٓا اُمَّةٌ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.

خَلَقْنَٓا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

اُمَّةٌ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.

يَهْدُونَ  fiili  اُمَّةٌ  kelimesinin sıfatı olarak mahallen merfûdur.  يَهْدُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı  fail olup mahallen merfûdur.

Not: Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

بِالْحَقِّ  car mecruru  يَهْدُونَ’deki failin mahzuf haline müteallıktır.

وَ  atıf harfidir.  بِه۪  car mecruru  يَعْدِلُونَ۟  fiiline müteallıktır.

يَعْدِلُونَ۟  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı  fail olup mahallen merfûdur.

وَمِمَّنْ خَلَقْنَٓا اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ۟

 

وَ  istînâfiyyedir. İsim cümlesi formunda faide-i haber, ibtidaî kelamdır. Ayette  takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. 

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi )

Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl  مَّنْ, mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Sılası  خَلَقْنَٓا اُمَّةٌ, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Mevsûlde, müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  يَهْدُونَ بِالْحَقِّ  cümlesi  اُمَّةٌ  için sıfat konumundadır. Aynı üslupta gelen  وَبِه۪ يَعْدِلُونَ۟  cümlesi sıfat cümlesine atfedilmiştir. Cihet-i câmia, hükümde ortaklıktır.

اُمَّةٌ ’deki tenvin tazim ifade eder.

وَبِه۪ يَعْدِلُونَ۟  cümlesinde car mecrur önemine binaen takdim edilmiştir.

الْحَقِّ; müşterek lafızdır. Birçok manası vardır.

Burada hangi manada olduğu tartışılabilir. İslam, Kur’an, esma-i hüsnanın doğru anlamları vb. manalarını ifade ediyor olabilir.

يَهْدُونَ - يَعْدِلُونَ۟ - الْحَقِّ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

181-182 ayetlerde cem’ ma’at-taksim vardır.

Bu ayet, icmanın sıhhatine açıkça delalet eder. (Ebüssuûd)


A'râf Sûresi 182. Ayet

وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَۚ  ...


Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları bilemeyecekleri bir yerden yavaş yavaş felakete götüreceğiz.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَالَّذِينَ kimseleri
2 كَذَّبُوا yalanlayanları ك ذ ب
3 بِايَاتِنَا ayetlerimizi ا ي ي
4 سَنَسْتَدْرِجُهُمْ yavaş yavaş helake yaklaştıracağız د ر ج
5 مِنْ
6 حَيْثُ yerden ح ي ث
7 لَا hiç
8 يَعْلَمُونَ bilmeyecekleri ع ل م

“Adım adım yıkıma götürürüz” şeklinde çevirdiğimiz fiilin masdarı olan istidrâc kelimesi, sözlükte “derece derece yükseltmek veya alçaltmak, azar azar toplamak, katlamak” gibi anlamlara gelir. Bu kelime zamanla, “Allah’ın bazı insanlara, kötü niyetlerinin ve davranışlarının ardından, onların daha da şımarmaları, günahlarını daha da arttırmaları sonucunu doğurabilecek maddî veya mânevî imkân ve fırsatlar vermesi” anlamında terim haline gelmiştir. Meselâ peygamberlerde görülen olağan üstü hallere “mûcize”, velîlerde görülene “keramet” denirken inancı veya yaşayışı bozuk kimselerin zâhiren mûcize veya keramete benzer olaylar sergilemelerine istidrâc denmektedir. “Cezalandırma” diye çevirdiğimiz keyd kelimesi ise aslında “tuzak” mânasına gelmekle birlikte, Allah için kullanıldığında İslâmiyet ve müslümanlar için bazı tuzaklar kurmaya ve onları çökertmeye çalışan inkârcıların bu planlarını boşa çıkaran Allah’ın kusursuz, adaletli ve hikmetli planını ifade eder. Burada yüce Allah, âyetlerini yalanlayan ve böylece onları etkisiz kılmaya çalışan inkârcıları, güçlü ve şaşmaz planı uyarınca hemen cezalandırmayıp onlara mühlet verdiğini, bazı imkân ve fırsatlar tanıdığını, bu suretle onları derece derece yıkıma doğru götürdüğünü veya alçalttığını ifade buyurmaktadır. Allah’ın onlara önce mühlet verip sonra da helâk etmesi zâhiren tuzak kurmaya benzediği için âyette buna “keyd” denmiştir.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 636

وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَۚ

 

İsim cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَذَّبُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.

كَذَّبُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

بِاٰيَاتِنَا  car mecruru  كَذَّبُوا  fiiline müteallıktır. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

سَنَسْتَدْرِجُهُمْ  cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.

سَنَسْتَدْرِجُهُمْ  fiilinin başındaki  س  harfi tekid ifade eden istikbal harfidir. Merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن ’dur. 

Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

مِنْ حَيْثُ  car mecruru  سَنَسْتَدْرِجُهُمْ  fiiline müteallıktır.

حَيْثُ  mekân zarfıdır. Bu edat cümleye muzâf olur. Edattan sonraki cümle isim ve fiil cümlesi olabilir. Edat kendisinden önceki bir fiilin mekân zarfı, yani mef‘ûlun fihidir. Sonu damme üzere mebni olduğundan mahallen mansubdur.

لَا يَعْلَمُونَ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.

يَعْلَمُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

كَذَّبُوا fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  كذب ’dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef’ûlun çokluğu), bir tarafa yönelmek, mef’ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

سَنَسْتَدْرِجُهُمْ  fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi  درج ’dir.

Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikad gibi anlamları katar.

وَالَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَۚ

 

وَ  istînâfiyyedir. Ayet, isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır.

Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi bahsi geçenlerin bilinen kişiler olduğunu belirtmek yanında onları tahkir ifade eder. İsm-i mevsûlde müphem yapısı nedeniyle tevcîh sanatı vardır.

Mevsûlün sılası olan  كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا, mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

بِاٰيَاتِنَٓا  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  اٰيَاتِ  şan ve şeref kazanmıştır.

Haber, tekid ifade eden istikbal harfinin dahil olduğu muzari fiil cümlesi şeklinde gelmiş, faide-i haber talebî kelamdır. 

كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا  “Ayetlerimizi yalan sayanları…” buyurmuştur. Bu, bütün yalan sayanları içine alan bir ifadedir. İbn

i Abbas’tan (r.a.) rivayet edildiğine göre o, bu ayetle Mekkeli müşriklerin kastedildiğini söylemiştir. Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü umumi olan ifadenin özelliği, kendisinden bir istisna olduğuna delalet eden bir delil bulunmadığı müddetçe, (manasına dahil olan) her şeyi kapsamasıdır. (Fahreddin er-Râzî)

Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini (hayal gücünü) harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

اِسْتِدْرَاج  fiilindeki  س  ve  ت  harfleri talep (istek) içindir. Yani ondan yukarı veya aşağı gitmesini istemektir. (Âşûr)

Mekan zarfı  حَيْثُ  için muzâfun ileyh olan menfi muzari fiil sıygasındaki  لَا يَعْلَمُونَۚ cümlesi, hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

كَذَّبُوا - يَعْلَمُونَۚ  kelimelerinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)

درِج , اسْتدْرِاج  kelimesinden istif’âl babında türetilmiş olup derece derece yükseltmek ya da alçaltmak anlamındadır.   سَنَسْتَدْرِجُهُمْ  ifadesi, “Biz onları kendilerini helak edip cezalarını kat kat artıracak olan şeye, hiç bilmedikleri bir yerden” -yani kendileri hakkında ne murad edildiğini bilmeksizin- azar azar yaklaştıracağız anlamındadır. Bu da azgınlıkta iyice dalıp gitmişken Allah’ın nimetlerini onlara art arda göndermesi şeklinde olur. (Keşşâf)

Yaklaştırılacak şey zikredilmemiştir. Bunun için farklı tefsirler yapılmıştır.

Cenab-ı Hakk’ın  سَنَسْتَدْرِجُهُمْ [Onları derece derece helake yaklaştırırız.] buyruğuna gelince bu kelime, “derece derece yükselmek” veya “derece derece inmek” manasında olan “derece” masdarının, “istifâl” veznindeki fiilidir. Çocuk yavaş yavaş yürümeye başladığı zaman söylenen  دَرَجَ الصَّبِىُّ  ifadesi; birisi kitabı sayfa sayfa dürdüğü zaman söylenen  اَدْرَجَ الكِتَابَ  tabiri; “Birbiri peşinden ölüp gittiler.” manasında  دَرَجَ القَوْمُ  tabiri, bu köktendir. Bu kelimenin, bir şeyi “bükmek, parça parça dürmek (toplamak)” manasında olan  دَرْجًا  masdarından olması da muhtemeldir.

Bunun böyle olduğunu iyice kavradığında, bu ayetin manası, “Biz onları, kendilerini helak edip yok edecek şeye yaklaştırır ve onların cezasını, kendilerinden ne murad edildiğini bilmemeleri bakımından kat kat arttırırız.” şeklinde olur. (Fahreddin er-Râzî)

Kelam, bir kimsenin durumunu hissettirmeksizin bir başka hale değiştirmeye niyet eden kişinin halini; bir başkasının bir mertebeden başka hiç bir şekilde ulaşamayacağı başka bir mekâna ulaştıracak bir mertebeye inmesini isteyen kişinin haline benzeten bir temsildir. Bu, pek çok teşbih içeren harika bir temsildir. Çünkü iyi hal mekânın yüksekliğine, zıddı ise mekânın alçaklığına benzetilmiştir. Karîne, maksadın daha iyi veya daha kötü bir duruma geçmek olduğunu açıklar. (Âşûr)


A'râf Sûresi 183. Ayet

وَاُمْل۪ي لَهُمْۜ اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ  ...


Ben onlara mühlet veririm. Şüphesiz benim tuzağım çetindir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَأُمْلِي ve mühlet veriyorum م ل و
2 لَهُمْ onlara
3 إِنَّ şüphesiz
4 كَيْدِي benim tuzağım ك ي د
5 مَتِينٌ sağlamdır م ت ن

ملي Meleye : إمْلاءٌ imlâ aslen uzatmak demektir. Bu anlamdan hareketle uzun müddet ve süreye مَلِيٌّ مِنْ الدَّهْرِ ve مَلاوَةٌ مِنْ الدَّهْرِ denmiştir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de 10 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli imlâdır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

متن Metene: مَتْنانِ kelimesi belin iki yanı demektir. مَتَنَ fiili sırtı sağlamlaştı ve güçlü oldu manasına gelir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de sadece isim olarak مَتِينٌ şeklinde 3 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri metin ve metânettir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

وَاُمْل۪ي لَهُمْۜ اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir. Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اُمْل۪ي  fiili,  ى  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  انا ’dir.

لَهُمْ  car mecruru  اُمْل۪ي  fiiline müteallıktır.  

اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ ; isim cümlesidir.  إِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

كَيْد۪ي  kelimesi  اِنَّ ’nin ismi olup mukadder fetha ile mansubtur. Mütekellim zamiri  ي  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مَت۪ينٌ  kelimesi  اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.

اُمْل۪ي  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

İf’al babındandır. Sülâsîsi  ملو ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerred manasını ifade eder.

وَاُمْل۪ي لَهُمْۜ اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ

 

Ayet,  سَنَسْتَدْرِجُهُمْ  cümlesine  وَ ’la atfedilmiştir. Müspet muzari fiil cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

اُمْل۪ي  (mühlet veriyorum) sözü, devenin çayırda kaldığı süreyi uzatmak manasından mecaz veya istiare olarak gelmiş bir darb-ı meseldir. (Âşûr)

وَاُمْل۪ي لَهُمْ  ifadesi 182. ayetteki  سَنَسْتَدْرِجُهُمْ  ifadesine matuftur ve ilk ifadenin başındaki  سَ ’nin kapsamına bu ifade de dahildir (yani onlara mühlet vereceğim); (ama Benim tuzağım da gerçekten sağlamdır!) Bunun tuzak olarak isimlendirilmesinin sebebi, görünüşte ihsan gibi olduğu halde hakikatte mahrumiyet olması açısından tuzağa benzemesidir. (Keşşâf)

Cenab-ı Allah, وَاُمْل۪ي لَهُمْۜ اِنَّ كَيْد۪ي مَت۪ينٌ  “Ben onlara mühlet veririm. Benim (keydim) tuzağım çetindir.” buyurmuştur. Arapçada أَمْلَي, mühlet vermek, mühleti uzatmak demek olup zıddı  أَجَل  masdarındandır.  مَلِي  de uzun zaman manasındadır.

Cenab-ı Hakk’ın; لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ۬ لَاَرْجُمَنَّكَ وَاهْجَرْنِى مَلِياًّ  “(Babası): ‘Eğer vazgeçmezsen andolsun seni taşlatırım; şimdi uzun bir süre gözüme görünme!’ dedi.” (Meryem Suresi, 46) ayetinde de kelime bu manadadır. Nitekim “uzun bir müddet” manasında,  مِلْوَةً مِلْوَةً  ve  مَلَاوَةً  kelimeleri kullanılır. Buna göre ayetteki,  وَاُمْل۪ي لَهُمْۜ tabiri, “Onlara mühlet veririm ve günahlarını sürdürüp gitsinler diye ömürlerini uzatırım. Tövbe edip hakka dönsünler ve günahtan sıyrılsınlar diye isyanlarının cezasını hemen vermem.” demektir. (Fahreddin er-Râzî)

سَنَسْتَدْرِجُهُمْ  cümlesindeki azamet zamirinden  اُمْل۪ي ’deki müfred mütekellim zamirine iltifat vardır.

لَهُمْ  sözündeki lam harfi lam-ı tebyindir. Bunun gizli olan bir çok kullanım şekli vardır. Kaynağı da şudur: bu harf, ilişkisinin gizli olduğu amiline dahil olma maksadını açıklar. (Âşûr)

Ta’liliyye olarak fasılla gelen cümle,  اِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesi olup faide-i haber inkârî kelamdır. Sübut ve istimrar ifade eder.

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ  ve isim cümlesi çok muhkem/sağlam cümlelerdir.

كَيْد۪ي  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  كَيْد۪ , şan ve şeref kazanmıştır.

كَيْد۪  ve  مكر , ikisi de hile demektir ama aralarında farklar vardır. 

Allah için kullanıldığında, tasarlanmış bir entrikayı hiç ummadığı bir yerden bozup tuzağı yapanın başına geçirme anlamı vardır. Allah tuzak kurmaz, tuzak kuranın başına o tuzağı geçirir.

إنَّ كَيْدِي مَتِينٌ  cümlesi ta’lil konumundadır. Onları yavaş yavaş yaklaştırmak ve mühlet vermenin tuzak olduğunu belirtir. (Âşûr)

A'râf Sûresi 184. Ayet

اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍۜ اِنْ هُوَ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ  ...


Onlar düşünmediler mi ki (çok iyi tanıdıkları, kendileriyle iç içe yaşamış olan) arkadaşlarında (Peygamber’de) delilikten eser yoktur. O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَوَلَمْ
2 يَتَفَكَّرُوا düşünmediler mi ki ف ك ر
3 مَا yoktur
4 بِصَاحِبِهِمْ arkadaşlarında ص ح ب
5 مِنْ hiçbir
6 جِنَّةٍ delilik ج ن ن
7 إِنْ
8 هُوَ o
9 إِلَّا ancak
10 نَذِيرٌ bir uyarıcıdır ن ذ ر
11 مُبِينٌ apaçık ب ي ن

“Aralarından biri olan o peygamberde…” şeklinde çevirdiğimiz “bi-sâhibihim” sözü müşriklerin Resûlullah’ı çocukluğundan beri yakından tanıdıklarını, hatta vaktiyle onu sayıp sevdiklerini, dolayısıyla kendisine delilik isnat etmelerinin haksızlık olduğunu çok iyi bilmeleri gerektiğini anlatır. Gerek burada gerekse başka âyetlerde (bk. Hicr 15/6; Mü’minûn 23/70; Sebe’ 34/8, 46) bildirildiği üzere Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed’e yönelttikleri en yaygın itham ve iftiralardan biri de onda delilik bulunduğu iddiası idi. Eski dönemlerde diğer bazı peygamberler hakkında da aynı suçlamanın yapıldığına bakılırsa (meselâ bk. Mü’minûn 23/25; Şuarâ 26/27; Kamer 54/9) bunun, tarihin çeşitli dönemlerinde inkârcıların Allah yolunun davetçilerini susturmak için kullandıkları müşterek bir taktik ve iftira şekli olduğu anlaşılmaktadır. Âyette müşriklerin bu iddiaları reddedilirken “düşünmediler mi?” sorusunun sorulması ilgi çekicidir. Çünkü bir insanın akıllı veya deli olduğu, onun davranışlarıyla, ortaya koyduğu fikirlerin doğru ve tutarlı olup olmadığı ile ölçülebileceği gibi böyle birinin düşünce, görüş ve inancını ölçebilmek için de doğru ve tutarlı düşünebilmek gerekir. Bir insanın ortaya koyduğu inanç ve fikirleri (dolayısıyla peygamberin tebliğ ettiği ilkeleri) çürütmenin yolu, o insanı (ve peygamberi) deli diye suçlamak olamaz. Çünkü bu suçlama boş, içeriksiz, dayanaksız bir iddiadır. Doğru dürüst düşünenler bunun böyle olduğunu bilir. Şu halde Hz. Muhammed’i deli diye suçlayan müşrikler bu yargıya doğru düşünmek suretiyle varmış değillerdi. Gerçekte onların bu tutumlarının arkasında inatçılık, gurur ve kibir, düşmanlık duyguları, çıkar hesapları gibi sübjektif sebepler vardı. İşin aslı şu idi: Hz. Peygamber onların gerek inançları gerekse yaşayışları bakımından yanlış yolda olduklarını söylüyor, zulümlerine ve haksızlıklarına karşı çıkıyor, bu yoldan dönmemeleri halinde dünya ve âhirette başlarına nelerin geleceğini bildirerek onları kesin ve açık seçik beyanlarla ikaz ediyordu; onlar ise bu söylenenlerin doğruluğu ve haklılığı üzerine düşünüp taşınacakları yerde onu delilikle itham ediyorlardı. Halbuki onu çocukluğundan beri tanıyor ve takdir ediyorlardı. Ne zaman ki Hz. Peygamber onlara gerçekleri tebliğ etmeye başladı, o zaman onların tutumları da değişti. Sonuç olarak âyet-i kerîmede, insanların bir düşünceyi kabul veya reddederken duygularını,menfaat ve sempatilerini veya antipatilerini değil, yine düşüncelerini kullanmaları gerektiğine işaret edilmektedir.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 637-638

اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍۜ

 

Hemze inkâri istifham, وَ  atıf harfidir.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.

يَتَفَكَّرُوا  fiili  نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  بِصَاحِبِهِمْ  car mecruru  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  مِنْ  harf-i ceri zaiddir.  جِنَّةٍ  lafzen mecrur, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.

Zaid olan  مِنْ  harf-i ceri  لَيْسَ ’ye benzeyen  مَا ’dan sonra geldiğinde umumiyetle “hiç” (istiğrak manası) ifade eder. Buradaki zaid olan  مِنْ  harf-i cerinin istiğrak manası ifade etmesi, cümlenin başına  لَيْسَ ’ye benzeyen nefy  مَا ’sının gelmesinden dolayıdır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مِنْ  harf-i ceri mecruruna ibtidaiyye, ba’z, tebyin, karşılaştırma, zaid, sebep, bedel-karşılık, iki şeyi birbirinden ayırt etmek gibi manalar kazandırabilir. Burada zaid manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَتَفَكَّرُوا  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

تَفَعَّلَ  babındadır. Sülâsîsi  فكر ’dir.

Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar. 


 اِنْ هُوَ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ

 

اِنْ  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. 

اِنْ  harfi  لَيْسَ  gibi amel eden harflerdendir. İsim cümlesinin başına gelerek mübtedayı kendilerine isim olarak alır ve ref eder, haberini de haberleri olarak alır ve nasb eder. İsim cümlesini olumsuz hale getirirler. Genel olarak “değil, yoktur” anlamındadır.

اِنْ  harfinin  لَيْسَ  gibi isim ve haber alabilmesinin şartları:

1. Haberi isminden önce gelmemelidir.  

2. İsmiyle haberi arasında car mecrur veya zarf dışında yabancı kelime bulunmamalıdır. 

3. Cümlede  إِلَّا  kullanılarak olumsuzluğu bozulmamalıdır. Ancak “اِلَّا” ile beraber kullanılışı yaygındır. O zaman  لَيْسَ  gibi amel etmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِلَّا  hasr edatıdır.  نَذ۪يرٌ  haber olup lafzen merfûdur.  مُب۪ينٌ  kelimesi  نَذ۪يرٌ ’un sıfatıdır. Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ ) dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.

Sıfat ve mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat iki kısma ayrılır:

1. Hakiki sıfat

2. Sebebi sıfat

Hakiki Sıfat:

1. Müfred olan sıfatlar

2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Müfred Olan Sıfatlar:

Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.

Sıfat mevsufuna: cinsiyet, adet, marifelik-nekrelik ve îrab bakımından uyar:

Not: Gayr-ı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2. Cümle Olan Sıfatlar: Üçe ayrılır: 

1. İsim cümlesi olan sıfatlar, 

2. Fiil cümlesi olan sıfatlar, 

3. Şibh-i cümle olan sıfatlar.

Burada  مُب۪ينٌ  kelimesi hakiki ve müfred sıfat olarak gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مُب۪ينٌ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir. İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍۜ

 

Mukadder müstenefeye matuf olan ayetin ilk cümlesi, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham harfi hemze inkârî manadadır. 

Takrirde; muhatabın bildiği bir şey soru şeklinde dile getirilir ve ondan bunu tasdik etmesi istenir. Bunda ikna edici, inandırıcı delil vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

İstifham onların hallerine taaccüb (hayret) ve onları inkâr içindir. (Âşûr)

İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüb ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

يَتَفَكَّرُوا  kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belagat)

اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا  fiilinin mef’ûlü konumundaki  مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍۜ  cümlesinde takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. Sübut ve istimrar ifade eden menfi isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. İsim cümlesi ve zaid harf, tekid unsurlarıdır.

بِ  harfi zaiddir, olumsuz cümlede tekid anlamı verir.  مِنْ  harfinin istiğrak anlamı vardır. En ufak bir cinnet bile söz konusu değil demektir.

ما بِصاحِبِهِمْ مِن جِنَّةٍ  sözündeki  ما  nefydir.  ما  nefy harfin devamında  مِن  gelmesi istiğrak (umum) manasını tekid içindir. (Âşûr)

الصّاحِبُ  kelimesi; aslında yolculuk ve benzeri bir durumda başkasına eşlik eden kişi demektir. Allah Teâlâ’nın Yusuf Suresi 39. ayetindeki  يا صاحِبَيِ السِّجْنِ  sözündeki gibi. Zevce de sahip olarak isimlendirilmiştir. Mecazen yanındakiyle birlikte büyük bir olay ve haber olan kişi için kullanılır. (Âşûr)

Kur’an’daki ziyade harfler; müradifler ve tekrarlar bulunduğu gibi bazı yanlış fikirlerin reddinin de delilidir. Kur’an’da “zaid” dedikleri şeylerin belâğî, tefsîrî ve te’vîlî önemleri vardır. Müradif olduğu zannedilen şeyler, aynı değil benzer manadadır. “Tekrar” dedikleri şey ise tefennün (çeşitlendirme) babındandır (Vakafat, s.148)

Tefekkür (düşünme), manaları kalp ile aramaktır. Çünkü kalbin düşünmesi, “nazar”, “akletme”, “teemmül” ve “tedebbür” diye ifade edilir. (Fahreddin er-Râzî)

Ayetin lafzında bir hazif vardır ve takdiri, “Onlar düşünüp de anlamadılar mı ki arkadaşları Muhammed’de delilikten hiç bir eser yoktur.” şeklindedir. جِنَّةٍۜ “Cinnet” kelimesi  جِلْسَة (oturuş) ve  رِكْبَة (biniş) kelimelerinin vezninde olduğu gibi “bir çeşit delilik” demektir. Bunun başına  مِنْ  harf-i cerinin getirilmiş olması, Hz. Peygamberde (s.a.) deliliğin hiçbir çeşidinin olmadığını gösterir. (Fahreddin er-Râzî)

Nefy siyakında nekre, umum ve şümula dalalet eder. (Halidi, Vakafat, s. 88)   

صَاحِبِ  müşterek lafızdır. Onlar Peygamber Efendimize “sahip” dedikleri için ayette de bu isim geçmiştir.

Zaid  مِنْ  ekseriyetle nefy, nehiy veya istifham edatlarıyla birlikte kullanılır. Cer ettiği kelime nekre olur.  مِنْ  çoğunlukla fail, mef’ul ve mübtedanın başına zaid olarak gelir. Manaya yeni bir anlam katmaz sadece tekid için gelir. Bu tür tekid, Kur’an’da değişik şekillerde gelmektedir. (Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017/3)


اِنْ هُوَ اِلَّا نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ

 

Beyanî istînaf olarak gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Sübut ve istimrar ifade eden menfi isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. İsim cümlesi ve kasr, tekid unsurlarıdır.

Kasr, mübteda ve haber arasındadır.  هُوَ  maksûr/mevsûf,  نَذ۪يرٌ  maksûrun aleyh/sıfattır. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. Mevsûf sıfata tahsis edilmiştir. 

Resul sıfatlarını uyarı ve beyana hasreder. Bu izafî kasrdır. Kasr-ı kalptir. Yani onların zannettikleri gibi mecnun olmayan apaçık bir korkutucu demektir. (Âşûr)

Nefy ve istisna ile kasr çoğunlukla nefy siyakında (sonrasında) gelir.

نَذ۪يرٌ ,مُب۪ينٌ  için sıfattır. Sıfat-ı müşebbehe kalıbında gelerek mevsufun bu özelliğinin sabit ve sürekli kalıcı olduğunu ifade etmiştir.

A'râf Sûresi 185. Ayet

اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ  ...


Onlar göklerdeki ve yerdeki sınırsız hükümranlık ve nizama, Allah’ın yarattığı her şeye, ecellerinin yaklaşmış olabileceğine hiç bakmadılar mı? Peki, bundan sonra artık hangi söze inanacaklar?

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 أَوَلَمْ
2 يَنْظُرُوا bakmadılar mı? ن ظ ر
3 فِي
4 مَلَكُوتِ melekutuna م ل ك
5 السَّمَاوَاتِ göklerin س م و
6 وَالْأَرْضِ ve yerin ا ر ض
7 وَمَا ve
8 خَلَقَ yarattığı خ ل ق
9 اللَّهُ Allah’ın
10 مِنْ
11 شَيْءٍ şeylere ش ي ا
12 وَأَنْ ve
13 عَسَىٰ belkide ع س ي
14 أَنْ
15 يَكُونَ olabileceğine ك و ن
16 قَدِ muhakkak
17 اقْتَرَبَ yaklaşmış ق ر ب
18 أَجَلُهُمْ ecellerinin ا ج ل
19 فَبِأَيِّ peki hangi
20 حَدِيثٍ söze ح د ث
21 بَعْدَهُ bundan sonra ب ع د
22 يُؤْمِنُونَ inanacaklar ا م ن

“Egemenlik” diye çevirdiğimiz melekût kelimesi, yüce Allah’ın gökler üzerindeki mutlak yönetimini, hükümranlığını ifade eder (ayrıca bk. En‘âm 6/75). Bir önceki âyette Hz. Peygamber’in risâletinin hak olduğu, onun üstün kişiliği kanıt gösterilerek ifade edilirken burada da insanların, yüce Allah’ın evren üzerindeki mükemmel yönetimine bakıp düşünerek bundan Hz. Peygamber’in öğretisinin gerçek olduğuna dair deliller çıkarmaları istenmektedir. Göklerin düzeninde olduğu gibi Allah’ın yarattığı diğer bütün şeylerde de –ibretle ve insafla bakılırsa– Allah’ın varlığına, birliğine inanıp Hz. Muhammed’in bildirdiklerini tasdik etmeye götüren kanıtların bulunduğu görülür. Ayrıca âyet, Hz. Peygamber’in tebliğlerine karşı direnmeyi sürdürdükleri takdirde,–benzer şekilde davranan eski inkârcı kavimler gibi– müşriklerin de sonlarının geleceği uyarısında bulunmaktadır. Onları gökler ve diğer yaratılmışlar üzerinde zihin yormaya, kendi âkıbetlerini düşünmeye çağıran bu sözler; yahut Hz. Peygamber’in uyarıları, açıklamaları, başta Kur’an âyetleri olmak üzere onun ağzından çıkan bütün sözler insanlar için böylesine hayırlı ve yararlı uyarılardır. Şu halde insanlar bu sözlere inanmayacaklarsa başka hangi söze inanacaklar? Allah’ın ve resulünün sözlerinden daha doğru, daha hayırlı ve yararlı başka bir söz olabilir mi? 

Burada asıl muhatap Hz. Peygamber’in dönemindeki müşrik Araplar olmakla birlikte, âyetin hükmü ve uyarısı, ilâhî yasaları tanımayan bütün âsi topluluklar için geçerlidir. Bütün bu uyarıların amacı da insanları hidayete, yani inançta, yaşayışta, insanlıkta en doğru ve en güzel olana ulaştırmaktır. Fakat eğer insanlar Hz. Peygamber’in bu yoldaki çağrısını iyi niyetle karşılayıp üzerinde düşünmek yerine koyu bir inkâr psikolojisiyle bunları peşinen reddederlerse Allah da onları dalâlet çukuruna düşürür. Allah’a rağmen hiçbir şey yapılamayacağı için bunları içine düştükleri bu çukurdan, bu sapkınlıktan kurtarıp doğru yolu bulmalarını sağlayacak bir güç de asla yoktur.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 638

اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ

 

Hemze inkâri istifham,  وَ  atıf harfidir.  لَمْ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.

يَنْظُرُوا  fiili  نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

ف۪ي مَلَكُوتِ  car mecruru  يَنْظُرُوا  fiiline müteallıktır.  السَّمٰوَاتِ  muzâfun ileyh olup cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.

الْاَرْضِ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  السَّمٰوَاتِ ‘ye matuftur. Müşterek ism-i mevsûl  مَا, atıf harfi  وَ ’la  مَلَكُوتِ’ye matuftur. İsm-i mevsûlun sılası  خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍ’dır. Îrabtan mahalli yoktur.

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun irabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ive matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

خَلَقَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.

مِنْ شَيْءٍ  car mecruru  مَا ’nın temyizi olarak mahallen mansubdur.


وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ

 

وَ  atıf harfidir.  اَنْ  tekid ifade eden muhaffefe  اَنَّ ’dir. İsmi olan şan zamiri mahzuftur. Takdiri;  أنه  şeklindedir.

Hafifletilmiş olan  اَنْ  aynı  اَنَّ  gibi isim cümlesinin başına gelir. Fakat ismini hiçbir zaman açıkta göremeyiz. Çünkü ismini gizli bir zamir (zamir-i şan) olarak alır.

Hafifletilmiş olan  اِنْ  cümle başında gelebileceği gibi, hafifletilmiş olan  اَنْ  cümle ortasında gelir.

Hafifletilmiş olan  اَنْ ’in haberi her zaman cümle olur. Bu cümle isim veya fiil cümlesi olabilir. Edattan sonraki cümle isim veya çekimi yapılamayan (camid) bir fiilden oluşan fiil cümlesi ise edatla arasında yabancı bir kelime bulunmaz.

Haberinin geliş şekilleri şöyledir:

1. İsim cümlesi,

2. Fiil cümlesi.

1. İsim cümlesi şeklinde gelirse:

a. Başına herhangi bir edat gelmeyen isim cümlesi.

b. Başına  لَا  harfi gelen isim cümlesi (Bu  لَا  cinsi nefy içindir.)

2. Fiil cümlesi şeklinde gelirse:

a. عَسَى  ve  لَيْسَ  gibi camid (çekilemeyen) bir fiil şeklinde gelir.

b. Bu iki fiilin haricinde başka fiillerden gelirse bu fiil cümlesinin başına  س – سَوْفَ – قَدْ – لَنْ – لَمْ – لَو   gibi harflerden birisinin gelmesi zorunludur. Burada haberi  عَسَى  gibi camid (çekilemeyen) bir fiil şeklinde gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Şan zamirleri: Müfred gaib ve gaibe (3. tekil şahıs) zamirinde kendisine dikkat çekilmek istenen bir iş için kullanılır. İkisine birden iş zamiri denir.

Müzekkerine > zamir-i şan (هُوَ – هُ)            

Müennesine > zamir-i kıssa (هِيَ – هَا)

Not: Zamirler normalde kendinden önceki ismi açıklarken, zamir-i şan/kıssa ise kendinden sonraki kısma dikkat çeker.

Şan zamiri “Benden sonra bir cümle gelecek; gelecek olan o cümle çok önemli” mesajı verir.

İş zamirleri üçe ayrılır:

-  Munfasıl (ayrı iş zamirleri > هُوَ – هِيَ ) mübteda olarak kullanılır.

-  Muttasıl (bitişik iş zamirleri > ىهُ – هَا ) huruf-u müşebbehe bi’l-fiil veya ef’ali kulûb ile kullanılır.

- Mahzuf iş zamiri (hazfolmuş iş zamiri)  كَأَنَّ ,أَنَّ ,إنَّ’nin muhaffefleri olan كَأَنْ ,أَنْ إِنْ’den sonra hazfedilmiş olarak gelir.

İş zamirlerinin özellikleri:

1. İş zamirinin haberi cümle olur. (Müfred olmaz)

2. İş zamiri munfasıl olduğunda mübteda olur.

3. Muttasıl olduğunda ya huruf-u müşebbehe bi’l-fiil’in ismi yahut ef’ali kulûb’un birinci mef’ûlu olur.

4. İş zamirleri kendisinden sonraki kısma dikkat çekmek için kullanılır.

5. Sadece müfred gaib ve gaibe (3. tekil şahıs) zamirlerinde kullanılır. Tesniye ve cemi sıygaları kullanılmaz. 

6. İş zamirinin haberi isminin önüne geçmez.

7. Haberde iş zamirine ait bir zamir bulunmaz.

8. İş zamirinden sonra gelen cümleye tefsir cümlesi de denir. Bu cümlenin îrabdan mahalli vardır. Halbuki diğer tefsir cümlelerinin îrabdan mahalli yoktur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

عَسٰٓى  elif üzere mukadder fetha ile tam mebni nakıs fiildir. 

اَنْ  ve masdar-ı müevvel, hafifletilmiş olan  اَنْ  ’in haberi olarak mahallen mansubdur.

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  عَسٰٓى’nın faili olarak mahallen merfûdur.  عَسٰٓى  tam fiil olarak geldiğinde  عَسَى’dan sonra  اَنْ  ve muzari fiil gelir. Buna  عَسَى ’nın faili denir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنْ  masdar  harfidir.  يَكُونَ  nakıs mansub muzari fiildir.  يَكُونَ’nin  ismi olan şan zamiri mahzuftur.

قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْ  cümlesi  يَكُونَ’nin haberi olarak mahallen mansubdur.  قَدِ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.

اقْتَرَبَ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  اَجَلُهُمْ  fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اقْتَرَبَ  fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. 

İftiâl babındadır. Sülâsîsi  قرب ’dir.

İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.


فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ

 

فَ  istînâfiyyedir.  بِاَيِّ  car mecruru  يُؤْمِنُونَ  fiiline müteallıktır.  حَد۪يثٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

بَعْدَهُ  zaman zarfı,  يُؤْمِنُونَ  fiiline müteallıktır. Muzâfı hazfedilmiştir. Takdiri; خبره أو نزوله (Haberi veya indirilmesi) şeklindedir. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

بَعْدَ  ve  قَبْلَ ’nin geliş şekilleri şöyledir:

1. Başlarına harf-i cer gelmeksizin muzâf olduklarında mansubdurlar.

2. Muzâf olup başlarına harf-i cer geldiğinde mecrur olurlar.

3. Cümleye muzâf olduklarında cümlenin başında  اَنْ  bulunur.

4. Muzâfun ileyhleri hazfedilince damme üzere mebni olurlar. 

Ayette  بَعْدَ  başına harf-i cer gelmeksizin muzâf olduğu için mansubdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يُؤْمِنُونَ  fiili mahzuf mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Takdiri; هم يؤمنون şeklindedir.

يُؤْمِنُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

يُؤْمِنُونَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

İf’al babındandır. Sülâsîsi  أمن  ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak), mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerred manasını ifade eder.

اَوَلَمْ يَنْظُرُوا ف۪ي مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ

 

Önceki ayetteki  اَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا  cümlesine matuf olan ayetin ilk cümlesi, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. İstifham harfi hemze, inkârî manadadır.

İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüb ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Resullerinin haline bakmaktan yüz çevirme hallerini inkâr ve taaccübden, bundan daha açık ve umum olan üzerinde düşünmekten yüz çevirme hallerini inkâr ve taaccübe terakkidir. (Âşûr)

النَّظَرِ  fiili zarf harfi olan  ف۪ي  ile tadiye olmuştur. Çünkü murad tedebbür ile teemmüldür ki buna tefekkür denir. Zariyat suresi 21. ayette  وفِي أنْفُسِكم أفَلا تُبْصِرُونَ geçtiği gibi. Bunun gibi  نَظَرْتُ في شَأْنِي (İşime baktım) denir Zarf harfi bu tefekkürün derin olduğunu ve her türlü varlığa nüfuz ettiğini gösterir. Bu zarfiyet mecazîdir. (Âşûr)

يَنْظُرُوا  kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)

Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl  مَلَكُوتِ  ,مَا’ye matuftur. Sılası  خَلَقَ اللّٰهُ مِنْ شَيْءٍۙ, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Mevsûlde, müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ  cümlesi, masdar teviliyle  ف۪ي مَلَكُوتِ ’ye  وَ ’la atfedilmiştir. Cümleye dahil olan  اَنْ, muhaffefe  أنّ ’dir. Takdiri  أنّهُ  olan şan zamiri mahzuftur.  عَسٰٓى  mazi fiil sıygasında gelmiş tam fiildir. Masdar harfi  اَنْ  ve akabindeki  يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ  cümlesi,  عَسٰٓى  fiilinin faili konumundadır.

كَان ’nin dahil olduğu masdar-ı müevvel, faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesidir.  كَان ’nin haberi tahkik harfiyle tekid edilen  قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ  cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek hudûs ve temekküne  işaret etmiştir.

الأجَلُ  yalanlayanlara ait zamire muzâf olmuştur. Ümmetin eceli demektir. Fertlerin eceli değildir. Çünkü kelam bilinmeyen bir ecel ile tehdit etmektedir. (Âşûr)

وَاَنْ عَسٰٓى اَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ اَجَلُهُمْۚ [Ve belki ecellerinin yaklaşmış olduğuna…] buyurulmuştur. Bu ifadenin başında bulunan  اَنْ  edatı, şeddeli olan  أنّ’den tahfif yapılarak  اَنْ  haline getirilmiş olup, takdiri  وَ أنّهُ şeklindedir. Bu ayetteki zamir şan zamiridir. Buna göre mana, “Belki de onların ecelleri yaklaştı. Böylece onlar, küfürleri üzere helak olup cehenneme varacaklardır. Bu ihtimal her zaman söz konusu olduğuna göre, aklı olan kimsenin, kendisini bu derece korkudan ve de büyük olan böyle bir tehlikeden kurtarmak hususunda gayret sarfetmesi için çabucak bu fikre doğru koşması ve hemen onu benimsemesi gerekir.” şeklinde olur. (Fahreddin er-Râzî)

Onlar göklerin ve yerin delalet ettiği büyük hükümranlığa ve sonsuz kudrete tefekkür gözüyle bakmadılar mı?

Burada dikkatlerin göklere ve yere çekilmesi o büyük hükümranlığın onlarda açıkça belli olmasındandır.

Yine onlar, Allah Teâlâ'nın yarattığı herhangi bir şeye bakmazlar mı?

Allah Teâlâ'nın muazzam hükümranlığına delalet noktasında bütün yaratıklar müşterek olduğu için bu tamim (umumileştirme) yapılmıştır.

“Her şeyin mülkiyet ve tasarrufu kudret elinde olan Allah'ın şanı ne yücedir.”

Ayette göklerden ve yerden sonra her şeyin zikredilmesi, bu delaletin sadece büyük yaratıklarda değil küçük yaratıklarda da mevcut olduğunu ifade eder. (Ebüssuûd)


 فَبِاَيِّ حَد۪يثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ

 

فَ, istînâfiyyedir. Cümle istifham üslubunda talebî inşâî isnad olan muzari fiil cümlesidir. İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen taaccüb ve kınama amacı taşıyan cümle mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Ayrıca soruda tecâhül-i ârif sanatı vardır.

Mecrur mahaldeki istifham ismi  اَيِّ  başındaki harf-i cerle birlikte ve zaman zarfı  يُؤْمِنُونَ  ,بَعْدَ  fiiline müteallıktır.

بِ  sebep içindir. Müteallakı  يُؤْمِنُونَ  fiilidir.  بَعْدَ  kelimesi burada  غَيْرَ  manasında müstear olarak gelmiştir. Çünkü uzaklık ve ayrılığa delalet eden zarflar tam tersi manasında kullanılır. (Âşûr)

بَعْدَهُ ’nun muzâfının hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri;  خبره أو نزوله  (Haberi veya indirilmesi) şeklindedir.

الحَدِيثِ  kelimesinin hakiki manası haber ve yeni kıssadır. Naziat suresi 24. ayette  هَلْ أتاكَ حَدِيثُ ضَيْفِ إبْراهِيمَ  geçtiği gibi. Mecazen yeni husule gelecek bir olay için kullanılır. Bu hakiki manasından daha umumidir. (Âşûr)

السَّمٰوَاتِ  ve  الْاَرْضِ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır.

يُؤْمِنُونَ  kelimesinde müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır. 

“Ey iman edenler!” şeklindeki hitapların çoğunda kadınların erkeklere katılması yoluyla tağlîb vardır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)


A'râf Sûresi 186. Ayet

مَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَا هَادِيَ لَهُۜ وَيَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ  ...


Allah, kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek kimse yoktur. Allah, onları azgınlıkları içinde bırakır, bocalayıp dururlar.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 مَنْ kimi
2 يُضْلِلِ saptırırsa ض ل ل
3 اللَّهُ Allah
4 فَلَا artık olmaz
5 هَادِيَ yol gösteren ه د ي
6 لَهُ onun için
7 وَيَذَرُهُمْ ve bırakır onları و ذ ر
8 فِي içinde
9 طُغْيَانِهِمْ azgınlıkları ط غ ي
10 يَعْمَهُونَ bocalayıp dururlar ع م ه

مَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَا هَادِيَ لَهُۜ 

 

مَنْ  şart ismi iki fiili cezm eder. Mukaddem mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

يُضْلِلْ  şart fiili olup meczum muzari fiildir. 

اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur. 

فَ  şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.  لَا  cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir.  هَادِيَ  kelimesi  لَا nın ismi olup fetha üzere mebnidir. Haberi mahzuftur.

لَهُ  car mecruru  لَا nın mahzuf haberine müteallıktır. 

Şart ve cevap fiilleri mazi de muzari de gelebilir. Ancak aslolan ikisinin de muzari gelmesidir. 

Şart cümlesi mazi ve muzari fiille olur. Cevap cümlesi ise mazi ve muzari cümleleriyle gelebildiği gibi diğer cümlelerle de gelebilir. 

Cevap cümlesi, başına hiçbir edat gelmeyen olumlu mazi ve muzari olarak geldiğinde başına rabıt (cevap) ف’si gelmez. Ayrıca  لَمْ  (cahd-ı mutlak) ve  لَا  (nefyi istikbal) ile menfi olan muzari fiil olarak geldiğinde de umumiyetle başına rabıt (cevap) ف’si gelmez. Bunun haricinde gelen cümle çeşitlerinde ise umumiyetle başına rabıt (cevap) ف’si gelir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


وَيَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

 

Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir.  يَذَرُهُمْ   merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

ف۪ي طُغْيَانِهِمْ  car mecruru  يَعْمَهُونَ  fiiline müteallıktır.

يَعْمَهُونَ  fiili  يَذَرُهُمْ’deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubdur.

يَعْمَهُونَ۟  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızdır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (isim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (harf-i cerli veya zarflı isim).

Burada hal fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal menfi (olumsuz) fiil cümlesi olarak geldiğinde başında “و” gelebilir de gelmeyebilir de. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَلَا هَادِيَ لَهُۜ 

 

 

وَ  istînâfiyyedir. Ayet, şart üslubunda haberî isnaddır. 

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  يُضْلِلِ اللّٰهُ  cümlesi, şarttır. Fiil meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir.

فَلَا هَادِيَ لَهُۜ  cümlesi şartın cevabıdır. Menfi isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.  لَهُۜ ’nun müteallakı olan haber  لَا , mahzuftur.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهَ  isminin zikri tecrîd sanatıdır.

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ  (Allah kimi saptırırsa) ifadesinde sebebe isnad şeklinde bir mecaz-ı mürsel vardır. Sapma fiilini kullar tercih etmiş, Allah da sonucu yaratmıştır.

يُضْلِلِ - هَادِيَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

Şartın cevabı isim cümlesi olarak geldiği için cevabın başına  فَ  harfi gelmiştir. 


 وَيَذَرُهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

 

وَ  istînâfiyyedir.

 وَيَذَرُهُمْ  ifadesi bir istînaf cümlesi olmak üzere merfû olup, kendisinden önceki ifade ile bir ilgisi yoktur. (Yani onun üzerine atfedilmiş değildir.) (Fahreddin er-Râzî)

Âşûr ise önceki cümleye matuf olduğunu söylemiştir. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de sapkınlıklarının devam edeceğine işaret vardır. (Âşûr)

İltifat yoluyla gaibden mütekellime dönüş vardır. (Âşûr)

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

يَعْمَهُونَ۟  cümlesi  نَذَرُهُمْ  fiilinin mef’ûlunden haldir. Hal ıtnâb babındandır. Tetmim ıtnâbıdır. 

ف۪ي طُغْيَانِهِمْ, amili olan  يَعْمَهُونَ ‘ye önemine binaen takdim edilmiştir.

ف۪ي طُغْيَانِهِمْ  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla  طُغْيَانِ , içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü  طُغْيَانِ  hakiki manada zarfiyeye, yani içine girilmeye müsait değildir. Bu kimselerin azgınlığın içine ne kadar çok daldıklarına işaret etmek için bu üslup kullanılmıştır.

طُغْيَانِهِمْ  izafeti, hem muzâfı hem de muzâfun ileyhi tahkir içindir.

Hal cümlesi  muzari fiil olduğu zaman başında  و  bulunmaz. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)


A'râf Sûresi 187. Ayet

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ لَا تَأْت۪يكُمْ اِلَّا بَغْتَةًۜ يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ  ...


Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu vaktinde ancak O (Allah) ortaya çıkaracaktır. O göklere de, yere de ağır basmıştır. O, size ancak ansızın gelecektir.” Sanki senin ondan haberin varmış gibi sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi sadece Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar.”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 يَسْأَلُونَكَ sana soruyorlar س ا ل
2 عَنِ
3 السَّاعَةِ sa’at(in)den س و ع
4 أَيَّانَ ne zaman (diye)
5 مُرْسَاهَا gelip çatması ر س و
6 قُلْ de ki ق و ل
7 إِنَّمَا ancak
8 عِلْمُهَا onun bilgisi ع ل م
9 عِنْدَ yanındadır ع ن د
10 رَبِّي Rabbimin ر ب ب
11 لَا
12 يُجَلِّيهَا Onu açığa çıkaramaz ج ل و
13 لِوَقْتِهَا tam zamanında و ق ت
14 إِلَّا başkası
15 هُوَ O’ndan
16 ثَقُلَتْ O ağır gelmiştir ث ق ل
17 فِي
18 السَّمَاوَاتِ göklere de س م و
19 وَالْأَرْضِ yere de ا ر ض
20 لَا
21 تَأْتِيكُمْ O size gelmez ا ت ي
22 إِلَّا ancak
23 بَغْتَةً ansızın ب غ ت
24 يَسْأَلُونَكَ sana soruyorlar س ا ل
25 كَأَنَّكَ sanki sen
26 حَفِيٌّ biliyormuşsun ح ف و
27 عَنْهَا onu
28 قُلْ de ki ق و ل
29 إِنَّمَا muhakkak
30 عِلْمُهَا onun bilgisi ع ل م
31 عِنْدَ yanındadır ع ن د
32 اللَّهِ Allah’ın
33 وَلَٰكِنَّ fakat
34 أَكْثَرَ çoğu ك ث ر
35 النَّاسِ insanların ن و س
36 لَا
37 يَعْلَمُونَ bilmezler ع ل م

Saat kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de belli bir zaman dilimini belirten sözlük anlamı yanında, sık sık kıyametin kopacağı vakti ifade etmek üzere de kullanılmaktadır. Kaynaklarda ansızın gelip çattığı, amellerin hesabı çabuk olduğu veya uzun sürdüğü ya da süresi uzun olmasına rağmen Allah Teâlâ bakımından insanların hesabındaki bir saatlik süre kadar kısa sürdüğü için kıyamete saat denildiği belirtilir (Zemahşerî, II, 107; Şevkânî, II, 311; M. Reşîd Rızâ, IX, 425). Bir açıklamaya göre saat, birinci sûr çalınca bütün canlıların ölmesi sürecini, kıyamet ise ikinci sûr çalınca yeniden dirilmeyi ve sonrasında olup bitenleri ifade eder; böylece âhiret hayatı başlamış olur.

 Bazı hadislerde müslümanların da Resûlullah’a kıyametin zamanıyla ilgili sorular sordukları bildirilmekle birlikte (meselâ bk. Buhârî, “Fezâ’ilü ashâbi’n-nebî”, 6; “İlim”, 2; “Ahkâm”, 10; Müsned, II, 361; III, 322, 326), bilhassa müşriklerin Hz. Peygamber karşısındaki yaygın tavırlarından biri, kıyameti inkâr etmek veya Resûlullah’ı güç durumda bırakmak maksadıyla bu konuda sorular sormaktı. Bu âyette de onların böyle bir sorusundan ve –aslında bu sorunun arkasında kötü niyet bulunmasına rağmen– Resûlullah’ın, aydınlatma görevinin bir gereği olarak bu soruyu ciddiye alıp cevap vermesinden söz edilmektedir. Bazı tefsirlerde buradaki sorunun yahudiler tarafından sorulduğuna dair rivayetler yer almaktaysa da (Zemahşerî, II, 107), A‘râf sûresi Mekke’de indiğinden bu görüş isabetli görülmemektedir. Soru kimden gelirse gelsin, Hz. Peygamber kıyametin vaktiyle ilgili bütün sorulara karşı bunu bilmediğini ifade etmiş, meselâ Cebrâil tarafından yöneltilen, “Kıyamet ne zaman kopacak?” şeklindeki bir soruyu, “Bu hususta sorulan sorandan daha bilgili değildir” cevabını vermiştir (Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1, 5, 7; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 17).

 Kıyamet vaktinin “göklere de yerlere de ağır gelmesi” dünyanın kozmolojik düzeninin bozulacağına, Kur’an’ın ifadesiyle (İbrâhîm 14/48) “yerin başka bir yere, göklerin de başka göklere dönüştürüleceği” esnada vuku bulacak olayların dehşetine; “Sizi ansızın yakalayacaktır” ifadesi de insanoğlunun, kıyamet saati hakkındaki bilgisizliğinin son ana kadar süreceğine işaret etmektedir (Râzî, XV, 81).

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 640

Riyazus Salihin, 1841 Nolu Hadis
Ebû Hureyre şöyle dedi:
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bir yerde sahâbîlerle konuşurken bir bedevî çıkageldi ve:Kıyamet ne zaman kopacak? diye sordu.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sözünü kesmeden konuşmasına devam etti. Bunun üzerine sahâbîlerden biri:

Bedevînin sorusunu duydu, fakat soruyu beğenmedi, dedi. Bir başkası da:

Hayır, soruyu duymadı, dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem konuşmasını bitirince:

“Kıyamet hakkında soru soran nerede?” buyurdu. Bedevî:

Buradayım, Yâ Resûlallah! dedi.

“Emanet zâyi edildiği zaman kıyameti bekle!” buyurdu. Bedevî:

Emanet nasıl zâyi olacak? diye sordu. Resûl-i Ekrem de:

“Emanet ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyameti bekle!” buyurdu.
(Buhârî, İlim 2, Rikak 35. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 361)

Peygamber Efendimiz kıyametin ansızın kopacağını bazı ifadelerle anlatmıştır, “ devesini sağan bir adam daha süt kabını ağzına götürmeden, elbise alışverişi yapan iki kişi daha alışverişi tamamlamadan, havuzunu tamir eden biri daha işini bitirmeden “ kıyametin kopacağını söylemiştir.
(Buhari ,Rikâk 40; Müslim ,Fiten 140)

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاۜ

 

Fiil cümlesidir.  يَسْـَٔلُونَكَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  عَنِ السَّاعَةِ  car mecruru يَسْـَٔلُونَكَ  fiiline müteallıktır.

اَيَّانَ  istifham harfi, mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  مُرْسٰيهَا  muahhar mübtedadır. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مُرْسٰيهَا  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i mef’ûludur.


 قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ

 

Fiil cümlesidir.  قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir  أنت ’dir.

Mekulü’l-kavli,  اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ’dur.  قُلْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

اِنَّمَا  kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup, buradaki  مَا harfidir,  اِنَّ  harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur.  اِنَّ ‘nin ameli ise engellenmiştir, yani mekfûfedir.

عِلْمُهَا  mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

عِنْدَ  mekân zarfı, mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.  رَبّ۪ي  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

Mütekellim zamiri  ي  ise Rabb isminin muzâfun ileyhi olarak mahallen mecrurdur.


لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ

 

Cümle  عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪ي’nin bedeli olarak mahallen mansubdur.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.

يُجَلّ۪يهَا  fiili  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir  هَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

لِوَقْتِهَٓا  car mecruru  يُجَلّ۪يهَا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اِلَّا  hasr edatıdır. Munfasıl zamir  هُوَ  fail olarak mahallen merfûdur.

يُجَلّ۪يهَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındadır. Sülâsîsi  جلو ’dir.

Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef'ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar. Tef’il babının en yaygın anlamı teksirdir.


ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ لَا تَأْت۪يكُمْ اِلَّا بَغْتَةًۜ

 

Fiil cümlesidir.  ثَقُلَتْ  fetha üzere mebni mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri  هى ’dir.

Muzari fiillerin ( أَنَا – أَنْتَ – نَخْنُ ... ) zamirleri fail (özne) konumunda olduklarında vücûben (zorunlu olarak) müstetir olurlar yani bariz zamir olarak açık şekilde yazılmaları mümkün olmadığı gibi bunların yerine açık bir isim söylenmesi de mümkün değildir. ( هُوَ - هِيَ) zamirlerinin müstetir oluşu ise mazi fiilde de muzari fiilde de vücûben değil cevazendir, yani bunların müstetir zamir olarak kullanılmaları zorunlu olmayıp bu zamirlerin yerine istenildiği takdirde açık isim getirilmesi de mümkündür. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

فِي السَّمٰوَاتِ  car mecruru  ثَقُلَتْ  fiiline müteallıktır. Cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.

الْاَرْضِ  kelimesi atıf harfi  وَ  ’la   السَّمٰوَاتِ’ye matuftur.  لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.

تَأْت۪يكُمْ  fiili  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هى ’dir.

Muttasıl zamir  كُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

اِلَّا  hasr edatıdır.  بَغْتَةً  hal olup fetha ile mansubdur.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızdır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (isim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (harf-i cerli veya zarflı isim). Burada hal, müfred olan hal şeklinde gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 


 يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاۜ

 

Fiil cümlesidir.  يَسْـَٔلُونَكَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَا  cümlesi  يَسْـَٔلُونَكَ ’deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubdur.

كَاَنَّ  kelimesi  اِنَّ  gibi isim cümlesinin başına gelir. İsmini nasb haberini ref yapar. 

كَ  muttasıl zamiri  كَاَنَّ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.

حَفِيٌّ  kelimesi  كَاَنَّ’nin haberi olup lafzen merfûdur. عَنْهَاۜ car mecruru   حَفِيٌّ’e müteallıktır. 


قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

 

Fiil cümlesidir.  قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir  أنت ’dir.

Mekulü’l-kavli,  اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ’dur.  قُلْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

اِنَّمَا  kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup, buradaki  مَا harfidir,  اِنَّ  harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur.  اِنَّ’nin ameli ise engellenmiştir yani mekfûfedir.

عِلْمُهَا mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

عِنْدَ mekân zarfı, mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  لَـٰكِنَّ  istidrak harfidir.  

Atıf harflerinden biri kullanılarak iki kelimeyi veya iki cümleyi birbirine bağlamaya atf-ı nesak denir. Atıf harfinden önce gelene matufun aleyh, sonra gelene matuf denir. Matuf ve matufun aleyh arasında îrab bakımından, sıyga bakımından, cümlelerin haberî veya inşaî olması bakımından uyum olur. Mana bakımından aralarında uygunluk varsa fiil isme atfedilebilir. Müstetir zamir atıf olmaz.

Matufun îrabı her zaman için matufun aleyhe uyar.

و : Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

İstidrak; düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir. Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

لَـٰكِنَّ  harfi,  اِنَّ  gibi ismini nasb haberini ref eder. Bazı müfessirlere göre  لَـٰكِنَّ  de  اِنَّ  gibi cümleyi tekid eder. 

لٰكِنَّ ’nin ismi olan  أَكۡثَرَ  lafzen mansubdur.  ٱلنَّاسِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 

لٰكِنَّ’nin haberi  لَا يَعْلَمُونَ cümlesi olup mahallen merfûdur.

لَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَعْلَمُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ اَيَّانَ مُرْسٰيهَاۜ

 

Ayet istînâfiyyedir. İlk cümle, müspet muzari fiil sıygasında, lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Fiilin mef’ûlü konumundaki  اَيَّانَ مُرْسٰيهَا  cümlesi istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. İstifham ismi  اَيَّانَ, zaman zarfı olarak mahzuf mukaddem habere müteallıktır. 

İstifham harf ve isimlerinin sadaret hakkı (lafzın, sözün başında gelme özelliğine sahip olması) vardır. 

اَيَّانَ مُرْسٰيهَا  cümlesi istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen, mütekellimin amacının alay etme olması sebebiyle, mecaz-ı mürsel mürekkebtir. 

السَّاعَةِ  kelimesi bu ayette kıyamet gününden kinayedir.

السَّاعَةِ  kelimesi Kur’an-ı Kerim’de belli bir zaman dilimini belirten sözlük anlamı yanında, sık sık kıyametin kopacağı vakti ifade etmek üzere de kullanılmaktadır.

السَّاعَةِ  kelimesi burada marife gelerek Kur’an ıstılahında çoğunlukla bu dünyevi alemin yok olup uhrevi aleme girişi ifade eden ba’s veya kıyamet gününü ifade etmiştir. (Âşûr)

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Necm kelimesinin, genel olarak her yıldız için kullanılıp elif lamlı geldiğinde ise “Süreyya Yıldızı” anlamı taşıması gibi; saat kelimesi de elif lamlı geldiğinde kıyamet anlamında kullanılır. Bunlar “esmâ-i gâlibe”dendir. Kıyamet; ya ansızın geleceği için bu ismi almıştır yahut bütün mahlukatın muhasebesi, tek bir saatte ifa edileceği için yahut da uzun bir zaman olmasına rağmen canlılar nezdinde tek bir saat gibi geleceği için bu adla, “saat” adıyla adlandırılmıştır. (Fahreddin er-Râzî)

اَيَّانَ; normal bir soru değil, şaşma ve alay etme ifadesidir.

مُرْسٰيهَاۜ  (yani “gelip çatması” diye çevirdiğimiz demirleme, gerçekleşme) kelimesi, ارْسٰيهَاۜ  ya da  وَقْت ارْسٰيهَاۜ  anlamındadır ki kıyametin kopma ve gerçekleşme zamanı demektir; çünkü ağır olan her şeyin sebat ve istikrarını ifade etmek için  رسو (demirleme) kelimesi kullanılır. (Keşşâf)

مُرْسٰيهَا  kelimesindeki  مُرْسٰي  lafzı,  أَرْسَى  (demir atmak, gelip dayanmak) manasında bir masdardır.

أَرْسَى , “sabit kılmak, sağlamlaştırmak” demektir. Nitekim bir şey sabitleşip iyice kuvvetlendiğinde رَاسَا - يَرْسُو denilir. Cenab-ı Hakk da  وَالجِبَلَ اَرْسَيهَا  “Dağları da (sapasağlam) çaktı.” (Naziat Suresi, 32) buyurmuştur. Bundan dolayı الرَّسْوُ  kelimesi, mutlak manada sebatın, durmanın ismi olmayıp aksine ağır olan bir şeyin sabit olması, durması için kullanılan bir isimdir. Mesela:  اِرْسَاءُ السَّفِينَةِ  اِرْسَاءُ الجَبَلِ “dağı dikmek ve sabitleştirmek” ve “gemiye demir atmak, onu sabitleştirmek” tabirleri bu manadadır. Cenab-ı Hakk’ın, “O göklere de, yere de ağır basmıştır.” buyruğunun delaletiyle canlılara en ağır gelen şey kıyamet olunca pek yerinde olarak Cenab-ı Hakk, kıyametin vuku bulmasını ve sübutunu  أَرْسَى  kelimesiyle ifade etmiştir. (Fahreddin er-Râzî ve Âşûr)

Muhakkik (gerçeği araştıran) alimler şöyle demektedirler: “Kıyametin, insanlara gizli bırakılmasının sebebi şudur: Kullar, kıyametin ne zaman kopacağını bilmedikleri zaman bu hususta sürekli olarak tedbirli davranırlar; böylece bu husus onları daha fazla itaatte bulunmaya sevkedip, günahtan da o nispette alıkoymuş olur.” (Fahreddin er-Râzî)

أيّانَ  istifham için haberi mukaddemdir.  ومَرْساها  muahhar mübtedadır. O aslında  آنَ in muzâfun ileyhidir. Aslı,  أيُّ آنٍ آنُ مَرْسى السّاعَةِ  şeklindedir. (Âşûr) 

مَرْسى  kelimesi  بِسْمِ اللَّهِ مَجْراها ومُرْساها (Hûd Suresi, 41) ayetinde olduğu gibi geminin dalgaları yararak gitmesinden sonra bir yerde karar bulmasıdır. Burada  الإرْساءَ bir olayı, bir yayanın karada veya denizde istediği yere ulaşmayı ümit ettiği veya bu konuda mütereddit olduğu bir olaya benzetmek için istiare olarak kullanılmıştır. (Âşûr)

Saatin bilgisi, sorudan da anlaşılacağı gibi, vaktini belirleme bilgisidir. Bu ilmin saate ait zamire isnad edilmesi bir muzâf takdiri dolayısıyladır. Yani عِلْمُ وقْتِها demektir. Masdarın  mef’ûlune izafesidir.  عِنْدَ zarfı bu vaktin Allah'ın ilmine bağlı olduğu manası için mecazen kullanılmıştır. (Âşûr) 


قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪يۚ

 

Cümle, istînâf-i beyanî olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mekulü’l-kavl cümlesi  اِنَّمَا  kasr edatıyla tekid edilmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.

Kasr, mübteda ve haber arasındadır.  عِلْمُهَا, sıfat/maksûr,  عِنْدَ رَبّ۪يۚ mevsuf/  maksûrun aleyhtir. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.

اِنَّمَا  ile yapılan kasrlarda muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. Ancak bunun aksi durumlarda da  اِنَّمَا ile kasrın yapıldığı görülmektedir. Yani muhatabın inkâr ettiği durumlarda inkâr etmiyormuş menzilesine konarak  اِنَّمَا  ile kasr yapılır. Böylece tariz yoluyla başka bir maksat için gelmiş olur. Ancak bu harf ile yapılan kasrlarda sıfat ve mevsûfu tespit etmek zordur. Aslında bunun lafzî bir karînesi yoktur. Siyaktan tespit edilmesi gerekir. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi Fatma Serap Karamollaoğlu)

عِنْدَ رَبّ۪يۚ  izafetinde hem muzâf hem de muzâfun ileyh Rabb isminden ötürü şan ve şeref kazanmıştır. Ayrıca Hz. Peygambere teşvik ve destek ifade eder.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb isminin zikredilmesi, tecrîd sanatıdır.

الرَّبِّ  kelimesinin marife olarak gelişi ve mütekellim zamirine izafesinde saatin ilminin resule değil Cenab-ı Hakk’a mahsus olduğuna ve onların bu konudaki şüphelerinin doğru olmadığına ima vardır. (Âşûr)


لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ 

 

Fasılla  gelen cümlede fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Cümle,  عِلْمُهَا cümlesinden bedeldir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Nefy harfi ve istisna edatıyla oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Fiille fail arasındadır. Fiil, faile hasredilmiştir. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.

Daha sonra Cenab-ı Hakk, bu manayı tekid ederek, لَا يُجَلّ۪يهَا لِوَقْتِهَٓا اِلَّا هُوَۜ  “Onun vaktini, kendisinden başkası açıklayamaz.” buyurmuştur.  تَجْلِيَة  kelimesi, bir şeyi ortaya koymak,  تَجَلِّي  ise o şeyin kendiliğinden ortaya çıkmasıdır. Buna göre mana, “O kıyametin muayyen olan zamanını sadece Allah Teâlâ ortaya çıkarır.” şeklinde olur. Yani “Onun, belirli ve muayyen vaktini bildirmek ve haber vermek suretiyle izhar etmeye, sadece Cenab-ı Hakk kadir olabilir.” demektir. (Fahreddin er-Râzî)

لِوَقْتِهَٓا  kelimesindeki  لِ  vakit içindir. Vakitlendirme manasındadır.  عِنْدَ  manasına benzer. Aslı şöyledir: Bu mana ihtisas lâmından kaynaklanır. (Âşûr) 

Bu cümle hakiki kasrdır. Çünkü bu mana asıldır ve  قُلْ إنَّما عِلْمُها عِنْدَ اللَّهِ  cümlesinden sonra gelmiştir. İzafî kasr manasını ve daha fazla manayı ifade eder. Zira saatin ilmini tespit etmek Allah Teâlâ’ya hasredilmiştir. (Âşûr) 

لِوَقْتِها  car mecruru  يُجَلِّيها  fiilinin failine takdim edilerek müferrağ istisna olarak gelmiştir. Bunun sebebi, vakti gelince kıyametin vuku bulacağı konusunda uyarmaktır. Çünkü o aniden gelecektir. (Âşûr) 

Bu cümle, kıyamete kadar bu ilmin yalnız Allah katında kalacağını beyan eder. Teşriî hikmet bunu gerektirir. Çünkü kıyamet vaktinin gizli tutulması, itaate daha teşvik edici ve günahlardan daha fazla caydırıcıdır. Nitekim insanın ne zaman öleceğini bilmemesi de böyledir. (Ebüssuûd)


 ثَقُلَتْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.  السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

الثِّقَلُ (ağırlık), büyüklük ve azamet gibi, meşakkat-zorluk manasında müstear olarak gelmiştir. Çünkü nefs üzerindeki etkisinin şiddeti ve zorluğu nedeniyle, kişiye ağır bir şey taşıdığını hissettirir. (Âşûr)

Saati ağır olarak nitelendirmek, içinde yaşanan olaylar dolayısıyladır. Bu şekilde vasıflanması mecâzi aklîdir. Karinesi açıktır. Bu ağırlık, şiddet manasındadır. Zaman için değil olaylar için sıfat olur. (Âşûr)


 لَا تَأْت۪يكُمْ اِلَّا بَغْتَةًۜ

 

Fasılla gelen cümlede fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.  

Nefy harfi ve istisna edatıyla oluşan kasr cümleyi tekid etmiştir. Fiille hal arasındadır. Fiil, hale hasredilmiştir. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.


يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَاۜ 

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, müspet muzari fiil sıygasında lâzım-ı faide-i haber, ibtidaî kelamdır. Fiilin mef’ûlünden hal olan  كَاَنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

حَفِيٌّ; ısrarla istemekte veya bir şeyi öğrenirken yapılan araştırmada acele etmek demektir. Aslı; hayvanı yalın ayak bırakmak yani toynağını soymaktır. Müfredat bu kelimeyi “herhangi bir şeyi bilen” olarak tarif etmiştir. Burada “bilmekte ısrarcı olmak” manasında gelmiştir. Sanki Peygamber Efendimiz (s.a.) kıyameti merak ediyor da onun peşinde olup öğrenmeye uğraşıyormuş gibi, sana habire “kıyamet ne zaman” diye soruyorlar buyurulmuştur.

Bu ibare mürsel mücmel bir teşbihtir. Teşbih edatı zikredilmiş, vech-i şebeh hazfedilmiştir.

Ayetteki  عَنْهَاۜ  kelimesi ile ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır:

a. İfadede bir takdim-tehir söz konusu olup, ayetin takdiri, يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ بِهَا şeklindedir. Daha sonra söz uzayacağı ve bir de hazfedilmesi sebebiyle herhangi karışıklığa sebebiyet vermeyecek şekilde malûm olduğu için buradaki  بِهَا   sözü hazfedilmiştir.

b. Ayetin takdirinin,  يَسْـَٔلُونَكَ كَاَنَّكَ حَفِيٌّ بِهِمْ “Sanki sen onlara itaat ediyormuşsun gibi sana soruyorlar.” şeklinde olmasıdır. Çünkü  حَفَا  fiili, bazen  بِ  harf-i ceriyle, bazen de  عَنْ harf-i ceriyle müteaddî olur. Bu izahı, İbni Mesud’un  كَاَنَّكَ حَفِيٌّ بِهَا şeklindeki kıraati de destekler. (Fahreddin er-Râzî)

حَفِيٌّ, bir şeyi bilenden kinayedir. Çünkü soruların çoğu, sorulan şey hakkında bilgi sahibi olmayı gerektirir. (Âşûr)


قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ

 

Cümle, istînâfiyye olarak önceki cümleyi tekid sadedinde gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Mekulü’l-kavl cümlesi  اِنَّمَا  kasr edatıyla tekid edilmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

Kasr, mübteda ve haber arasındadır.  عِلْمُهَا, sıfat/maksûr,  عِنْدَ رَبّ۪يۚ mevsuf/maksûrun aleyhtir. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.

اِنَّمَا  ile yapılan kasrlarda muhatap, konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. Ancak bunun aksi durumlarda da  اِنَّمَا ile kasrın yapıldığı görülmektedir. Yani, muhatabın inkâr ettiği durumlarda, inkâr etmiyormuş menzilesine konarak  اِنَّمَا  ile kasr yapılır. Böylece tariz yoluyla başka bir maksat için gelmiş olur. Ancak bu harf ile yapılan kasrlarda sıfat ve mevsûfu tespit etmek zordur. Aslında bunun lafzî bir karînesi yoktur. Siyaktan tespit edilmesi gerekir. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi Fatma Serap Karamollaoğlu)

اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ  sözü kasr-ı hakikidir. (Âşûr)

Cenab-ı Hakk’ın, “Kıyametin sübutunun ne zaman olduğunu sana sorarlar.” buyruğu, kıyametin ne zaman kopacağı hakkında bir soru; ikinci olarak da “Tam manasıyla biliyormuşsun gibi onu sana sorarlar.” buyruğu ise kıyametin ağırlığının, şiddetinin ve heybetinin künhü (aslı) ile alakalı bir sorudur. Dolayısıyla bu ifadelerin tekrarlanmış olduğu söylenemez. Cenab-ı Hakk, bu iki sorudan birincisine, “Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır.” ikincisine de “Onun ilmi ancak Allah katındadır.” diyerek cevap vermiştir. Bu iki şekil arasındaki fark şudur: Birinci soru, kıyametin ne zaman kopacağı ile ilgili bir sorudur. İkincisi ise kıyametin şiddet ve heybetinin ne kadar olduğuyla alakalı bir sorudur. Allah’ın, heybet ve azamet bakımından isimlerinin en büyüğü, en fazla heybet ve celâle delalet eden ismidir ki bu da Lafzatullah (اللّٰهِ) olup, bu, kıyametin şiddetinin ne kadar olacağı sorusuna karşı verilen cevapta zikredilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

عِنْدَ اللّٰهِ izafetinde lafza-i celâle muzâf olan  عِنْدَ  şan ve şeref kazanmıştır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Allah isminin zikredilmesi,  tecrîd sanatıdır.

عِلْمُهَا  kelimesinde irsâd sanatı vardır.

عِلْمُهَ -  يَعْلَمُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

اِنَّمَا  edatı; siyakında açıkça veya zımnen bir sorunun olduğu ayetlerde cevap olarak gelir.(Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

قُلْ - اِنَّمَا - عِلْمُهَا -  يَسْـَٔلُونَكَ  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

اللّٰهِ - رَبّ۪  ve  السَّاعَةِ - لِوَقْتِهَٓا  kelime grupları arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

 

وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

 

وَ  atıf harfidir. Cümle mekulü’l-kavl cümlesine matuftur. İstînâfiyye olması da caizdir. İstidrâk manasındaki  لٰكِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. 

لٰكِنَّ ’nin haberi olan  لَا يَعْلَمُونَ ’nin muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam formunda gelmesi cümleye hükmü takviye, hudûs ve teceddüt anlamları katmıştır. Ayrıca muzari fiilde, muhatabın muhayyilesini (hayal gücünü) harekete geçirerek dikkatini artıran tecessüm özelliği vardır.

Nefy harfinin müsnedün ileyhden sonra gelmesi ve müsnedin de fiil olması halinde bu terkip hükmü takviye ifade eder. Ancak bazı karineler vasıtasıyla tahsis de ifade edebilir. Hükmü takviye demek; hükmü tekid etmek ve hükmün gerçeğe mutabık olduğunu ifade etmek demektir. Bunun Kur’an’da çok örneği vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

“Bilmeme” keyfiyetinin onlardan çoğuna tahsisi, bazılarının hakikati bilmelerine rağmen kibir ve inatları yüzünden bilmezden gelmeleri sebebiyledir. (Ebüssuûd)

“Sana soruyorlar” ve “Onunla ilgili bilgi Allah katındadır.” ifadelerinin tekrarının sebebi tekiddir, ayrıca ikinci ifadede “sanki sen biliyormuşsun gibi” ifadesi de ilave edilmiştir. Nitekim mahir alimlerin kitaplarındaki tekrarlar da faydadan hāli değildir. Fakat insanların çoğu kıyametin vaktini sadece Allah’ın bildiğini, bu ilmin O’na mahsus olduğunu bilmez. (Keşşâf)

Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri  Ahkaf Suresi)

Böyle tekrarlanan kelimeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
 
Günün Mesajı
Esmâü’l Husnâ tabiri Kur’ân-ı Kerim’de 4 kere geçmiş, hepsi de marife olarak gelmiştir. Bu da o isimlerin kemal vasıfta olduğunu ifade eder. Esmaül hüsnayı iyi öğrenelim ki Allah tealayı doğru tanıyalım. “Allah’ın 99 ismi vardır, yüzden bir eksik. Kim bunları sayarsa (ihsâ) Cennet’e girer.” (Buhârî, Tevhîd, 12; Şurût, 18; Müslim, Zikir, 5; Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrê, Nu’ût, 1.)
Sayfadan Gönüle Düşenler

İstersin ki görüp görebileceğin en güzel manzaraya, huzurun bozulmadan bakasın. Ne yırtıcı hayvanlar yanaşsın, ne de taşlar çarpsın. Halbuki çoğu zaman hayat; dikkatini dağıtan bu imtihanlarla huzursuzlanıp, manzaraya huzurla baktığın anların geri gelmesini beklemektir.

Manzaranın renkleri içinde kaybolursun. Sanki o huzur hiç dağılmayacakmış gibi. Sonra birden başında yakıcı bir acı hissedersin. Çığlığı basarsın. Elini başına götürüp kanadığını farkettiğinde, çığlık atmaya, tepinmeye devam edersin. Başını öne eğip bağıra bağıra ağlarsın. İnsanlar toplanır. Taşı ve yaranı gösterirsin. Sarılırlar, avuturlar. Biraz toparlanır gülümsersin. Fakat koca taşı gördükçe, başındaki koca yarayı hissettikçe, tekrar en başa dönersin.

Bir süre sonra bir iki kişinin dışında herkes gider. İnsanların dikkatini çekmek için ayağa kalktığında, senden adeta kaçarlar. Yanlarına gideyim derken, ayakların taşlardan yara içinde kalır. Üstüste geliyor acılar diye çıldıracak gibi hissedersin.

Kim var yanımda diye koşuşurken korktuğun kayaları farkedersin. Kimi kayanın altından kalkamamış ezilenler, kimi kayayı yüklenmiş gülümseyenler. Başını yaran taşa baktığında utanırsın. Taşı tutan elini, arkanda saklamaya çalışırsın. Kayaların yaklaştığını görünce panikle elinle kanını silersin, ayaklarını toprağa sürüp temizlersin, taşı ağzına alıp yutarsın. Yuttuğun taşın yemek borunu yırtarcasına aşağıya indiğini an be an hissedersin. Yutman kolaylaşsın diye başını kaldırdığında manzaranla gözgöze gelirsin.

Taştan dolayı karnın ağrır, miden bulanır, biraz terlersin, başın ve ayakların hala acır ama bilirsin geçecek. Çünkü manzara hala önünde ve sen hala hayattasın.

Allahım! En güzel isimler Senin’dir. Ya Rahim, Ya Rahman, Ya Fettah. Senden gelene elhamdulillah. Verdiğinde de, vermediğinde de vardır benim bilmediğim nice hayır. Ya Selam, Ya Melik, Ya Aziz. Ne güzeldir, hz. Ali’nin duası, üzerine olsun Allah’ın selamı: “Allahım! Gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle. Hakkımda hayırlı olanı, gönlüme razı eyle.” Ya Latif, Ya Mevla, Ya Kayyum. Geldim, Sana teslim oldum. Zikrinle, sevginle, huzurunla ve imanınla coştur gönlümü.

Anlayanlardan, görenlerden ve işitenlerden olmak duasıyla.

Amin.

***

Dünya hayatı özetlensin denilse, belki de şöyle bir cevap verilebilir: İnsanın sahip olduğu veya daha geniş bir ifadeyle bulunduğu anın içindeyken elinin altındaki her şeyi Allah rızası için kullanması gerektiği ve bu amaçla geçici olarak bulunduğu yerdir. Duygularının yansıtılması, zamanının değerlendirilmesi, sosyal ilişkilerinin düzenlenmesi, mesleğinin seçimi gibi birçok örnek sayılabilir. Bunların dışında belki akla gelen bütün örnekleri de kapsayan; sahip olduğu uzuvlarını doğru kullanmak yer alır.

Bu yüzden de hayat devamlı tetikte mücadeleye hazır olmaktır. Odaya giren saygın birinin varlığıyla kendisine çekidüzen verilmesi gibi hep Allah’ı anarak iç ve dış halinin kontrol edilmesidir. Aksi takdirde, Allah’ın yasakladıklarına yaklaşmak ve günah işlemek kolaylaşır. Bu, internet ortamında güvenli dolaşmak için aniden çıkan reklamlara veya bir başka yere yönlendiren içeriği belirsiz adreslere basmama çabasına da benzetilebilir. Yoksa çeşitli kayıplar vererek bulaşan virüsten temizlenmek vakit alır.

Gözlerin, kulakların, ellerin, ayakların ve diğer organların da bir tür hafızası vardır. Yanlış kullanıma alıştırılmış bir uzvun algı kimyasıyla beraber ahlak anlayışı ve alışkanlıkları da o yönde değişir. Yaptıkları kolaylaşır ve artık kendisini, değerlenecek fırsatları seçerken veya onlara denk gelirken bulur. Basit bir örnek olarak hırsızlığa alışan bir elin, hızlı ve emin hareketleriyle çalınabilecek eşyaların arayışında olması gösterilebilir. Doğru seçimler yaparak çabalamadığı sürece bu kısır döngüden kurtuluşu zordur. 

Ey Allahım! Bizi Senin rızan için yaşadığının farkında olanlardan ve Senin yolunda çabalayanlardan eyle. Sahip olduğu her uzvunu haramdan koruyanlardan ve rızanı kazanacak şekilde yani yaratıldıkları amaç doğrultusunda kullananlardan eyle. İşlediğimiz günahları ve düştüğümüz hataları; rahmetin ile affeyle. Affını dilediklerimizi tekrarlamaktan muhafaza eyle. Ahlaklarımızı güzelleştir. Kalplerimizi, yüzlerimizi ve ayaklarımızı Sana çevir. İman ile yaşat, iman ile öldür ve iman ile dirilt.

Amin.

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji