وَلَا تَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِه۪ وَتَبْغُونَهَا عِوَجاًۚ وَاذْكُرُٓوا اِذْ كُنْتُمْ قَل۪يلاً فَكَثَّرَكُمْۖ وَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَلَا |
|
|
2 | تَقْعُدُوا | ve oturmayın |
|
3 | بِكُلِّ | her |
|
4 | صِرَاطٍ | yola |
|
5 | تُوعِدُونَ | tehdit ederek |
|
6 | وَتَصُدُّونَ | ve engelleyerek |
|
7 | عَنْ | -ndan |
|
8 | سَبِيلِ | yolu- |
|
9 | اللَّهِ | Allah |
|
10 | مَنْ | kimseleri |
|
11 | امَنَ | inanan |
|
12 | بِهِ | onunla |
|
13 | وَتَبْغُونَهَا | ve onun arayarak |
|
14 | عِوَجًا | eğriliğini |
|
15 | وَاذْكُرُوا | ve düşünün |
|
16 | إِذْ | ne zaman ki |
|
17 | كُنْتُمْ | siz idiniz |
|
18 | قَلِيلًا | az |
|
19 | فَكَثَّرَكُمْ | O sizi çoğalttı |
|
20 | وَانْظُرُوا | ve bakın |
|
21 | كَيْفَ | nasıl |
|
22 | كَانَ | oldu |
|
23 | عَاقِبَةُ | sonu |
|
24 | الْمُفْسِدِينَ | bozguncuların |
|
Medyen, Mısır ile Filistin arasında, Sînâ yarımadasının kuzeyindeki bölgenin adıdır. Hz. Şuayb döneminde buralarda Araplar’ın Emur (Amoriler) koluna mensup kabileler oturuyordu.
İslâmî kaynaklarda Medyen’le ilgili daha farklı bilgiler de verilmektedir. Bir görüşe göre Medyen’in, Hz. İbrâhim’in oğlunun ismi olduğu, zamanla onun soyundan gelenlerin de bu isimle anıldığı söylenir. Akabe körfezinin doğu kıyısındaki Maan yakınlarında bulunan eski bir şehir bu adı taşımaktaydı (bk. Yâkut, Mu‘cemü’l-büldân, Beyrut 1410/1990, V, 92-93; Fr. Buhl, “Medyen Şuayb”, İA, VII, 473-474; a.mlf., “Şu‘ayb”, İA, XI, 579-580). İbn Kesîr’e göre Medyen halkı “Eyke halkı” diye de anılırdı. Bunlar ağaçlara taptıkları için gür ağaçları ifade etmek üzere kullanılan Eyke ismiyle anılmışlardır (III, 443; VI, 168).
Medyen halkı Şuayb aleyhisselâm döneminde Mısır krallarına bağlıydı. Araplar’la yakın ilişkileri neticesinde zamanla Araplaşmışlardır (İbn Âşûr, VIII, 239-240). Aynı soydan gelen Şuayb’ın şeceresi kaynaklarda İbrâhim oğlu Medyen oğlu Yeşcur oğlu Mîkâil oğlu Şuayb şeklinde verilir. Şeceresi hakkında farklı bilgiler de vardır (bk. Şevkânî, II, 256). Tevrat’ta ismi, Çıkış, 2/18’de Reuel; Çıkış, 3/1’de Midyan kâhini Yetro; Sayılar 10/18’de Reuel oğlu Hobab gibi farklı şekillerde verilmektedir. Tefsirlerde anlatıldığına göre Hz. Mûsâ Mısır’dan çıktıktan sonra Medyen’e gelmiş, Hz. Şuayb ile tanışarak on yıl kadar onun işinde çalışmış; sonunda
Şuayb Mûsâ’yı kızıyla evlendirmiştir. Şuayb da Nûh’un davetini tekrarlayarak Medyen halkını Allah’a kulluk etmeye ve O’ndan başka tanrı tanımamaya çağırmış; ayrıca onlara, âyette mahiyeti hakkında bilgi verilmeyen bir “beyyine” (mûcize veya belge) göstermiştir.
Medyen’in, inkârcılıkları yanında, başta gelen toplumsal hastalıkları ticaret ahlâkının bozulması ve din hürriyetinin ortadan kalkmasıydı. Bu yüzden peygamberleri onları bundan menetti; ölçü ve tartıda adaletli olmaya; insanların haklarını nicelik veya nitelik olarak eksiltmeden, zarar vermeden ödemeye; ülkenin düzenini bozup halkın huzurunu kaçırmaktan, gerçeği arayan insanların yollarını keserek onları tehdit etmekten, Allah yolunda gitmelerini engellemekten ve içlerinde kuşku uyandırmaktan vazgeçmeye çağırdı. Bu son ifadelerden anlaşıldığına göre Medyen’in inkârcı insanları, Hz. Şuayb ile görüşüp onun mesajını öğrenmek üzere huzuruna gelmek isteyen insanların yollarını kesiyor, onları tehdit ediyor, içlerine kuşku salıyor, peygamberle görüşmelerini engelliyorlardı.
Fahreddin er-Râzî’ye göre 85. âyetteki Allah’a ibadet buyruğu ile peygamberin getirdiği “beyyine”yi ifade eden kısım “Allah’ın emrine saygı” (et-ta‘zîm li-emrillâh) ilkesinin; ardından gelen üç buyruk da “Allah’ın yarattıklarına şefkat” (eş-şefkatü alâ halkıllâh) ilkesinin kapsamına girer (XIV, 174). Ölçü ve tartıda dürüstlük buyruğu müşterinin haklarını, “insanların mallarının değerini düşürmeyin” buyruğu da satıcının haklarını korumayı hedefler (İbn Âşûr, VIII/2, s. 243-244). Aynı âyetin sonunda, insanların bu buyruklara uymalarının bizâtihi kendi iyiliklerine olduğu da belirtilmek suretiyle gerek iman, gerekse ahlâk kurallarının insanların yine kendilerine dünya ve âhiret saadeti kazandıracağına işaret edilmiş; buna mukabil 86. âyetin sonunda da inkârcılık ve haksız davranışlarıyla din ve dünya düzenini bozanların uğradıkları kötü âkıbet hatırlatılmıştır. 87. âyette ise Şuayb’ın davetine inananlardan da inanmayanlardan da bir süre sabredip beklemeleri istenmekte; hüküm verenlerin en iyisi olan yüce Allah’ın, mutlak adaletiyle kimin haklı olduğunu ortaya çıkaracağı bildirilmektedir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 554-556
وَلَا تَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِه۪ وَتَبْغُونَهَا عِوَجاًۚ
Fiil cümlesidir. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَقْعُدُوا fiili نَ ’un hazfiyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
بِكُلِّ car mecruru تَقْعُدُوا fiiline müteallıktır. صِرَاطٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
بِكُلِّ ‘deki بِ ilsak içindir. (Âşûr)
بِ harf-i ceri mecruruna ilsak, sebep, musahabe, zaid, karşılık – bedel, istiane, zaman – mekân zarfı gibi manalar kazandırabilir. Burada zaid manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تُوعِدُونَ fiili تَقْعُدُوا ’deki failin hali olarak mahallen mansubtur. تُوعِدُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).
Burada hal fiil cümlesi olarak gelmiştir. Hal, menfi (olumsuz) fiil cümlesi olarak geldiğinde başında “و” gelebilir de gelmeyebilir de. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَ atıf harfidir. تَصُدُّونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
عَنْ سَب۪يلِ car mecruru تَصُدُّونَ fiiline müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَنْ , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. بِه۪ car mecruru اٰمَنَ fiiline müteallıktır.
وَ atıf harfidir. تَبْغُونَهَا fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. عِوَجاً hal yerinde masdar olup fetha ile mansubtur. Takdiri; معوجّة şeklindedir.
تُوعِدُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi وعد ’dir.
İf’al babı fiille, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَاذْكُرُٓوا اِذْ كُنْتُمْ قَل۪يلاً فَكَثَّرَكُمْۖ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. اذْكُرُٓوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
اِذْ zaman zarfı olup اذْكُرُٓوا fiilinin mahzuf mef’ûlune müteallıktır. Takdiri; اذكروا نعمة الله في هذا الوقت (Bu vakitteki Allah’ın nimetlerini anın.) şeklindedir.
كُنْتُمْ ile başlayan isim cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
(إِذْ) : Yalnız cümleye muzâf olan zaman zarfıdır.
a) (إِذْ) mef’ûlun fih, mef’ûlun bih, mef’ûlun leh olur.
b) (إِذْ) ‘den sonra muzari fiil veya isim cümlesi gelirse gelecek zaman ifade eder.
c) (بَيْنَا) ve (بَيْنَمَا) dan sonra gelirse mufâcee (sürpriz) harfi olur. Bu durumda zarf (zaman bildiren isim) değil harf olur.
d) Sükun üzere mebnidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.
قَل۪يلاً kelimesi كُنْتُمْ ‘un haberi olup lafzen mansubtur.
فَ atıf harfidir. كَثَّرَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
كَثَّرَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.
Tef’il babındandır. Sülâsîsi كثر ’dir.
Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef‘ûlu herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. انْظُرُوا fiili ن ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
كَيْفَ istifham ismi, كَانَ ’nin mukaddem haberidir. كَانَ nakıs fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.
عَاقِبَةُ kelimesi كَانَ ’nin muahhar ismi olup merfûdur. الْمُفْسِد۪ينَ muzâfun ileyh olup cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
الْمُفْسِد۪ينَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babından ism-i faildir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَلَا تَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ مَنْ اٰمَنَ بِه۪ وَتَبْغُونَهَا عِوَجاًۚ
Nehiy üslubundaki cümle, … وَلَا تُفْسِدُوا cümlesine matuftur. Cümleler arasında inşâî olmak bakımından mutabakat vardır. Vasıl sebebi tezâyüftür.
صِرَاطٍ ’deki tenvin nev ifade eder.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan تُوعِدُونَ cümlesi, لَا تَقْعُدُوا fiilinin failinden haldir. Müteakip …وَتَصُدُّونَ عَنْ ve وَتَبْغُونَهَا عِوَجاًۚ cümleleri aynı üslupta gelerek hal cümlesine atfedilmişlerdir.
Hal cümleleri anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.
تَصُدُّونَ fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَنْ ‘in sılası اٰمَنَ بِه۪ , müspet mazi fiil sıygasında gelerek sübut ve temekkün ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mevsûlde müphem yapısı nedeniyle tevcih sanatı vardır.
مَنْ اٰمَنَ بِه۪ sözünün mazi fiil ile ifade edilmesi muzari fiilden ivazdır. Çünkü مَن آمَنَ ifadesinden kastedilen mana imandır. İmana azmeden kişinin bu muradının gerçekleşeceği ifade edilmiştir. Yani onlar bu kişiye engel olmasalardı iman etmişti, demektir. (Âşûr)
سَب۪يلِ اللّٰهِ izafetinde lafza-i celâle muzâf olan سَب۪يلِ kelimesi şeref kazanmıştır.
سَبِیلِ ٱللَّهِ [Allah’ın yolu] ibaresinde tasrihî istiare vardır. سَبِیلِ kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstear leh) hazfedilmiş, müşebbehün bih (müstear minh) olan yol zikredilmiştir.
فِی سَبِیلِ ٱللَّهِ ibaresinde فِی harfi de إلى harfi yerine istiare edilmiştir. Allah’ın dini, mazruf yerine konmuştur. Bilindiği gibi فِی harfinde zarfiyet manası vardır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
تَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ [Allah'ın yolundan çevirerek] yani Allah'ın yolunda oturanları demektir. Zamirin yerine zahirin konulması her yolu açıklamak, çevirdikleri şeyin büyüklüğünü göstermek ve hallerini kötülemek içindir. (Beyzâvî)
Hak Teâlâ'nın, وَلَا تَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ [her yolun başını tutup oturmayın] buyruğu hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bu ayette geçen صِرَاطٍ kelimesi, halkın gidip geldiği yol anlamına kabul edilmiştir. Rivayet edildiğine göre, onlar yolların üzerine oturuyor ve Şuayb (as)'a inananları korkutuyorlardı...
b) Buradaki صِرَاطٍ , "dinin yolları" manasına da yorumlanmıştır. Keşşâf sahibi şöyle demiştir: "Cenab-ı Hakk'ın, "Her yolun başını tutup oturmayın" buyruğunun manası, لَاَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَق۪يمَۙ [andolsun ki, onları saptırmak için senin doğru yolunda pusu kurup oturacağım] (A'râf /16) diyen şeytana uymayınız...." demektir. Buradaki صِرَاطٍ kelimesinden maksat, dinin yolları olan her şeydir; buradaki صِرَاطٍ ile bunun kastedildiğinin delili ise, Şuayb (as)'ın sözüdür. Nitekim, fiili şekillerinde kullanılır. Bu harf-i cerler, anlamları birbirine yakın olduğu için bu gibi yerlerde birbirleri yerine kullanılırlar. Çünkü sen, قعد بمكان كذا، dediğin zaman, buradaki ب harf-i ceri ilsak ifade eder. Bu da, "O kimsenin iltisak ettiğini, yapıştığını, oradan ayrılmadığını" ifade eder.(Fahreddin er-Râzî)
Vaat ve tehdit aynı kökten gelir. وعد vadetmek, أوْعَدَ tehdit etmek demektir.
بغية istemek anlamındadır, أراد fiilinden farkı, haddini aşarak istemek demektir. Hem iyi hem kötü manada olabilir. (Müfredat)
صِرَاطٍ - سَب۪يلِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
تُوعِدُونَ - تَصُدُّونَ kelimeleri arasında cinas vardır.
Burada القُعُودُ kinaye olarak lazımı için, yani istikrar manasında kullanılmıştır. (Âşûr)
وَاذْكُرُٓوا اِذْ كُنْتُمْ قَل۪يلاً فَكَثَّرَكُمْۖ
Cümle …وَلَا تَقْعُدُوا cümlesine وَ ’la atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümleler arasında inşâî olmak bakımından mutabakat vardır. Vasıl sebebi tezâyüftür.
كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, zaman zarfı اِذْ için muzâfun ileyhtir.
Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
فَ ile muzâfun ileyh cümlesine atfedilen mazi fiil sıygasındaki فَكَثَّرَكُمْۖ cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi tezattır.
İsim cümlesinin anlamında sabitlik ve devamlılık, fiil cümlesinin anlamında ise yenilenme ve tekrarlanma vardır.
Şayet hem devamlılık hem fiilin tekrarı ve yenilenmesi kastediliyorsa, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilebilir. Bunun aksi de mümkündür. Mesela, fiil cümlesinden fiilin zaman zaman yenilendiğini, isim cümlesinden ise başlayıp halen devam ettiği kastediliyor ise aralarında atıf yapılabilir (Sevinç Resul, Arapçada Cümle Yapısı, 2010, S. 190-191)
قَل۪يلاً - فَكَثَّرَكُمْۖ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Hatırlanması istenen şeylerin, güçsüz oluşları ve çoğaltılmış olmaları şeklinde açıklanması taksim sanatıdır.
وَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ
Makabline matuf son cümle, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. كَيْفَ istifham ismi, كَانَ ’nin mukaddem haberidir. كَانَ ’nin muahhar ismi, الْمُفْسِد۪ينَ ‘ye muzâf olan عَاقِبَةُ ’dur. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, انْظُرُوا fiilinin mef’ûlü konumundadır.
Sübut ifade eden bu isim cümlesi, istifham üslubunda geldiği halde soru kastı taşımayıp tevbih ve tehdit manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
الْمُفْسِد۪ينَ kelimesi isim olarak gelerek suç işlemenin onların devamlı bir hali olduğuna işaret edilmiştir.
Son cümle tefekkür ve görme ehliyeti olan herkes içindir. Maksat onları yaptıkları işlerden sakındırmaktır.
انْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِد۪ينَ [Bakın ki, fesat çıkaranların sonu nice olmuştur!] ifadesinin maksadı da, onların direten, isyan eden müfsitlerin akibetinin, sadece bir horlanma ve bir aşağılanma cezası olduğunu anlayıp fesat ve isyanda bulunmaktan kaçınarak itaatkâr kimseler olmalarıdır. Binaenaleyh, bu iki sözün gayesi, ondan önce arzulandırmak (terğib), sonra da korkutup sakındırmak (terhîb) yoluyla taata sevk etmektir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
الْمُفْسِد۪ينَ ile kastedilen, şirk inancı ve sapık davranışlarla kendilerini, kanunları çiğneyerek toplumu bozanlardır. (Âşûr)