Tevbe Sûresi 36. Ayet

اِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللّٰهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْراً ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ مِنْهَٓا اَرْبَعَةٌ حُرُمٌۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ فَلَا تَظْلِمُوا ف۪يهِنَّ اَنْفُسَكُمْ وَقَاتِلُوا الْمُشْرِك۪ينَ كَٓافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةًۜ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ  ...

Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin. Fakat Allah’a ortak koşanlar sizinle nasıl topyekûn savaşıyorlarsa, siz de onlarla topyekûn savaşın. Bilin ki Allah, kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّ şüphesiz
2 عِدَّةَ sayısı ع د د
3 الشُّهُورِ ayların ش ه ر
4 عِنْدَ katında ع ن د
5 اللَّهِ Allah’ın
6 اثْنَا (on) iki ث ن ي
7 عَشَرَ on (iki) ع ش ر
8 شَهْرًا aydır ش ه ر
9 فِي
10 كِتَابِ kitabında ك ت ب
11 اللَّهِ Allah’ın
12 يَوْمَ günden beri ي و م
13 خَلَقَ yarattığı خ ل ق
14 السَّمَاوَاتِ gökleri س م و
15 وَالْأَرْضَ ve yeri ا ر ض
16 مِنْهَا bunlardan
17 أَرْبَعَةٌ dördü ر ب ع
18 حُرُمٌ haram(ay)lardır ح ر م
19 ذَٰلِكَ işte budur
20 الدِّينُ din د ي ن
21 الْقَيِّمُ doğru ق و م
22 فَلَا
23 تَظْلِمُوا zulmetmeyin ظ ل م
24 فِيهِنَّ (o aylar) içinde
25 أَنْفُسَكُمْ kendinize ن ف س
26 وَقَاتِلُوا ve savaşın ق ت ل
27 الْمُشْرِكِينَ ortak koşanlarla ش ر ك
28 كَافَّةً topyekun ك ف ف
29 كَمَا nasıl
30 يُقَاتِلُونَكُمْ sizinle savaşıyorlarsa ق ت ل
31 كَافَّةً topyekun ك ف ف
32 وَاعْلَمُوا ve bilin ki ع ل م
33 أَنَّ şüphesiz
34 اللَّهَ Allah
35 مَعَ beraberdir
36 الْمُتَّقِينَ korunanlarla و ق ي
 

Hz. İbrâhim ve İsmâil’in şeriatındakine uygun olarak Câhiliye dönemi Arapları da yılın dört ayını kutsal sayarlar, bu inanışa saygının bir işareti olarak savaştan ve her türlü saldırıdan kaçınırlardı. Zilkade, zilhicce, muharrem ve recebden oluşan bu aylar haram aylar (eleşhürü’l-hurum) diye anılırdı. Bununla birlikte bazı kabileler bu dört aya bir dört daha ekleyerek sekiz ayı haram sayarken, diğer bazıları aylar arasında fark gözetmiyordu. Aynı şekilde, belirli kabileler arasında yaşayan hıristiyanlar da haram ayların saygınlığını kabul etmiyorlardı. Bu anlayışı benimseyenlerin haram aylarla ilgili bir taahhütleri olmadığından, diğer kabileler onlara karşı dikkatli davranmak zorundaydı. Her türlü çatışmanın haram sayıldığı bu aylarda meydana gelen savaşlara, dinî yasaklar çiğnendiği için “ficâr savaşları” denmiştir. Câhiliye dönemi Araplar’ının bir kısmı geçimlerini soygunculuk, çapulculuk, yağma ve talan ile sağladığı gibi, aralarında kan davaları ve iç savaşlar da eksik olmuyordu. Bu sebeple haram ayların kurallarına uymakta zorlanıyorlardı. Zira on bir, on iki ve birinci aylar olan zilkade, zilhicce, muharrem peş peşe geldiğinden üç ay süresince bu aylarla ilgili yasaklara uymak oldukça güç geliyordu. Ayrıca, kamerî takvimde aylar güneş takvimine göre bir önceki yıldakinden on bir gün önce geldiği için, zilhiccenin belirli günlerinde yapılan hac merasiminin değişik mevsimlere rastlaması çıkarlarına uygun düşmüyor; haccı havanın mutedil ve ticarî ortamın müsait olduğu gün veya aylarda yapmak istiyorlardı. Bunu sağlayabilmek için de her altı ayda bir hafta olmak üzere iki yılda bir ay kazanmaya çalışarak o yılı on üç aya çıkarıyorlar, haram aylardan üçünün peş peşe gelmesini önlemek amacıyla da söz konusu dört haftayı ikinci yılın sonuna ekleyip o yılı on üç ay olarak kabul ediyorlardı. Böylece muharrem ayı safer ayının yerine kaydırılmış, dolayısıyla bütün aylar bulunmaları gereken yerden bir ay geriye atılarak haram ayların yerleri değiştirilmiş oluyordu. Bazan da savaş günlerinde meselâ receb ayı girerse onu helâl sayıp haramlığı şâban ayına, savaş muharrem ayına denk gelirse haramlığı safer ayına tehir ediyorlar, böylece o yıl muharrem ve receb yerine şâban ve safer ayları haram aylardan sayılmış ve haram ayların sıralaması değişmiş oluyordu. Bu uygulamaya, erteleme anlamına gelmek üzere nesî’ deniyordu (Hüseyin Algül, “Haram Aylar”, DİA, XVI, 105). İşte bu âyetlerde, Allah’ın evrende var ettiği düzene göre ayların sayısının on iki olduğu belirtilmiş, bunlardan dördünün özel hükümlerinin olduğu hatırlatılıp bu düzenlemeye aykırı davrananların asıl kendilerine yazık etmiş olacaklarına dikkat çekilmiş ve aylarla ilgili bu nizam üzerinde nesî’ adıyla yapılan oyunlar şiddetle kınanmıştır. Bu sûrenin 5. âyetinde geçen “el-eşhürü’l-hurum” ifadesiyle de bu dört ayın kastedildiği görüşü bulunmakla beraber, bu görüş bazı noktalardan eleştiriye açık görünmektedir (5. âyetin tefsirine bk.). Kur’ân-ı Kerîm’in başka dört âyetinde de “haram ay” kavramı tekil olarak yer almıştır. Bunlardan Bakara sûresinin 194. âyetinde haram ayın haram aya karşılık olduğu, aynı sûrenin 217. âyetinde haram ayda savaşmanın büyük günah olduğu, Mâide sûresinin 2. âyetinde bu aya karşı saygısızlık edilmemesi gerektiği ve Mâide sûresinin 97. âyetinde hürmete lâyık bir mâbed olan Kâbe ile birlikte haram ayın da insanların iyiliğine vesile kılındığı belirtilmiştir. Tefsir ve tarih kaynaklarında, haram aylarla ilgili hükümlerin hac ibadetiyle birlikte Hz. İbrâhim zamanında konmuş olduğu, insanların bu aylarda sağlanan güven ortamı içinde (zilkade, zilhicce ve muharrem aylarında) hac ibadetini ve yedinci ay olan receb ayında muhtemelen umre ziyaretini rahatça yaptıkları, Mekke ve çevresinde oturanların da bu vesileyle geçimlerini sağladıkları, fakat zamanla bu hükümlerin temel amacından uzaklaştırıldığı kaydedilmektedir. İslâmiyet’in gelmesiyle bu konudaki düzenlemeler yeniden aslî hüviyetine kavuşturulmuştur. Şu var ki, bu konuda farklı yorumlanmaya elverişli âyet ve hadislerin bulunması sebebiyle İslâm âlimleri arasında haram aylarla ilgili yasakların devam edip etmediği hususunda görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Bu görüş ayrılıkları bir yana, Kur’an’da yer alan bu yasak hükmünün İslâmiyet’in milletlerarası ilişkilere bakışını ortaya koyan diğer delillerle birlikte değerlendirilmesi halinde şöyle bir sonuca varılması mümkündür: Milletlerarası ilişkilerde barışı esas alıp yeryüzünde her türlü haksızlık, bozgunculuk ve tahakkümü yasaklayan (Bakara 2/205; Kasas28/83) İslâmiyet, savaşın bir insanlık realitesi olduğunu göz ardı etmemiş, savaşın tahribatını en aza indirecek önlemler almaya çalışmıştır. Bu çerçevede, İslâmî düşünce sistemi içinde, yılın üçte birini meydana getiren bir sürenin savaş karşıtı duygu ve düşüncelerle geçirilmesine yer verilmiş olması, ihmal edilen birtakım insanî değerlerin hatırlanıp yaşatılmasına ve bu konuda kamuoyu oluşturulması için belli günlerin veya haftaların ayrılmasına önem verilen zamanımızda daha bir dikkat çekmekte ve anlam kazanmaktadır (bilgi için bk. Hüseyin Algül, “Haram Aylar”, DİA, XVI, 105-106). Tefsirlerde bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili özel bir rivayet yer almamakla beraber Derveze, Tebük Seferi’nin nesî’ uygulaması neticesinde isim olarak receb ayına denk gelmiş olması karşısında ortaya konan itirazları red ve bunun gerçek receb ayı olmadığına dikkat çekme sadedinde inmiş olabileceğini belirtir (XII, 134-136). “Doğru olan hesap” şeklinde tercüme ettiğimiz “ed-dînü’l-kayyim” tamlamasına “en doğru hüküm” ve “en doğru din” anlamı da verilmiş, sonuncu anlam İbrâhim ve İsmâil peygamberlerin dini veya uydukları kural şeklinde açıklanmıştır (İbn Atıyye, III, 31; Zemahşerî, II, 151). “O aylarda kendinize zulmetmeyin” ifadesinde haram ayların kastedilmiş olduğu kanaati hâkim olmakla beraber, bunları senenin bütün ayları şeklinde anlayanlar da olmuştur (İbn Atıyye, III, 31). “Müşrikler sizinle topyekün savaştıkları gibi siz de onlarla topyekün savaşın” ifadesini içermesi dolayısıyla 36. âyet de genellikle müfessirler tarafından 5. âyette olduğu gibi seyf (kılıç) âyeti olarak nitelenmiş ve müşriklerle ilişkilerde tolerans ve kolaylık gösterme veya kendi hallerine bırakma buyruğunu içeren bütün âyetleri yürürlükten kaldırmış olduğuna hükmedilmiştir. Derveze’nin bu konunun Kur’an’ın genel ilkeleri ışığında değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin görüşünü ve bu izah tarzı ile ilgili kanaatimizi 5. âyetin tefsiri sırasında açıklamıştık. Derveze bu âyeti yorumlarken aynı görüşü tekrar etmekte, ayrıca buradaki ifade ile 31. âyette Allah’a ortak koşan Ehl-i kitap mensuplarının da “müşrik” nitelemesine dahil edilmiş olduğuna dikkat çekmektedir (XII, 136). “Ertelemek” şeklinde tercüme ettiğimiz 37. âyetin ilk cümlesindeki nesî’ kelimesine “ilâve yapmak” anlamı da verilebilir (Taberî, X, 129; Zemahşerî, II, 151). 

 

Kaynak :Kur’an  Yolu Tefsiri

 

اِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللّٰهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْراً ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ مِنْهَٓا اَرْبَعَةٌ حُرُمٌۜ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

اِنَّ ’nin ismi  عِدَّةَ  olup lafzen mansubtur.  الشُّهُورِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

عِنْدَ  mekân zarfı,  عِدَّةَnin mahzuf haline müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

اثْنَا  kelimesi  اِنَّ ’nin haberi olup müsenna olduğu için elif ile merfûdur. Sonundaki  نَ  izafetten dolayı hazfedilmiştir.

عَشَرَ  fetha üzere mebni adettir.

شَهْراً  temyiz olup fetha ile mansubtur.

Temyiz ikiye ayrılır:

1. Melfûz mümeyyez: Söylenmiş, cümlede görülen mümeyyez.

2. Melhûz mümeyyez: Düşünülen, cümlede açık olarak görülmeyen mümeyyez.

Melfûz mümeyyez 4 tanedir:

1. Sayı,

2. Ağırlık ölçüleri,

3. Hacim ölçüleri,

4. Alan ölçüleri.

Ayette  اثْنَا عَشَرَ  mürekkeb sayılardan olduğu için mümeyyezdir.  شَهْراً  ise temyizidir. 11-19 arası sayılara mürekkeb sayılar denir. Mürekkeb sayılarda; önce sayı, sonra temyiz gelir. Temyiz daima tekil ve mansub gelir. 11-19 arası sayıların birler basamağı da onlar basamağı da fetha üzere mebnidir. 12 sayısının birler basamağı yani 2 sayısı murebdir. İkil olduğu için ref durumunda elif (ا) ile merfû, nasb veya cer durumunda ye (ي) ile mansub veya mecrur olur. Cinsiyet yönünden onlar basamağı ile temyiz uyumlu olur, birler basamağı bunların zıttı olur.

Not: 11 ile 12 sayısında birler basamağı, onlar basamağı ve temyiz birbiriyle uyumlu olmak zorundadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

ف۪ي كِتَابِ  car mecruru  اثْنَا عَشَرَ nin mahzuf sıfatına müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

يَوْمَ  zaman zarfı,  اثْنَا عَشَرَ nin mahzuf sıfatına müteallıktır.

خَلَقَ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  خَلَقَ  fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

السَّمٰوَاتِ  mef’ûlun bihtir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

الْاَرْضَ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  السَّمٰوَاتِ ’ye matuftur.  مِنْهَٓا  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

اَرْبَعَةٌ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.  حُرُمٌ  kelimesi  اَرْبَعَةٌ un sıfatıdır. 


ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ فَلَا تَظْلِمُوا ف۪يهِنَّ اَنْفُسَكُمْ وَقَاتِلُوا الْمُشْرِك۪ينَ كَٓافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةًۜ

 

İsim cümlesidir. İşaret ismi  ذٰلِكَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  ل  harfi buud yani uzaklık bildiren harf,  ك  ise muhatap zamiridir.

الدّ۪ينُ  mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.  الْقَيِّمُ  kelimesi  الدّ۪ينُ ’nun sıfatıdır.

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri,  إن كنتم فيهنّ فلا تظلموا (Bu zamanlarda isen, nefsinize zulmetmeyin.) şeklindedir.

لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَظْلِمُوا  fiili  نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ı fail olarak mahallen merfûdur.

ف۪يهِنَّ  car mecruru  تَظْلِمُوا  fiiline müteallıktır.  اَنْفُسَكُمْ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.

Muttasıl zamir  كُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  قَاتِلُوا  fiili  نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

الْمُشْرِك۪ينَ  mef’ûlun bih olup nasb alameti  ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar.

الْمُشْرِك۪ينَ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَ  harf-i cerdir.  مَا  ve masdar-ı müevvel, mahzuf masdarın sıfatına müteallıktır. Takdiri,  قتالا كائنا مثل قتالهم  (Savaş, onların savaşı gibidir) şeklindedir.

يُقَاتِلُونَكُمْ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  كُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.  كَٓافَّةً  hal olup fetha ile mansubtur. 

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal, “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde iken olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).

(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يُقَاتِلُونَكُمْ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. Sülâsîsi  قتل ’dur.

Mufâale babı fiile, müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.


وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ

 

وَ  atıf harfidir.  اعْلَمُٓوا  fiili نَ ’un hazfiyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur. 

اَنَّ  ve masdar-ı müevvel,  اعْلَمُٓوا  fiilinin iki mef’ûlu yerinde olup mahallen mansubtur.

Kalp fiilleri (iki mef’ûl alan fiiller); bir mef’ûl ile manası tamamlanamayıp ikinci mef’ûle ihtiyaç duyan fiillerdir. Bu fiiller isim cümlesinin önüne gelirler, mübteda ve haberi iki mef’ûl yaparak nasb ederler. 3 gruba ayrılırlar:

1. Bilmek manasında olanlar.

2. Sanmak manası ifade edenler, kesine yakın bilgi ifade ederler. “Sanmak, zannetmek, saymak, kendisine öyle gelmek” gibi manalara gelir.

3. Değiştirme manası ifade edenler. Aynı anlama gelmedikleri halde görevleri itibariyle onlara benzerliklerinden kalp fiilleri adı altına girmişlerdir.

Değiştirme manasına gelen fiiller “etti, yaptı, kıldı, edindi, dönüştürdü, değişik bir hale getirdi” gibi manalara gelir.

Bilgi ve zan fiillerinden sonra bazen  اَنَّ ’li ve  اَنْ ’li cümleler gelir, bu cümleler iki mef’ûl kabul edilir. Bilmek, sanmak ve değiştirme manasına gelen bu fiiller 3 şekilde gelebilir: 1) İki mef’ûl alanlar, 2) İki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak alanlar, 3) İki mef’ûlü hazf olanlar. Kalp fiilleri iki mamûlü arasında olduğunda amel etmeleri de etmemeleri de caizdir.

Bu ayette  اعْلَمُٓوا  fiili bilmek manasına gelen fiillerdendir ve iki mef’ûlünü masdar-ı müevvel cümlesi olarak almıştır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

اللّٰهَ  lafza-i celâli  اَنَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubtur.  مَعَ  mekân zarfı,  اَنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.

الْمُتَّق۪ينَ  kelimesi  مَعَ ’nın muzâfun ileyhi olduğundan mecrurdur.  الْمُتَّق۪ينَ ’nin cer alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar. 

الْمُتَّق۪ينَ  sülâsi mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَٓافَّةً  kelimesi  الْمُشْرِك۪ينَ nin hali olup fetha ile mansubtur.
 

اِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللّٰهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْراً ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ مِنْهَٓا اَرْبَعَةٌ حُرُمٌۜ

 

Bu ayet Yahudi, Hristiyan ve müşriklerin çirkin işlerinden üçüncüsünü izah etmektedir. O çirkin iş de onların Allah'ın hükümlerini değiştirmek için çalışıp durmalarıdır. Çünkü Allah Teâlâ, her vakitte belli bir hüküm gönderip onlar da o hükümleri, nesî (‘Cahiliye döneminde kamerî takvimin şemsî takvime uyarlanması suretiyle takvime yapılan müdahale anlamında bir terim.’ TDV İslam Ansiklopedisi) yoluyla tehir etmek suretiyle değiştirince bu onların kendi heva ve heveslerine göre sene ile ilgili ilâhî hükmü değiştirme hususunda onlarca çaba sarf etmeyi gösterir. Binaenaleyh bu, onların küfür ve hasretlerindeki ileri bir dereceyi ortaya koyar. (Fahreddin er-Râzî)

Onlar, güneş yılı kamerî yıldan fazla olunca o fazlalığı topladılar. O fazlalığın miktarı bir aya ulaşınca o seneyi on üç ay kabul ettiler. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ onların bu işini reddetmiştir. Allah'ın hükmü, ne daha az ne de daha fazla olmaksızın, senenin on iki ay olmasıdır. Halbuki onların bazı yılların on üç ay olduğuna dair verdikleri hüküm, Allah'ın hükmüne aykırı bir hükümdür. Bu hüküm Allah'ın yüklediği mükellefiyetlerin değiştirilmesine yol açar. Bütün bunlar ise dinin hilafına olan şeylerdir. (Fahreddin er-Râzî)

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. İlk cümle  اِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır. 

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ ve isim cümlesi sebebiyle tekid ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

اِنَّ ,اثْنَا عَشَرَ شَهْراً ’nin haberidir.

Mazi fiil sıygasındaki  خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ  cümlesi zaman zarfı  يَوْمَ ’nin muzâfun ileyhidir. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikri  tecrîd sanatıdır.

كِتَابِ اللّٰهِ  ve  عِنْدَ اللّٰهِ  izafetlerinde Allah ismine muzâf olan  كِتَابِ  ve  عِنْدَ  şan ve şeref kazanmıştır.

السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضَ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatları vardır.

مِنْهَٓا اَرْبَعَةٌ حُرُمٌ  cümlesi,  اثْنَا عَشَرَ  için sıfattır. Sübut ifade eden bu isim cümlesinde takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır.  مِنْهَٓا  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  اَرْبَعَةٌ  muahhar mübtedadır. Mübtedanın nekre gelişi tazim ifadesi içindir.  اَرْبَعَةٌ ,حُرُمٌ  için sıfattır. Sıfatlar dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.

“Zaman dilimleri aslında hep birbirinin aynıdırlar. Öyleyse bu ayrımın bir  hikmeti vardır. İnsanların karakterleri, zulmetme ve fesat çıkarma üzerine yaratılmıştır. Binaenaleyh onların bu tür kötülüklerden kaçınmaları, aslında onlara zor gelir. İnsan o vakitlerde ve o yerlerde, kötülüklerden ve kabih (çirkin) işlerden daha çok kaçınsın diye Allah Teâlâ, bazı vakitlere ve bazı yerlere daha fazla hürmet (saygı) gösterilmesini emretmiştir. İşte bu, şu şekilde bazı fayda ve faziletleri doğurur:

a. O vakitlerde, kötü işleri terk etmek, çirkin işlerin sayısını azaltacağı için matlûb olan bir şeydir.

b. İnsan o vakitlerde kötü işleri bırakınca onlardan tamamen yüz çevirmeye yönelmesine de vesile olur.

c. İnsan o vakitlerde itaat ve ibadette bulunup, isyan ve günahtan yüz çevirince, o vakitler geçtikten sonra eski günah ve kabahatlarını yeniden yapmaya teşebbüs etmesi, o belli vakitlerde ibadet ve taatleri eda ederken katlanmış olduğu meşakkat ve güçlüklerin boşa gitmesine sebep olur. Halbuki aklı olandan, buna razı olmaması beklenir. Binaenaleyh bu, o insanın günahlardan tamamen uzaklaşmasına bir sebep olabilir. İşte bazı vakitlere ve bazı yerlere daha fazla haramlık (saygı hükmü) verilmesinin hikmeti budur.” (Fahreddin er-Râzî)


ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ 

 

Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması, mütekellimin, işaret edilene verdiği önemi ifade eder. Bu cümlede  ذٰلِكَ  tazim ifade eder. 

Haberin elif-lam ile marife olması tahsis ifade eder.

İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُ  isim cümlesinin müsnedi/haberi olan  الدّ۪ينُ  kelimesinin marife olarak gelmesi, tahsis ifade eder. Dolayısıyla kasr üslubunu manaya yansıttığımızda “İşte bu doğru hesaptır.” yerine “İşte en doğru hesap budur.” ya da “Bu hesaptan başka doğru bir hesap yoktur.” şeklinde tercüme edilmesi daha uygun olacaktır.

Ayeti kerimede geçen haram olduğu haber verilen 4 ay şunlardır: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb.

İsim cümlesinde haber (müsned) öğesinin marife (belirli isim) olarak gelmesi bağlam karinesi yardımıyla kasr ifade eder. (Meydânî, el-Belâğatu’l Arabiyye, c. I, s. 544)


 فَلَا تَظْلِمُوا ف۪يهِنَّ اَنْفُسَكُمْ

 

فَ  mahzuf şart cümlesinin cevabına gelen rabıta harfidir. Cevap cümlesi nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır.

Şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri,  إن كنتم [Eğer iseniz...] şeklindedir. Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.


وَقَاتِلُوا الْمُشْرِك۪ينَ كَٓافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةًۜ

 

Cümle makabline  وَ ’la atfedilmiştir. İki cümle arasında inşâî olmak bakımından mutabakat vardır. Emir üslubunda talebî inşaî isnaddır. 

Mecrur mahaldeki masdar harfi  مَا  ve sılası masdar teviliyle  قَاتِلُوا  fiiline müteallıktır.  Masdar-ı müevvel  يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةً  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

وَقَاتِلُوا الْمُشْرِك۪ينَ كَٓافَّةً - كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةً  cümleleri arasında mukabele vardır.

قَاتِلُوا - يُقَاتِلُونَكُمْ ,الشُّهُورِ - شَهْراً  kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Hal konumundaki  كَٓافَّةً  kelimesinin tekrarında cinas ve reddü'l-acüz ale's-sadr vardır.

كَ  teşbih harfi, vech-i şebeh de “topluca” manasındaki  كَٓافَّةًۜ  kelimesidir. Az rastlanan mürsel ve mufassal bir teşbihtir.


وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ

 

Hükümde ortaklık nedeniyle  لَا تَظْلِمُوا  cümlesine atfedilen bu cümle, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Tekid ve masdar harfi  اَنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi  اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ, faide-i haber inkârî kelamdır.  اَنَّ  ve masdar-ı müevvel,  اعْلَمُٓوا  fiilinin iki mef’ûlü yerindedir.  اَنَّ ’nin haberinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.  مَعَ الْمُتَّق۪ينَ, mahzuf habere müteallıktır.

اَنَّ ’nin isminin lafza-i celâlle gelmesi teberrük, telezzüz ve haşyet duyguları uyandırma kastıyladır. Lafza-i celalde tecrîd sanatı vardır.

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ  ve isim cümlesi sebebiyle tekid ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, kalplerde mehabet ve muhabbet duygularını artırmak için yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ [Allah’ın muttakilerle beraber olduğunu bilin.] cümlesi “Onlara müşriklerle savaşırken yardım edecektir.” manasını taşır. Lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır.

Onların takva sahipleri olarak ifade edilmeleri, kendilerini takva vasfıyla methetmek, takvaya erişmemiş olanları da buna teşvik etmek ve ilâhî nusretin ana sebebinin de takva olduğunu bildirmek içindir.

Diğer bir görüşe göre ise bu ifade, onların takvaları sebebiyle kendilerine nusret müjdesi ve taahhüdüdür. (Ebüssuûd)

Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekit için gelmiştir. Müstakil  olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.