اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ وَالْعَامِل۪ينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَ۬لَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِم۪ينَ وَف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَابْنِ السَّب۪يلِۜ فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّمَا | şüphesiz ancak |
|
2 | الصَّدَقَاتُ | sadakalar (zekatlar) |
|
3 | لِلْفُقَرَاءِ | fakirlere mahsustur |
|
4 | وَالْمَسَاكِينِ | ve düşkünlere |
|
5 | وَالْعَامِلِينَ | ve çalışan memurlara |
|
6 | عَلَيْهَا | onlar üzerinde |
|
7 | وَالْمُؤَلَّفَةِ | ve ısındırılacak olanlara |
|
8 | قُلُوبُهُمْ | kalbleri |
|
9 | وَفِي |
|
|
10 | الرِّقَابِ | ve kölelere |
|
11 | وَالْغَارِمِينَ | ve borçlulara |
|
12 | وَفِي |
|
|
13 | سَبِيلِ | ve yoluna |
|
14 | اللَّهِ | Allah |
|
15 | وَابْنِ | ve oğluna (yolcuya) |
|
16 | السَّبِيلِ | yol (yolcuya) |
|
17 | فَرِيضَةً | bir farz olarak |
|
18 | مِنَ | -tan |
|
19 | اللَّهِ | Allah- |
|
20 | وَاللَّهُ | ve Allah |
|
21 | عَلِيمٌ | bilendir |
|
22 | حَكِيمٌ | hüküm ve hikmet sahibidir |
|
Zekâtın farz oluşundan, kapsamından ve yükümlülerinden söz edilmemiş, sadece zekâtın harcama kalemleri sıralanmıştır (zekâtla ilgili diğer hususlar için bk. 103. âyetin tefsiri). Tamahkârlıkları sebebiyle Hz. Peygamber’in dahi adaletinden kuşku duyacak kadar bayağılaşan bir kısım münafıklar veya haksız istekleri ve serzenişleriyle Resûlullah’ı üzen kimseler, 58-59. âyetlerde eleştirildikten sonra burada, bir taraftan zekât gelirlerinin Resûlullah tarafından gelişigüzel dağıtılmadığına işaret edilmekte diğer taraftan da müslümanlara bunların harcama yerleri ayrı ayrı gösterilmektedir.
a) Âyet zekâtın harcama yerlerinin başında yoksulları ve düşkünleri zikretmiştir. Bu iki grubu ifade için âyette kullanılan fakîr ve miskîn kavramlarının anlamı ve burada kimlerin kastedildiği hususunda İslâm âlimleri farklı kanaatler ileri sürmüşlerdir. Çoğunluk bu iki terimi hiç malı veya geliri olmama ve geçimini sağlayacak ölçüde malı veya geliri olmama anlamlarıyla birbirinden ayırt etmeye çalışmışlar; ancak bunların bir kısmı fakiri miskinden, diğer bir kısmı ise miskini fakirden daha muhtaç kimse anlamında kabul etmişlerdir. Hz. Ömer’den nakledilen bir ifade, onun fakiri müslümanların, miskini ise gayri müslimlerin muhtaçları şeklinde anladığını göstermektedir; fakat İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu –başka delillere dayanarak– zekâtın ancak müslümanların muhtaçlarına verilebileceği kanaatine ulaşmışlardır. Bu iki kavramın iki ayrı sınıfı ifade etmediği görüşünü savunan fakihler de vardır. Bu arada bir yoksula en çok ne kadar zekât verilebileceği meselesini de tartışmışlar, bir grup bunu zekât yükümlülüğünün başlangıç sınırı olan nisap miktarı mala sahip olma ölçüsüne bağlarken, diğer bir grup kişinin durumuna göre onu muhtaçlıktan kurtaracak miktar şeklinde geniş bir ölçü vermişlerdir; bunlardan bazıları bunu ömür boyu bir daha zekât almaya muhtaç etmeyecek miktar şeklinde, bazıları da bir yıl boyunca zekâta ihtiyacı kalmayacak miktar şeklinde açıklamışlardır. Yoksulluğu sebebiyle evlenemeyen kimseye evlenmesini, ilim tahsili yapamayana tahsil yapmasını, meslek icra edemeyen kişiye mesleğini yapabilmesini sağlayacak yardımlar yüklü bir meblağ tutabilirse de bir yoksula verilebilecek zekât miktarının zekâtın sosyal yardımlaşma yönünü ihlâl edecek ve fakirin hakkını zengine aktaracak düzeyde olmaması gerektiğine dikkat edilmeli, zekât alan da kendisinin bu konudaki sorumluluğunun bilincinde olmalıdır. Hz. Peygamber’in “Zengine zekât helâl olmaz” (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 25) anlamındaki hadisi bu hususta önemli bir uyarı niteliğindedir.
b) Zekât gelirlerinden pay alacaklar arasında bu gelirlerin toplanmasında görevli olanlar da sayılmıştır. Âyette bu anlamı karşılayan âmil kelimesi sözlükte “işçi, çalışan, zanaatkâr” gibi mânalara gelir. Hadislerde âmil kelimesi genel olarak “yönetici ve her türlü devlet gelirlerini toplamada görevli kişi” anlamında kullanıldığı gibi, özellikle “zekât gelirlerini toplayıp dağıtan görevli” mânasında da kullanılmıştır. Zekât âmillerinin ücrete veya zekâttan paya hak kazanabilmeleri için fakir olmaları şart değildir. Zira Hz. Peygamber zenginin zekât alamayacağına ilişkin hadisinde istisna ettiği kimseler arasında zekât âmillerini de saymıştır.
c) Âyette sayılan gruplardan bir diğeri, kalpleri İslâm’a ısındırılacak kimselerdir. Buradaki “el-müellefetü kulûbühüm” ifadesinden hareketle Türkçe’de bu kesim, “müellefe-i kulûb” şeklinde anılmaktadır. Bunlar, kötülüklerinden emin olmak amacıyla veya müslümanlara yararlı olacağı umulduğu için kalpleri kazanılmaya ve İslâm’a ısındırılmaya çalışılan kimselerdir. Gayri müslim olanlar bakımından her iki amaç söz konusu olabilir. Bazı müslümanların müellefe-i kulûb arasına alınması ise daha çok şu düşüncelere dayanır: İslâm’ı tam mânasıyla benimsememiş olmakla beraber çevresinde sözü geçen kimselerin müslümanlarla kaynaşmalarını, böylece İslâmiyet’in yayılması için ciddiyetle çalışmalarını sağlamak; İslâm’a yeni girmiş olanların sebat etmelerine yardımcı olmak; sınır bölgelerinde görev yapan müslümanların görevlerine daha ciddi sarılmalarını temin etmek. Hz. Peygamber gerek zekât gerekse diğer devlet gelirlerinden kalplerini İslâm’a ısındırmak istediği kişilere pay ayırmıştı. Resûlullah’ın vefatından sonra bazı kimseler bu uygulamayla bağlantı kurarak Hz. Ebû Bekir’den kendilerine arazi tahsis edilmesini istediler. O da görüş bildirmesi için onları Hz. Ömer’e yolladı. Ömer “Resûlullah size İslâm’a ısındırmak için o payı veriyordu, artık İslâmiyet güçlenmiştir” diyerek onların talebini reddetti. Fakihlerin çoğunluğu Hz. Ömer’in bu ictihadı üzerine Hulefâ-yi Râşidîn döneminde müellefe-i kulûbe pay ayrılmamış olmasına dayanarak bu payın düştüğü sonucuna varmışlardır. İmam Şâfiî’nin, müslümanların savaş gibi felâketlerle karşılaştıklarında bu faslın tekrar kullanılabileceği görüşünde olduğu nakledilir. Gerektiğinde bu hükmün işletilebileceği yönünde başka ictihadlar da vardır. Hz. Ömer’in ve sahâbenin bu konudaki uygulamalarının âyetteki hükmün amacına göre verilmiş somut kararlar niteliğinde olduğu, bunlardan yola çıkarak âyetin hükmünün yürürlükten kaldırılması gibi soyut bir sonuca ulaşılamayacağı açıktır. Bu itibarla, fakihlerin ifadelerini de kendi dönemlerinin şartları içinde değerlendirmek gerekir.
d) Zekât gelirlerinin harcanacağı yerlerden biri de köle âzadıdır. Âyette geçen rikab kelimesi sözlükte “boyun” anlamına gelen rakabenin çoğuludur. Bu kelime Kur’an’da köle ve câriyeler için ve özellikle onların kölelikten kurtarılmaları söz konusu olduğunda kullanılmıştır. Zekâtın prensip olarak devlet eliyle toplanıp dağıtılmasını öngören Kur’an’ın (9/103), devlet bütçesinden kölelerin âzadı için bir fasıl ayrılmasını istemesi, geldiği dönemde toplumda kökleşmiş bir sosyal realite olarak bulduğu köleliğin bir an önce kaldırılması yönünde ortaya koyduğu tavrı açıkça göstermektedir. Bununla birlikte Kur’an’ın müslümanlara ve insanlığa verdiği bu güçlü işaretten gerekli sonucun vaktinde çıkarılamadığı tarihî bir gerçektir (kölelik hakkında bk. Nisâ 4/92).
e) “Borçlular” anlamına gelen gårimîn grubuna kimlerin gireceğine dair değişik ictihadlar vardır. Fakat Hz. Peygamber’in konuya ilişkin bazı hadislerini de (meselâ bk. Müslim, “Zekât”, 36) dikkate alan İslâm âlimleri genellikle, sadece kendi ihtiyacı için borçlanıp ödeyemez duruma düşenleri değil toplum yararına borçlananları da –fakir olmasalar bile– âyetin kapsamında düşünmüşler ve İslâm’daki sosyal dayanışma ruhunu yansıtmaya çalışan fetvalar vermişlerdir. Bununla beraber, ictihad ve fetvalarına bu yolun kötü niyetli kullanımlara açık tutulmasının getireceği sakıncaları önlemeye yönelik kayıtlar da koymuşlardır.
f) “Allah yolunda (çalışanlar)” şeklinde tercüme ettiğimiz fî sebîlillâh ifadesiyle, fakihlerin çoğunluğuna göre Allah yolunda bilfiil savaşanlar yani sıcak harbe katılanlar kastedilmiştir. Bu fasıldan sadece fakirlik ve teçhizat yetersizliği sebebiyle, savaşa katılamayanların mı yoksa zengin olsun fakir olsun bütün gazilerin mi yararlanabileceği hususunda görüş ayrılığı vardır. Hanefî mezhebinde bu imkân birinci durumla sınırlı tutulmuştur. Bazı İslâm âlimlerine göre ise bu fasıldan, hac ve umre yapacaklara, öğrenim görenlere zekât verilebilir, hatta cami, okul, hastahane yapımı gibi işleri üstlenmiş hayır kurumlarına ödenek ayrılabilir. Günümüz İslâm âlimlerinin birçoğu, âyetteki bu ifadeyi İslâm’ın ve müslümanların yararına olan her türlü faaliyet şeklinde anlamaktadırlar.
g) Zekâttan pay ayrılacak son grup âyette ibnü’s-sebîl diye ifade edilmiş olup, “yolda kalmış kimseler” anlamındadır. Ancak dinen günah olan bir amaç için yapılan yolculuk bu âyetin kapsamı dışında sayılmıştır. Fakihlerin çoğunluğuna göre gurbette herhangi bir sebeple muhtaç duruma düşen kimse memleketinde malı olsa da, –o maldan yararlanamadığı sürece– fakir gibi sayılır ve kendisine bu fasıldan zekât verilebilir. Ülkelerinde mal ve mülkleri olduğu halde çeşitli baskılarla orayı terketmek zorunda kalan mültecilere ve kalacak yeri, oturacak evi olmadığı için ortalıkta kalmış olan kimselere de bu zekât gelirlerinden pay ayrılabilir. Şâfiîler’e göre yolculuğa niyet eden kimse yol masrafına muhtaç ise, o da ibnü’s-sebîl kapsamında düşünülmelidir. Bu ictihadların ışığında, zorunlu veya faydalı seyahatlere yardımcı olmak amacıyla zekât gelirlerine dayalı bir fon oluşturulabilir.
Zekâtın ancak yukarıda sayılan gruplara dahil kimselere verileceği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Fakat bu sekiz grubun her birine ve aynı oranda mı verilmelidir yoksa bunlardan birine verilmesi yeterli olur mu? Hanefî ve Mâlikî mezhebine ve Ahmed b. Hanbel’den nakledilen bir görüşe göre, zekât yükümlüsü zekâtını bunlardan her birine verebileceği gibi sadece bir gruptaki kişi veya kişilere de verebilir. Zira âyetin baş kısmındaki “li” edatı hak sahipliğini bildirme değil zekâtın onlara verilebileceğini açıklama mânasındadır; bir başka anlatımla “zekât yoksullar… içindir” ifadesi zekâtın “yoksulluk…” sebebiyle verileceğini açıklamaktadır, yoksa gerçekte zekât –ibadet olması itibariyle– o sayılan kişilerin değil Allah’ın hakkıdır. Âyette sekiz grubun sayılması bunların dışındaki kimselere zekât verilmeyeceğini belirtme amacı taşımaktadır. Şâfiîler’e ve Ahmed b. Hanbel’den nakledilen diğer görüşe göre ise zekât yükümlüsü zekâtını bizzat veya vekili aracılığıyla dağıtıyorsa, zekât toplamakla görevli olanlar (âmiller) grubu dışındaki yedi gruba eşit olarak dağıtmalı ve her gruptan da en az üç kişiye vermelidir. Çünkü âyetteki “lâm” harfi hak sahipliği anlamı taşımaktadır ve bu kelimeler çoğul olarak kullanılmıştır (bu konuda bilgi için bk. Mehmet Erkal, “Zekât”, İFAV Ans., IV, 557-569).
Zekâtın dağılımıyla ilgili bu buyruğun amaçları ve içerdiği incelikler üzerinde değişik açıklamalar yapılmıştır. Bunlar genellikle, zekâtın hangi sebeple meydana gelmiş olursa olsun fakirlik sorununa mutlaka çözüm bulunması ve müslümanların güçlü olması gerektiği fikrini zinde tutan, bir yandan bireyler arasında dayanışma ruhunu diğer yandan da sosyal güvenlik fikrini besleyen bir kurum olduğu noktasında birleşmektedir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 23-27
Riyazus Salihin, 537 Nolu Hadis
Ebû Bişr Kabîsa İbni’l-Muhârik radıyallahu anh şöyle dedi:
Yüklendiğim bir kefâlet borcu yüzünden Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e başvurdum. Bana;
“Bekle biraz. Sadaka malı gelsin, ondan sana verilmesini emrederiz!” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:
“Ey Kabîsa! Dilenmek yalnızca üç kişi için helâldir:
Kefâlet üstlenen kişi ki, borcunu ödeyinceye kadar dilenmesi helâldir. Sonra dilenmekten vazgeçer.
Bütün mal varlığını yok eden büyük bir felâkete uğramış kişinin geçimini yoluna koyacak kadar -yahut ihtiyacını giderecek kadar- dilenmesi helâldir.
Hakkında, kendisini tanıyanlardan aklı başında üç kişinin “filan fakir düştü” diyecekleri kadar fakr u zarûrete uğramış kişinin geçimini temin edecek kadar dilenmesi helâldir. Ey Kabîsa! Bu hallerin dışında dilenmek haramdır, dilenen haram yemiş olur.”
(Müslim, Zekât 109. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 26; Tirmizî, zekât 23; Nesâî, Zekât 80.)
اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ وَالْعَامِل۪ينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَ۬لَّفَةِ قُلُوبُهُمْ
اِنَّمَا kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden alıkoyan anlamında olup, buradaki مَا harfidir, اِنَّ harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur.
اِنَّ ’nin ameli ise engellenmiştir yani mekfûfedir.
الصَّدَقَاتُ mübtedadır. لِلْفُقَـرَٓاءِ car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.
الْمَسَاك۪ينِ وَالْعَامِل۪ينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَ۬لَّفَةِ kelimeleri atıf harfi وَ ’la لِلْفُقَـرَٓاءِ ’ye matuftur. Kelimelerin cer alameti ى harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.
عَلَيْهَا car mecruru الْعَامِل۪ينَ ’ye müteallıktır.
الْمُؤَ۬لَّفَةِ kelimesi atıf harfi وَ ’la لِلْفُقَـرَٓاءِ ‘ye matuftur. قُلُوبُهُمْ kelimesi ism-i mef’ûl olan الْمُؤَ۬لَّفَةِ ’nin naib-i faili olup lafzen merfûdur.
Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الْعَامِل۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan عمل fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْمُؤَ۬لَّفَةِ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i mef’ûludur.
İsm-i mef’ûlün fiil gibi amel şartları şunlardır:
1. Harfi tarifli (ال) olmalıdır.
2. Haber olmalıdır.
3. Sıfat olmalıdır.
4. Hal olmalıdır.
5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır.
6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.
Not: Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir.
İsm-i mef’ûl, türediği fiilin meçhulü gibi amel eder. Yani kendisinden sonra naib-i fail alır. Ondan sonra gelenler de mef’ûl olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِم۪ينَ وَف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَابْنِ السَّب۪يلِۜ
وَ atıf harfidir. فِي الرِّقَابِ car mecruru لِلْفُقَـرَٓاءِ ’deki mahzuf habere müteallıktır. الْغَارِم۪ينَ kelimesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
وَ atıf harfidir. ف۪ي سَب۪يلِ car mecruru لِلْفُقَـرَٓاءِ ’deki mahzuf habere müteallıktır. اللّٰهِ lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup lafzen mecrurdur.
ابْنِ السَّب۪يلِ kelimesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
الْغَارِم۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan غرم fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ
فَر۪يضَةً kelimesi mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri, فرض الله ذلك فريضة (Allah bunu bir farz olarak zorunlu kıldı.) şeklindedir.
مِنَ اللّٰهِ car mecruru فَر۪يضَةً ’e müteallıktır.
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. ٱللَّهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur.
عَل۪يمٌ haber olup lafzen merfûdur. حَك۪يمٌ ikinci haber olup lafzen merfûdur.
عَل۪يمٌ - حَك۪يمٌ isimleri mübalağa sıygasındadır. Son derece affeden ve son derece merhamet eden demektir.
Mübalağalı ism-i fail kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağal-ı ismi failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ وَالْعَامِل۪ينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَ۬لَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِم۪ينَ وَف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَابْنِ السَّب۪يلِۜ
Burada, sadakaların ait olduğu sınıflar beyan edilmek suretiyle, Resulullah'ın (s.a.) yaptığı taksimatın hakkaniyeti tespit ve haksız söylenen sözler reddediliyor. Onların fasit iddialara dayanan boş umutları da söndürülüyor. Çünkü onların bu sadakalarda hakları olmadığı belirtiliyor. (Ebüssuûd)
Ayet-i kerimede الصَّدَقَاتُ [sadakalar (zekâtlar)] maksûr, لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ وَالْعَامِل۪ينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَ۬لَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِم۪ينَ وَف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَابْنِ السَّب۪يلِ [yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslam'a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana] cümlesi maksûrun aleyhi yapılarak zekât alma vasfının bu kişilere özel olduğunu ifade etmiştir. Yani zekâtın yalnızca yukarıda sayılan kişilere verilebileceği bunlar dışındaki dernekler, camiler, cemaatler, vakıflar vb. yerlere verilenin zekât sayılmayacağını ifade etmiştir. (Muhammed Fatih Ergen, Tevbe Suresinin Meânî İlmi Açısından Tahlili)
Sadakayı hak edenlerin kusurlarını sayan kimseler için sadakadan hiçbir şey yoktur. Sadakalar; bu ayette zikredilen hak etmiş sınıflara hasredilmiştir. Bu izafî kasrdır. Sadakalar sizin için değil onlar için demektir. (Âşûr)
القُلُوبُ kelimesi nefis manasındadır. Araplarda yaygın olarak inancın idrakinde kalp kullanılır. (Âşûr)
Müstenefe olan ayet kasr üslubuyla tekid edilmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. لِلْفُقَـرَٓاءِ mahzuf habere müteallıktır. Akabindeki 7 grup, tezâyüf nedeniyle لِلْفُقَـرَٓاءِ ’ye atfedilmiştir.
Burada zımnen bir soru vardır. Bu yüzden اِنَّمَا ile kasr tercih edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi )
Ayet اِنَّمَا edatı ile başlamaktadır. Bu edat, ispat ifade eden اِنَّ ve nefy ifade eden مَا ’nın birleşmesiyle meydana gelen bir edattır ve hasr (sınırlandırma) anlamı ifade eder. Bu birleşim zikredilen şeylerin sabit olmasını ve bunların dışındaki şeylerin ise bulunmamasını gerektirir. Dolayısıyla bu ayette اِنَّمَا edatı, zekâtın sadece bu sekiz sınıfa verileceğine delalet eder. (Bkz. Fahreddîn er-Râzî, Tefsir-i Kebir: Mefâtîhu’l Gayb, I-XXXII, Dâru’l-Fikr, y.y., 1981, c. XVI, s. 107; Abdullah b. Ahmed b. Muhammed İbni Kudâme, el-Muğnî, I-XV, thk. Abdullah b. Abdulmuhsin et-Türkî, Abdulfettah Muhammed el-Hulv, Dâru Âlemi’l-Kütüb, 3. bs., Riyâd 1997, c. IV, s. 125; Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr el-Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an, I-XXIV, thk. Abdullah bin Abdulmuhsin et-Türkî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 2006, c. X, s. 245; Muhammed b. Yusuf Ebû Hayyân, Tefsirü’l Bahri’l Muhit, I-VIII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1993, c. V, s. 58; Ebû Muhammed Mahmûd b. Ahmed el-Aynî, el-Binâye fî şerhi’l-hidâye, I-XII, Dâru’l-Fikr, 2. bs., Beyrut 1990, c. III, s. 521.)
Yukarıdaki ayette zekât fonundan alabilen sekiz sınıf zikredilmektedir. Ancak dikkat edilecek olursa bunlardan ilk dört sınıf yani (fakirler, düşkünler, zekât toplayan görevliler ve kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlar) için ل harf-i ceri, geri kalan diğer dört sınıf yani (esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenler, borçlular, Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve garipler) için de فـي harf-i ceri kullanılmıştır. Zira ilk dört sınıfın zekâtı hak etmesi, onların mülkî ehliyetlerinden dolayıdır. Bunun için mülkiyet ifade eden lâm harfi en uygunudur. Diğer dört sınıf ise bu zekâta daha çok ihtiyaç duyan kesimdir. Dolayısıyla فـي harf-i ceri burada belâgat açısından tam yerinde kullanılmıştır. (Bkz. Hâdi ‘Atiyye Matru’l Hilâlî, el-Hurûfu’l Âmile fi’l-Kur’ani’l Kerim, Beyrut, 1986, s. 350-351)
Ayette لِلْفُقَرَاءِ sözcüğündeki لِ harf-i cerinden, فِي الرِّقَابِ sözcüğündeki في harf-i cerine iltifat yapılmıştır. Bunun anlamı şudur: لِ harf-i ceri, “fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan memurlara, kalpleri ısındırılacak olanlara” zekâtın farz olduğunu, في harf-i ceri ise kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya zekâtın caiz olduğunu ifade etmektedir. (Allân, İbrâhîm Mahmûd, el-Bedî’ fi’l-Kur’an Envâuhû ve Vezâifuhû, s. 251)
الرِّقَابِ [boyun] kelimesi köle anlamında kullanılmıştır. Boyun söylenmiş insanın tümü kastedilmiştir. Cüz-kül alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır.
Sadakanın verileceği kimselerin sayılması taksim sanatıdır.
ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla Allah’ın yolu, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. (Âşûr) Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü Allah yolu hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak Allah'ın emrine uymanın önemini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır.Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.
سَب۪يلِ اللّٰهِ izafeti lafzâ-i celâle muzâf olması سَب۪يلِ için tazim ve şeref ifade eder.
سَب۪يلِ اللّٰهِ ibaresinde istiare vardır. سَب۪يلِ kelimesi yol demektir. Allah’ın dini anlamında müsteardır. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
السَّب۪يلِۜ kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِۜ
Beyânî istînâf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
فَر۪يضَةً önceki cümlenin mazmunundaki mukadder fiilden mef’ûlü mutlaktır. Takdiri, فرض الله ذلك فريضة (Allah bunu bir farz olarak zorunlu kıldı.) olabilir.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde الله isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Mahzufla birlikte cümle, faide-i haber talebî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ
وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ cümlesi, اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ sözündeki اِنَّمَا ile ifade edilen hasr için tezyîldir. (Âşûr)
وَ istînâfiyyedir. Cümle, isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz ve teberrük içindir.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle ayetteki lafza-i celâllerde tecrîd, teşvik, ikaz ve hükmün illetini bildirmek için yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
عَل۪يمٌ - حَك۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
Haber olan iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Allah’ın عَل۪يمٌ ve حَك۪يمٌ sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret ederek mübalağa ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)
Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ kelimelerindeki feîl vezni mübalağa ifade eder. Yani Allah’ın ilmi ve hikmeti büyüktür. (Safvetu’t Tefasir)