22 Kasım 2024
Tevbe Sûresi 55-61 (195. Sayfa)
Tevbe Sûresi 55. Ayet

فَلَا تُعْجِبْكَ اَمْوَالُهُمْ وَلَٓا اَوْلَادُهُمْۜ اِنَّمَا يُر۪يدُ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ بِهَا فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ اَنْفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ  ...


Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah, bununla ancak onlara dünya hayatında azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını istiyor.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 فَلَا
2 تُعْجِبْكَ seni imrendirmesin ع ج ب
3 أَمْوَالُهُمْ onların malları م و ل
4 وَلَا ne de
5 أَوْلَادُهُمْ evladları و ل د
6 إِنَّمَا şüphesiz
7 يُرِيدُ istiyor ر و د
8 اللَّهُ Allah
9 لِيُعَذِّبَهُمْ onlara azabetmeyi ع ذ ب
10 بِهَا bunlarla
11 فِي
12 الْحَيَاةِ hayatında ح ي ي
13 الدُّنْيَا dünya د ن و
14 وَتَزْهَقَ ve çıkmasını ز ه ق
15 أَنْفُسُهُمْ canlarının ن ف س
16 وَهُمْ ve onlar
17 كَافِرُونَ kafir olarak ك ف ر

55-56-57.ayetlerin tefsiri aşağıdaki linkte yer almaktadır. Ayet başlıklarında ayrıca verilmemiştir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Tevbe-suresi/1277/42-57-ayet-tefsiri

فَلَا تُعْجِبْكَ اَمْوَالُهُمْ وَلَٓا اَوْلَادُهُمْۜ

 

Fiil cümlesidir.  فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri,  إن نظرت إليهم فلا تعجبك أموالهم (Onlara bakarsan malları seni hayran bırakmasın!) şeklindedir.  فَ  harfinin istînâfiyye olması da caizdir.

لَا  nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.  تُعْجِبْكَ  meczum muzari fiildir.

Muttasıl zamir  كَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

اَمْوَالُهُمْ  fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.  

وَ  atıf harfidir.  لَٓا  nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir.  اَوْلَادُهُمْ  kelimesi  اَمْوَالُهُمْ  kelimesine matuftur.

تُعْجِبْكَ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’âl babındandır. Sülâsîsi  عجب’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

 

اِنَّمَا يُر۪يدُ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ بِهَا فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ اَنْفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ

 

اِنَّمَا  kâffe ve mekfufedir. Kâffe; “men eden, alıkoyan” anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise  اِنَّ  harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan  مَا  harfidir.

يُر۪يدُ  merfû muzari fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.

لِ  harfi,  يُعَذِّبَ  fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. 

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harfi ile birlikte  يُر۪يدُ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.

يُعَذِّبَ  mansub muzari fiilidir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

بِهَا  car mecruru  يُعَذِّبَهُمْ  fiiline müteallıktır.  فِي الْحَيٰوةِ  car mecruru  يُعَذِّبَهُمْ  fiiline müteallıktır.  الدُّنْيَا  kelimesi  الْحَيٰوةِ nin sıfatı olup elif üzere mukadder kesra ile mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  تَزْهَقَ  mansub muzari fiilidir.  اَنْفُسُهُمْ  fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

هُمْ كَافِرُونَ  cümlesi hal olarak mahallen mansubtur.

وَ  haliyyedir. Munfasıl zamir  هُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  كَافِرُونَ  haber olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.

كَافِرُونَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  كفر  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يُر۪يدُ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’âl babındandır. Sülâsîsi  رود ’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

فَلَا تُعْجِبْكَ اَمْوَالُهُمْ وَلَٓا اَوْلَادُهُمْۜ

 

فَ  rabıta harfidir. Cümle, takdiri  إن نظرت إليهم  (onlara bakarsan) olan, mahzuf şartın cevabıdır. Nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.

Bu hitap, zahirde her ne kadar Hz. Peygambere tahsis edilmişse de ancak ne var ki aslında bundan maksat, bütün müminlerdir. Yani “Ey müminler, o münafık ve kâfirlerin mallarına, çocuklarına ve Allah'ın onlara vermiş olduğu diğer nimetlere imrenmeyiniz.” demektir. (Fahreddin er-Râzî)

Mahzuf şartla birlikte şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. 

Mallar ve evlat hoşa gitmek hükmünde cem’ edilmiştir. Bu kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. 

Tekrar edilen  لَٓا  olumsuzluğu tekid etmiştir.

اَوْلَادُهُمْ  kelimesi  لَٓا  harfiyle fiile atfedilmiştir.  لَٓا  tekrarlanmasaydı mal ve evladın ayrı ayrı değil de sadece ikisi birlikte olduğunda hoşa gittiği anlaşılabilirdi. 


اِنَّمَا يُر۪يدُ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ بِهَا فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ اَنْفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ

 

Ta’liliye olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.  اِنَّمَا  kasr edatıyla tekid edilmiş müspet muzari fiil cümlesidir. Faide-i haber inkârî kelamdır. Kasr faille mecrur arasındadır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.  يُر۪يدُاللّٰهُ  maksur/mevsûf, لِيُعَذِّبَهُمْ  maksûrun aleyh/sıfattır.

Muhatabın bildiği konularda kasr  اِنَّمَا  ile yapılır. Ancak bunun aksi durumlarda da  اِنَّمَا  ile kasrın yapıldığı görülmektedir. Yani muhatabın inkâr ettiği durumlarda inkâr  etmiyormuş menzilesine konarak  اِنَّمَا  ile kasr yapılır. Böylece tariz yoluyla başka bir maksat için gelmiş olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Sebep bildiren harf-i cer  لِ nin gizli  أنْ le masdar yaptığı  لِيُعَذِّبَهُمْ بِهَا فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا cümlesi, mecrur mahalde  يُر۪يدُ  fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Aynı üslupta gelen  وَتَزْهَقَ اَنْفُسُهُمْ  cümlesi, masdar-ı müevvel cümlesine atfedilmiştir.

Hal  وَ ’ıyla gelen  وَهُمْ كَافِرُونَ, sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal cümleleri anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

 
Tevbe Sûresi 56. Ayet

وَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ اِنَّهُمْ لَمِنْكُمْۜ وَمَا هُمْ مِنْكُمْ وَلٰكِنَّهُمْ قَوْمٌ يَفْرَقُونَ  ...


Kesinlikle sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Oysa onlar sizden değillerdir. Fakat onlar korkudan ödleri patlayan bir topluluktur.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَيَحْلِفُونَ ve yemin ediyorlar ح ل ف
2 بِاللَّهِ Allah’a
3 إِنَّهُمْ muhakkak onlar
4 لَمِنْكُمْ sizden olduklarına
5 وَمَا oysa değiller
6 هُمْ onlar
7 مِنْكُمْ sizden
8 وَلَٰكِنَّهُمْ fakat onlar
9 قَوْمٌ bir topluluktur ق و م
10 يَفْرَقُونَ korkak ف ر ق

وَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ اِنَّهُمْ لَمِنْكُمْۜ وَمَا هُمْ مِنْكُمْ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  يَحْلِفُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

بِاللّٰهِ  car mecruru  يَحْلِفُونَ  fiiline müteallıktır.

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

هُمْ  muttasıl zamiri,  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.

لَ  harfi  اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. 

مِنْكُمْ  car mecruru  اِنَّ ’nin mahzuf haberine müteallıktır.

وَمَا هُمْ مِنْكُمْ  cümlesi hal olarak mahallen mansubtur.

وَ  haliyyedir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. Munfasıl zamir  هُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.

مِنْكُمْ  car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.

   

  وَلٰكِنَّهُمْ قَوْمٌ يَفْرَقُونَ

 

وَ  atıf harfidir.  لٰكِنَّ  istidrak harfidir.  لٰكِنَّ  harfi,  اِنَّ  gibi ismini nasb haberini ref eder. Bazı müfessirlere göre  لٰكِنَّ  de  اِنَّ  gibi cümleyi tekid eder.

Muttasıl zamir olan  هُمْ  harfi  لٰكِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.  قَوْمٌ  kelimesi  لٰكِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur.

يَفْرَقُونَ  fiili  قَوْمٌ un sıfatı olarak mahallen merfûdur.  يَفْرَقُونَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibh-i cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ اِنَّهُمْ لَمِنْكُمْۜ وَمَا هُمْ مِنْكُمْ

 

وَ  istînâfiyyedir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Ayette mütekellimin Allah Teâlâ olması sebebiyle  اللّٰهِ  lafzında tecrîd sanatı vardır.

Faide-i haber inkâri kelam olan  اِنَّهُمْ لَمِنْكُمْ  cümlesi, mahzuf kasemin cevabıdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.  اِنَّ ’nin haberi mahzuftur.

Mahzuf kasem ve cevabından oluşan terkip,  يَحْلِفُونَ ’nin failinden hal olan, mukadder söz için mekulü’l-kavldir.

حْلِفُ  fiili Kur’an’da 13 kere geçmiş ve istisnasız hepsinde de bozulan yemin için kullanılmıştır. (Dr. Ayşe Abdurrahman bintu’ş Şâtî, İ’câzu’l Beyânî li’l Kur’an, s. 221)

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ, isim cümlesi ve lam-ı muzahlaka sebebiyle üç katlı bir tekid ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

وَمَا هُمْ مِنْكُمْ, sübut ifade eden menfi isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.  مِنْكُمْ  mahzuf habere müteallıktır.

اِنَّهُمْ لَمِنْكُمْ - وَمَا هُمْ مِنْكُمْ  cümleleri arasında mukabele vardır.


 وَلٰكِنَّهُمْ قَوْمٌ يَفْرَقُونَ

 

وَ  atıftır. Cümle önceki hal cümlesine matuftur. İstidrak harfi  لٰكِنَّ ’nin dahil olduğu isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır. 

لٰكِنَّ ’nin haberinin sıfatı olarak gelen  يَفْرَقُونَ  cümlesi muzari sıygada gelerek hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

يَفْرَقُونَ  ve يَحْلِفُونَ  fiillerinin muzari fiille tercih edilmesi teceddüde ve bunun onların alışkanlığı olduğuna delalet etmek içindir. (Âşûr)


Tevbe Sûresi 57. Ayet

لَوْ يَجِدُونَ مَلْجَـٔاً اَوْ مَغَارَاتٍ اَوْ مُدَّخَلاً لَوَلَّوْا اِلَيْهِ وَهُمْ يَجْمَحُونَ  ...


Eğer sığınacak bir yer veya (gizlenecek) mağaralar yahut girilecek bir delik bulsalardı, hemen koşarak oraya kaçarlardı.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 لَوْ eğer
2 يَجِدُونَ bulsalardı و ج د
3 مَلْجَأً sığınacak bir yer ل ج ا
4 أَوْ yahut
5 مَغَارَاتٍ mağaralar غ و ر
6 أَوْ ya da
7 مُدَّخَلًا sokulacak bir delik د خ ل
8 لَوَلَّوْا koşarlardı و ل ي
9 إِلَيْهِ oraya doğru
10 وَهُمْ ve onlar
11 يَجْمَحُونَ hemen ج م ح
لَجَأ Lece ‘e : Kelimenin asıl manası kötü bir işten kendini korumak için birşeye sımsıkı yapışmaktır. مَلْجَأ mutlak bir sığınma ve korunma yeridir. Kıyametteki melce’ ise Allahu Teala’ya münhasırdır. (Tahqiq) Kuran’ı Kerim’de 3 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri ilticâ etmek, mülteci ve melcedir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

لَوْ يَجِدُونَ مَلْجَـٔاً اَوْ مَغَارَاتٍ اَوْ مُدَّخَلاً لَوَلَّوْا اِلَيْهِ وَهُمْ يَجْمَحُونَ

 

لَوْ  gayrı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.

يَجِدُونَ  şart fiili olup  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

مَلْجَـٔاً  kelimesi mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  مَغَارَاتٍ  kelimesi atıf harfi  اَوْ  ile  مَلْجَـٔاً ’e matuftur.

مَغَارَاتٍ  kelimesi cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

مُدَّخَلاً  kelimesi atıf harfi  اَوْ  ile  مَلْجَـٔاً ’e matuftur.

لَ  harfi  لَوْ ’in cevabının başına gelen rabıtadır.

وَلَّوْا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

اِلَيْهِ  car mecruru  وَلَّوْا  fiiline müteallıktır.

وَهُمْ يَجْمَحُونَ  cümlesi  وَلَّوْا ’deki failin hali olarak mahallen mansubtur.

وَ  haliyyedir. Munfasıl zamir  هُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  يَجْمَحُونَ  fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.

يَجْمَحُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

مُدَّخَلاً  sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan iftiâl babının ism-i mef’ûludur.

وَلَّوْا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi  ولي ’dir.

Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

لَوْ يَجِدُونَ مَلْجَـٔاً اَوْ مَغَارَاتٍ اَوْ مُدَّخَلاً لَوَلَّوْا اِلَيْهِ وَهُمْ يَجْمَحُونَ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle, şart üslubunda haberî isnaddır. Şart cümlesi  يَجِدُونَ مَلْجَـٔاً  müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Bu ayetler münafıkların Müslümanlardan olmadığını, böyle görünmeye çalışmalarının mecburi bir takıyyeden ileri geldiğini açıklar. Öyle ki onlar bir dağ başı yahut bir kale yahut bir ada veyahut bir tünel gibi sığınacak muhkem bir mekan, bulsalardı, mutlaka koşarak oraya yönelirlerdi.

Bu ifade, münafıkların son derece inatçı ve azgın olduklarını belirtir. (Ebüssuûd)

Şartın cevabı  لَ  karînesiyle gelen  لَوَلَّوْا اِلَيْهِ  cümlesi müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Nahivciler  لَوْ  edatını, şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmemesini gerektiren bir edattır diye tanımlamaktadırlar. Başka bir deyişle şart bulunmadığından cevabın da bulunmadığını ifade eder. (Abdullah Hacibekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler, Doktora Tezi)

وَ ’la gelen  وَهُمْ يَجْمَحُونَ  cümlesi  وَلَّوْا  fiilinin failinden haldir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Hal cümleleri anlamı açıklayan ıtnâb sanatıdır.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

مَلْجَـٔاً ,مَغَارَاتٍ ,مُدَّخَلاً  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu kelimelerdeki tenvin nev ve tahkir ifade eder.

وَلَّوْا - لَوْ  kelimeleri arasında cinas-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Tevbe Sûresi 58. Ayet

وَمِنْهُمْ مَنْ يَلْمِزُكَ فِي الصَّدَقَاتِۚ فَاِنْ اُعْطُوا مِنْهَا رَضُوا وَاِنْ لَمْ يُعْطَوْا مِنْهَٓا اِذَا هُمْ يَسْخَطُونَ  ...


İçlerinden sadakalar konusunda sana dil uzatanlar da var. Kendilerine ondan bir pay verilirse, hoşnut olurlar; eğer kendilerine ondan bir pay verilmezse, hemen kızarlar.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمِنْهُمْ ve onlardan
2 مَنْ kimi de
3 يَلْمِزُكَ sana dil uzatır ل م ز
4 فِي hakkında
5 الصَّدَقَاتِ sadakalar ص د ق
6 فَإِنْ eğer
7 أُعْطُوا kendilerine pay verilse ع ط و
8 مِنْهَا onlardan
9 رَضُوا hoşlanırlar ر ض و
10 وَإِنْ ve eğer
11 لَمْ
12 يُعْطَوْا kendilerine pay verilmezse ع ط و
13 مِنْهَا onlardan
14 إِذَا hemen
15 هُمْ onlar
16 يَسْخَطُونَ kızarlar س خ ط

İlk âyetin iniş sebebi olarak tefsirlerde münferit olaylar zikredilmekle beraber, bunların sıhhati ve vâkıaya uygunluğu ile ilgili tereddüt ve eleştiriler bulunmaktadır (Taberî, X, 155-157; Reşîd Rızâ, X, 486-488; Elmalılı, IV, 2571; Ateş, IV, 94-98). Bir bakışa göre, bu sûrenin değişik yerlerinde ve özellikle 56. âyetinde artık münafıkların eski tavırlarını değiştirme ihtiyacı duyduklarına işaret edildiği dikkate alınırsa, bu aşamada Resûlullah’a ve onun verdiği bir karara dil uzatma küstahlığında bulunabilmeleri uzak ihtimaldir. Dolayısıyla, âyetin belirli bir kişinin sözleri üzerine inmiş olmadığı ve sözün akışı içinde onların daha önceleri sergiledikleri tavırların hatırlatılması ve kınanmasının hedeflendiği söylenebilir (Derveze, XII, 162). Başka bir yaklaşıma göre ise, bazı rivayetler ışığında âyetin şöyle açıklanması da mümkündür: Zekât mallarına göz dikmiş bazı kimseler Hz. Peygamber’den bunların kendilerine verilmesini istemişler, Resûlullah onların bu haksız taleplerini hoş karşılamamış, onlar da serzenişte bulunmaya başlamışlardı; işte âyet bu tutumu kınamakta, ardından gelen 59. âyet de kanaatkâr olmaya ve Hz. Peygamber’in takdirine saygılı davranmaya çağırmaktadır.

 Âyette geçen sadaka kelimesi, “doğru söylemek, sözünü tutmak” gibi anlamlara gelen sıdk kökünden türetilmiş olup, müminin hem bir başkasına merhamet sâikiyle sunduğu şeyleri ve yaptığı yardımları hem karşılığında dünyevî hiçbir şey beklemeden ahlâkî yahut hukukî gerekçelerle yapmakla yükümlü olduğu yardımları hem de zekât adı verilen ve ibadet mahiyeti taşıyan zorunlu ödemeyi kapsar. Daha sonraki dönemlerde gönüllü ödemeleri ifade için kullanılır hâle gelen bu kelimenin 60. âyette terim anlamıyla yani zekât mânasında kullanıldığı hemen bütün İslâm âlimlerince kabul edilir.

 

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 22-23

Ebu Sâid el-Hûdri (ra) şöyle demiştir:” Peygamber (sav) bir ganimeti paylaştirirken biz yanında oturuyorduk. Bu sırada Temîm kabilesinden Zü’l-Huveysıra adında biri, Hz. Peygamber’ın karşısına çıkıp kaba bir şekilde: “Âdil ol ey Muhammed! Senin adil davranmadığını görüyorum.” deme küstahlığında bulundu. Resulullah Efendimiz de: ‘Yazık sana ! Ben adaletli davranmazsam kim adaletli davranır?’ buyurdu. Bu tavrına karşı ashab-ı kirâm’dan bir kısmı onu öldürmek için Hz. Peygamber’den müsâade istedilerse de Peygamber Efendimiz buna izin vermedi ve: “Bunun öyle taraftarları olacak ki, bunların namazı karşısında sizden biri kendi namazını az görecek; bunların orucu karşısında kendi orucunu az bulacak. Bunlar Kur’an okuyacaklar; ama Kur’an boğazlarından aşağı inmeyecek. Bunlar, okun avı delip süratle çıkıp gittiği gibi İslâm’dan süratle çıkacaklar… ” buyurdu.
(Buhâri, Menâkıb 25; Müslim, Zekât 143).
لمز Lemeze : لَمْز Kavramı dedikodu yapmak ve kusur aramaktır. Hümeze suresi وَيْلٌ لِّكُلِّ هُمَزَةٍ لُّمَزَةٍ 104/1 ayetinde önce الهَمْز’ i daha sonra الّلمْز’i zikretmesi daha uygun olmuştur: Zira gıyaben ayıplama, yüzüne kınamadan daha hafif ve daha kolaydır, diğeri daha şiddetli ve kuvvetlidir. Evvela daha hafif ve genel olanı zikretmiş akabinde daha özel ve şiddetli olanı zikretmiştir. الهمز ve اللمز in altında yatan şeylere gelince ; her ikisi de dünyevi işlerle, mala olan şiddetli muhabbetle, maddi lezzetlerle, huzursuzlukla ve içinde külli yada cüz’i mahrumiyet bulunan hüzünle alakalıdır ki هَمَزَ ve لَمَزَ sahipleri اَلَّذ۪ي جَمَعَ مَالًا وَعَدَّدَهُۙ Hümeze, 104/2 kavli ile tarif edilmişlerdir. (Müfredat – Tahkik ) Kuran’ı Kerim’de 4 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) ”

وَمِنْهُمْ مَنْ يَلْمِزُكَ فِي الصَّدَقَاتِۚ

 

وَ  istînâfiyyedir.  مِنْهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  يَلْمِزُكَ dir. Îrabtan mahalli yoktur.

يَلْمِزُكَ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir. Muttasıl zamir كَ mef'ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

فِي الصَّدَقَاتِ  car mecruru  يَلْمِزُكَ  fiiline müteallıktır. Muzâf hazfedilmiştir. Takdiri,  في قسم الصدقات (sadakaların bir kısmında) şeklindedir.

الصَّدَقَاتِ  kelimesi cemi müennes salim olduğu için cer alameti kesradır.


 فَاِنْ اُعْطُوا مِنْهَا رَضُوا وَاِنْ لَمْ يُعْطَوْا مِنْهَٓا اِذَا هُمْ يَسْخَطُونَ

 

فَ  atıf  harfidir.  اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.  اُعْطُوا  şart fiili olup damme üzere mebni, meçhul mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı naib-i fail olup mahallen merfûdur. Mahallen meczumdur.

مِنْهَا  car mecruru  اُعْطُوا  fiiline müteallıktır.

Şartın cevabı  رَضُوا ’dur.  رَضُوا  mahzuf  ي  harfinin mukadder dammesiyle mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.   

وَ  atıf harfidir.  اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.  لَمۡ  muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.

يُعْطَوْا  şart fiili olup  نَ ’un hazfıyla meczum, meçhul, muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı naib-i fail olarak mahallen merfûdur.

مِنْهَٓا  car mecruru  يُعْطَوْا  fiiline müteallıktır.

اِذَا  müfacee harfidir.  اِذَا, isim cümlesinin önüne geldiğinde “birdenbire, ansızın” manasında müfacee harfi olur.

Munfasıl zamir  هُمْ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  يَسْخَطُونَ  fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.

يَسْخَطُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

يُعْطَوْا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’âl babındandır. Sülâsîsi  عطو’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

وَمِنْهُمْ مَنْ يَلْمِزُكَ فِي الصَّدَقَاتِۚ

 

وَ  istînâfiyyedir. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümlede îcâzı hazif sanatı vardır. مِنْهُمْ  mahzuf mukaddem haberin sıfatına müteallıktır. Takdiri, ...بعض منهم  şeklindedir.

Muahhar mübteda konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَنْ ’in sılası  يَلْمِزُكَ فِي الصَّدَقَاتِۚ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

 

 فَاِنْ اُعْطُوا مِنْهَا رَضُوا وَاِنْ لَمْ يُعْطَوْا مِنْهَٓا اِذَا هُمْ يَسْخَطُونَ

 

Cümle …يَلْمِزُكَ  cümlesine  فَ  ile atfedilmiştir. Şart üslubunda haberî isnaddır. Şart üslubunda gelmiş olmasına rağmen haberi manada olması, haber cümlesine atfını mümkün kılmıştır. 

اُعْطُوا مِنْهَا  şart cümlesi, mazi fiil sıygasında, meçhul bina edilerek mef’ûle dikkat çekilmiştir. Cevap cümlesi  رَضُوا  mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Nahivcilere göre şart fiili olarak kullanılan mazi fiil gelecek zaman ifade eder. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 88)

Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s.107)

Ayetteki ikinci şart cümlesi öncekine atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır.

Şart cümlesi  يُعْطَوْا, menfi muzari fiil sıygasında gelerek tecessüm ifade etmiştir. Mufacee harfinin dahil olduğu  اِذَا هُمْ يَسْخَطُونَ, faide-i haber ibtida kelam olan isim cümlesidir. İsim cümlesi sübut ifade eder.

اُعْطُوا مِنْهَا رَضُوا  cümlesiyle  لَمْ يُعْطَوْا مِنْهَٓا اِذَا هُمْ يَسْخَطُونَ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

اُعْطُوا - لَمْ يُعْطَوْا arasında tıbak-ı selb, iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale's-sadr sanatları, يَسْخَطُونَ - رَضُوا  arasında tıbâk-ı hafî vardır.

Ayette yer alan  اِذَا  kelimesi müfacee içindir yani “ansızın, hemen” gibi manalara gelen bir kelimedir.

Yani “Eğer sadakalardan kendilerine bir şey verilmezse hemen aniden değişiverip kızarlar.” Burada münafıkla tanıtıldığı gibi bunların din adına değil de hep kendi adlarına ve çıkarlarına göre memnuniyet veya hoşnutsuzluk gösterdikleri anlatılmaktadır. Kendilerinin ve ailelerinin çıkarları sözkonusu olduğunda hoşnutluk veya hoşnutsuzluklarını gösteriyorlar. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Mekke halkına ganimetleri veya sadakaları dağıttığı o gün, ganimetlerden daha fazla pay dağıtmak suretiyle onları kazanmak istiyordu, münafıklar ise bundan sıkıntı duymaya ve rahatsız olmaya başlamışlardı. (Nesefî, Medâriku’t Tenzîl Ve Hakâîku’t Te’vîl, Âşûr)


Tevbe Sûresi 59. Ayet

وَلَوْ اَنَّهُمْ رَضُوا مَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ سَيُؤْت۪ينَا اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ وَرَسُولُهُٓۙ اِنَّٓا اِلَى اللّٰهِ رَاغِبُونَ۟  ...


Eğer onlar Allah ve Resûlünün kendilerine verdiğine razı olup, “Bize Allah yeter. Lütuf ve ihsanıyla Allah ve Resûlü ileride bize yine verir. Biz yalnız Allah’a rağbet eder (O’nun ihsanını ister)iz” deselerdi, kendileri için daha hayırlı olurdu.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَلَوْ ve şayet
2 أَنَّهُمْ onlar
3 رَضُوا razı olsalardı ر ض و
4 مَا şeye
5 اتَاهُمُ kendilerine verdiğine ا ت ي
6 اللَّهُ Allah’ın
7 وَرَسُولُهُ ve Elçisinin ر س ل
8 وَقَالُوا ve deselerdi ق و ل
9 حَسْبُنَا bize yeter ح س ب
10 اللَّهُ Allah
11 سَيُؤْتِينَا yakında bize verecek ا ت ي
12 اللَّهُ Allah
13 مِنْ
14 فَضْلِهِ bol lutfundan ف ض ل
15 وَرَسُولُهُ ve Elçisi de ر س ل
16 إِنَّا biz sadece
17 إِلَى
18 اللَّهِ Allah’a
19 رَاغِبُونَ rağbet ederiz ر غ ب

وَلَوْ اَنَّهُمْ رَضُوا مَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ 

 

وَ  atıf harfidir.  لَوْ  cezmetmeyen şart harfidir. Cümleye muzâf olur.

اَنَّ  ve masdar-ı müevvel mahzuf fiilin faili olarak mahallen merfûdur. Takdiri,  ثبت (Sabit oldu.) şeklindedir. Yani  لو ثبت قولهم  (Onların sözü böyle olsaydı.) manasındadır.

اَنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.

هُمْ  muttasıl zamiri  اَنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.

رَضُوا  fiili  اَنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.  رَضُوا  mahzuf  ي  harfinin mukadder dammesiyle mebni mazi fiildir.  Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Müşterek ism-i mevsûl  مَٓا, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. İsm-i mevsûlun sılası  مَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

اٰتٰيهُمُ  elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  هُمُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. 

اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.  رَسُولُهُ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la lafza-i celâle matuftur.

Şartın cevabı  mahzuftur. Takdiri,  لو فعلوا ذلك لكان خيرا لهم (Böyle yapsalardı onlar için daha hayırlı olurdu.) şeklindedir.

  

 وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ سَيُؤْت۪ينَا اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ وَرَسُولُهُٓۙ

 

Fiil cümlesidir.  قَالُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli,  حَسْبُنَا اللّٰهُ ’dur.  قَالُوا  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahalllen mansubtur.

حَسْبُنَا  mübteda olup lafzen merfûdur. Mütekellim zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اللّٰهُ  lafza-i celâli, haber olup lafzen merfûdur.

سَيُؤْت۪ينَا  fiilinin başındaki  سَ  harfi tekid ifade eden istikbal harfidir.  سَيُؤْت۪ينَا  fiili  ی  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.

Mütekellim zamiri  نَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.

اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.  مِنْ فَضْلِه۪  car mecruru  سَيُؤْت۪ينَا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

رَسُولُهُٓ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la lafza-i celâle matuftur.

يُؤْت۪ينَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi  أتي ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

  

 اِنَّٓا اِلَى اللّٰهِ رَاغِبُونَ۟

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. 

نَا  mütekellim zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur.  اِلَى اللّٰهِ  car mecruru  رَاغِبُونَ۟ ’ye müteallıktır.

رَاغِبُونَ۟  kelimesi  اِنَّ ’nin haberi olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.

رَاغِبُونَ۟  kelimesi sülâsî mücerred olan  رغب  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَلَوْ اَنَّهُمْ رَضُوا مَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ

 

Ayet  وَ ’la önceki ayetteki istînâfa atfedilmiştir. Şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Şartın cevabı mahzuftur. Takdiri,  لكان خيرا  لهم  (Bu onlar için daha hayırlıdır.) şeklindedir

Tekid ve masdar harfi  اَنَّ ’nin dahil olduğu …اَنَّهُمْ رَضُوا  cümlesi, masdar tevili ile takdiri, ثبت  (Sabit oldu)  olan mahzuf şart fiilinin failidir.  اَنَّ ’nin haberinin mazi fiil sıygasında gelmesi, hudûs, temekkün ve istikrar ifade eder. Masdar-ı müevvel cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.

اَنَّ ’nin haberi olan  رَضُوا  fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَٓا ’nın sılası  اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Sadakaları dağıtan Rasulullah (s.a.) olduğu halde Allah’ın da zikredilmesi hem tazim hem de Resulullah’ın (s.a.) icraatının Allah’ın emriyle olduğuna dikkat çekmek içindir. (Ebüssuûd)

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

رَسُولُهُ  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  رَسُولُ  şan ve şeref kazanmıştır.

وَلَوْ اَنَّهُمْ رَضُوا مَٓا اٰتٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ  [Eğer onlar Allah ve Resulü’nün verdiklerine razı olsalardı.]  Resulü’nün ganimetten veya sadakadan verdiğine, demektir. Allah'ın adının anılması tazim içindir ve Resul’ün yaptığının da O’nun emri ile olduğuna dikkat çekmek içindir. (Beyzâvî)


وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ سَيُؤْت۪ينَا اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ وَرَسُولُهُٓۙ

 

 

اَنَّ ’nin haberine matuf olan bu cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mekulü’l-kavli isim cümlesi formunda gelmiştir. 

Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. Veciz ifade yollarından biri olan izafetle gelmiş  حَسْبُنَا  mukaddem haber, lafza-i celâl muahhar mübtedadır. Bu îrabın aksine de cevaz vardır. Yani  حَسْبُنَا mübteda,  اللّٰهُ  haberdir. (Muhyiddin Derviş

İstikbal harfi سَ ’nin dahil olduğu …سَيُؤْت۪ينَا اللّٰهُ مِنْ cümlesi, mekulül-kavle dahildir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. 

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, zamir makamı olduğu halde yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. 

فَضْلِه۪  ve  رَسُولُهُٓۙ  izafetlerinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  فَضْلِ  ve  رَسُول  şan ve şeref kazanmıştır.

اٰتٰي  ile  عْطي  arasındaki fark şöyledir:  عطي  fiilinde verilen şeye, alan kişi malik olur. “Kevseri verdik.” ayetinde olduğu gibi. İki kaydı vardır: Vermek ve nefsin gerektirmesi.  اٰتٰي  ise hemzeden dolayı daha önemli olan şeyler ve hikmet gibi manevi olan şeyler için de kullanılır. Zekat da  اٰتٰي  ile kullanılır.  (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 1, s. 107-108)

اٰتٰيهُمُ -  سَيُؤْت۪ينَا  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

وَرَسُولُهُٓۙ  izafetinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.


اِنَّٓا اِلَى اللّٰهِ رَاغِبُونَ۟

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen cümle ta’liliye veya tefsiriyyedir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir.  اِنَّٓ  ile tekid edilen cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Car- mecrurun amiline takdimi, takdim-tehir sanatıdır.  اِلَى اللّٰهِ  car mecruru  اِنَّٓ ’nin haberi olan ism-i fail kalıbındaki  رَاغِبُونَ۟ ’ye müteallıktır. Bu takdim tahsis ifade eder.  اِلَى اللّٰهِ, maksûrun aleyh,  رَاغِبُونَ۟  ise maksûrdur. “Sadece ve sadece Allah’a rağbet ederiz; başkasına değil” anlamındadır.

Car mecrurun takdim edilmesi kasr ifade etmek içindir. Allah’tan başkasına değil sadece Allah’a rağbet ederiz demektir. Kelamda muzâf hazfedilmiştir. Takdiri, “Allah'ın bizim için tayin ettiğini isteriz, hakkımız olmayanın verilmesini istemeyiz.” şeklindedir. (Âşûr)

Allah lafzı bir çok kez zikredilmiştir. Hiç şüphesiz bu; müsnedin yani verilen haberin kesinliğini ifade eder. Çünkü nefis O’nun vaadiyle mutmain olur. 

Allah lafzı ayette dört defa tekrarlandığı için reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. Bu tekrar Allahın azametini muhataba hissettirmek içindir.

 

Tevbe Sûresi 60. Ayet

اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ وَالْعَامِل۪ينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَ۬لَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِم۪ينَ وَف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَابْنِ السَّب۪يلِۜ فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ  ...


Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 إِنَّمَا şüphesiz ancak
2 الصَّدَقَاتُ sadakalar (zekatlar) ص د ق
3 لِلْفُقَرَاءِ fakirlere mahsustur ف ق ر
4 وَالْمَسَاكِينِ ve düşkünlere س ك ن
5 وَالْعَامِلِينَ ve çalışan memurlara ع م ل
6 عَلَيْهَا onlar üzerinde
7 وَالْمُؤَلَّفَةِ ve ısındırılacak olanlara ا ل ف
8 قُلُوبُهُمْ kalbleri ق ل ب
9 وَفِي
10 الرِّقَابِ ve kölelere ر ق ب
11 وَالْغَارِمِينَ ve borçlulara غ ر م
12 وَفِي
13 سَبِيلِ ve yoluna س ب ل
14 اللَّهِ Allah
15 وَابْنِ ve oğluna (yolcuya) ب ن ي
16 السَّبِيلِ yol (yolcuya) س ب ل
17 فَرِيضَةً bir farz olarak ف ر ض
18 مِنَ -tan
19 اللَّهِ Allah-
20 وَاللَّهُ ve Allah
21 عَلِيمٌ bilendir ع ل م
22 حَكِيمٌ hüküm ve hikmet sahibidir ح ك م

Zekâtın farz oluşundan, kapsamından ve yükümlülerinden söz edilmemiş, sadece zekâtın harcama kalemleri sıralanmıştır (zekâtla ilgili diğer hususlar için bk. 103. âyetin tefsiri). Tamahkârlıkları sebebiyle Hz. Peygamber’in dahi adaletinden kuşku duyacak kadar bayağılaşan bir kısım münafıklar veya haksız istekleri ve serzenişleriyle Resûlullah’ı üzen kimseler, 58-59. âyetlerde eleştirildikten sonra burada, bir taraftan zekât gelirlerinin Resûlullah tarafından gelişigüzel dağıtılmadığına işaret edilmekte diğer taraftan da müslümanlara bunların harcama yerleri ayrı ayrı gösterilmektedir. 

a) Âyet zekâtın harcama yerlerinin başında yoksulları ve düşkünleri zikretmiştir. Bu iki grubu ifade için âyette kullanılan fakîr ve miskîn kavramlarının anlamı ve burada kimlerin kastedildiği hususunda İslâm âlimleri farklı kanaatler ileri sürmüşlerdir. Çoğunluk bu iki terimi hiç malı veya geliri olmama ve geçimini sağlayacak ölçüde malı veya geliri olmama anlamlarıyla birbirinden ayırt etmeye çalışmışlar; ancak bunların bir kısmı fakiri miskinden, diğer bir kısmı ise miskini fakirden daha muhtaç kimse anlamında kabul etmişlerdir. Hz. Ömer’den nakledilen bir ifade, onun fakiri müslümanların, miskini ise gayri müslimlerin muhtaçları şeklinde anladığını göstermektedir; fakat İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu –başka delillere dayanarak– zekâtın ancak müslümanların muhtaçlarına verilebileceği kanaatine ulaşmışlardır. Bu iki kavramın iki ayrı sınıfı ifade etmediği görüşünü savunan fakihler de vardır. Bu arada bir yoksula en çok ne kadar zekât verilebileceği meselesini de tartışmışlar, bir grup bunu zekât yükümlülüğünün başlangıç sınırı olan nisap miktarı mala sahip olma ölçüsüne bağlarken, diğer bir grup kişinin durumuna göre onu muhtaçlıktan kurtaracak miktar şeklinde geniş bir ölçü vermişlerdir; bunlardan bazıları bunu ömür boyu bir daha zekât almaya muhtaç etmeyecek miktar şeklinde, bazıları da bir yıl boyunca zekâta ihtiyacı kalmayacak miktar şeklinde açıklamışlardır. Yoksulluğu sebebiyle evlenemeyen kimseye evlenmesini, ilim tahsili yapamayana tahsil yapmasını, meslek icra edemeyen kişiye mesleğini yapabilmesini sağlayacak yardımlar yüklü bir meblağ tutabilirse de bir yoksula verilebilecek zekât miktarının zekâtın sosyal yardımlaşma yönünü ihlâl edecek ve fakirin hakkını zengine aktaracak düzeyde olmaması gerektiğine dikkat edilmeli, zekât alan da kendisinin bu konudaki sorumluluğunun bilincinde olmalıdır. Hz. Peygamber’in “Zengine zekât helâl olmaz” (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 25) anlamındaki hadisi bu hususta önemli bir uyarı niteliğindedir.

 

 b) Zekât gelirlerinden pay alacaklar arasında bu gelirlerin toplanmasında görevli olanlar da sayılmıştır. Âyette bu anlamı karşılayan âmil kelimesi sözlükte “işçi, çalışan, zanaatkâr” gibi mânalara gelir. Hadislerde âmil kelimesi genel olarak “yönetici ve her türlü devlet gelirlerini toplamada görevli kişi” anlamında kullanıldığı gibi, özellikle “zekât gelirlerini toplayıp dağıtan görevli” mânasında da kullanılmıştır. Zekât âmillerinin ücrete veya zekâttan paya hak kazanabilmeleri için fakir olmaları şart değildir. Zira Hz. Peygamber zenginin zekât alamayacağına ilişkin hadisinde istisna ettiği kimseler arasında zekât âmillerini de saymıştır.

 c) Âyette sayılan gruplardan bir diğeri, kalpleri İslâm’a ısındırılacak kimselerdir. Buradaki “el-müellefetü kulûbühüm” ifadesinden hareketle Türkçe’de bu kesim, “müellefe-i kulûb” şeklinde anılmaktadır. Bunlar, kötülüklerinden emin olmak amacıyla veya müslümanlara yararlı olacağı umulduğu için kalpleri kazanılmaya ve İslâm’a ısındırılmaya çalışılan kimselerdir. Gayri müslim olanlar bakımından her iki amaç söz konusu olabilir. Bazı müslümanların müellefe-i kulûb arasına alınması ise daha çok şu düşüncelere dayanır: İslâm’ı tam mânasıyla benimsememiş olmakla beraber çevresinde sözü geçen kimselerin müslümanlarla kaynaşmalarını, böylece İslâmiyet’in yayılması için ciddiyetle çalışmalarını sağlamak; İslâm’a yeni girmiş olanların sebat etmelerine yardımcı olmak; sınır bölgelerinde görev yapan müslümanların görevlerine daha ciddi sarılmalarını temin etmek. Hz. Peygamber gerek zekât gerekse diğer devlet gelirlerinden kalplerini İslâm’a ısındırmak istediği kişilere pay ayırmıştı. Resûlullah’ın vefatından sonra bazı kimseler bu uygulamayla bağlantı kurarak Hz. Ebû Bekir’den kendilerine arazi tahsis edilmesini istediler. O da görüş bildirmesi için onları Hz. Ömer’e yolladı. Ömer “Resûlullah size İslâm’a ısındırmak için o payı veriyordu, artık İslâmiyet güçlenmiştir” diyerek onların talebini reddetti. Fakihlerin çoğunluğu Hz. Ömer’in bu ictihadı üzerine Hulefâ-yi Râşidîn döneminde müellefe-i kulûbe pay ayrılmamış olmasına dayanarak bu payın düştüğü sonucuna varmışlardır. İmam Şâfiî’nin, müslümanların savaş gibi felâketlerle karşılaştıklarında bu faslın tekrar kullanılabileceği görüşünde olduğu nakledilir. Gerektiğinde bu hükmün işletilebileceği yönünde başka ictihadlar da vardır. Hz. Ömer’in ve sahâbenin bu konudaki uygulamalarının âyetteki hükmün amacına göre verilmiş somut kararlar niteliğinde olduğu, bunlardan yola çıkarak âyetin hükmünün yürürlükten kaldırılması gibi soyut bir sonuca ulaşılamayacağı açıktır. Bu itibarla, fakihlerin ifadelerini de kendi dönemlerinin şartları içinde değerlendirmek gerekir.  

d) Zekât gelirlerinin harcanacağı yerlerden biri de köle âzadıdır. Âyette geçen rikab kelimesi sözlükte “boyun” anlamına gelen rakabenin çoğuludur. Bu kelime Kur’an’da köle ve câriyeler için ve özellikle onların kölelikten kurtarılmaları söz konusu olduğunda kullanılmıştır. Zekâtın prensip olarak devlet eliyle toplanıp dağıtılmasını öngören Kur’an’ın (9/103), devlet bütçesinden kölelerin âzadı için bir fasıl ayrılmasını istemesi, geldiği dönemde toplumda kökleşmiş bir sosyal realite olarak bulduğu köleliğin bir an önce kaldırılması yönünde ortaya koyduğu tavrı açıkça göstermektedir. Bununla birlikte Kur’an’ın müslümanlara ve insanlığa verdiği bu güçlü işaretten gerekli sonucun vaktinde çıkarılamadığı tarihî bir gerçektir (kölelik hakkında bk. Nisâ 4/92).

 

 e) “Borçlular” anlamına gelen gårimîn grubuna kimlerin gireceğine dair değişik ictihadlar vardır. Fakat Hz. Peygamber’in konuya ilişkin bazı hadislerini de (meselâ bk. Müslim, “Zekât”, 36) dikkate alan İslâm âlimleri genellikle, sadece kendi ihtiyacı için borçlanıp ödeyemez duruma düşenleri değil toplum yararına borçlananları da –fakir olmasalar bile– âyetin kapsamında düşünmüşler ve İslâm’daki sosyal dayanışma ruhunu yansıtmaya çalışan fetvalar vermişlerdir. Bununla beraber, ictihad ve fetvalarına bu yolun kötü niyetli kullanımlara açık tutulmasının getireceği sakıncaları önlemeye yönelik kayıtlar da koymuşlardır.

 f) “Allah yolunda (çalışanlar)” şeklinde tercüme ettiğimiz fî sebîlillâh ifadesiyle, fakihlerin çoğunluğuna göre Allah yolunda bilfiil savaşanlar yani sıcak harbe katılanlar kastedilmiştir. Bu fasıldan sadece fakirlik ve teçhizat yetersizliği sebebiyle, savaşa katılamayanların mı yoksa zengin olsun fakir olsun bütün gazilerin mi yararlanabileceği hususunda görüş ayrılığı vardır. Hanefî mezhebinde bu imkân birinci durumla sınırlı tutulmuştur. Bazı İslâm âlimlerine göre ise bu fasıldan, hac ve umre yapacaklara, öğrenim görenlere zekât verilebilir, hatta cami, okul, hastahane yapımı gibi işleri üstlenmiş hayır kurumlarına ödenek ayrılabilir. Günümüz İslâm âlimlerinin birçoğu, âyetteki bu ifadeyi İslâm’ın ve müslümanların yararına olan her türlü faaliyet şeklinde anlamaktadırlar.

 g) Zekâttan pay ayrılacak son grup âyette ibnü’s-sebîl diye ifade edilmiş olup, “yolda kalmış kimseler” anlamındadır. Ancak dinen günah olan bir amaç için yapılan yolculuk bu âyetin kapsamı dışında sayılmıştır. Fakihlerin çoğunluğuna göre gurbette herhangi bir sebeple muhtaç duruma düşen kimse memleketinde malı olsa da, –o maldan yararlanamadığı sürece– fakir gibi sayılır ve kendisine bu fasıldan zekât verilebilir. Ülkelerinde mal ve mülkleri olduğu halde çeşitli baskılarla orayı terketmek zorunda kalan mültecilere ve kalacak yeri, oturacak evi olmadığı için ortalıkta kalmış olan kimselere de bu zekât gelirlerinden pay ayrılabilir. Şâfiîler’e göre yolculuğa niyet eden kimse yol masrafına muhtaç ise, o da ibnü’s-sebîl kapsamında düşünülmelidir. Bu ictihadların ışığında, zorunlu veya faydalı seyahatlere yardımcı olmak amacıyla zekât gelirlerine dayalı bir fon oluşturulabilir.

 Zekâtın ancak yukarıda sayılan gruplara dahil kimselere verileceği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Fakat bu sekiz grubun her birine ve aynı oranda mı verilmelidir yoksa bunlardan birine verilmesi yeterli olur mu? Hanefî ve Mâlikî mezhebine ve Ahmed b. Hanbel’den nakledilen bir görüşe göre, zekât yükümlüsü zekâtını bunlardan her birine verebileceği gibi sadece bir gruptaki kişi veya kişilere de verebilir. Zira âyetin baş kısmındaki “li” edatı hak sahipliğini bildirme değil zekâtın onlara verilebileceğini açıklama mânasındadır; bir başka anlatımla “zekât yoksullar… içindir” ifadesi zekâtın “yoksulluk…” sebebiyle verileceğini açıklamaktadır, yoksa gerçekte zekât –ibadet olması itibariyle– o sayılan kişilerin değil Allah’ın hakkıdır. Âyette sekiz grubun sayılması bunların dışındaki kimselere zekât verilmeyeceğini belirtme amacı taşımaktadır. Şâfiîler’e ve Ahmed b. Hanbel’den nakledilen diğer görüşe göre ise zekât yükümlüsü zekâtını bizzat veya vekili aracılığıyla dağıtıyorsa, zekât toplamakla görevli olanlar (âmiller) grubu dışındaki yedi gruba eşit olarak dağıtmalı ve her gruptan da en az üç kişiye vermelidir. Çünkü âyetteki “lâm” harfi hak sahipliği anlamı taşımaktadır ve bu kelimeler çoğul olarak kullanılmıştır (bu konuda bilgi için bk. Mehmet Erkal, “Zekât”, İFAV Ans., IV, 557-569).

 

 Zekâtın dağılımıyla ilgili bu buyruğun amaçları ve içerdiği incelikler üzerinde değişik açıklamalar yapılmıştır. Bunlar genellikle, zekâtın hangi sebeple meydana gelmiş olursa olsun fakirlik sorununa mutlaka çözüm bulunması ve müslümanların güçlü olması gerektiği fikrini zinde tutan, bir yandan bireyler arasında dayanışma ruhunu diğer yandan da sosyal güvenlik fikrini besleyen bir kurum olduğu noktasında birleşmektedir.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 23-27

Riyazus Salihin, 537 Nolu Hadis
Ebû Bişr Kabîsa İbni’l-Muhârik radıyallahu anh şöyle dedi:
Yüklendiğim bir kefâlet borcu yüzünden Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e başvurdum. Bana;

“Bekle biraz. Sadaka malı gelsin, ondan sana verilmesini emrederiz!” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:

“Ey Kabîsa! Dilenmek yalnızca üç kişi için helâldir:
Kefâlet üstlenen kişi ki, borcunu ödeyinceye kadar dilenmesi helâldir. Sonra dilenmekten  vazgeçer.
Bütün mal varlığını yok eden büyük bir felâkete uğramış kişinin geçimini yoluna koyacak kadar -yahut ihtiyacını giderecek kadar- dilenmesi helâldir.
Hakkında, kendisini tanıyanlardan aklı başında üç kişinin “filan fakir düştü” diyecekleri kadar fakr u zarûrete uğramış kişinin geçimini temin edecek kadar dilenmesi helâldir. Ey Kabîsa! Bu hallerin dışında dilenmek haramdır, dilenen haram yemiş olur.”
(Müslim, Zekât 109. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 26; Tirmizî, zekât 23; Nesâî, Zekât 80.)

اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ وَالْعَامِل۪ينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَ۬لَّفَةِ قُلُوبُهُمْ 

 

اِنَّمَا  kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden alıkoyan anlamında olup, buradaki  مَا  harfidir,  اِنَّ  harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur. 

اِنَّ ’nin ameli ise engellenmiştir yani mekfûfedir.

الصَّدَقَاتُ  mübtedadır.  لِلْفُقَـرَٓاءِ  car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.

الْمَسَاك۪ينِ وَالْعَامِل۪ينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَ۬لَّفَةِ  kelimeleri atıf harfi  وَ ’la  لِلْفُقَـرَٓاءِ ’ye matuftur. Kelimelerin cer alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

عَلَيْهَا  car mecruru  الْعَامِل۪ينَ ’ye müteallıktır.

الْمُؤَ۬لَّفَةِ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  لِلْفُقَـرَٓاءِ ‘ye matuftur.  قُلُوبُهُمْ  kelimesi ism-i mef’ûl olan  الْمُؤَ۬لَّفَةِ ’nin naib-i faili olup lafzen merfûdur.

Muttasıl zamir  هُمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

الْعَامِل۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  عمل  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

الْمُؤَ۬لَّفَةِ   kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i mef’ûludur.

İsm-i mef’ûlün fiil gibi amel şartları şunlardır: 

1. Harfi tarifli (ال) olmalıdır. 

2. Haber olmalıdır. 

3. Sıfat olmalıdır. 

4. Hal olmalıdır. 

5. Kendisinden önce nefy (olumsuzluk) edatı bulunmalıdır. 

6. Kendisinden önce istifham (soru) edatı bulunmalıdır.

Not: Şartlardan birinin bulunması amel etmesi için yeterlidir.

İsm-i mef’ûl, türediği fiilin meçhulü gibi amel eder. Yani kendisinden sonra naib-i fail alır. Ondan sonra gelenler de mef’ûl olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِم۪ينَ وَف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَابْنِ السَّب۪يلِۜ

 

وَ  atıf harfidir.  فِي الرِّقَابِ  car mecruru  لِلْفُقَـرَٓاءِ ’deki mahzuf habere müteallıktır.  الْغَارِم۪ينَ kelimesi atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur.

وَ  atıf harfidir.  ف۪ي سَب۪يلِ  car mecruru  لِلْفُقَـرَٓاءِ ’deki mahzuf habere müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup lafzen mecrurdur. 

ابْنِ السَّب۪يلِ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la makabline matuftur.

الْغَارِم۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  غرم  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


  فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ

 

فَر۪يضَةً  kelimesi mahzuf fiilin mef’ûlu mutlakıdır. Takdiri,  فرض الله ذلك فريضة (Allah bunu bir farz olarak zorunlu kıldı.) şeklindedir.

مِنَ اللّٰهِ  car mecruru  فَر۪يضَةً ’e müteallıktır.  

İsim cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  ٱللَّهُ  lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur.

عَل۪يمٌ  haber olup lafzen merfûdur.  حَك۪يمٌ  ikinci haber olup lafzen merfûdur.

عَل۪يمٌ - حَك۪يمٌ  isimleri mübalağa sıygasındadır. Son derece affeden ve son derece merhamet eden demektir.

Mübalağalı ism-i fail kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağal-ı ismi failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ وَالْعَامِل۪ينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَ۬لَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِم۪ينَ وَف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَابْنِ السَّب۪يلِۜ

 

Burada, sadakaların ait olduğu sınıflar beyan edilmek suretiyle, Resulullah'ın (s.a.) yaptığı taksimatın hakkaniyeti tespit ve haksız söylenen sözler reddediliyor. Onların fasit iddialara dayanan boş umutları da söndürülüyor. Çünkü onların bu sadakalarda hakları olmadığı belirtiliyor. (Ebüssuûd)

Ayet-i kerimede  الصَّدَقَاتُ [sadakalar (zekâtlar)] maksûr,  لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ وَالْعَامِل۪ينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَ۬لَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِم۪ينَ وَف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَابْنِ السَّب۪يلِ  [yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslam'a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana] cümlesi maksûrun aleyhi yapılarak zekât alma vasfının bu kişilere özel olduğunu ifade etmiştir. Yani zekâtın yalnızca yukarıda sayılan kişilere verilebileceği bunlar dışındaki dernekler, camiler, cemaatler, vakıflar vb. yerlere verilenin zekât sayılmayacağını ifade etmiştir. (Muhammed Fatih Ergen, Tevbe Suresinin Meânî İlmi Açısından Tahlili) 

Sadakayı hak edenlerin kusurlarını sayan kimseler için sadakadan hiçbir şey yoktur. Sadakalar; bu ayette zikredilen hak etmiş sınıflara hasredilmiştir. Bu izafî kasrdır. Sadakalar sizin için değil onlar için demektir. (Âşûr) 

القُلُوبُ kelimesi nefis manasındadır. Araplarda yaygın olarak inancın idrakinde kalp kullanılır. (Âşûr)  

Müstenefe olan ayet kasr üslubuyla tekid edilmiştir. Mübteda ve haberden müteşekkil cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.  لِلْفُقَـرَٓاءِ  mahzuf habere müteallıktır. Akabindeki 7 grup, tezâyüf nedeniyle  لِلْفُقَـرَٓاءِ ’ye atfedilmiştir.

Burada zımnen bir soru vardır. Bu yüzden  اِنَّمَا  ile kasr tercih edilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi )

Ayet  اِنَّمَا  edatı ile başlamaktadır. Bu edat, ispat ifade eden  اِنَّ  ve nefy ifade eden مَا ’nın birleşmesiyle meydana gelen bir edattır ve hasr (sınırlandırma) anlamı ifade eder. Bu birleşim zikredilen şeylerin sabit olmasını ve bunların dışındaki şeylerin ise bulunmamasını gerektirir. Dolayısıyla bu ayette  اِنَّمَا  edatı, zekâtın sadece bu sekiz sınıfa verileceğine delalet eder. (Bkz. Fahreddîn er-Râzî, Tefsir-i Kebir: Mefâtîhu’l Gayb, I-XXXII, Dâru’l-Fikr, y.y., 1981, c. XVI, s. 107; Abdullah b. Ahmed b. Muhammed İbni Kudâme, el-Muğnî, I-XV, thk. Abdullah b. Abdulmuhsin et-Türkî, Abdulfettah Muhammed el-Hulv, Dâru Âlemi’l-Kütüb, 3. bs., Riyâd 1997, c. IV, s. 125; Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr el-Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an, I-XXIV, thk. Abdullah bin Abdulmuhsin et-Türkî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 2006, c. X, s. 245; Muhammed b. Yusuf Ebû Hayyân, Tefsirü’l Bahri’l Muhit, I-VIII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1993, c. V, s. 58; Ebû Muhammed Mahmûd b. Ahmed el-Aynî, el-Binâye fî şerhi’l-hidâye, I-XII, Dâru’l-Fikr, 2. bs., Beyrut 1990, c. III, s. 521.)

Yukarıdaki ayette zekât fonundan alabilen sekiz sınıf zikredilmektedir. Ancak dikkat edilecek olursa bunlardan ilk dört sınıf yani (fakirler, düşkünler, zekât toplayan görevliler ve kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlar) için  ل  harf-i ceri, geri kalan diğer dört sınıf yani  (esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenler, borçlular, Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve garipler) için de  فـي  harf-i ceri kullanılmıştır. Zira ilk dört sınıfın zekâtı hak etmesi, onların mülkî ehliyetlerinden dolayıdır. Bunun için mülkiyet ifade eden lâm harfi en uygunudur. Diğer dört sınıf ise bu zekâta daha çok ihtiyaç duyan kesimdir. Dolayısıyla  فـي  harf-i ceri burada belâgat açısından tam yerinde kullanılmıştır. (Bkz. Hâdi ‘Atiyye Matru’l Hilâlî, el-Hurûfu’l Âmile fi’l-Kur’ani’l Kerim, Beyrut, 1986, s. 350-351)

Ayette  لِلْفُقَرَاءِ  sözcüğündeki  لِ  harf-i cerinden,  فِي الرِّقَابِ  sözcüğündeki  في  harf-i cerine iltifat yapılmıştır. Bunun anlamı şudur:  لِ  harf-i ceri, “fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan memurlara, kalpleri ısındırılacak olanlara” zekâtın farz olduğunu,  في  harf-i ceri ise kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya zekâtın caiz olduğunu ifade etmektedir. (Allân, İbrâhîm Mahmûd, el-Bedî’ fi’l-Kur’an Envâuhû ve Vezâifuhû, s. 251)

الرِّقَابِ  [boyun] kelimesi köle anlamında kullanılmıştır. Boyun söylenmiş insanın tümü kastedilmiştir. Cüz-kül alakasıyla mecaz-ı mürsel vardır.

Sadakanın verileceği kimselerin sayılması taksim sanatıdır.

ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ  ibaresindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla Allah’ın yolu, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. (Âşûr) Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü Allah yolu hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak Allah'ın emrine uymanın önemini ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır.Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır.

سَب۪يلِ اللّٰهِ  izafeti  lafzâ-i celâle muzâf olması  سَب۪يلِ  için tazim ve şeref ifade eder.

سَب۪يلِ اللّٰهِ  ibaresinde istiare vardır.  سَب۪يلِ  kelimesi yol demektir. Allah’ın dini anlamında müsteardır. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

السَّب۪يلِۜ  kelimesinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır. 


 فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِۜ

 

Beyânî istînâf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.

فَر۪يضَةً  önceki cümlenin mazmunundaki mukadder fiilden mef’ûlü mutlaktır. Takdiri,  فرض الله ذلك فريضة  (Allah bunu bir farz olarak zorunlu kıldı.) olabilir. 

Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  الله  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Mahzufla birlikte cümle, faide-i haber talebî kelamdır. 

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

 

 وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ

 

 وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ  cümlesi, اِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَـرَٓاءِ وَالْمَسَاك۪ينِ  sözündeki  اِنَّمَا  ile ifade edilen hasr için tezyîldir. (Âşûr)

وَ  istînâfiyyedir. Cümle, isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnayı ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan lafza-i celâlle marife olması telezzüz ve teberrük içindir.

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle ayetteki lafza-i celâllerde tecrîd, teşvik, ikaz ve hükmün illetini bildirmek için yapılan tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

عَل۪يمٌ  - حَك۪يمٌ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf  sanatıdır.

Haber olan iki vasfın aralarında  و  olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Allah’ın  عَل۪يمٌ  ve  حَك۪يمٌ  sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret ederek mübalağa ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri, Meânî İlmi)

Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.

عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ  kelimelerindeki feîl vezni mübalağa ifade eder. Yani Allah’ın ilmi ve hikmeti büyüktür. (Safvetu’t Tefasir)
Tevbe Sûresi 61. Ayet

وَمِنْهُمُ الَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ النَّبِيَّ وَيَقُولُونَ هُوَ اُذُنٌۜ قُلْ اُذُنُ خَيْرٍ لَكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَيُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِن۪ينَ وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْۜ وَالَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ رَسُولَ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ  ...


Yine onlardan peygamberi inciten ve “O (her söyleneni dinleyen) bir kulaktır” diyen kimseler de vardır. De ki: “O, sizin için bir hayır kulağıdır ki Allah’a inanır, mü’minlere inanır (güvenir). İçinizden inanan kimseler için bir rahmettir. Allah’ın Resûlünü incitenler için ise elem dolu bir azap vardır.”

 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَمِنْهُمُ içlerinden bazıları
2 الَّذِينَ onlar ki
3 يُؤْذُونَ incitirler ا ذ ي
4 النَّبِيَّ Peygamberi ن ب ا
5 وَيَقُولُونَ ve derler ق و ل
6 هُوَ O
7 أُذُنٌ bir kulaktır ا ذ ن
8 قُلْ de ki ق و ل
9 أُذُنُ kulağıdır ا ذ ن
10 خَيْرٍ hayır خ ي ر
11 لَكُمْ sizin için
12 يُؤْمِنُ inanır ا م ن
13 بِاللَّهِ Allah’a
14 وَيُؤْمِنُ ve inanır ا م ن
15 لِلْمُؤْمِنِينَ mü’minlere ا م ن
16 وَرَحْمَةٌ ve bir rahmettir ر ح م
17 لِلَّذِينَ kimseler için
18 امَنُوا inanan(lar) ا م ن
19 مِنْكُمْ sizden
20 وَالَّذِينَ ve kimselere
21 يُؤْذُونَ incitenlere ا ذ ي
22 رَسُولَ Elçisini ر س ل
23 اللَّهِ Allah’ın
24 لَهُمْ vardır
25 عَذَابٌ bir azab ع ذ ب
26 أَلِيمٌ acıklı ا ل م

Bu âyetlerde münafık karakteri ve münafıkların davranışlarıyla ilgili tasvire yeni kesitler eklenmekte, bir taraftan müslümanlar onların görünen yüzlerine aldanmamaları için uyarılmakta, diğer taraftan da Allah’ın âyetleri, peygamberi ve müslümanlarla alay eden münafıklarakendilerinden önceki inkârcı kavimlerin acı sonları hatırlatılmaktadır. Burada işaret edilen münafıklara ait söz ve davranışlar, tefsirlerde daha çok Tebük Seferi öncesinde ve bu sefer esnasında yaşanan olaylarla açıklanır; bu konudaki rivayetler âyetlerin yorumuna ışık tutmakla beraber, âyetlerin üslûbu ve sözün akışından daha çok münafık tiplemesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır (münafıklar hakkında ayrıca bk. Bakara2/8-20; Nisâ 4/138-140, 142-146; Münâfikun 63/1-8). Tefsirlerde 61. âyetin inişi ile ilişkilendirilen bazı rivayetlere yer verilir. Bunlardan biri şöyledir: Bazı münafıklar özel sohbetlerinde Resûlullah’ı çekiştiriyorlardı, sonra içlerinden biri “Aman bunlar onun kulağına gitmesin” diye ikazda bulununca, “O her söze kolayca kanar, söylediklerimizi inkâr ederiz, üstüne bir de yemin ettik mi bize inanır” şeklinde cevaplar veriyorlardı (Taberî, X, 168-169). Resûl-i Ekrem’in, münafıkların yalanlarını yüzlerine vurmadığı ve özellikle yemine çok değer verdiği gerçeğinden hareketle söz konusu rivayetlerle âyet arasında bağ kurulabilir. Fakat burada asıl amacın münafıkların tutumlarından bir kesit verip onların zihniyetini mahkûm etmek ve bu vesileyle dikkatleri Hz. Peygamber’in yüksek ahlâkına yöneltmek olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan münafıkların, “O her söylenene kulak veriyor” anlamındaki sözleriyle, Resûlullah’ın bazı sesler işitip onu vahiy olarak yansıttığı iddiasında bulunmuş oldukları yorumu da yapılmıştır. “Allah’ın resulünü incitenler” şeklinde tercüme edilen kısmı “peygamberi yerip kınayanlar” şeklinde anlamak da mümkündür (Esed, I, 366). Âyetin, “O sizin için hayırlı olana kulak veriyor” şeklinde tercüme edilen kısmı şöyle izah edilebilir: Resûlullah gelişigüzel tahminlerle insanlar hakkında yargıda bulunmaz, Allah’a olan derin imanının yanı sıra müminlere de büyük bir güven duyar ve söylenenleri böyle iyi niyet temeline dayanan bir anlayışla değerlendirir. Bu cümlede onun kulak verdiği bildirilen şeyle kastedilenin, bütün insanlığın hayrına olan “vahiy” olduğu da söylenmiştir. Allah’ın mesajını ileten elçi olması itibariyle 62. âyette Hz. Peygamber de Allah’ın yanı sıra zikredilmiş fakat kimin hoşnut kılınması gerektiğini belirten zamir tekil kullanılmıştır. Bazı müfessirler bununla ilgili olarak, resulünün rızâsını kazanmanın Allah’ın da rızâsını kazanma mânasına geldiği yönünde açıklamalar yaparken, bazıları da burada hoşnutluğuna erişilmesi hedeflenecek yegâne varlığın Cenâb-ı Allah olduğuna işaret bulunduğunu belirtmişlerdir (Şevkânî, II, 429). 63 ve 64. âyetler arasında şöyle bir bağ kurulabilir: Allah ve resulüne karşı çıkan, din özgürlüğünü yok etmek için uğraş veren kimseler, bu durumları dünyada açığa çıkmış olsa da olmasa da içinde ebedî olarak kalacakları cehennem azabına çarptırılacaklardır, en büyük rezil-rüsvâ olma aslında budur. Münafıklar bunu bilip dururken, sadece dünyada rezil olmaktan, haklarında bir sûre indirilip kalplerindekinin ortaya dökülmesinden endişe etmektedirler. Münafıkların ileri sürdükleri mazeretin geçersizliğini belirten 65. âyet, dolaylı bir tarzda müminlere yönelik olarak da dinî ve itikadî konuların şaka ve eğlence konusu edilemeyeceği hususunda ciddi bir uyarı ihtiva etmektedir. Münafıkların bir kısmı iman ile küfür arasında bocalayan, diğer bir kısmı ise bilinçli olarak ve ısrarla inkârcılığını sürdüren fakat müslümanlara karşı bunu gizlemeye çalışan kişilerdir. İşte 66. âyette, aklını ve iradesini doğru yönde kullanmayı, içindeki hak-bâtıl mücadelesini imanın galibiyetiyle sonuçlandırmayı başaranlara yüce Allah’ın bağış kapısının açık bulunduğu, inkârcılıkta ısrar edenler için ise kötü âkıbetin kaçınılmaz olduğu haber verilmektedir. 67. âyette münafık karakterine ve 68. âyette münafıkların acı âkıbetlerine değinildiği gibi, 71. âyette mümin karakterine ve 72. âyette de onların mutlu sonlarına işaret edilerek iki grup arasında bir mukayese yapılmasına imkân sağlanmıştır. 69-70. âyetlerde, gerçekte inkârcı oldukları halde iman etmiş gibi görünen münafıkların âkıbetlerinin açıktan açığa peygamberlere karşı mücadele veren inkârcılardan daha iyi olmayacağı belirtilmekte, güç ve servet sahibi olsalar da inkârcıların boş davalar uğruna yaptıklarının gerek dünyada gerekse âhirette ziyan olup gittiği (bu konuda bk. Âl-i İmrân3/10, 116-117) hatırlatılıp münafıkların da bundan ders almaları gerektiği uyarısı yapılmaktadır. 

 

(Kuran Yolu/Diyanet tefsiri)

وَمِنْهُمُ الَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ النَّبِيَّ وَيَقُولُونَ هُوَ اُذُنٌۜ 

 

وَ  istînâfiyyedir.  مِنْهُمُ  car mecruru mahzuf  mukaddem haberin sıfatına müteallıktır. Takdiri,  بعض منهم  şeklindedir.

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  يُؤْذُونَ النَّبِيَّ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

يُؤْذُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

النَّبِيَّ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. 

يَقُولُونَ هُوَ اُذُنٌ  cümlesi atıf harfi  وَ ’la sılaya matuftur.  يَقُولُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli,  هُوَ اُذُنٌ ’dur.  يَقُولُونَ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  اُذُنٌ  haber olup lafzen merfûdur.


قُلْ اُذُنُ خَيْرٍ لَكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَيُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِن۪ينَ وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْۜ 

 

Fiil cümlesidir.  قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir  أنت ’dir.

Mekulü’l-kavli,  اُذُنُ خَيْرٍ لَكُمْ ’dur.  قُلْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubtur.

اُذُنُ  mahzuf mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. Takdiri,  هو dir.  خَيْرٍ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

لَكُمْ  car mecruru  اُذُنُ ’nun mahzuf sıfatına müteallıktır.

يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ  cümlesi mahzuf mübtedanın ikinci haberi olarak mahallen merfûdur.

وَ  atıf  harfidir.  يُؤْمِنُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ’dir.

لِلْمُؤْمِن۪ينَ  car mecruru  يُؤْمِنُ  fiiline müteallıktır.  الْمُؤْمِن۪ينَ ’nin cer alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

الْمُؤْمِن۪ينَ  kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

رَحْمَةٌ  kelimesi atıf harfi  وَ ’la  اُذُنُ ’ye matuftur.

الَّذ۪ينَ  cemi müzekker has ism-i mevsûlu,  لِ  harf-i ceriyle  رَحْمَةٌ ’e müteallıktır. İsm-i mevsûlun sılası  اٰمَنُوا مِنْكُمْ ’dır. Îrabtan mahalli yoktur.

اٰمَنُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

مِنْكُمْ  car mecruru  اٰمَنُوا  fiiline müteallıktır.

يُؤْمِنُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi  أمن ’dir.

İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder. 


 وَالَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ رَسُولَ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ

 

İsim cümlesidir.  وَ  atıf harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  يُؤْذُونَ رَسُولَ اللّٰهِ dir. Îrabtan mahalli yoktur.

يُؤْذُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ‘ı fail olup mahallen merfûdur.

رَسُولَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ  cümlesi  الَّذ۪ينَ nin haberi olarak mahallen merfûdur.  

لَهُمْ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  عَذَابٌ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.

اَل۪يمٌ  kelimesi  عَذَابٌ ’un sıfatıdır.

وَمِنْهُمُ الَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ النَّبِيَّ وَيَقُولُونَ هُوَ اُذُنٌۜ 

 

وَ  istînâfiyyedir. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.  مِنْهُمُ, mahzuf mukaddem haberin mahzuf sıfatına müteallıktır. Takdiri,  بعض منهم (Onlardan bazısı) şeklindedir.

Bu ayet-i kerimede mütekellim (Allah Teâlâ) muhatabı Peygamberin (s.a.) her söylenene kulak veriyor dediklerini Peygamber (s.a.) bildiği halde mütekellim kendisinin de bildiğini göstermesiyle bu ayet-i kerimede lâzım-ı fâide-i haber olmuştur. (Muhammed Fatih Ergen, Tevbe Sûresi’nin Meânî İlmi Açısından Tahlili) 

Muahhar mübteda konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası   يُؤْذُونَ النَّبِيَّ, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Aynı üslupla gelen  يَقُولُونَ  cümlesi sılaya matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. يَقُولُونَ  fiilinin mekulü’l-kavli olan هُوَ اُذُنٌ, mübteda ve haberden müteşekkil isim cümlesidir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sübut ifade eder.

وَيَقُولُونَ هُوَ اُذُنٌ  cümlesinin mazmunu (içeriği), eza veren sözleri sebebiyle hususun umuma atfıdır. (Âşûr)

Yahudilerin Peygamber Efendimize kulak demeleri üzerine Allah Teâlâ’nın da onun hayırlı kulak olduğunu belirtmesi müşâkele sanatının güzel bir örneğidir. Ayrıca Yahudilerin olumsuz manada kullandıkları bu sözü, Allah Teâlâ hayır sıfatını ekleyip olumlu manaya çevirerek tasdik etmiştir. Tekrar edilen lafızlar muhatabın dikkatini çeker. Kavlu bi’l mûcib sanatıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’  İlmi)

هُوَ اُذُنٌ [O bir kulaktır.]  Bunun aslı, her söyleneni dinleyen kulak gibidir manasıdır. Bu ifadeden teşbih edatı ile vech-i şebeh hazfedilmiş ve teşbih-i beliğ olmuştur. “Zeyd aslandır.” ifadesine benzer. (Safvetu’t Tefasir)


 قُلْ اُذُنُ خَيْرٍ لَكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَيُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِن۪ينَ وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْۜ 

 

Beyânî istînâf olarak fasılla gelen cümlede fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.  قُلْ  fiilinin mekulü’l-kavlinde îcaz-ı hazif sanatı vardır.  اُذُنُ خَيْرٍ  takdiri  هو  olan mahzuf mübtedanın haberidir. 

Müsnedin izafet şeklinde gelmesi az sözle çok anlam ifadesinin yanında, müsnedün ileyhe tazim ifade eder. Çünkü müsned tazim anlamındaki kelimeye muzâf olmakla müsnedün ileyhin de tazimine işaret etmiştir.

خَيْرٍ ’deki tenvin nev, kesret ve tazim ifade eder.

Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan  يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ  cümlesi mahzuf mübteda için ikinci haber veya ikinci sıfattır. Aynı üslupta gelen  وَيُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِن۪ينَ  cümlesi, makabline matuftur.

Şayet  يُؤْمِنُ  fiili niçin, lafzatullah ile birlikte kullanıldığında  بِ  harf-i cerriyle;  مُؤْمِن۪ينَ  kelimesiyle kullanıldığında da لِ harf-i ceriyle müteaddi olmuştur? denilirse biz deriz ki: Lafzatullah'a taalluk eden imandan maksat, küfrün zıddı olan tasdik olduğu için  بِ  harf-i ceriyle; müminlerle ilgili olan iman lafzının manası da onları dinlemek manasında olduğu için ve  لِ  harf-i ceriyle müteaddi olmuştur. (Fahreddin er-Râzî)

Şayet rahmet olan her şey, bir hayırdır. O halde خَيْرٍ kelimesinin peşinden  رَحْمَةٌ kelimesinin getirilmesinin faydası ve hikmeti nedir? denilirse biz deriz ki: Hayır çeşitlerinin en kıymetlisi  رَحْمَةٌ dir. Binaenaleyh خَيْرٍ  kelimesinden sonra  رَحْمَةٌ  kelimesinin getirilmesi güzeldir. (Fahreddin er-Râzî)

وَرَحْمَةٌ, haber olan  اُذُنُ خَيْرٍ ’a matuftur. Mecrur mahaldeki has ism-i mevsûl  رَحْمَةٌ ,لِلَّذ۪ينَ ’a müteallıktır. Sılası  اٰمَنُوا مِنْكُمْ, mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. 

اُذُنُ خَيْرٍ  ifadesi istiaredir. Çünkü Hz. Peygamber gerçekte “kulak” değildir. Bu ifadeyle kastedilen iki mana bulunmaktadır.

İlkine göre bu ifade, birisini, çok fazla namaz kılma ve oruç tutma ya da yeme ve uyuma ile niteleyen kimsenin “Falanca namaz ve oruçtan ya da yeme ve uykudan ibaret” demesi gibidir. Şu halde bu ifadeyle Hz. Peygamber, sözleri çok dinlemek ve onlara çok kulak vermekle nitelenmiş oluyor. (Casusa “göz” denilmesi gibi her duyduğunu ayırımsız onaylayana “kulak” denilmesi de cüzün zikredilip bütünün kastedilmesi (cüziyyet) ilgisi ile mürsel mecaz olur. Mecazın belâgi nüktesi, insanın bedeni ve bütün organlarıyla kulaktan ibaretmişçesine anlatımda abartı, pekiştirme ve vurgu sağlamasıdır. Buna göre müellif mürsel mecazları da istiare kapsamında görmektedir. 

Diğer mana da Arapların “o bir kulaktır” şeklindeki sözlerinin, “işitilebilen hiçbir sözün kendisine gizli kalmadığı sağlıklı kulak organı” anlamında kullanılmış olmasıdır. Buna göre münafıklar, Peygamberi (s.a.) konuşan herkesin bütün söylediklerinin kulağına ulaştığı, kalbine yerleştiği kimse olarak nitelemiş oluyorlar. Onlar bu sözü, Peygamber ve ailesini yerme makamında söylemiş oluyorlardı. Halbuki O, kusur nispet edenin kusurundan, iftira edenin iftirasından münezzehtir. Münafıklar, Hz. Peygamberin kibarlığı, nezaketi ve hilmi sebebiyle, kusurlarını yüze vurmadan herkesi dinleme vasfını saflığına hamlederek güya ona hakaret etmek istemişlerdir. (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları) 


وَالَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ رَسُولَ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ

 

وَ, istînâfiyyedir. Faide-i haber ibtidaî kelam olan isim cümlesidir. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, bu kişilerin bilinen kişiler olduğuna işaret etmesinin yanında onlara tahkir ifade eder. Sılası, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Bu ceza vaîdi onlara, doğrudan doğruya Allah tarafından sevk edilen, makablinden bağımsız bir cümledir. (Ebüssuûd)

الَّذ۪ينَ ’nin haberi  لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ, isim cümlesi formunda gelmiştir. Sübut ifade eden isim cümlesinde takdim-tehir ve îcaz-ı hazif sanatları vardır.  لَهُمْ  mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Muahhar  mübteda olan  عَذَابٌ ’un nekre gelişi bu azabın tasavvur edilemez nitelikte olduğuna işarettir.

Ayet-i kerimede haber olan  لَهُمْ  cümlesi mübtedadan sonra gelmesi gerekirken hasr ifade edebilmek için mübteda olan  عَذَابٌ اَل۪يمٌ dan önce gelerek,  لَهُمْ  maksûrun aleyhi,  عَذَابٌ اَل۪يمٌ ise maksûr olmuştur. Yani elem verici azabın onların işlemiş oldukları günaha göre tam tamına uygun olarak onlara özel olarak hazırlandığını ifade etmiştir. (Muhammed Fatih Ergen, Tevbe Suresinin Meânî İlmi Açısından Tahlili) 

اَل۪يمٌ ’le sıfatlanması, bu anlamı kuvvetlendiren ıtnâb sanatıdır.

Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

Ayette  يُؤْذُونَ  ve  اُذُنٌ  kelimeleri ikişer kere geçmiştir. Aralarında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

يُؤْذُونَ رَسُولَ اللّٰهِ  [Allah Resulü’ne eziyet ediyorlar.] ifadesinde Resulullah’ın (s.a.) şanını yüceltmek ve nübüvvet ve risalet gibi iki büyük mertebeyi onda toplamak maksadıyla  يُؤْذُونَهِ  (ona eziyet ederler) şeklinde zamir yerine  رَسُولَ  kelimesi gelmiştir.  رَسُولَ  kelimesinin Allah lafzına izafeti ise onun şeref ve itibarının yüksekliğini gösterir. (Safvetu’t Tefasir)

Peygamberin (s.a.) risalet unvanıyla ism-i celile izafe edilerek  رَسُولَ اللّٰهِ  şeklinde zikredilmesi hem tazim hem de Resulullah’a (s.a.) eziyetin sonucu itibarıyla Allah’a eziyet ve ilâhî gazabı mûcib olduğuna dikkat çekmek içindir. (Ebüssuûd)

Zamir makamında zahir ismin zikredilmesi ıtnâb sanatıdır.

لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ  cümlesinde haber olan  لَهُمْ  [onlar için] ibaresi, mübtedadan sonra gelmesi gerekirken hasr ifade edebilmek için mübteda olan  عَذَابٌ اَل۪يمٌ  (elem verici bir azap) ibaresinden önce gelerek,  لَهُمْ  (onlar için) maksûrun aleyhi,  عَذَابٌ اَل۪يمٌ [elem verici bir azap] ise maksûr olmuştur. Yani elem verici azabın onların işlemiş oldukları günaha göre tam tamına uygun olarak onlara özel olarak hazırlandığını ifade etmiştir. (ez-Zemahşeri, a.g.e., c: II, s. 315; İbni Ali, a.g.e., c: X, s: 214; el-Alevi, a.g.e., c: XI, s. 349)

يُؤْذُونَ -  اُذُنُ  ve  مُؤْمِن۪ينَ - يُؤْمِنُ  kelime grupları arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Günün Mesajı

Allah'a ve ahirete inanmayan bütün arzusu dünya olan kişiler için mal ve evlat gerçekten bir sıkıntı ve keder sebebidir. Bu kişiler bütün hayatlarını geçim, mal ve evlat derdi ile geçer ahireti akıllarına bile getirmezler. Yaşadıkları gibi yani küfür içinde ölürler ve ahirette de bunun karşılığını görürler.

Sayfadan Gönüle Düşenler

Herkesin bir hayali, bir beklediği vardır. Öncelikleri ve önceliklerinin arasına serpiştirilmiş detayları vardır. İnsanın iç huzuru, önceliklerini nasıl seçtiğine bağlıdır.

Eğer önceliklerini, olması imkansız hayalleriyle belirler, keşkeleriyle ve eğerleriyle süslerse, kendini hep huzurun peşinden koşuyormuş gibi hisseder. “Eğer olsaydı” mutlu olurdum yalanıyla, mutsuzluğun içinde yüzer. Öyle biri seçimlerini değiştirmediği sürece, eğer’ine istediği gibi kavuşsaydı bile, mutsuz olacak başka bir sebebi yine olurdu

Belki insan önceliklerini, dünyalık yok olacaklarla belirlememeli. Belki önceliklerini, ebedi olanlarla belirlemeli: Allah! Allah’a muhabbet ve Rasulullah’a muhabbet! Allah’ın sevdiklerine muhabbet! Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan ameller!

Belki dünyalıkları hayal etmemeli insan; cenneti hayal etmeli. Belki geçmişteki bir anı, bir kişiyi özlememeli ya da neyi beklediğini bilmeden yerinde saymamalı insan; Rabbine ve Rasulullah’a ve ebedi hayata kavuşmayı özlemeli.

Belki dünya bir köprü diyerek; köprünün detaylarına takılmadan, bitmesini heyecanla beklemeli. Belki huzuru; ölümlülerde arayacağına, sonsuzluğa ulaştıracak hakikatlerde aramalı insan.

Öncelikleri, her an bitmesi muhtemellerle belirlenen insan, onu kaybettiğinde sanki her şeyini kaybeder. Canından can kopar. Hiçbir dünyalıkla, o boşluğu dolduramaz ve hep eksik kalır. Ancak öncelikleri; Allah’ın rızasını kazanma hedefiyle belirlenen insan, dünyalığı kaybettiğinde, belki sadece o detayı ya da ona bağlı bir kaç detayı kaybeder. Zamanla yerine başka detayları yerleştirebilir. Yara almıştır ama hakikatle süslenen öncelikleri, yarasına merhem olacak, acısını dindirecektir. Ve yarası bir gün iyileşecektir.

 

Gönül defterinde; kalıcı hakikatlere ve geçici dünyalıklara olan bağlılık derecelerini hakkıyla belirleyenlerden olmak duasıyla.

Amin.

***

Kimi insan vardır; dünyalık menfaat uğruna her dini ve fikri kucaklar gibi görünür. Böylece şöhret ve güç kazanmanın yolu kolaylaşır. Meşhur kişilerin, genellikle benimsemediği bilinen farklı inanışlara olumlu gönderme yapması, özellikle de o inanışları benimseyenlerin gönüllerini okşar ve farklı sebeplerden dolayı gururlandırır. Birkaç kelimenin söylenmesiyle ya da yazılmasıyla; hakikaten destek veriyor veya ben de onun fikirlerine destek vermeliyim algısı oluşur. 

Halbuki, bu bir yanılgıdan ibarettir. Zorlu dönemlere girildiğinde ve artık lehine olmadığını anladığı anda, bir zamanlar destekler göründüklerini ortada bırakır ve gerçek yüzünü gösterir. Hatta öyle ki haksızlığa ya da zulme uğramış olsalar bile eskiden desteklediklerinin sözde hatalarıyla ilgili konuşmaya başlar. Yani onun desteğine verilen önemin getirdiği şımarıklıkla beraber artık her şeyi çok iyi anladığı ve çözümü bulduğu düşüncesiyle akıl vermeye başlar.

Denir ki; ısrarla her inanışı olduğu gibi kabul ettiği iddiasıyla elindekini ya da zihnindekini pazarlayanların, asıl amacı ve sağlamlığı sorgulanmalıdır. Herkes ve esas olarak müslümanlar, desteği doğru yerde aramalıdır. Allah’tan başkasından medet umanın ayağının kaymasına şaşırmak hata olur. Güleryüzle anlatılanların ardında şekillenen fikirleri inceleyerek, bunun Allah katındaki yeri nedir diye sorgulamalıdır. Zira iman ve İslam, tehlikeye atılmayacak kadar değerlidir. 

İman ve İslam, yaratılmışın sayesinde güçlenmez ama onlara samimiyetle sahip çıkan insan, maddi ve manevi anlamda güçlenir.

Ey Allahım! Bulunduğumuz her mekanda ve yürüdüğümüz her yolda; içi ve dışı, iyilik ve dürüstlükle bir olanlarla karşılaştır. Dilimize ve kalbimize: bize Allah yeter ve doğrusu biz yalnız Allah’tan isteriz ifadesinin manasını yerleştir ve nuru ile aydınlat. Bizi insanlara hoşgörüyle yaklaşanlardan ama tavizden kaçınanlardan eyle. Başkalarına haksızlık yapmaktan ve kin duymaktan uzaklaştır. Bize, insanın ve amelin; Senin sevdiklerini ve razı olduklarını sevdir.

Amin.

Zeynep Poyraz  @zeynokoloji